Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

05/09/20

HASED
Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin, onun elinden çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, gayret olur.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden karanlığı yırtan nûrun Rabbine sığınırım. (Felâk sûresi: 5)

Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok etmesi gibi hased de iyilikleri yok eder. (Hadîs-i şerîf-Mişkat)

Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaştı. Hased ve kazımak. Bu sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini söylüyorum. Yemîn ederim ki, îmânı olmayan, Cennet'e girmeyecektir. Birbiriniz ile sevişmedikçe, îmâna kavuşamazsınız. Sevişmek için, çok selâmlaşın. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Hasedden daha kötü bir şey yoktur. Çünkü hased eden kimse, şu beş kötülüğün içine düşer: 1) Bitmeyen gam ve kedere tutulur. 2) Hased etmesi, onun için sevâbı olmayan bir musîbet olur. Onun günâha girmesine yol açar, 3) Hasedinden dolayı kınanır, ayıplanır, 4) Allahü teâlâ ona gazab eder. 5) Allahü teâlânın yardım ve ihsân kapıları kendisine kapanır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)

Hased eden insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmaz. Böyle kimseden Allahü teâlâ râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâ ve âhirette de hüsran içindedir, yâni zarardadır. (Muhammed Akkermânî)

Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ (gösteriş) ve ucb (kendini ve yaptığı işleri beğenme). Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış. (İmâm-ı Gazâlî)

Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nîmetin azalmadığını, hattâ arttığını görerek sinir buhranları geçirir. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, onu medhetmeli, ona karşı tevâzu göstermeli, onun nîmetinin artmasına duâ etmelidir. (M. Hâdimî)

Bütün sebeblerden doğan düşmanlığın giderilmesi mümkünse de hased sebebiyle olan düşmanlığın yok olması mümkün değildir. O; dehşetli, korkunç, müzmin bir hastalıktır. Hasedin ilâcı, hased edilen kimsenin gıyâbında (arkasından) nîmetinin artmasına duâ etmek, yüzüne karşı sevgi ve dostluk göstermektir. (Abdülhakîm Arvâsî)

HASEB
Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.

Kişinin hasebi ahlâkıdır, keremi dînidir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)

Baktım ki, insanlardan her biri mal, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar bir şey değil. "Allah katında en üstününüz en çok korkanınızdır." (Hucurât sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîme'ye baktım Allah katında üstün olmak için malı, hasebi, makâmı değil, takvâyı (Allahü teâlâdan korkarak harâmlardan sakınmayı) seçtim. (Hâtim-i Esam)

HÂRÛN ALEYHİSSELÂM
Kur'ân-ı kerîm'de adı geçen peygamberlerden.

Allahü teâlâ kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Selâm, Mûsâ ve Hârûn üzerine olsun. (Saffât sûresi: 120)

(Mûsâ aleyhisselâma peygamberliği bildirilince) dedi ki: "Ve kardeşim Hârûn ise, lisânen benden daha fasîhtir (Fasîh ve belîğ bir şekilde insanlara Hakk'ı, hakîkati anlatır).Onu bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdîk etsin. Fir'avn ve kavminin beni yalanlamalarından korkarım." (Allahü teâlâ buyurdu ki:) Senin bâzunu (bileğini) kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size düşmanlarınızın üzerine bir galebe ve üstünlük vereceğiz ki, onların zarârı size yetişmeyecek. Bu âyetlerimizle (mûcizelerimizle) onlara gidiniz. Siz ve size tâbi olanlar, (Fir'avn ve kavmine) gâlib geleceksiniz. 
(Kasas sûresi: 34, 35)

Hârûn aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. Mûsâ aleyhisselâmın ana-baba bir büyük kardeşidir. Mûsâ aleyhisselâmdan üç yaş büyüktür. Babasının ismi İmran olup, Yâkup aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Hârûn aleyhisselâm, Mısır'da doğdu. Mûsâ aleyhisselâmın en yakın yardımcısı ve vezîri idi. Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçti. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tûr dağında peygamberlik emrini bildirince, Hârûn aleyhisselâma da peygamberlik verdi. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Fir'avn ve kavmini îmâna dâvet ettiler. Fir'avn îmâna gelmedi. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâma inananlara zulüm ve işkence yaptı. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm İsrâiloğullarını Fir'avn'ın zulmünden kurtarmak için çırpındılar. Mûsâ aleyhisselâm, Hârûn aleyhisselâm ve İsrâiloğulları birlikte Mısır'dan ayrıldı. Kızıldeniz'den yürüyerek Sinâ Yarımadasına geçtiler. Onları tâkib eden Fir'avn ve askerleri denizde boğuldular. Mûsâ aleyhisselâm ve İsrâiloğulları Tîh çölüne geldikleri sırada, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Tevrât-ı şerîfi almak üzere Tûr dağına gitti. Kardeşi Hârûn aleyhisselâmı yerine vekîl bıraktı. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr'da iken
Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyen İsrâiloğulları, Sâmirî adında bir münâfığın (iki yüzlü kâfirin) hîlelerine kapılarak, altın buzağı heykeli yaparak ona taptılar. Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağından dönüşte kavminin altın buzağı heykeline taptıklarını görünce, üzüldü. Bu hâlin sebebini Hârûn aleyhisselâma sordu. Hârûn aleyhisselâm da İsrâiloğullarının kendisini dinlemediklerini ve öldürmekle tehdît ettiklerini, Sâmirî adında birisine uyarak bu yola saptıklarını bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî'ye bedduâ etti ve İsrâiloğullarına tövbe etmelerini bildirdi. İsrâiloğulları tövbe edip Tevrât'ı kabûl ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmla birlikte gayret etti. Allahü teâlâ İsrâiloğullarına kırk sene Tîh sahrasından çıkmamak üzere cezâ verdi. Bu kırk senenin sonlarına doğru, Hârûn aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâm'dan önce vefât etti. Kabrinin nerede olduğu husûsunda çeşitli rivâyetler vardır. (Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)

HARÎS
Hırslı, bir şeye çok düşen, istekli.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O sizin hidâyetiniz için çok harîstir, mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe sûresi: 128)

İki harîs doymaz. Biri ilmin harîsi, diğeri de malın harîsidir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

Ey oğul! Gönlün ferah olup, duânın makbûl olmasını istersen; dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol. (Süleymân bin Cezâ)

HÂRİKULÂDE
Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.

İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi içinde (bir sebeple) meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği kullarına ikrâm ve en azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak hârikulâde şeyleri yaratmıştır. Hârikulâde şeyler peygamberlerde görülürse mûcize, evliyâ denilen diğer sevdiği kullarında görülürse kerâmet denir. Hârikulâde şeylerin peygamberlerde görülmesi lâzımdır. Evliyâda ise, şart değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Müslümanlar arasında evliyâ olmayanlardan meydana gelen hârikulâde hallere firâset; fâsıklardan ve kâfirlerden meydana gelenlere de istidrâc ve sihr, yâni büyü denir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HÂRİCÎLER
Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" diyen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm ile diğer müslümanlara kafir diyen sapık fırka.

Hâricîler, müteşâbihâtı (birkaç mânâ çıkarılabilen delilleri) te'vil ediyorlar. Yâni bâzı âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan (yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan topluluklar tarafından bildirilen) hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olmayan mânâlar veriyorlar. Hâricîler gibi şüpheli delilleri yanlış te'vil edenlere, müctehîd olan fıkıh âlimleri kâfir demediler. Fakat âsî (günahkâr), bid'at ehli ve sapık olduklarını söylediler. (İbn-i Âbidîn)

Hâricîlerin temel görüş ve düşünceleri şöyle özetlenebilir: Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Amr bin Âs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, hazret-i Âişe, Talhâ, Zübeyr (r.anhüm) ile Sıffîn muhârebesinde hakemlerin hükmüne râzı olanları kâfir bilirler. Büyük günâh işleyen kâfirdir diyerek böylelerinin ebedî cehennemlik olduğunu söylerler. Zâlim imâma (devlet başkanına) karşı çıkmayı vâcib sayarlar. 
(Abdülkâhir Bağdâdî)

HAREMEYN
Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâsına Haremeyn denilmiştir.

Osmanlı sultanlarının herbirinin Haremeyn'e pekçok hizmetleri olmuştur. Bu sebeple onlar kendilerine Hâkim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hâkimi) yerine Hâdim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hizmetçisi) denilmesini istemişlerdir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır'ı feth ettiği zaman hutbede kendi ismini Hâkim-ül-haremeyn olarak okuyan hatîbe îtirâz ederek; "Biz Haremeyn'in (bu iki mübârek şehrin) hâkimi olamayız. Ancak Hâdim-ül-haremeyn yâni Haremeyn'in hizmetçisi oluruz" dedi. Kâbe'nin içini süpürmeye mahsûs olan süpürgelerden birisi kendisine getirilince, süpürgeyi bir tâc gibi kaldırarak başına koydu. Kendilerinden sonra gelen sultanların taclarına koydukları süpürge şeklindeki sorguç buradan gelmektedir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun semt-i Haremeyn'e
Benden selâm söyle Resûlüs Sekaleyn'e
(Lâ Edrî)

HAREM
1. Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.

Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin Mîkat (ihrâma girilen yer) denilen yerleri ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbiseyi giymeden) geçerek Harem'e girmeleri harâmdır. Mîkat'tan geçerken bir iş için Hill'de (Mîkat yeri ile Harem sınırı arasındaki yerde) kalmağı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların hacdan başka niyetle Harem'e girmeleri câizdir. 
(İbn-i Âbidîn)

İhrâma giren kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, tırnak kesmesi, Harem'de kendiliğinden biten ot ve ağaçları koparması ve kesmesi harâm olur. Bunları bilerek veya bilmeyerek unutarak yapanlara kurban, sadaka cezâları vâcib olur. (Muhammed Mevkûfâtî)

2. Müslümanların evlerinde, saray, konak ve benzeri yerlerde sâdece kadınların oturması için ayrılmış oda, dâire. Bu oda veya dâireye haremlik de denir.

Müslümanların evleri iki kısımdır. Harem (haremlik) ile selâmlık. Harem kısmı yalnız kadınlara âittir. Buraya hiçbir erkek giremez. Evin erkeği veya mahrem (evlenilmesi harâm olan) erkeklerden birisi gireceği zaman mutlaka evin hanımının haberi olur. (Mustafa Sabri Efendi)

3. Zevce, hanım.

HARBÎ
İslâm devleti ile harb halinde bulunan gayr-i müslimlere âit ülke halkından olan kimse.

Bir harbî emân (izin, pasaport) ile İslâm ülkesine girerse malına, canına dokunulmaz.(İbn-i Âbidîn)

Âşir (gümrük vergisini ve zekâtı toplayan me'mur) kendisine uğrayan harbîden, mensûb olduğu devlet, müslüman tüccardan ne kadar vergi alırsa, o kadar alır. Ne kadar aldıkları bilinmiyorsa, onda bir alır. (İmâm-ı Serahsî)

Harâm Lokma
Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.

Vücûduna harâm lokma karışmış bir kimse, namazdan tad duymaz. (Behâeddîn-i Buhârî)

Mîde yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helal lokma koyarsan, âzâlardan sâlih (iyi) ameller, işler meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer harâm lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâlâ arasında bir perde olur ve Cenâb-ı Hakkın beğendiği yolda yürümen mümkün olmaz. (Ebû Bekr-i Dükkî)

Alış veriş ilmini bilmiyen harâm lokma yemekten kurtulamaz. Harâm lokma yiyen ise, ibâdetlerin sevâbını bulamaz. (Ahî Evran)

Harâm li Gayrihi
Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.

Bir kimsenin bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni olmadan meyve koparıp yimesi, ev eşyâsını ve parasını çalıp harcaması harâm li gayrihidir. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese, yâhut helâldir derse kâfir olmaz. (Muhammed Hâdimî)

HARÂM
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi, harâm etti. (A'râf sûresi: 33)

Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp, duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

İnsan, harâm işlemeği kalbinden geçirir, Allah'tan korkarak yapmazsa, hiç günâh yazılmaz. Harâmı işleyince, bir günâh yazılır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Harâmlardan sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabiatındandır. (Hazret-i Ali) 

Harâmda şifâ yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Harâmdan bir altını sâhibine vermek, yüz altın sadaka vermekten fazîletlidir, iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm kalır. Burada helâl şeyleri kullananlar, orada o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhirette ipek giymekten mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhtan temizlenmedikçe, Cennet'e girilemez demektir. Cennet'e giremeyen de Cehennem'e gider. Çünkü, âhirette, bu ikisinden başka yer yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HARAC
Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Allah(ü teâlâ) din husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi: 77)

Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi mezhebine göre yapmaya imkân olmazsa, bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmek lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri taklîd etmeğe fetvâ (izin) vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn)

Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebi âlimlerinin "fetvâ böyledir", "en iyisi budur", "en doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. Kendi arzusu ile yaptığı bir şey, buna uymasına mâni (engel) olur ve bu mâni olmanın önlenmesinde harac, meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru olduğu bildirilen başka bir söze uyması lâzımdır. 
(Abdülhakîm-i Arvâsî)

2. Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.

Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış yoluyla alınıp, kâfirlerin olan topraklardan harac alınır. (İbn-i Âbidîn)

HANNÂS
İnsanların kalblerine vesvese veren sinsi şeytan.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Ey Habîbim!) De ki: İnsan ve cinden olan ve insanların göğüslerine (îmân ve îtikâdına) vesvese veren hannâsın şerrinden insanların mâbûduna ve insanların bütün işlerinin sâhibine ve insanların Rabbine sığınırım. (Nâs sûresi: 1-6)

Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka taraftan yine gelir. Nefs ise kaplan gibidir. Saldırması ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese veren şeytana bunun için hannâs denilmiştir. İnsan hannâsın bir vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Başka vesveseye başlar. Çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan küçük  hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır. (Muhammed Hâdimî)

HANNÂNE
Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu, Mescid-i Nebevî'de dikili bulunan hurma kütüğü.

Resûlullah efendimiz, Medîne'de Mescid-i Nebevî'de, hutbeyi, Hannâne'ye dayanarak okurlardı. Minber yapılınca, Hannâne'nin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâat işitti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz minberden inip, Hannâne'ye sarılınca, sesi kesildi; "Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı" buyurdu. (Nişâncızâde)

HANÎF
Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman.

İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

İbrâhim ne yahûdî idi, ne de hıristiyan idi. O hanîf idi. (Âl-i İmrân sûresi: 67)

Hanîflerin en meşhûrlarından birisi Arab hatîblerinden olan Kus bin Sâide'dir. Onun Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz panayırında meşhûr konuşmasının bir kısmı şöyledir: Her şey fânîdir (geçicidir). Bâki (devamlı olan) ancak Allahü teâlâdır. Birdir, ortağı ve benzeri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Büyük-küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olarak inandım ki, herkese olan bana da olacaktır. (Ben de öleceğim). (Ahmed Cevdet Paşa)

Hanefî Mezhebi
Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri.

Hanefî mezhebi Osmanlı Devleti zamânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün dünyâ yüzünde bulunan müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Hanbelî Mezhebi
Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri.

İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek), Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M.Tâhir Sünbül Mekkî)

Âlimlerin çoğuna göre altın ile gümüş her ne hâl ve şekilde olursa olsun, her ne niyetle saklanırsa saklansın zekâtı verilir. Hanbelî mezhebinde kadınların zînet (süs) olarak kullandıkları altının ve gümüşün zekâtı verilmez. (Alâüddîn-i Haskefî, Abdurrahmân Cezîrî)

HAMR
Şarab, sarhoşluk veren içki.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Ey îmân edenler! Hamr, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, ezlâm (fal okları) ancak şeytanın amelinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, hamrda ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi? (Mâide sûresi: 90, 91)

Her sarhoşluk veren şey hamr (şarab)dır. Ve her sarhoşluk veren şey haramdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Hamr içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz. Muhakkak biliniz ki, hamr içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış pis kokulu olur. Herkes pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâdün-Nâsihîn)

Hamr dört mezhebde de haramdır. İçmesi ve her türlü kullanılması günâhtır. Yalnız sirke yapılması ve susuzluktan ölmek üzere olanın ölmiyecek kadar su yerine içmesi câizdir. (Senâullah Dehlevî)

Alkolü az olan hamr da haramdır. Sarhoş etmese de damlasını içmek haramdır. Helâl diyenin îmânı gider. Hamr, idrar gibi kaba necâsettir. Her türlü kullanmak, ilâç yapmak, buruna çekmek, söz birliği ile haramdır. Satması câiz değildir. Parası haramdır. (İbn-i Âbidîn)

HAMİYYET
Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta tenbellik etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir.

Hamiyyet sâhibi kişi dâimâ şehvete götüren yollardan nefsini korur, hamiyyet duygusu ona bekçilik eder. Hamiyyeti olmayan, mukaddes şeyleri korumak isteğini taşımayan kimse ise şehvete götüren işlerden kaçınmak şöyle dursun, kendi şahsiyetini hattâ belki din, devlet ve milletini bile fedâ eder. (Celâleddîn Devânî)

HAMÎD (El-Hamîd)
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve her kalbde övülen.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Şüphesiz Allahü teâlâ ganîdir, hamîddir. (İbrâhim sûresi: 8)

El-Hamîd ism-i şerîfini söyliyen, işinde, sözünde ve ahlâkında başkalarının övgüsünü kazanır. (Yûsuf Nebhânî)

HAMELE-İ ARŞ
Arşı taşımakla görevli dört büyük melek.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Hamele-i Arş melekleri ve Arşın etrâfında tavâf eden (dönen) melekler Rablerini tesbîh ederler ve vahdâniyyetini (birliğini) tasdîk ederler ve mü'minler için (af ve) mağfiret isterler. 
(Mü'min sûresi: 7)

Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve hamele-i Arş'tan başka, bütün melekler, bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört büyük melek yok olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

HAMDELE
Elhamdülillah veya bu mânâdaki sözler. Elhamdülillah sözünün mânâsı, Allahü teâlâya hamd olsun, ben her hâlimde O'ndan memnûnum demektir. (Bkz. Hamd)

Dînî bir kitabı yazarken, va'z u nasîhate veya ders okutmaya başlarken, Besmele, hamdele ve salvele (Peygamber efendimize salât ve selam getirmek) ile başlamak, İslâm'ın iyi âdetlerinden olup, müstehâbdır, iyi görülmüştür. (İmâmzâde Muhammed Es'ad)

HAMD
En üstün şekilde senâ, övgü.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Dünyâda ve âhirette hamd Allahü teâlânın hakkıdır, O'na mahsustur. Hükm de O'nundur. Sonunda O'na döndürülürsünüz. (Kasas sûresi: 70)

Allahü teâlâ birdir, O'ndan başka bir ilâh yoktur. Her şeyden yücedir. Bütün hamdlerin hepsi O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. 
(Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)

Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve şükürlerin hepsi, Allahü teâlânın hakkıdır. Çünkü her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep O'dur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Halvet Der-Encümen
Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Öyle adamlar vardır ki, ticâretleri ve alışverişleri onları Allahü teâlâyı hatırlamaktan, anmaktan alıkoymaz." (Nûr sûresi: 37) buyrulan âyet-i kerîme, halvet der-encümen makâmına işârettir. (SeyyidAbdülhakîm Arvâsî)

Yolumuzun esâsı halvet der-encümendir. (Behâeddîn-i Buhârî)

HALVET
Yalnızlık, yalnız olarak kalma.

1. Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.

Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Allah'a ve kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin.(Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Halvet haramdır. Mescid gibi dışardan içerisi görünen umûma açık yerlerde yalnız kalmak halvet olmaz. (İbn-i Âbidîn)

2. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak.

Tasavvufta halvet, vuslat (kavuşma) alâmetidir. (Ebü'l-Kâsım)

HALLÂK
Yaratan, her şeyi yoktan vâr eden Allahü teâlâ.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

Şübhesiz ki senin Rabbin (seni de onları da) Hallak'tır (yaratandır). (Senin de onların da hâlini ve her şeyi) kemâliyle bilendir. (Hicr sûresi: 86)

Gökleri ve yeri yaratan (Allah) onlar gibisini yaratmağa kâdir değil midir? Elbette (kâdirdir ve) hallâktır, her şeyi hakkıyla bilendir. (Yâsîn sûresi: 81)

Can alıcı melek geldiğinde, mâsûm (günâhsız) kimseyi şefâat tâcını ve gömleğini giymiş, gözünün perdesi kalkmış görür. Ona; "Yâ mâsûm! Hallâk-ı âlem sana selâm söyledi ve buyurdu ki: "Ben onu yarattım, yine bana gelsin. Zîrâ o cân emânetini ben verdim, yine bana versin. Onun karşılığında Cennet ve dîdâr (Allahü teâlânın cemâlini görmeyi) vereyim." Eğer inanmazsan yüzünü çevirip göklerden tarafa bak görürsün" derler. O mâsûm dahi bakıp melekleri ve Allahü teâlânın cemâlini seyreder. (Kutbüddîn İznikî)

HALK
1. Yaratmak, yoktan var etmek.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

Biz insanı en güzel biçimde halk ettik. (Tîn sûresi: 4)

(Allahü teâlâ), hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini (hakkınızda) imtihan etmek için ölümü ve hayâtı halk edendir. (Mülk sûresi: 2)

Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden halk ettik. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık... (Hucurât sûresi: 13)

Biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ sonsuz kudret (güç, kuvvet) sâhibidir. Yedi kat yerleri ve gökleri halk etmesi ile bir karıncayı halk etmesi O'na göre aynıdır. Allahü teâlânın halk etmesi mümkün olmayan hiçbir şey yoktur. (Harputlu İshâk Efendi)

Allahü teâlâ her şeyi bir sebeb ile halk etmektedir. Âdet-i İlâhiyyesi böyledir. (Muhammed Hâdimî)

2. Mahluk, yaratılmış, insan topluluğu.

Halkı dara düşürmek, sıkıştırmak ve incitmek haramdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Halk ile konuşmalar yumuşak ve tatlı olmalıdır. Hiç kimseye sertlik göstermemelidir. Halka hizmet, zikr (Allahü teâlâyı anmak ile meşgul olmak)den efdâldir (daha fazîletlidir, daha sevaptır). 
(İmâm-ı Rabbânî)

HÂLİS
Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan.

İbâdetin kabûl olması için niyyetin hâlis olması lâzımdır. (Ali bin Emrullah)

Bir kimse başkalarının görmesi için ibâdet eder veya başkasının görmesi de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık beklerse, o kimse hâlis olmaz. (M.Hâdimî)

Allah sevgisini hâlis olarak tadanı; bu sevgi, dünyâyı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaştırır. (Hazret-i Ebû Bekr)

Ey nefs! Hâlis ol ki kurtulasın! (Ma'rûf-i Kerhî)

HALÎM (El-Halîm)
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte acele etmez fakat ihmâl de etmez.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Bilin ki, Allahü teâlâ mağfiret edicidir (bağışlayıcıdır), Halîm'dir. (Bekara sûresi: 235)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem sıkıntılı zamanlarında; "Azîm, Halîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın Rabbi olan Allah'tan başka ilâh yoktur." buyururlardı. (İmâm-ı Müslim)

El-Halîm ism-i şerîfini okuyan denizde ise boğulmaktan, bir vâsıtada ise helâk olmaktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

2. Yumuşak, sertlik göstermeyen, kızmayan kimse.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: İbrâhim (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan çok korktuğu için çok âh ederdi. Halîm idi. (Tevbe sûresi: 114)

Allahü teâlâ halîm, iffetli kimseyi sever; çirkin şeyler konuşan, ısrarla halktan bir şey isteyen kimseye gazab eder. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

Halîm kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna gelmez. Korkak olan, kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem kendine, hem başkalarına zarar verir. (Hâdimî)

HALÎLULLAH
Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir.

İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah'tır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) sevgisi yoktu. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Halîlullah İbrâhim aleyhisselâm, kendi kavmine, Allah'tan başka şeylere tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe (Allah'a eş, ortak koşmağa) yol açacak kapıların hepsini kapadı. (Ahmed Fârûkî)

İbrâhim Halîlullah, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın ecdâdındandır, yâni Efendimizin mübarek, pak, temiz soyu ona dayanır. (İbn-i Hişâm)

İbrâhim Halîlullah, Habîbullah'ın yâni Resûlullah efendimizin ümmetinden olmayı temennî buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

HALÎL
Dost.

Kelime-i tevhîdi (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah sözünü) çok söyleyenlerde, Allahü teâlâya karşı fevkalâde sevgi hâsıl olmaktadır. Artık o, Allahü teâlânın halîlidir. Her kim, nefsinin boş arzularından sıyrılırsa, artık onda, Allahü teâlâdan başkasına bağlılığa yer kalmaz. (İmâm-ı Süyûtî)

HALÎFE
Birinin yerine geçen.

1. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).

Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonraAli halîfe olsun. Melekler dedi ki: "Yâ Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; "Halîfe olduğun zaman, yumuşak ol veya güzel idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)

Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların halîfesi, müslümanların reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe, Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sıraları gibidir. (Bkz. Hilâfet) (Ömer Nesefî)

2. Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri şöyle buyurdu:

"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebep olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

HÂLİDİYYE
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.

Hâlidiyye yolunun büyüğü olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Bizim büyüklerimizin yolunda tasavvuf, İslâm dîninin emirlerini yapmak içindir. Ama tasavvufu hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildirler. Hangi şekilde olursa olsun bu büyüklere bağlılık büyük nîmettir" buyurdu.

HÂLİD BİN SİNÂN ABESÎ ALEYHİSSELÂM
Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir.

Hâlid bin Sinân Abesî aleyhisselâmın kavmine musallat olan ve bir mağaradan çıkan ateş, uzak mesâfelere yayılıyor, ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. İnsanlar âciz kalmıştı. Bu sırada Hâlid bin Sinân aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Hâlid bin Sinân aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle mağaradaki ateşi söndürdü. Sonra mağaraya girerek kendisinin üç günden önce çağırılmamasını vasiyyet etti. Fakat kavmi ve çocukları şeytanın vesvesesine kapılarak üç günden önce çağırdılar. Bu çağırma sebebiyle başında bir elem (ağrı) olduğu hâlde mağaradan çıktı ve "Beni, kavmimi ve vasiyyetimi zâyi ettiniz" buyurarak yakın zamanda vefât edeceğini bildirdi. Vefâtından sonra cenâzesini defn etmelerini ve kabrini kırk gün gözetmelerini, kırk gün sonra kuyruğu kesik bir merkebin de içinde bulunduğu bir sürü, kabrinin yanına gelince kabrini açmalarını vasiyyet etti. Böyle yapıldığı zaman kabrinden çıkıp kabir ehlini ve kabir hayâtını aynen kendilerine anlatacağını bildirdi. Belirtilen işâret ortaya çıkınca, mü'minler Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kabrini açmak üzere harekete geçtilerse de, çocukları; "Bize öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler" diyerek engel oldular. Böylece câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun bu vasiyetini de yerine getirmediler.

Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamber efendimizin huzûruna kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz ridâsını (hırkasını) sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak; "Merhabâ ey kavmi vücûdunun zâyi (yok) olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı!" buyurdu. (İbn-ül-Esîr-Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HÂLIK (El-Hâlık)
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

O öyle Allah ki, Hâlıktır, Bâridir (yaratan var edendir), Musavvirdir (bütün varlıklara şekil verendir), Esmâ-i hüsnâ (en güzel isimler) O'nundur. Bütün göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh eder. O Azîzdir (her şeye gâlib ve her kemâle sâhibdir), Hakîmdir (hikmet sâhibidir). (Haşr sûresi: 24)

O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur. (En'âm sûresi: 102)

Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinâtın (evrenin) bir hâlıkı ve anlamağa aklımızın ermediği pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu hâlıkın hiç değişmemesi ve sonsuz var olması lâzımdır. İşte bu hâlık, Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)

Rahmân, Kuddûs, Müheymin ve Hâlık (yaratıcı) gibi yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan isimleri insanlara isim yapmak haramdır. (A. Nablüsî)

Gece yarısı bir miktar zaman el-Hâlık ism-i şerîfini söyleyen kimsenin kalbi ve yüzü nûrlanır. (Yûsuf Nebhânî)

Hâlıkın dururken mahlûka tapma,
Şeytana uyup da yolundan sapma.
(Lâ Edrî)

HALEF-İ SÂDIKÎN
Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri.

Halef-i sâdıkîn, îmân (inanç) ve amel bilgilerinde ve kalb bilgilerinde, hep Selef-i sâlihîne (Hicrî ilk iki asırda yaşayan müslümanlara) tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. (İbn-i Asâkir)

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget