Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

04/08/20

İstemek demektir. Aç bir kimsenin, ziyâdesi ile muhtâç olduğu bir zamanda, yiyecek istemesi gibi, Allahü teâlâdan ihtiyaçları, dilekleri istemek demektir. Duâ etmek, bir ibâdettir. Nitekim Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Dua etmek ibâdettir.”
İnsan, zayıf, âciz olarak yaratılmıştır. Âcizliğini, zayıflığını hatırlayarak, Hak teâlâya dönmesi, O'na yalvarıp duâ etmesi, isteklerini O'ndan istemesi kulluk vazifesidir. Allahü teâlâ, kendisinden istendiği zaman, ihsân edeceğini ve kendisine yapılan duâları kabûl edeceğini haber vermiştir. Namaza duâ denildi. Dinde duâ, Allahü teâlâya yalvararak murâdını istemektir. Allahü teâlâ, duâ eden müslümanı çok sever. Duâ etmeyene gadab eder. Duâ, mü’minin silâhıdır. Dinin temel direklerinden biridir. Yerleri, gökleri aydınlatan nûrdur. Duâ, gelmiş olan dertleri, belâları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.” Duânın, belâyı def etmesi de, kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka siper olduğu gibi, su, yerden otun yetişmesine (ve havanın oksijen gazı, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp, harâret meydana gelmesine) sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir Hadîs-i şerîfte; “Kazâ-i muallakı, hiç bir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır” buyruldu. “Bana hâlis kalb ile duâ ediniz! Böyle duâları kabûl ederim” meâlindeki âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki, duâ etmek, namaz, oruç gibi ibâdettir. “Bana ibâdet yapmak istemeyenleri, zelîl ve hakîr yapar, Cehennem’e atarım” meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Allahü teâlâ her şeyi sebep ile yaratmakta, nîmetlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def etmek ve faydalı şeyleri vermek için duâ etmeyi sebep kılmıştır.
Duâların kabûl olması için, sebeplere yapışmak ve duânın şartlarını gözetmek lâzımdır. Duâ, bir temenni olmamalı, istenilen şeylere kavuşturacak sebeplere yapışmalıdır. Meselâ, önce Allahü teâlânın emirlerini, ibâdetleri yapmalı, sonra da Hak teâlânın rızâsına kavuşmak için yalvarmalı, duâ etmelidir. İbâdetler, rızânın ve muhabbetin sebeplerindendir. Sebeplere yapışmadan yapılan duâ kabûl olmaz, Buna duâ değil, faydasız temenni denir. Temenni, ümîd edilmeyen şeyi istemektir. Ümîd edilen şeyi istemeye de reca denir. Duâlarda, istenilen şeyin sebeplerine kavuşturması için de Hak teâlâya yalvarmalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Çalışmadan, sebeplerine yapışmadan, duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir.”
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hepsi duâ ettiler. Ümmetlerine de duâ etmelerini emir buyurdular. Duâ etmenin şartları şunlardır: Önce günâhlarına pişman olup, tevbe etmeli, istiğfâr okumalı, sadaka vermeli, îmânını (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak) düzeltmeli, duânın kabûl olacağına inanmalı, güvenmeli, iki dizi üzerine kıbleye karşı oturup, önce hamd ve salavat okumalı ve duâyı üçten fazla söylemeli, hiç olmazsa yedi kere tekrar etmelidir. Harama yaklaşmamalı, haramdan hâsıl olan şeyleri istememelidir. Kabûl olmadı diyerek, ümidi kesmemeli, kabûl oluncaya kadar uzun zaman tekrar etmelidir. En mühimi; haram yiyip içmemeli, haram şeyleri söylememelidir. Yenilenlerin helâl olmasına dikkat edildiği gibi, giyilenlerin de helâlden, temiz olmasına dikkat etmek lâzımdır. Haram yiyenin, kırk gün duâsının kabûl olmayacağı bildirilmiştir. Bunun için, duâ etmekten vazgeçmemeli; mutlaka duânın şartlarını, edeblerini gözetmelidir. Duâm kabûl olmadı, diye de üzülmemelidir. Yapılan duâlar kabûl olmasa bile, yine boşa gitmemekte, Hak teâlâ o kimseye sevâb ihsân etmektedir.
Duayı, ağız alışkanlığı olarak yapmamalıdır. Duâ ederken kalbin uyanık olması, neyi ve kimden istediğini bilmesi lâzımdır. Duâdan önce, Allahü teâlâya hamdetmeli ve Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ve selâm söylemelidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) duâya başlarken; “Sübhâne Rabbiyel aliyyil a'lel Vehhâb” derdi. Bütün müslümanların sıhhat ve selâmetleri için duâ etmeli ve isteğini, dileğini söyleyerek, Allahü teâlâdan, vermesi ve ihsân etmesi için cân u gönülden yalvarmalıdır. Akla ve dîne uygun olmayan şeyleri istememelidir.
Kalbine gelen hayırlı şeyi istemeli, söylediğinin mânâsını öğrenmelidir. Her şeyden önce; af, mağfiret ve âfiyet için duâ etmelidir. Bunların hepsini ihtivâ eden çok kıymetli duâ; “Allahümme rabbenâ âtinâ fid-dünyâ haseneten ve fil-ahireti haseneten vekı-nâ azâbennâr”dır. Kendisi, ehli ve evlâdı için zararlı duâ yapmamalı, meselâ; (Yâ Rabbî! Canımı al) dememelidir. Kabûl olursa pişmanlık fayda vermez. Duânın sonunda (Âmîn) demelidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “İyi kul, sâhibinin yaptıklarından râzı olan, onları beğenen kuldur. Kendi isteklerini beğenen kimse, kendine kuldur. Allahü teâlâdan gelene râzı olmak, sevinmek lâzımdır. Allah korusun, eğer O'nun gönderdikleri beğenilmez, istenmezse. O'nun kulluğundan çıkılmış, asıl sâhibinden uzaklaşılmış olunur. O'ndan gelene üzülmemeli, sevgilinin yaptığı şey olduğunu düşünerek sevinmelidir. Hastalıktan, gelen sıkıntı ve belâdan sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle dert ve belâ gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever.”
Hısn-ül hasîn kitabında buyruldu ki: “Duânın kabûl olması için, peygamberleri aleyhimüsselâm ve sâlih kulları vesile etmelidir. Sahîh-i Buhârî'deki Hadîs-i şerîflerde böyle bildirildi.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Hayvanı kaçan kimse; Ey Allah'ın kulları! Bana yardım ediniz. Allahü teâlâ da size merhamet eylesin desin?” buyurdu. Bir Hadîs-i şerîfte; “Korkulu yerde, üç kere; Ey Allah'ın kulları! Bana yardım ediniz! demeli!” buyruldu. Bu duâ tecrübe edilmiş ve netîcesi görülmüştür. Bir Hadîs-i şerîfte; “Bir şeyden zarar gören, abdest alıp iki rekat namaz kılsın. Sonra; “Yâ Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere rahmet olan peygamberin Muhammed aleyhisselâmı vesile ederek sana yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Dileğimi kabûl etmesi için Rabbime seni vesîle ediyorum. Yâ Rabbî! O'nu bana şefâatçi et” desin!” buyruldu.
Tezkiret-ül-Evliyâ da diyor ki: Talebesinden bir kısmı sefere çıkarken, Ebü'l-Hasen-i Harkânî'ye (rahmetullahi aleyh) gelip; “Yol uzundur ve çok korkuludur. Bize bir duâ öğret! önümüze haydutlar çıkarsa onu okuyup kurtulalım” dediler. “Önünüze bir belâ çıkarsa, yâ Ebel-Hasen deyiniz” buyurdu. Hocalarının bu cevâbı, çoğunun hoşuna gitmedi. Yolda, karşılarına eşkıya çıktı. İçlerinden biri, yâ Ebel-Hasen dedi. Kendisi, eşyası ve hayvanı görünmez oldu. Diğerlerinin mallarını, haydutlar alıp götürdüler. Eşkıya gidince, ona; “Sen nasıl kurtuldun” dediler. “Yâ Ebel-Hasen! dedim. Yanıma gelmediler” dedi. Geri döndüler. “Biz yâ Allah dedik. Rabbimize yalvardık, soyulduk. Bu yâ Ebel-Hasen dedi kurtuldu” diyerek bunun sebebini anlamak için, hocalarına yalvardılar. Hocaları; “Siz Allahü teâlâyı, haram giren ve haram çıkan bir ağızla, çağırdınız. Bu ise Ebü'l-Hasen ile tevessül eyledi. Allahü teâlâ bunun sesini, Ebü'l-Hasen'e duyurdu. Ebü'l-Hasen de, bunun halâs olması için duâ etti. Duâsı kabûl oldu ve kurtuldu” buyurdu. Mâide sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen; Allahü teâlâ, ancak takvâ sâhiplerinin (ibadetlerini, duâlarını) kabûl eder” ve bir hadis-i kudsîde de; “Bir kulum bana yaklaşırsa, ona sesleri duyurur ve saklı şeyleri gösteririm” buyruldu. Manaları bilinmeyen şeyleri söylememelidir. Adil hükümet me’murlarının, mazlumların, sıkıntıda olanların, sâlihlerin ve misâfirin, duâları kabûl olmakta gecikmez. Ayrıca, oruçlunun iftar vaktindeki duâsı, anasına babasına itâat ve hizmet edenlerin ve ana babasının ve hocasının ve müslümanın arkasından yapılan duâ ile, sabr eden hastanın duâsı, bir de mübârek zamanlarda ve mübârek yerlerde ve namazlardan sonra ve Peygamberimizin ve evliyânın kabirleri yanında, onları vesile ederek yapılan duâlar, çabuk kabûl olunur. Buna, huzûr ve rahat zamanlarında çok duâ edenin, dert ve belâ zamanlarındaki duâlarını da ilave etmek gerekir.
Duanın fazîleti: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Dua ibâdettir” diye buyurduktan sonra, şöyle devam etti: “Rabbiniz buyurdu ki; “Bana duâ edin, size karşılığını vereyim. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak, Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min sûresi: 60)
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Allahü teâlâ katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.” Yâni sözle yapılan ibâdet çeşitlerinden, duâdan daha üstün bir şey yoktur. Çünkü duâ eden, Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunmakta, O'na yalvarmaktadır.
Allahü teâlâ kendisinden istemeyene gazâb eder.” Yâni kendisini Allahü teâlâya muhtâç görmeyerek, gerek söz ve gerekse lisân-ı hâl ile istemeyene Allahü teâlâ gazâb eder.
“Dua mü’minin silâhıdır.” Yâni mü’min duâsı ile kendisinden ve başkalarından belâyı defeder.
“Dua dînin direğidir.” Yâni duâ etmekle, kul kulluğunu izhar etmektedir.
“Dua, göklerin ve yerin nûrudur.” Yâni duâ, yerleri ve gökleri gaflet karanlığından kurtarıp, onları aydınlatıcıdır. Kul, duâ edince, Allahü teâlâ onun dileğini bu dünyâda aynı ile veya dileğinin yerine ondan daha güzelini karşılık olarak verir. Yâhud büyük bir belâyı ondan def etmek sûretiyle verir. Bu isteği ya hemen veya geciktirerek verir. Yâhud Allahü teâlâ onun duâsını âhırete saklar. Yâni onun duâsına âhırette bol karşılık verir veya onun günâhlarından bir kısmını, o duâsı sebebiyle af ve mağfiret buyurur. Hülasa; Allahü teâlâ, iyi amel yapanın ecrini aslâ zâyi etmez ve muhakkak karşısına çıkarır.
Allahü teâlâhadis-i kudsîde şöyle buyuruyor: “Ben, kulumun beni zannına göreyim.” Yâni kulum, benim onu affedeceğimi ümîd ederse, affederim. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlâ bir kulunun Cehennem’e gitmesini emretti. Cehennem’in kenarına kadar gelip durunca, o kul döndü ve; Vallahi yâ Rabbî! Benim senin hakkındaki zannım gerçekten iyi idi” dedi. (Bunun üzerine) Allahü teâlâ; Onu geri çeviriniz. Muhakkak ki ben, kulumun beni zannına göreyim buyurdu.”
Yine bir hadis-i kudsîde Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Kulum (ona merhamet eylemem, yardım etmem, muvaffak kılmam için) beni anarsa, ben onunla beraberim.”
 Yine Hadîs-i şerîfte; “Rabbini anan ile anmayan kimsenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”
“Kimi, şiddetli sıkıntı zamanlarında, Allahü teâlânın duâsını kabûl etmesi sevindirirse, genişlik zamanında da çok duâ etsin.” buyruldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Balığın karnında yaşamak: Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği üzere balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra yine yaşamış olmasıdır.
2- Bulutlardan ateş çıkması: Yûnus aleyhisselâmın duâsı bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Bir gün Nineve ahâlisi kendisinden buluttan ateş çıkarılmasını istediklerinde, duâ etti ve bulutlardan ateş düşüp, memleketin bir bölgesindeki ağaçları yakmaya başladı.
3- Dağdan su çıkması: Yûnus aleyhisselâmın duâsı bereketiyle dağdan su çıkmıştır.
4- Kelerin şehâdeti: Yûnus aleyhisselâmın peygamberliğine bir keler şehâdet etmişti. Nineveliler kendisinden mûcize istediler. Eliyle dağa işâret etmesi vahyedildi. Öyle işâret edince, dağdan çıkan bir keler, dile gelerek; “Ey insanlar! Biliniz ki Yûnus hak peygamberdir. Sizi Cennet’e, Rabbinizin mağfiretine dâvet ediyor” dedi.
5- Kapı halkasının altın olması: Duâsı bereketiyle kapı halkası altın olmuştur. Yûnus aleyhisselâm Nineve Hâkimini îmâna dâvet etti. O zaman Hâkim; “Kapımda bulunan şu demir, halka, altın olursa îmân ederim” dedi. Yûnus aleyhisselâma, mübârek elini kapı halkasına koyması vahyedildi. Elini koyunca, demir halka altın hâline geldi.
6- Su üstünde odunsuz ateş yakmak: Yûnus aleyhisselâm, odun olmadığı hâlde su üzerinde ateş yakmıştır.
7- Yûnus aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm gibi güzel sesli olduğundan, tatlı sesi, vahşi ve yırtıcı hayvanlara da tesir eder, onu dinlemek için, etrâfında toplanırlardı.
Yûnus aleyhisselâmın kavmi, hâlis bir kalb ile duâ ettikleri için üzerlerine gelen belâdan kurtuldular. Yûnus aleyhisselâm da duâsı sayesinde selâmete ulaştı. Duânın dînimizde de önemi büyüktür. Bu bakımdan İslâm âlimleri bu husûsu kitaplarında geniş olarak anlatmışlardır. Duânın dînimizde önemi kısaca şöyledir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Musul yanındaki Nineve ahâlisine gönderilen bir peygamber. Asur devletinin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu. Babası Metâ, sâlih bir kişi idi. Metâ, hanımı ile duâ edip, Allahü teâlâdan mübârek bir erkek çocuk ihsân etmesini istediler. Cenâb-ı Hak da, onlara hazret-i Yûnus'u ihsân etti. Yûnus aleyhisselâm anne karnında dört aylık iken, babası Metâ vefât etti. Annesi, Hazret-i Yûnus'un doğumunda bir takım hârika hâller gördü. Allahü teâlânın lütfu ile, yiyecek ve içeceği yanında belirir, zahmetsizce onlardan yerdi. Yûnus aleyhisselâm, Nineve'de büyüdü. Kavmi içinde emîn, yalan söylemeyen, yardım sever bir kişi olarak meşhûr oldu. Otuz yaşına gelince, Nineve ahâlisine peygamber olduğu bildirildi. Hazret-i Ali buyurdu ki: “Yûnus aleyhisselâm, otuz yaşında peygamber oldu ve senelerce kavmini îmâna çağırdı.” Nineve ahâlisi çok kalabalık olup; putlara, heykellere taparlardı. Onların bu hâli, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Biz onu (Yûnus aleyhisselâmı) yüzbin kişiye, belki daha ziyâdeye gönderdik.” (Saffat sûresi: 147) Yûnus aleyhisselâm, Nineve ahâlisini Allahü teâlâya îmâna çağırdı. Peygamberlerden olduğu da Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: “Muhakkak Yûnus (bin Metâ aleyhisselâm) da peygamberlerdendir.” (Saffat sûresi: 139) “Nûh (aleyhisselâm) ve ondan sonra olan nebîlere vahy ettiğimiz gibi, sana da vahy ettik. İbrâhim ve İsmâil ve İshak ve Ya’kûb'a (aleyhimüsselâm) dahî vahyettik. Ya’kûb'un evlatlarına Îsâ ve Eyyûb ve Yûnus ve Hârûn ve Süleymân'a (aleyhimüsselâm) dahî vahyettik ve Dâvûd'a (aleyhisselâm) Zebur'u verdik.” (Nisâ sûresi: 163).
Yûnus aleyhisselâm, senelerce kavmine Allahü teâlâya îmân dâvetini tekrarladı. Kavminin ezâ ve sıkıntılarına, alay etmelerine göğüs gerdi. İnanmayan bu kimseler, hazret-i Yûnus'a; “Bizim aramızda âlim, kâhin, san’atkar, ve büyüklerimiz var. Bunların hepsi birbirini sever ve sayarlar. Biz, babalarımızın yolunda gitmekteyiz. Dedelerimiz de aynı yol üzereydiler. Hiç kusurları yoktu. Şimdi sen tek başına ortaya çıkıp, hepsinin yanıldıklarını söylüyorsun. Ayrıca Rabbinin hak olduğunu bildirip, tanrılarımızı inkar ediyorsun. Sen, hiç kimsenin alışıp âdet edinmediği bir takım hükümlerle ayağımızı bağlamak mı istiyorsun?” dediler. Hazret-i Yûnus'a çeşitli ezâ ve cefâlarda bulundular. Yûnus aleyhisselâm merhamet ederek onları tekrar Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlâya îmâna çağırdı ve putlara ibâdeti terk etmelerini istedi. Âhırette inanmayanlara yapılacak azâblardan da haber verip, onları inzâr etti (korkuttu). Fakat Nineveliler; “Tek bir kişinin hatırı için azâb nâzil olup, herkesi yok edecekse, müsâde et bu azâb gelsin” deyip, alay ettiler.
Yûnus aleyhisselâm, kavminin küfürdeki ısrârına çok üzüldü. Bu hâl ile aralarından ayrıldı. Cenâb-ı Hak kendisine vahyedip; “Kullarımın arasından ayrılmakta acele ettin. Geri dön. Kırk gün daha onları îmâna çağır” buyurdu. Yûnus aleyhisselâm, bu ilâhî emir üzerine kavmine döndü ve tekrar irşada başladı. Otuzyedi gün aralarında kaldı. Kavmi yine inanmadı. Bunun üzerine Yûnus aleyhisselâm; “O hâlde üç güne kadar başınıza gelecek azâbı bekleyin. Bunun alâmeti, önce benizleriniz kaçacaktır (sararacaktır).” buyurdu ve ilâhî bir emir gelmeden, üzüntü ile aralarından ayrıldı.
Yûnus aleyhisselâmın haber verdiği gün, Ninevelilerin benizleri kaçtı. Birbirlerine; “İşte Yûnus'un haber verdiği azâb alâmetleri. Onun bu güne kadar yalan söylediğini görmedik” dediler. Gökyüzü karardı. Şehri simsiyah bir duman kapladı. Herkesi korku ve telâş sardı. Feryâd ve figâna başladılar. “Yûnus aleyhisselâm aramızda ise korkmayın, eğer gitmiş ise azâb bizi helâk edecektir” diye söyleştiler. O zaman Allahü teâlâ, kalplerine nedamet (pişmanlık) hissini verdi. Onlar tevbe etmek arzusu ile, yaşlı, sâlih bir zâta geldiler ve; “Başımıza geleni görüyorsun, ne yapmamızı tavsiye edersin?” dediler. O zât da; “Henüz azâbın gelmesine iki gün var. Şimdi şu yüksek tepeye (tevbe tepesine) çıkınız. Birbirlerinizle helâlleşiniz. Gasbettiğiniz hakları sâhiplerine veriniz. Sonra, Yûnus'un Rabbinin rızâsı için kurbanlar kesiniz. Büyük-küçük, zengin-fakir bundan yeyiniz. Başlarınızı açarak; “Ey Yûnus'un Rabbî! Biz tevbe ettik. Şimdi sana inandık. Yûnus'un peygamberliğini kabûl ettik. Boynumuzu bükerek, perişân bir hâlde huzûruna geldik. Peygamberimiz Yûnus'u bulamıyoruz. Bulunca, ondan emir ve yasaklarını da öğrenip tatbik edeceğiz” diye yalvarınız” şeklinde tavsiyede bulundu. Bunun üzerine bu kavim, her türlü haksızlığa son verdi. Hattâ öyle oldu ki, evlerindeki başkasına âit olan taşları söküp sâhiplerine iâde ettiler. Bu duâlar üzerine, Allahü teâlâ Rahmân ism-i şerîfi hürmetine tevbelerini kabûl etti. Azâbı, ürerlerinden kaldırdı. Duânın yapıldığı gün Cumâ olup, aşure günü idi. Sonra, memnun ve mesrûr bir şekilde şehre döndüler ve bir taraftan da Yûnus aleyhisselâmı aramaya başladılar.
Bu kavmin azâbdan kurtuluşu, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Hiç bir şehir ahâlisi yoktur ki, (yeis hâlinde) îmân etmiş olsun da, bu îmânı ona fayda versin. Ancak Yûnus (aleyhisselâm) kavmi müstesnadır ki, bunlar îmân edince, kendilerinden dünyâ hayatındaki rüsvaylık (perişanlık) azâbını uzaklaştırıp giderdik ve onları ecelleri gelinceye kadar (yaşatıp) faydalandırdık.” (Yûnus sûresi: 98) Bundan anlaşılıyor ki, kendi îmânsızlıkları yüzünden helâk olmak üzere iken, tevbe etmeleri sebebiyle üzerlerinden azâbın kaldırıldığı tek kavim, hazret-i Yûnus'un kavmidir. Yûnus sûresinin bir çok âyet-i kerîmeleri, rahmet-i ilâhiyyenin azâb-ı ilâhîden daha ziyâde tecelli ettiğini bildirmektedir. Yûnus aleyhisselâmın kavmi hakkında rahmetin tecelli etmesi sebebiyle, bu sûreye Yûnus sûresi denilmiştir.
Yûnus aleyhisselâm ayrılışından kırk gün sonra, kavminin hâllerini öğrenmek için Nineve'ye yakın bir yere geldiğinde, azâbın, rahmete tebdil olduğuna (çevrildiğine) şâhid olup, şehre girmedi ve; “Şehre girersem beni yalancılıkla itham ederler” diyerek, gadabla sahra (çöl) tarafına yöneldi. Acele ile oradan uzaklaştı. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir; “O balık sâhibini (Yûnus'u) zikreyle (hatırla). Ki o, kavmi onun dâvetini kabûl etmediklerine gadablanıp gitti. Yâhud kavmine azâb vâd eylemişti. Azâbın geri çevrilmesi sebebiyle vâdimden döndüm diye infial edip gitti...” (Enbiyâ sûresi: 87) Cenâb-ı Hak'tan vahiy gelmeden, kavmini bırakıp bir nehir kenarına gitti. Yûnus aleyhisselâmın bu hâli sebebiyle, Allahü teâlâMuhammed aleyhisselâma hitâben şöyle buyurdu: (Ey habîbim!) Sen, Rabbinin hükmüne (kâfirlere mühlet vermesine ve senin onlara karşı nusretini geciktirmesine) sabret (ve ezâlarına tahammül eyle.) Sâhib-i Hût (Yûnus aleyhisselâm) gibi olma ki (o, kavmine gadabla aralarından izinsiz gidip balık karnında mahpus oldu), gam ve gussa ile (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzalimîn, diye) duâ etti.” (Kalem sûresi: 48)
Yûnus aleyhisselâm şehirden ayrılınca, uzun bir yol katederek Dicle nehri kenarına geldi. Orada yolcularla dolu olan bir gemiye bindi. Gemi hareket edip kıyıdan uzaklaştı. Bir müddet seyrettikten sonra durdu ve kımıldamaz oldu. Gemidekiler şaşırıp kaldılar. Ne kadar çalışıp çârelere baş vurdularsa da gemiyi bir türlü yürütemediler. Sonra; “Aramızda bulunan bir suçlu yüzünden gemi yürümüyor” diye söylendiler. Geminin batacağından korkup paniğe kapıldılar. Durumu uğursuzluk kabûl edip; “Burada efendisinden kaçan bir kul vardır. Kur'a atalım o meydana çıkar” diye söyleştiler. Bu sözleri söylemeleri âdetleri sebebi ile olup, öteden beri böyle bir durumla karşılaştıklarında kur'a çekerlerdi. Kur'a kime isabet ederse, onu cezâ olarak denize atarlar ve böylece afetten kurtulacaklarını zannederlerdi. Âdetleri gereği kura çektiler. Hikmet-i ilâhî, Yûnus aleyhisselâmın ism-i şerîfi çıktı. O zaman Yûnus aleyhisselâm, bunun kendi hakkında ilâhî bir imtihân olduğunu anlayıp, tevekkülle; “O âsî kul benim” buyurdu. Gemidekiler onun hâlinden sâlih bir kimse olduğunu anlayıp; “Bu zât köleye benzemiyor” diyerek kurayı yenilediler. Kur'a yine hazret-i Yûnus'a isabet etti. Gemidekilerde tekrar tereddüt ve îtirâz vâki oldu. Kura yenilendi ve tekrar hazret-i Yûnus'a çıktı. Herkes bu duruma şaşırdı. Bâzıları; “Şüphesiz bu kişinin bir suçu olmalı” dediler. Yûnus aleyhisselâm yolculara, Allahü teâlâya îmân etmelerini bildirdi. O anda onu denize attılar. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “...O (Yûnus aleyhisselâm) yüklü bir gemiye bindi. Derken kura çekmiş(ler)di de mağluplardan olmuştu. (Gemiciler kura atıp, kura Yûnus'a (aleyhisselâm) gelmekle denize attılar.) (Saffat sûresi: 140, 141) O an gece idi. Yûnus aleyhisselâmı bir balık yuttu. O zaman cenâb-ı Hak, balığa emredip onu yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını bildirdi. Balık bu hâl üzere hazret-i Yûnus'u alıp denizin derinliklerinde kayboldu.
Yûnus aleyhisselâm, o karanlık zindanda iken de (gece, deniz ve balığın karnındaki karanlık) sağ, aklı başında ve şuuru yerinde idi. Balığın karanlık vücûdunda çok üzgün bir hâlde; “Yâ Rabbî! Emir ve hüküm senindir. Fakat Nineve'ye dönmeye ve kavmimi îmânlı bir şekilde görmeye ümidim sonsuzdur. Bütün bunlara rağmen, senin takdirin ne ise ona râzıyım” dedi. Sonra bâzı sesler işitti. “Bu nedir acaba?” diye söylendi. Cenâb-ı Hak ona balık karnında olduğunu vahyederek; “Ey Yûnus! Bu sesler, beni denizde zikreden canlıların sesidir” buyurdu. Yûnus aleyhisselâm her zamanki hâliyle, Rabbini tesbîh ve takdise devam etti. Onun bu zikrini işiten melekler; “Ey Rabbimiz! Issız bir yerden gelen garip sesler işitiyoruz” diye cenâb-ı Hakk'a arz ettiler. Allahü teâlâ; “Bu, kulum Yûnus'un sesidir. Bir hâli sebebiyle onu denizde bir balığın karnında hapsettim” buyurdu. Melekler; “Yâ Rabbî! Şu her gün yerden göğe sâlih ameller ve duâları yükselen sâlih kulun Yûnus mu?” diyerek ona şefâatte bulundular.
Yûnus aleyhisselâm ihlâs ve tevekkülle o karanlık yerde; “Lâ ilâhe illâ enle sübhâneke innî küntü minezzalimîn (Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.) (Enbiyâ sûresi: 87) duâsına devam etti. O güne kadar bütün ömrü gece-gündüz cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ile geçmişti. Balığın karnında da tesbîhini dilinden düşürmedi. Bu tesbîh ve duâsı, kurtuluşuna sebep oldu. Balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra kurtuluşa kavuştu. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Biz (Yûnus'un aleyhisselâm duâsına), icâbet edip onu gamdan (gecenin, denizin ve balığın karnındaki karanlıktan) halâs eyledik (kurtardık). Bunun gibi biz mü’minleri halâs ederiz.” (Enbiyâ sûresi: 88)
“Eğer (Yûnus aleyhisselâm, balık karnında) tesbîh edenlerden olmasaydı (ömründe cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzih ile pek çok zikirde bulunmasaydı, o balık) karnında (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar (hayy (diri) veya meyyit (ölü) olduğu hâlde) kalırdı.” (Saffat sûresi: 143, 144)
Tefsîr âlimleri; “Bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya çok yalvarmaya ve O'nun zâtını büyük bilmeye teşvik vardır” demişlerdir. Hâlisane yapılan duâ, sâlih amel sâhibini, düştüğü zaman kaldırır. Zirâ bolluk ve sevinçli zamanda Allahü teâlâya duâ eden kimsenin duâsı, darlık ve zarûret zamanında imdadına yetişir. Hadîs-i şerîfte; “Balığın karnındayken Yûnus'un (aleyhisselâm) yaptığı duâ; Lâ ilâhe illâ enle sübhâneke innî küntü minezzalimîn” idiMüslüman bir kişi bu duâyı her ne şey için okursa, Allahü teâlâ elbette onu kabûl eder” buyruldu. Yine bir Hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Yûnus aleyhisselâmın üstünlüğü hakkında; “Hiç bir kula, Yûnus bin Metâ'dan (aleyhisselâm), daha hayırlıyım demek yakışmaz” buyurarak, kendileri tevâzû göstermişlerdir.
Yûnus aleyhisselâm balığın karnından Muharrem ayının onuncu günü (aşure) çıktı. Allahü teâlâ bir çok duâları aşure günü kabûl buyurdu. Âdem aleyhisselâmın tevbesinin kabûl olması, Nûh aleyhisselâmın gemisinin tufândan kurtulması, Yûnus aleyhisselâmın balığın karnından çıkması, İbrâhim aleyhisselâmın Nemrud'un ateşinde yanmaması, İdris aleyhisselâmın diri olarak göğe çıkarılması, Yûsuf aleyhisselâmın kuyudan çıkması, Ya’kûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuşması ve gözlerindeki perdenin kalkması, Eyyûb aleyhisselâmın hastalıktan kurtulması, Mûsâ aleyhisselâmın Kızıldeniz'den geçip, Fir’avn'un boğulması; Îsâ aleyhisselâmın doğumu ve yahudilerin öldürmesinden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması hep aşure günü oldu. Yûnus aleyhisselâmın balığın karnından çıkışı, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Emrimizle, balık onu gölgesiz bir sahile bıraktı. Halbuki o (yeni doğmuş bir çocuk gibi) hasta idi ve onun üzerine gölge olmak için bir nebât bitirdik.” (Saffat sûresi: 145-146)
Balık onu çıkarıp sahile bıraktığında; Yûnus aleyhisselâm zayıflamış, bitkin, hasta bir durumda ve himâyeye muhtâç idi. Cenâb-ı Hak, ihsânıyla orada hazret-i Yûnus'u güneşin yakıcı sıcağından gölgelendirecek geniş yapraklı, çabuk büyüyüp yükselen bir ağaç (bitki) bitirdi. Bu ağaç sinek ve haşaratın zararını da önlemekteydi. Rivâyete göre bu, kabak cinsinden bir bitkiydi. Onun gölgesinde sinek gibi, insanı rahatsız eden haşaratın bulunmadığı bildirilmektedir. Cenâb-ı Hak, bir rivâyette, o bitkiden hazret-i Yûnus'a süt damlattı. Diğer bir rivâyette dağ keçisini emrine verdi. İyice kuvvetleninceye kadar o dağ keçisi sabah-akşam gelip, hazret-i Yûnus'u emzirdi.
Yûnus aleyhisselâm kendine gelince, Rabbine hamd ve şükredip ibâdete başladı. Bir gün, kendisine gölge veren ağacın kuruduğunu görünce çok üzüldü. Cenâb-ı Hak vahy ile; “Bir ağaç kuruduğu için böyle acıyıp melûl olursun. Halbuki benim yüzbinden daha ziyâde olan kulumu yalnız bıraktın. Niçin onların helâk olacaklarını düşünüp acımazsın” buyurup, Yûnus aleyhisselâmı kavmine gönderdi ve onların tevbelerini kabûl ettiğini bildirmesini emretti. Yûnus aleyhisselâm Nineve şehri yakınında bir çobana rastlayıp, kavminden suâl eyledi. Çoban da cevap olarak; “Peygamberleri Yûnus aleyhisselâm onlara darılıp gittiğinden, kendi başlarına kaldılar. Cenâb-ı Hak onlara azâb gönderdi. Azâb bulutları, başları üzerinde üç gün üç gece durdu. Fakat onlar binbir pişmanlıkla ağlaştılar. Yûnus aleyhisselâmı aramalarına rağmen bir yerde bulamadılar. Netîcede, Allahü teâlâ onları bağışladı. Üzerlerinden azâbı kaldırdı. Şimdi yolları gözetip kendilerine emir ve yasakları öğretecek, Yûnus’un (aleyhisselâm) gelmesini beklerler” dedi. Yûnus aleyhisselâm; “O bekledikleri benim. Var onlara bildir!” buyurdu. Çoban, onun Yûnus aleyhisselâm olduğunu anlayınca, heyecanlandı ve; “Elimde bir delil olmadan bir şey yapamam. Bana inanmazlar ve beni öldürürler” dedi. Zirâ onların dîninde yalan söyleyen, öldürülürdü. Yûnus aleyhisselâm, oradaki bir koyun ve bir ağacı gösterip; “İşte bunlar benim için şâhidlik ederler” buyurdu. Çoban koşarak şehre geldi. Beylerine haber verdi. Çobanı sorguya çektiler. Çoban yemîn billah edip onları hazret-i Yûnus'un gösterdiği ağacın yanına getirdi. Ağaç dile gelerek, çobanın, Yûnus aleyhisselâmla görüştüğünü haber verdi. Sonra koyun dile geldi ve; “Eğer Allahü teâlânın peygamberini görmek istiyorsanız şu tarafa gidiniz” dedi. O tarafa gittiler. Yûnus aleyhisselâmı namazda buldular. Sabırsızlıkla namazını bitirmesini beklediler. Sonra hasretle kucaklayıp özürler dilediler. Beraberce şehre döndüler. Bundan sonra Yûnus aleyhisselâm, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretti. Kavmi mes’ûd ve iyilik üzere oldular. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir “O kimseler îmâna geldiler de, onları ecelleri gelinceye kadar geçindirdik.” (Saffat sûresi: 148) Yûnus aleyhisselâm, seksenüç yaşında ibâdet hâlinde iken Nineve'de vefât etti. Vefât ettiği yer hakkında başka rivâyetler de vardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra pek çok nebî (peygamber) gönderildi. Bu nebîler, onları Tevrât-ı şerîfin hükümleriyle amel etmeye dâvet ettiler. Dinlerinden, unutmuş oldukları husûsları onlara yeniden öğretip, bunlarla amel etmelerini sağlamak için tebliğ vazifesi yaptılar. Fakat İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmdan îtibâren kendilerine gönderilen peygamberlere tâbi olma husûsunda tam bir sebât göstermediler. Bir müddet tâbi olup, sonra yine doğru yoldan ayrıldılar. Bazen, kendilerine gönderilen nebîlere, içlerinden pek az kimse tâbi oldu. Çoğunluğu dinlemedi. Bütün bu isyânları sebebiyle, fitne ve fesâd içinde gâyet hakîr ve zelîl bir hayat yaşadılar. Çeşitli kavimlerin esâreti altında yaşamak mecbûriyetinde kaldılar. Tevrât-ı şerîfi de zamanla değiştirip, kendi arzularına göre tevil ve tahrif ettiler. Böylece isyânları çok arttı. Aralarında fısk ve isyân çoğalıp, kendilerine gönderilen nebîleri de yalanladılar. Ahlâkları tamâmen bozulup, korkunç ve azgın bir kavim hâlini aldılar. Uzun zaman, Allahü teâlâya isyân içinde yaşadılar.
İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmeden önce, Amâlika kavmi onlara musallat olmuştu. O zaman, Amâlikalılar, Mısır ile Kudüs arasında bulunan Bahr-i Rum sahillerinde yaşıyorlardı. Bu kavim, İsrâiloğulları üzerine saldırdı. Bunlarla savaş yapan İsrâiloğulları, mağlûb oldular. İsrâiloğullarından, öldürülenler hariç, yetmişbin kişi esir aldılar. Esir edilenlerden dörtyüzkırk kişisi, melikler hânedanından idi. Esirler dışında kalanlar ise, tamâmen dağıldılar. İçine kurt girmiş koyun sürüsü gibi perişân oldular. Yurtlarının büyük bir kısmını, Amâlikalılar işgal etmişti. Düşmana kaptırmak sûretiyle kaybettikleri en önemli şeyleri ise Tâbût idi.
Tâbût; içinde, İsrâiloğullarının mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri nakledile gelen altın kaplamalı bir sandık idi. Tâbût onlar için, birlik, beraberlik ve rahat yaşama vesilesi idi. Hükümdârın muhâfazası altında bulunurdu. Rivâyete göre, Tâbût'un içinde, Tevrât-ı şerîf ve Tevrât'ın nâzil olduğu levhalar, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, elbisesi ve Tîh sahrasında Benî İsrâil'e gökten inen men'den (kudret helvası) bir miktar, Hârûn aleyhisselâmın sarığı gibi mukaddes emânetler vardı.
İsrâiloğulları, bilhassa Tâbût'un ellerinden gitmesine çok üzülüyorlar, onu tekrar elde etmek için çâreler arıyorlar, yeniden bir araya gelip toplanmak istiyorlardı. Rivâyete göre, üç-dört asır böylece dağınık kalıp çok perişân oldular. Kendilerini bu hâlden kurtaracak bir peygamber göndermesi için, Allahü teâlâya duâ ettiler. Aralarında, peygamber neslinden, bir kadından başka hiç kimse kalmamıştı. Bu kadın da bu sırada hâmile idi. İsrâiloğulları onun bir oğlan doğurmasını bekliyorlardı. “Belki kız doğurur da bir oğlan çocuğu ile değiştirir. Çünkü biz onun bir oğlan doğurmasını merâkla bekliyoruz” dediler. Bu sebeple o hâmile hanımı bir yere hapsedip, doğuruncaya kadar kontrol altında tuttular. Nihâyet bu asîl ve temiz hanımdan bir oğlan çocuğu dünyâya geldi. Annesi, ismini İşmoil koydu. Bu isim; “Allahü teâlâ duâmı kabûl etti” mânâsındadır. Bu mânâda isim vermesinin sebebini İbn-ül-Esîr şöyle nakletmiştir: Bu kadın, âkır yâni doğurmayan (kısır) bir kadın idi. Kocasının bir başka hanımı daha vardı. O kadının on çocuğu olmuştu. Çocuğunun çokluğu sebebiyle, çocuğu olmayan hanıma sıkıntı verip, kalbini kırmıştı. O da, büyük bir kalb kırıklığı içinde boynunu bükerek, Allahü teâlâya bir erkek evlat ihsân etmesi için duâ etmişti. Allahü teâlâ onun kırık kalble yaptığı duâsını kabûl buyurup, bir oğlan evlâdı ihsân etti. Kadın da bu çocuğun ismini İşmoil koydu. Biraz büyüyüp, yetişince, onu Kudüs'e götürüp Tevrât-ı şerîf öğretilmesi için teslim etti. Orada bulunan âlimlerden biri, onun, ilim öğretilip yetiştirilmesi işini üzerine aldı ve onu kendine evlat edindi.
İşmoil aleyhisselâm kırk yaşına gelince, Allahü teâlâ ona peygamberlik verdi. Namaz kıldığı bir sırada Cebrâil aleyhisselâm gelip, hocasının sesine benzer bir ses ile ona nidâ etti. Hemen hocasının yanına gidip; “Buyurun ne istediniz?” dedi. Hocası düşünüp, onun korkmaması için, ben çağırmadım demedi. “Şimdi git uyu!” dedi. Dönüp gidince, Cebrâil aleyhisselâm önceki gibi yine gelip, nidâ etti. İşmoil aleyhisselâm da tekrar hocasının yanına gitti. Bunun üzerine hocası durumun farkına varmış olduğu için; “Evlâdım, dön git ve ben seni çağırdığım zaman bana gelme!” dedi. Bu hâl üç defâ tekrarlandıktan sonra, Cebrâil aleyhisselâm İşmoil aleyhisselâma gözüküp; kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildiğini bildirdi. İşmoil aleyhisselâm da kavmine yâni İsrâiloğullarına, Allahü teâlânın emirlerini tebliğ etti. İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar. Sonra itâat ettiler. Bu hâl üzere on-onbir sene ona tâbi oldular ve rahat ettiler.
İsrâiloğullarının başında bir hükümdâr yoktu, birlik ve beraberliklerinin bir sembolü, mânevîyatlarını harekete getiren bir emânet olan Tâbût da ellerinde değildi. Onları, Amâlikalılar mağlûb ve dağınık bir hâle sokmuş, Tâbût’u ellerinden almışlardı. Hattâ Amâlikalılar onları tamâmen yok edecek güçte idiler. İsrâiloğullarının ileri gelenleri toplanarak, İşmoil aleyhisselâma gidip; “Bize bir hükümdâr tâyin et de, biz o hükümdârın emri altında toplanıp, düşmanlarımıza karşı Allah yolunda cihâd edelim” dediler. İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarının hâllerini ve cihâd yapmaya cesâretlerinin olmadığını bildiğinden, onlara; “Sizin üzerinize düşmanla cihâd etmek farz kılınsa, bunu yapmanızdan endişe edilir. Zirâ ben sizin korkaklığınızı hissediyorum. Korkarım ki bu sözünüzden döner de Allahü teâlâya âsî olursunuz?” dedi ve iyi düşünmelerini tavsiye etti. İsrâiloğulları, İşmoil aleyhisselâmın bu sözleri karşısında şöyle dediler: “Neden Allah yolunda cihâd etmeyelim, elbette yaparız. Biz evlatlarımızdan ayrı düştük, memleketimizden çıkarıldık. Nice hakâretlere ve sıkıntılara maruz kaldık. Eğer savaşmazsak yine düşman üzerimize gelir!” Böylece her halükarda düşmanla savaşmaya ve Allah yolunda cihâd etmeye azmettiklerini, buna kesinlikle karar verdiklerini belirttiler. Bunun üzerine, İşmoil aleyhisselâm Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl buyurup, İsrâiloğullarına cihâdı farz kıldı. Kendilerine hükümdâr olarak da, Tâlût'un tâyin edildiği, vahiyle İşmoil aleyhisselâma bildirildi.
İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Tâlût'un kendilerine hükümdâr olarak tâyin edildiğini bildirdi. Fakat, ne var ki İsrâiloğulları, Tâlût'un kendilerine hükümdâr olmasını kabûllenmediler. Söz verdikleri hâlde, daha işin başında kendilerine has bir karakterle karşı çıktılar. Tâlût'un kendilerine hükümdâr olmasına, şu sebeplerle karşı çıkıyorlardı: Tâlût, peygamberlerin geldiği sülaleden değildi. Hükümdâr hânedanından da değildi. Tâlût bu sıbtlardan (kabilelerden) olmayıp, Bünyamin neslinden idi. Diğer taraftan, fakir olmasını bahane ediyorlardı. Tâlût'un debbağ veya fakir bir çoban, yahut evlere su taşıyan bir sâki olduğu rivâyeti de vardır. O, İsrâiloğulları arasında fakirler sınıfından idi. Bu vasıfları sebebiyle, onun hükümdâr olması İsrâiloğullarına ağır geliyordu. Halbuki Tâlût, gâyet uzun boylu ve çok heybetli idi. İlmi, zekâsı ve fazîleti pek çoktu. Netîce îtibâriyle, hükümdâr olacak bir kimsede aranan yeterli ilim, cesâret ve heybet gibi vasıflar, Tâlût'da mükemmel derecede vardı. İsrâiloğulları, İşmoil aleyhisselâmdan, kendilerine bir hükümdâr tâyin etmesini istedikleri ve Allahü teâlâ tarafından vahiy ile Tâlût'un hükümdâr tâyin edilmesi bildirildiği hâlde, Tâlût'u bir takım bahanelerle kabûl etmek istemediler. İşmoil aleyhisselâm, onların bu tutumları ve kendilerinden birinin buna daha lâyık olduğunu söylemeleri üzerine, onlara şöyle dedi: “Tâlût'u, sizin üzerinize melik olarak Allahü teâlâ seçti. Onu ilimde ve bedende, cesâret ve heybette sizden daha kuvvetli kıldı. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, mülkünü dilediğine verir. Allahü teâlânın ihsânı boldur. O her şeyi bilir, melik olmaya kimin daha lâyık olduğunu bilir ve mülkünü ona verir. Bu bakımdan sizin vazifeniz Tâlût'a itâat etmektir.”
Nihâyet İsrâiloğulları, çeşitli îtirâzlardan sonra Tâlût'un kendilerine melik olmasını Allahü teâlânın emrettiğini kesin olarak anlamak için bir alâmet istediler. İşmoil aleyhisselâm onlara; “Tâlût, melik olmasına alâmet olarak kaybetmiş olduğunuz Tâbût'u size getirecektir” dedi. İçinde, İsrâiloğullarının mukaddes emânetleri bulunan ve kendileri için bir sükûnet ve cesâret vesilesi olan Tâbût, daha önceden İsrâiloğullarını çok ağır bir mağlubiyete uğratıp darmadağın eden Amâlikalıların elinde bulunuyordu. Amâlikalılar, Tâbût'a ve içinde bulunan emânetlere karşı hürmetsiz davrandıkları için, Allahü teâlâ onları çeşitli hastalıklara müptela kıldı. Bunun üzerine; “Bu Tâbût bizim hastalıklara tutulmamıza sebep oldu” diyerek, İsrâiloğullarına iâde etmeyi düşündüler. Sonra da Tâbût'u alıp memleketlerinin sınırları dışında bir yere koydular. Bundan sonra melekler Tâbût'u alıp Tâlût'a götürdüler. O da Tâbût'u İsrâiloğullarına getirdi. Böylece, İsrâiloğulları Tâlût'u melik olarak kabûllenip, onun idâresinde bir araya toplandılar. Tâlût da mülkünü ve askerini tanzim edip, İsrâiloğullarının düşmanı olan ve yurtlarını altüst eden Amâlika kavmi ile savaşa hazırlandı.
Tâlût, İsrâiloğullarından büyük bir ordu kurup yola çıktığı zaman, ordusuna şöyle dedi: “Allahü teâlâ, sizi bir nehir ile imtihân edecek! Yolda karşınıza bir nehir çıkacak. Kim o nehrin suyundan bir avuçtan fazla içerse, o benim askerim değildir! Harareti teskin etmek için, sâdece bir avuç içebilirsiniz. O bir avuç su, sizin susuzluğunuzu tamâmen giderecektir!” İsrâiloğullarının imtihân edileceğine dâir haberi, Tâlût'a, İşmoil aleyhisselâm bildirmişti. İsrâiloğullarının ordusu bahsedilen nehre gelince, içlerinden üçyüzonüç kişi hariç, diğerleri Tâlût'un nasîhatim dinlemeyip, nehrin suyundan çokça içmeye başladılar. Emre uyan üçyüzonüç kişi ise sâdece birer avuç su içtiler. Bu su ile, susuzlukları tamâmen gidip harâretleri söndü. Emri dinlemeyip bir avuçtan fazla içenlerin ise, nehrin suyundan içtikçe harâretleri arttı ve dudakları kararmaya başladı. Suyu çok içmekten hiç bir fayda görmedikleri gibi, kalblerine şiddetli bir korku düştü. Nehri geçmeye cesâret edemediler. Korkaklık ve perişânlık içinde geri döndüler.
Rivayete göre Tâlût'un bu ordusu yetmiş veya seksenbin kişi idi. Bunlardan sâdece üçyüzonüç kişi Tâlût'un emrine uydu. Tâlût, diğerlerini emre itâat etmedikleri için geri çevirdi. İşmoil aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirilen ilâhî emir böyleydi. Tâlût bu emre uydu. Böylece, orduda, emre sâdık olanlarla isyânkarlar birbirinden ayrıldı. Çünkü sâdık olmayanların savaşta bir faydası olmayacağı gibi, korkaklıkları ve emre itâat etmemeleri sebebiyle, sâdık olan diğer askerlerin de bozulmasına sebep olacaklardı.
Tâlût, emri dinleyen az fakat sâdık bir birlik ile, nehri geçip düşmanla cihâd etmek üzere hareket etti. Düşmanları Amâlika kavmi olup, bu kavmin başında Câlût adında zâlim bir kral vardı. Tâlût'un ordusunda, o zaman henüz genç yaşta olan Hazret-i Dâvûd da vardı. Hazret-i Dâvûd, atı üzerinde kibirlenerek duran Câlût'a sapanıyla bir taş atıp başından vurarak öldürdü. Bundan sonra, Tâlût'un ordusu Amâlikalıları mağlûb edip dağıttı. Nihâyet İsrâiloğulları, düşmanlarına gâlip gelip kuvvetlendiler. Tâlût'un İsrâiloğullarına melik olması, İsrâiloğullarını toplayıp Câlût'u mağlûb etmesi ve bu konudaki diğer husûslar, Kur'ân-ı kerîmde, Bakara sûresi 246-251. âyet-i kerîmelerinde bildirilmiştir. (Bkz. Dâvûd aleyhisselâm)
İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına kırk yaşında iken peygamber oldu. Onbir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin onbirinci senesinden sonra, Tâlût'u, İsrâiloğullarına melik tâyin edip, elliiki yaşında iken vefât etti.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Peygamberliği ihtilaflı olup, âlimlerin ekserisi peygamber olduğunu söylemişlerdir. Evlâ olan (kuvvetli olan) kavil de budur. İsmi husûsunda da ihtilaf olunmuştur. Zülkifl, lakabı olduğu husûsu tercih edilmiş ve tefsîrlerde bu lakapla anılmasına dâir değişik sebepler gösterilmiştir. Elyesa’ aleyhisselâmın amcasının oğludur. Ondan sonra, İsrâiloğullarına Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiştir. Elyesa’ aleyhisselâmdan sonra; kızmadan, sabır göstererek, dînin emirlerini İsrâiloğullarına bildirmeyi üzerine aldığı, kefil olduğu için Zülkifl denilmiştir. Arapça'da; (zü) sâhip, (kifl) de kefalet (kefillik) mânâsınadır. Bu iki kelime birleştirilerek kefil olan, kefalet sâhibi mânâsında. Zülkifl denilmiştir. Asıl ismi (Bişr) olarak bildirilmiştir.
Zülkifl lakabının verilişi husûsunda, kaynaklarda geçen belli başlı sebepler şunlardır:
1- Zamânındaki peygamberlerin amellerini işlediği ve kat kat sevâba kavuştuğu için Zülkifl denmiştir.
2- İbn-i Abbâs'dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Allahü teâlâ, İsrâiloğulları peygamberlerinden birine, nübüvvetin yanında bir de mülk ve saltanat verdi. Bu peygamberin eceli gelip, vefâtı yaklaşınca, Allahü teâlâ rûhunu kabzedeceğini vahiyle bildirdi. “Mülkümü, İsrâiloğullarından gece sabaha kadar namaz kılan, gündüzleri oruç tutan ve insanlar arasında kızmadan hükmedecek birine ver” buyurdu. Bu peygamber, kendisine verilen emri, İsrâiloğullarına bildirdi. Aralarından bir genç kalkıp; “Bu işe ben kefil olurum, üzerime alırım” dedi. Peygamber, o gence; “Bu kavim içinde senden daha büyükleri var, sen otur” dedi. Sonra ikinci defâ aynı teklifi yaptı, yine o genç kefil olurum dedi. Üçüncü defâ aynı teklif tekrarlanınca; cevap veren yine o genç oldu. Bunun üzerine bu teklifi yapan peygamber, onu yerine kefil bırakıp, mülkünü verdi. Bu genç, Bişr idi.
İblis ona hased edip, aldığı bu vazifeyi yaptırmamak için çeşitli hîlelere başvurdu. Fakat o, bu hîlelere aldanmadı. Aldığı vazifeyi eksiksiz yerine getirdi. Bu sebeple kefalet sâhibi mânâsına Zülkifl lakabı verildi. Bu hâlinden dolayı şükretti; Allahü teâlâ da ona peygamberlik verdi.
3- Mücâhid hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir: “Elyesa’ aleyhisselâm ihtiyârlayıp vefâtı yaklaşınca şöyle dedi: “Ben hayatta iken yerime bir halîfe tâyin edeyim. Bakalım, nasıl idâre edecek” dedi. İsrâiloğullarını toplayıp; “Şu üç şartla, halîfem olmayı kim kabûl eder? Gece namaz kılacak, gündüz oruç tutacak ve insanlar arasında kızmadan hüküm verecek” dedi. Bu teklifi, genç olmasına rağmen Zülkifl aleyhisselâm kabûl etmiştir. Zülkifl denmesi de, bu işin kefaletini üzerine aldığındandır. Hazret-i Ali'den de böyle bir rivâyet yapılmıştır. İbn-i Abbâs'dan da (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir: “Şeytan, onun bu işine mâni olmak için, üst üste üç gün hîle yapmak istedi. Fakat o, iblisin hîlesine aldanmayıp, aldığı vazifeye devam etti. Bunun üzerine iblis ona; “Sen benim hîlelerime aldanmadın. Allah seni benden korudu” dedi. Bu sebepten dolayı ona, kefilliğini yerine getiren, sözünde duran mânâsında Zülkifl denmiştir.”
4- Bir başka rivâyete göre, İsrâiloğullarına gönderilen çok sayıda peygamberi, onlar tarafından şehîd edilmekten koruduğu, onlara kefillik yaptığı için “Zülkifl” denmiştir.
5- Bâzı rivâyetlere göre de, her gün yüz rekat namaz kılan sâlih bir kimsenin amelini yapmayı tekeffül edip üzerine aldığından, Zülkifl lakabı ile anılmıştır. Bâzıları, bu lakapla anılması, Elyesa’ aleyhisselâmın din işlerine âit vasiyet ve nasîhatlerini, İsrâiloğullarına bildirmeyi ve onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik yapmayı üzerine aldığı içindir dediler. Bir rivâyete göre de, peygamber olmadan önce, Şam meliklerinden birinin yakını idi. O melik, İsrâiloğullarına düşman olup, onlarla savaşmak için dâimâ asker gönderirdi. Bir defâsında yine asker gönderip, âlimlerden ve sâlihlerden yüz kişiyi esir ettirmişti. Sonra bunları îdâm etmeye karar verince; Zülkifl aleyhisselâm, melike; “Akşam yaklaştı, bunları bu gece bana emânet olarak teslim et, sabahleyin getirip sana teslim etmeyi tekeffül ediyorum, kefil oluyorum” dedi. Düşmanları çok, kalbleri kırık olan bu esirleri alıp evine götürdü. Zincirlerini çözüp, hepsine yemek yedirdi ve serbest bırakılmalarını sağladı. Bu işi ihlâs ile yâni Allahü teâlânın rızâsı için yaptığından, melikin zararından da kurtuldu. Melik bir şey diyemedi. Bu hâdiseden dolayı ona, İsrâiloğulları arasında “Zülkifl” denildi.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, İhyau ulûmiddîn kitabında şöyle buyurdu: Abdullah bin Mübârek'e (rahmetullahi aleyh); Güzel ahlâkı bize kısa ve öz olarak anlatır mısın? diyenlere; “Güzel ahlâk; gazâb etmemek, kızmayı terk etmektir” buyurdu. Peygamberlerden biri, kendine tâbi olanlara; “Kızmamak üzere bana söz veren; derece bakımından benimle olduğu gibi, sonunda da benim halîfem olur” dedi. Gencin biri; “Bunu ben kabûl ediyorum, kimseye kızmayacağım ve bu işi en iyi bir şekilde yerine getireceğim” dedi. Nihâyet bu işi gerçekleştirip, o peygamberin yerine geçti. Bu genç, Zülkifl adındaki peygamberdir. Kızmamaya söz verdiği yâni bu işin kefaleti altına girdiği; sonra da sözünde durduğu için, ona Zülkifl denildi. Vehb bin Münebbih; “Küfrün dört direği vardır. Bunlar; gadab (kızmak), şehvet, saldırganlık ve tamâdır” buyurdu.
Zülkifl aleyhisselâmdan, Kur'ân-ı kerîmde bahsedilmiş olup, meâlen şöyledir: (Yâ Muhammed!) İsmâil'i, İdris ve Zülkifl'i de yâd et. (Onların yüksek ve pek mükemmel hâllerini hatırla!) Hepsi de sabredenlerden idiler. (Mükellef oldukları vazifelerinde, Allahü teâlânın emirlerine uymakta ve müptela oldukları birtakım sıkıntı ve meşakkatlere karşı tam bir metanetle sabır ve sebât gösterdiler ve bunun mükafatına kavuştular.) ve onları da rahmetimiz içine (peygamberlik vermek yahut âhıret nîmetlerine kavuşturmak sûretiyle) aldık. Şüphe yok ki, onlar sâlihlerden idiler. (Çünkü onlar, nübüvvet ve kerâmet sâhibi oldukları için, fıtraten tam bir iyiliğe sâhip idiler. Rızay-ı ilâhîye uygun amelleri yapıyorlardı.) (Enbiyâ sûresi: 85-86) “Biz onları rahmetimiz içine aldık” buyrulan âyet-i kerîmede geçen rahmet; nübüvvet yâni peygamberlik veya bütün iyi ve hayırlı işleri yapmak mânâsında tefsîr edilmiştir.
Sâd sûresi 48. âyet-i kerîmede de meâlen şöyle buyruldu: (Yâ Muhammed!) İsmâil'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i yâd et! (Onların da pek mükemmel olan hâllerini kavmine anlat. Dîn-i ilâhî yolunda ne kadar çalıştıkları, bu uğurdaki fedâkarlıkları, gösterdikleri sabır ve sebât düşünülsün.) Ve (onların) hepsi de hayırlılardandı. (Onların hepsi hayır ve kemâl dereceler ile tam muttasıf idiler. Allah indinde seçilmiş mübârek kullardan idiler.) Tefsîr-i Kebîr’de şöyle buyruldu: “Âlimler bu âyet-i kerîmeden, peygamberlerin mâsun ve masum olduklarına delil getirmişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ peygamberlerin mutlak olarak ahyârdan (çok hayırlı) olduklarına hükmeylemiştir. Bu hayırlılık, onların fiillerine ve sıfatlarına da şamildir.”
Zülkifl aleyhisselâm da, Mûsâ aleyhisselâmın şeriatı ile amel ediyordu. Tevrât-ı şerîfi okuyup, insanlara emir ve hükümlerini bildirmekteydi. Tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getirdi. Şam beldelerinden bir beldede vefât ettiği rivâyet edilmiştir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden, İlyâs aleyhisselâmdan sonra gönderilmiştir. Her ikisi de Mûsâ aleyhisselâmın dînini yaymakla vazifelendirilmiş nebî idiler. İlyâs aleyhisselâm, İsrâiloğullarını Allahü teâlâya îmâna ve ibâdete çağırdı. Onu dinlemediler, hattâ memleketlerinden kovdular. Ba'l adındaki puta tapmaya ısrarla devam ettiler. Bu isyânları ve azgınlıkları sebebiyle, Allahü teâlâ onlar üzerine belâ ve musîbet gönderdi. Çeşitli sıkıntılar ile cezâlandırıldılar. Memleketlerinden bereket kaldırıldı. Yağmur yağmaz oldu, kıtlık başgösterdi ve mahsul alamadılar. Yiyecek bulamaz oldular. Açlıktan leş yemeye başladılar. Sonunda İlyâs aleyhisselâmı bulup, nasîhatini dinlediler. Îmân ettikleri için, üzerlerinden belâlar ve musîbetler kaldırıldı. Bir müddet sonra, tekrar dinden dönüp puta tapmaya ve çeşitli günâhlar işlemeye başladılar. Küfürde ısrâr edip, bir türlü îmân etmeye yanaşmadılar. İlyâs aleyhisselâmAllahü teâlânın izni ile Ba'lbek'de yaşayan bu kabîle arasından ayrılıp gitti. Başka beldelerde yaşayanları, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Bu dâvetleri sırasında uğradığı bir belde halkı tarafından çok sevilip, orada kalması istendi. Bunun üzerine bir müddet kaldı. Bu sırada ihtiyâr bir kadının evinde misâfir olmuştu. Bu kadın Elyesa’ aleyhisselâmın annesi idi. Elyesa’ aleyhisselâm, o sırada genç olup hasta idi. Annesi, İlyâs aleyhisselâmdan, oğlunun sıhhate kavuşması için duâ istedi, İlyâs aleyhisselâm da duâ etti. Elyesa’ aleyhisselâm hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Bundan sonra İlyâs aleyhisselâmın yanından hiç ayrılmadı. Ondan Tevrât-ı şerîfi öğrendi, İlyâs aleyhisselâmdan sonra Elyesa’ aleyhisselâmAllahü teâlâ tarafından peygamber olarak vazifelendirildi.
Elyesa’ aleyhisselâm, İsrâiloğullarının ıslâhı için uğraştı, tebliğ vazifesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne arttıran bu kavim, Allahü teâlânın kendilerine gönderdiği kitabın, gösterdiği yoldan ayrıldılar. Kabîleler, devletin başına geçmek yarışına girdi. Aralarındaki ayrılık ve başka memleket mes’eleleri yüzünden birbirlerine düştüler. İsrâiloğulları arasındaki fitnenin kavga ve çekişmelerin sonu gelmez oldu. Nihâyet Allahü teâlâ üzerlerine Asûr devletini musallat kıldı. Esir olup zelîl ve perişân bir hayat sürmeye başladılar. Bu hâdiselerin vukû bulduğu sıralarda, Yûnus aleyhisselâm, Asûrluların başşehri olan Ninova'da dünyâya gelmişti.
Elyesa’ aleyhisselâmdan Kur'ân-ı kerîmde bahsedilmiş olup meâlen;
(Yâ Muhammed!) İsmâil'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de hatırla, (Kavmine anlat.) Bunlar hayırlılardan idiler. (Onların hâllerini kavmine anlat. Onların Allah'ın dînini yayma husûsunda çok çalıştıkları, bu husûsta fedâkarlıkları, göstermiş oldukları sabır ve sebât düşünülsün. Onların hepsi Allah indinden seçilmiş mübârek kullardan olup hakkıyla kemâl sıfatlar ile muttasıf idiler.)” (Enbiyâ sûresi: 85)
Mir’ât-ı Kâinat kitabında Elyesa’ aleyhisselâmın mûcizeleri anlatılırken, şunlar nakledilmiştir. Erîha şehri ahâlisinin içme suları acılaşmıştı. Bu durumu Elyesa’ aleyhisselâma bildirip, bu husûsta kendilerine yardımcı olmasını istemişlerdi. Bunun üzerine, Elyesa’ aleyhisselâm acılaşan suyun içine bir parça tuz atıp; “Tatlı ol!” deyince, Allahü teâlânın izni ile su tatlı ve lezzetli olmuştur.
Borçlu ve dul bir kadın, Elyesa aleyhisselâma gelip, fakirliğinden şikayetçi olmuştu. “Evinde neyin var?” deyince, kadın; “Bir avuç kadar yağım var” dedi. Elyesa aleyhisselâm, kadına: “Git, o yağı bir kab içine koy” buyurdu. Kadın da gidip yağı bir kabın içine koydu. Elyesa’ aleyhisselâmın mûcizesi ile o yağ o kadar arttı ki, pek çok kap yağ ile doldu. Fakir kadın bundan borçlarını ödediği gibi, zengin de oldu.
İsrâiloğulları, Elyesa’ aleyhisselâma bâzan uyup, bildirdiği husûsları yerine getirdiler. Bazen da muhâlefet ettiler. Elyesa’ aleyhisselâm, vefâtına yakın Zülkifl aleyhisselâmı yanına çağırıp, kendinden sonra onu yerine halîfe tâyin etti. (Bkz. Zülkifl aleyhisselâm)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Nesebinin İlyâs bin Yasin bin Ayzar bin Hârûn olduğu rivâyet edilmiş olup, Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, onun dînini devam ettirmek üzere Yûşa’ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. Yûşa’ aleyhisselâm, Erîha şehrini ve diğer Filistin topraklarını fethedip, buraları İsrâiloğulları kabîleleri arasında paylaştırdı. Bundan sonra, İsrâiloğullarından her kabîle, kendi başına hareket etmeye başladı. Nihâyet Hazkîl aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Tevrât'ın hükümlerini unutan ve bunlara uymayan İsrâiloğullarını uyarmak ve onları Tevrât'ın hükümlerine tâbi kılmak için tebliğde bulundu. Hazkîl aleyhisselâmdan sonra da, İsrâiloğullarına, İlyâs aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. İsrâiloğulları Filistin topraklarını elde edince, kabîlelerden biri de Ba'lbek'de yerleşti. İlyâs aleyhisselâm Ba'lbek'de yerleşen Benî İsrâil kabîlesine peygamber gönderildi. O zamanda Ba'lbek'de hüküm süren zâlim bir hükümdâr vardı. Ba'l adını verdiği altından bir put yapmıştı. Halkı bu puta tapmaya zorlardı. Rivâyete göre, bulundukları beldenin ismi (Bek) iken bu putun ismi ile birleştirilerek Ba'lbek demişlerdir.
Ba'lbek'de yaşayanlar, altından yaptıkları sekiz-on metre büyüklüğündeki puta tapıyorlardı. İlyâs aleyhisselâm bunlara; “Ba'l putuna tapmaktan vazgeçiniz ve her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ediniz” diyerek nasîhat etti. Fakat insanlar bu nasîhatlerine uymadılar. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu ise de, dinlemeyip, İlyâs aleyhisselâmı beldelerinden çıkardılar. İsyânları sebebiyle Allahü teâlâ memleketlerinden bereketi kaldırdı. Yağmurlar yağmaz oldu ve kıtlık başladı. Hayvanları susuzluktan kırıldı. Başlarına çeşitli musîbet ve belâlar geldi.
İlyâs aleyhisselâm ise, onlar böyle sıkıntılar içinde iken, gittiği her yerde gizlice îmânı yayıyor, halka anlatıyordu. Bütün evlerde kıtlık varken, îmân edenlerin evlerine İlyâs aleyhisselâmın, mucizesi ile bereket gelmişti. Herkes kokmuş leş yemek mecbûriyetinde kalırken, îmân edenlerin evi yiyecekle dolup taşıyordu. Hükümdârların hazîneleri para ile dolu olmasına rağmen, satın alacak yiyecek bulamıyorlardı. Nihâyet bu belâ ve musîbetlere; İlyâs aleyhisselâmı dinlemedikleri, îmân etmedikleri için düştüklerini anladılar. İlyâs aleyhisselâmı Ba'lbek'den çıkardıklarına pişman oldular. Onu; köylerde, kasabalarda, dağlarda, ovalarda ve her yerde aramaya başladılar. Bulunca af dilediler. Yaptıkları işe pişman olduklarını söyleyip, ısrarla Ba'lbek'e dönmesini istediler. İlyâs aleyhisselâm da Ba'lbek'e döndü. Ba'lbek ahâlisini toplayıp, onlara; “Size yazıklar olsun! İsyânınız sebebiyle kıtlıktan perişân oldunuz. Hayvanlar, ağaçlar ve bitkiler kurudu. Bu yüzden yağmur yağmadı. Bâtıl, boş bir gurur ve kibir içindesiniz. Taptığınız putlar size hiç bir fayda veremez. Haydi putlarınızı çıkarın, size yardımcı olsunlar. Onlar size yardımcı olamaz. Biliniz ki, siz bâtıl bir yoldasınız. Putlara tapmaktan vazgeçip, vakit kaybetmeden derhal îmân ediniz.” dedi.
İsrâiloğulları, putu terketmek husûsunda tereddüt gösteriyordu. Bunun üzerine İlyâs aleyhisselâm; “Söyleyin Ba'l putunuza, size yağmur yağdırsın!” diyerek tereddütlerinin boş ve mânâsız olduğunu bildirdi. İsrâiloğulları, Ba'l putunu kendi elleriyle yapmışlardı. Onun bir iş yapmaya kâdir olmadığını pekala biliyorlardı. İlyâs aleyhisselâmın bu ikazı üzerine, îmân ettiler ve ona tâbi olacaklarına dâir söz verdiler. Bunun üzerine, İlyâs aleyhisselâm duâ etti. Belâ ve musîbetlerin kalkıp, ferahlığın gelmesi için yalvardı. Allahü teâlâ duâsını kabûl buyurup, bolluk ve bereket ihsân eyledi. Bol yağmur yağdı. Her taraf yemyeşil oldu. Ba'lbek halkı, ekip biçmeye başladı ve ferahlığa kavuştu. Her tarafta büyük bir rahatlık ve bolluk görüldü.
İsrâiloğulları, bu hâl üzerine, bir müddet İlyâs aleyhisselâma tâbi oldular. Fakat îmândaki sebâtları fazla sürmedi. Yine isyân ederek, azıp doğru yoldan ayrıldılar ve inkar ettiler, eski sapıklıklarına döndüler.
İlyâs aleyhisselâm, tekrar nasîhat edip ikaz etti ise de dinlemediler. Bundan sonra artık onların dinlerinden döndüklerini ve doğru yola gelmeyeceklerini iyice anlayıp, kanaat getirdi. Bu hâle pek ziyâde üzüldü ve kendisini, bu azgın insanlardan ayırması için, Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ, İlyâs aleyhisselâmın duâsını kabûl buyurup, onların arasından ayrılarak başka bir yere gitmesine müsade etti. Böylece İlyâs aleyhisselâm bulunduğu yeri terketti. İsrâiloğulları, İlyâs aleyhisselâmın gitmesinden sonra, isyânları sebebiyle perişân bir hâle düştüler. Îmân ve itâat etmemenin dünyâdaki cezâsını çektiler.
Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: İlyâs aleyhisselâm Ba'lbek'den ayrıldıktan sonra, Allahü teâlânın emirlerini insanlara bildirmek ve îmânı yaymak için dolaşırken, yolu bir köye düşmüştü. Bu köydeki insanlara nasîhatte bulunup, îmân etmeye dâvet etti. Bunun üzerine halk onu sevip köylerinde bir müddet kalmasını istediler. Kabûl etti ve İsrâiloğullarından ihtiyâr bir kadının evine misâfir oldu. Bu kadının hasta bir oğlu vardı. Kadın, oğlunun hastalıktan kurtulması için İlyâs aleyhisselâmdan, Allahü teâlâya duâ etmesini istedi. İlyâs aleyhisselâm abdest aldı ve iki rekat namaz kıldıktan sonra, çocuğun şifâ bulması için duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl buyurup, hastaya şifâ ihsân eyledi. Bu çocuğun ismi Elyesa idi. İyileştikten sonra, İlyâs aleyhisselâmın yanından hiç ayrılmadı. Ondan Tevrât'ı öğrendi. Elyesa (aleyhisselâm), İlyâs aleyhisselâmdan sonra İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. (Bkz. Elyesa aleyhisselâm)
İlyâs aleyhisselâmın peygamberliği, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olup, bu husûstaki âyet-i kerîmeler meâlen şöyledir: “İlyâs da, şüphe yok ki, gönderilmiş peygamberlerden idi. O vakit kavmine (şöyle) demişti: “Siz, Allahü teâlânın azâbından korkmaz mısınız? O en güzel yaratanı bırakıp da Ba'l'e (Ba'l putuna mı) tapıyorsunuz? Allah sizin de Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbidir.” Fakat onlar, İlyâs'ı aleyhisselâm tekzip ettiler (yalanladılar). Şüphesiz onlar hazırlanıp (Cehennem’e) götürüleceklerdir. Ancak Allah'ın ihlâs sâhibi (mümin) kulları müstesnadır. Biz ona (İlyâs aleyhisselâma) sonra gelen (ümmet) ler içinde güzel bir yâd (güzel bir senâ ve iyilikle anılma) bıraktık. Bizden (saadet ve) selâm olsun İlyâs'ın (aleyhisselâm) üzerine. (Sonra gelen ümmetlerde İlyâs aleyhisselâm üzerine bir hüsn ü senâ bıraktık ki, bu İlyâs aleyhisselâma tâbi olanlar üzerine selâm olsun demeleridir.)
Şüphesiz ki biz iyi amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız. Hakikaten o (İlyâs aleyhisselâm) mü’min kullarımızdan idi. (İlyâs aleyhisselâm bizim mü’min olan kullarımızdandır.) (Saffat sûresi: 123-132)
En’âm sûresi 85. âyet-i kerîmesinde de meâlen şöyle buyruldu: “Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, ve İlyâs'a da (aleyhimüsselâm) hidâyet (peygamberlik) verdik. Onların hepsi sâlihlerden idiler. (Kendilerine verilen vazifeleri hakkıyla îfâ etmeye çalışan, lâyık olmayan şeylerden sakınan, hakîkaten salah-ı hâl ile muttasıf idiler. Bunun içindir ki böyle yüksek ihsânlara mükafatlara nâil olmuşlardır.)
İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûk-i Serhendî hazretleri Mektûbât'ının birinci cildi 282. mektubunda şöyle buyurdu: “Allahü teâlâya hamd olsun! O'nun seçtiği kullarına selâm olsun! Çok zamandan beri, sevdiklerimiz Hızır “alâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm” için soruyorlar. Onun için bu fakire lâzım olan bilgi verilmediğinden cevap yazmıyordum. Bu gün sabah vakti toplanmıştık. İlyâs aleyhisselâm ile Hızır “alâ nebiyyina ve aleyhimessalevatü vetteslimat” rûhanî şekillerde geldiler. Hızır aleyhisselâm rûhanî olarak dedi ki: “Biz rûhlar âlemindeniz, Allahü teâlâ, bizim rûhlarımıza öyle kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri, bizim rûhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz.” “Namazları Şafiî mezhebine göre mi kılarsınız?” dedim. “Biz şeriatlere uymakla emir olunmadık. Kutb-i medarın işlerine yardım ederiz. Kutb-i medar, Şafiî mezhebinde olduğu için, biz de onun arkasında Şafiî mezhebine göre kılıyoruz” dedi. Bu sözünden anlaşıldı ki, bunların ibâdetine sevâb yoktur. Yanında bulundukları kimseler gibi ibâdet ederler. İbâdetin yalnız şeklini yaparlar. Bu konuşmadan da anladım ki, vilayetin kemâlâtı Şafiî mezhebine uygundur. Peygamberlik kemâlâtının Hanefî mezhebine bağlılığı vardır. Kıyâmete kadar hiç peygamber gelmeyecektir. Bu ümmete bir peygamber gönderilse idi. Hanefî mezhebine göre ibâdet ederdi. Hace Muhammed Pârisâ (kuddise sirruh) hazretlerinin Füsûl-i sitte kitabındaki; “Hazret-i Îsâ (alâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm) gökten indikten sonra, İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe (radıyallahü teâlâ anh) mezhebine göre iş yapar” sözünün ne demek olduğu şimdi anlaşıldı. Bu iki büyükten yardım ve duâ istemeyi düşündüm. “Allahü teâlânın lütfuna, ihsânına, nîmetlerine kavuşan bir kimseye biz ne yapabiliriz?” dedi. Sanki kendilerini aradan çektiler. Hazret-i İlyâs alâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm, bu konuşmaya hiç katılmadı. Bir şey söylemedi. Vesselâm.”
İbn-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtında Ebû Bekr (radıyallahü anh) eve girip, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ve selâm okuyunca, Ehl-i beytin ağlaması daha da yükseldi. Ağlamalarını mescidde namaz kılan Eshâb da duydu. Ebû Bekr (radıyallahü anhResûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında her söz söyledikde, ağlamaları daha da artıyordu. Tam bu sırada evin kapısına birisi gelerek, yüksek sesle Ehl-i beyte selâm verdikten sonra meâlen; “Her nefs ölümü tadacaktır.” (Ankebût sûresi: 57) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Sonra da; “Allahü teâlâ herkesin yerine bir halef ve her rağbet edilene ulaşma imkanı vermiştir. Her sıkıntıdan bir kurtuluş kapısı açmıştır. Allahü teâlâya bağlanın, O'na güvenin. O'ndan ümidinizi kesmeyin” dedi. Ehl-i beyt kapıya gelip bunları söyleyeni dinlediler. Ağlamaları durdu. Kapıdan onlara hitâb eden zâtın da sesi kesildi. Fakat bu zâtın kim olduğunu bilemediler. Araştırdılarsa da kapıda kimseyi bulamadılar. Bu hâdiseden sonra, Ehl-i beytin ağlama sesleri tekrar yükseldi. Bu sefer bilemedikleri, göremedikleri bir başka zât daha onlara hitâb etmeye başladı: “Ey Ehl-i beyt-i nübüvvet! Allahü teâlâyı çok anın ve her hâl ü kârda O'na hamd edin ki, hâlis kullardan olasınız. Her musîbet için bir kurtuluş yolu ve her kıymetli şeye bir bedel vardır. Allahü teâlâya itâat edip, emirlerine uyunuz.” Bunun üzerine Ebû Bekr (radıyallahü anh); “Bunlar (bu sözleri söyleyenler) Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) cenâzesinde hâzır bulunan Hızır ve İlyâs'dır” (aleyhimesselâm) buyurdu.”
Hızır aleyhisselâm ile İlyâs aleyhisselâmın buluştukları rivâyet edilmiştir. Bu sebeple, bilhassa Anadolu'da, halk, Hıdırellez denilen bir günde kırlara çıkarak gezip eğlenmeyi âdet hâline getirmiştir. Bu günün dîni bir hüviyeti ve kutsiyeti yoktur.
Soğuk ve bahar mevsiminde insanların açık havaya ve yeşilliğe çıkma arzuları, Hızır ile İlyâs'a aleyhimesselâm duyulan sevgi ve saygı ile birleştirilerek böyle bir âdet ortaya çıkmıştır. İslâmiyet, Hızır ve İlyâs'ın (aleyhimesselâm) Allahü teâlânın sevdiği kullarından olduğunu haber veriyor. Fakat onlar adına mukaddes bir gün tâyin edildiğini bildirmiyor. Âdet olarak yapılan şeyler dîne ters düşmezse, yâni dînin emirlerinin yapılmasına engel değilse ve dînin yasak ettiği şeylerin yapılmasına sebep olmazsa, bir zararı yoktur. (Bkz. Hızır aleyhisselâm)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget