Arais-ül-mecalis kitabında şöyle bildirilmiştir: “Ebû Ümame Bahilî hazretleri şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Size Hızır'dan bahsedeyim mi?” (Dinleyenler;) “Evet, yâ Resûlallah” dediler. Buyurdu ki: “Hızır, İsrâiloğullarının çarşısında dolaşırken, önüne bir mükâteb (belli para karşılığında âzâd olacak köle) çıktı. Bana bir sadaka ver. Allahü teâlâ seni mübârek ve üstün eylesin” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Allahü teâlâya inandım, Allahü teâlânın takdir ettiği elbette olacak. Sana verecek bir şeyim yok” dedi. Adam; “Bana bir sadaka ver, Allahü teâlâ seni bereketli eylesin. Zirâ yüzünde hayır, iyilik görüyorum. Bu sebeple senin tarafından bir iyilik istiyorum” dedi. Hızır aleyhisselâm yine; “Allahü teâlâya îmân ettim. O'nun takdir ettiği olacak, yanımda sana verecek bir şey yok” dedi. Sadaka isteyen ona; “Senden Allahü teâlânın ismi ile istiyorum, sen bana sadaka vermiyorsun” dedi. Hızır (aleyhisselâm) yine; “Allahü teâlâya îmân ettim. O'nun takdir ettiği elbette olacak; yanımda sana verecek bir şey yok, ancak elimi tut, pazara götür ve beni sat (o parayı) al” dedi. Köle; “Böyle şey olur mu?” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Doğru söylüyorum. Çünkü sen, Allahü teâlâ hürmetine benden istedin. Rabbimin rızâsı hakkı için istedin. Ben de kabûl ettim. Şimdi elimi tut, beni pazara götür ve sat” dedi. Hızır'ın (aleyhisselâm) elini tutup, pazara götürdü ve dörtyüz dirheme sattı. Hızır (aleyhisselâm) satın alanın yanında birkaç gün kaldığı hâlde, sâhibi kendisine bir iş vermedi. Hızır (aleyhisselâm) ona; “Bana iş emret, çalışayım” dedi. Efendisi; “Sen ihtiyârsın, sana meşakkat vermek, seni yormak istemem” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Hayır ben yorulmam, çalışırım” diye cevap verdi. Efendisi; “Öyleyse kalk, bu taşı buradan şuraya naklet” dedi. Halbuki dediği taşı, tam bir günde ancak altı kişi oraya götürebilirdi. Kalktı ve bir saatte taşı oraya götürdü. Allahü teâlâ bir meleği ona gönderip, onun yardımıyla götürmüştü. Adam hayret etti ve; “Pek güzel yaptın” dedi. Sonra efendisinin yolculuğa çıkması icâbetti. Hızır'a (aleyhisselâm); “Seni emîn, sâlih, adil bir kişi görüyorum, ben yolculuğa çıkıyorum. Sen bana vekaleten evde kal” dedi. “Olur. İnşâllah, ama bana uğraşacak bir iş de ver” dedi. “Sana zahmet vermek bana iyi gelmiyor” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Hayır, zahmet olmaz” dedi. Efendisi; “Peki, kerpiç yap, lâzım olacak, bir köşk yapacağım” dedi ve nasıl yapacağını ona anlattı. Sonra sefere çıktı. İşini görüp, seferden dönünce, bir de ne görsün. Hızır (aleyhisselâm), binâyı onun istediği gibi yapmıştı. Bu sefer, efendisinin hayreti daha da arttı ve ona; “Sen kimsin?” dedi. Hızır (aleyhisselâm) “Ben senin aldığın bir köleyim” dedi. Efendisi; “Allah için sordum. Kim olduğunu bana bildir” dedi. Hızır (aleyhisselâm) dedi ki; “Kullukta, ismine hürmeten sorduğun suâl için, şimdi cevap veriyorum: Ben Hızır'ım. Bir dilenci, Rabbimin rızâsı için kendisine bir sadaka vermemi istedi. Ona verecek bir şeyim yoktu. Kendimi ona verip, beni sat dedim. Bana gelen haberde; Bir kimseden Allah için bir şey istenir de, verecek bir şeyi olduğu hâlde, ona bir şey vermezse, kıyâmet günü Rabbinin huzûrunda, yüzünde et ve deri olmadan, sâdece sallanan kemikler olduğu hâlde bulunur” diye bildirildi. Bunun üzerine o adam ağladı, eğildi, onu öptü ve; “Anam babam sana fedâ olsun! Sana zahmet verdim. Seni tanımadım. Mal ve çoluk-çocuğum için ne istersen emret. Serbest olayım diyorsan, serbest ol” dedi. “Beni bırakmanı ve Rabbime ibâdet etmemi isterim” dedi. O adam kâfir idi. Hızır'ın aleyhisselâm elinde îmâna geldi ve ona dörtyüz altın verip, serbest bıraktı. Bunun üzerine Allahü teâlâ Hızır'a (aleyhisselâm); “Seni kölelikten kurtardım. Kâfiri elinde îmân ettirdim. Her gümüşe karşılık sana bir altın verdim ki, benimle muâmele edenlerin zarar etmediklerini bilesin” diye vahyetti.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) ile Tebük harbinde iken, ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyt işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır'dır. Sizi övüyor” buyurdu.
Ebü'l-Hasen Hayrün-Nessac, İbrâhim Havvâs'ın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir yolculuğum sırasında çok susamıştım. Susuzluktan kendimden geçip, yere yıkıldım. Ben bu hâlde iken, yüzüme su serpilmeye başladı. Gözümü açıp baktım ve gördüm ki, yanımda gâyet güzel yüzlü bir zât, bineği üzerinde duruyordu. Bana su verip içirdikten sonra; “Terkime bin” dedi. Ben Hicaz'a gidiyordum. Kalkıp terkisine bindim. Çok az bir müddet terkisinde oturdum. Beni kısa bir zaman içinde Hicaz'a ulaştırıp; “Ne görüyorsun?” diye sorunca; “Medîne-i münevvereyi görüyorum” diye cevap verdim. Sonra bana; “Haydi in, benden Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme selâm söyle. Kardeşin Hızır (aleyhisselâm) selâm söyledi de!” buyurdu.
Ebü'l-Hadid, Muzaffer Cessas'ın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir gece Nâsr'ul-Harrât ile ilimden bir mevzu üzerinde müzakere yapıyorduk. Nâsr'ul-Harrât dedi ki: “Allahü teâlâyı zikreden kimsenin daha zikrinin başında elde ettiği fayda, Allahü teâlanın da kendisini andığım bilmesidir. İşte, Allahü teâlâ onu andığı için, o Allahü teâlâyı zikretmiştir.” Ben ise ona muhâlefet etmiştim. Bunun üzerine; “Eğer Hızır aleyhisselâm burada olsaydı, söylediğim bu sözün doğru olduğunu tasdik ederdi” dedi. Bu sırada, havada yürüyerek, yanımıza doğru yaklaşan birini gördük. Yanımıza gelince; “Doğrudur, Allahü teâlâyı zikreden kimse, kendisini Allahü teâlânın anmasının hürmetine zikreder” buyurdu. Anladık ki bu zât Hızır aleyhisselâm idi.
Muhammed bin Hasen Askalânî, Ahmed bin Ebi'l-Havârî'den şöyle rivâyet etmiştir: “Muhammed bin Semmâk hazretleri hasta olduğunu söylemişti. Biz onu çektiği ağrı ve acıdan kurtarmak istedik. Durumunu sormak ve bir ilaç istemek için bevlinden bir miktar alıp, hıristiyan bir tabibe gitmek üzere yola çıktık. Hayre denilen yer ile Kûfe arasında bir mevkiye vardığımızda, karşımıza güzel yüzlü, mübârek bir zât çıktı. Tertemiz elbiseler giymişti. Üzerinden hoş kokular yayılıyordu. Bize; “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. “Falan hıristiyana, İbn-i Semmâk'ın hastalığının çâresini sormaya gidiyoruz” diye cevap verdik. Bunun üzerine; “Sübhânallah, Allahü teâlânın velî bir kulu için, Allahü teâlânın düşmanı olan bir kimseden yardım istiyorsunuz! Yanınızda getirdiğiniz o bevli atınız ve İbn-i Semmâk'a gidip, söyleyiniz: “Ağrıyan yerine elini koysun ve şunu okusun: Vebil hakkı enzelnâhü vebil hakkı nezel.” O zât bunu söyledikten sonra gözden kayboldu. Biz geri dönüp, İbn-i Semmâk hazretlerinin yanına gelerek, bunları aynen söyledik. Söylediğimiz gibi elini ağrıyan yerine koyup o zâtın işâret ettiği şekilde okudu. Hemen ağrısı kesildi ve sıhhate kavuştu. Sonra bize; “Size bunu söyleyen Hızır aleyhisselâm idi" dedi.
(Hızır aleyhisselâmın İbn-i Semmâk hazretlerinin şifâ bulması için okumasını işâret buyurduğu ibâre, Kur'ân-ı kerîmde İsrâ sûresi 105. âyet-i kerîmededir. Medarik tefsîri’nde şöyle bildirilmiştir; “Hasta olan kimsenin üzerine bu âyet-i kerîme okunur ve okuyan kimse ağrı üzerine elini sürerse, biiznillah hastalık zail olur.”)
Ebû Bekr Nablûsî, Ebû Bekr Hemedânî'nin şöyle anlattığını rivâyet etmiştir: “Bir defâsında Hicaz çölünde kalmış ve günlerce bir şey yememiştim. Kendi kendime, Irak'ta Babü't-tak (denilen yerde) da olsaydım, sıcak bir bakla ve ekmek yerdim dedim. Sonra da; Ben şu anda çöldeyim. Orası ile benim bulunduğum yer arasında uzak mesâfeler var” diye düşündüm. Ben böyle düşünürken, çölde, uzaktan köylü kılığında biri gözüküp; sıcak bakla ve ekmek! diye bağırmaya başladı. Ona yaklaştım ve; “Senin yanında gerçekten sıcak bakla ve ekmek var mı?” dedim. Evet var diye cevap verdi. Sonra çantasını açtı, içinde bakla ve ekmek vardı. Çıkarıp bana; “Buyur ye” dedi. Ben de biraz yedim. Tekrar yememi söyledi. Biraz daha yedim. Böylece dört defâ tekrar tekrar yememi istedi ve ben de yedim. Dördüncü defâsında o zâta; “Seni benim imdadıma gönderen Allah için söyle sen kimsin?” dedim. Cevabında; “Ben Hızır'ım” dedi ve gözden kayboldu.”
Bir zât, Hızır aleyhisselâmdan nasîhat isteyince şöyle buyurmuştur: “Güler yüzlü ol, hiddetli olma. Çok faydalı ol, az da olsa zararlı olma. Lüzumsuz gezme, boşuna gülme, kimseyi kusurundan dolayı yerme.”
Bişr-i Hafi, Hızır aleyhisselâmı görüp, duâ istedi. Hızır aleyhisselâm da; “Allahü teâlâ tâat ve ibâdeti sana kolaylaştırsın” buyurdu. Biraz daha deyince; “Allahü teâlâ amelini kimseye duyurmasın” buyurdu.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî Nefehat-ül-üns kitabında şöyle anlatmıştır: “Ebü’d-Derda (radıyallahü anh) bir gün Mekke-i mükerremede bir dağın üzerine çıktı. Orada, hâlinden ve tavrından sâlihlerden olduğu anlaşılan birisini gördü. Sonra yanına giderek; “Bana nasîhat et”, dedi. O da; “Nâsîhat olarak ölüm sana kâfidir” buyurdu. Ebü’d-Derda (radıyallahü anh); “"Daha fazla nasîhat et” dedi. O da; “Gam (tasa) bakımından kabri düşünmek kâfidir” dedi. Bunun üzerine Ebü’d-Derda (radıyallahü anh), Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna gelip, bu hâli haber verdi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “O zât kardeşim Hızır'dır” buyurdular.
Kerz bin Vebre (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır: “Bize, Şamlı bir arkadaşım geldi. Bir hediye getirdi. “Bunu kabûl et. Çünkü değerli bir hediyedir” dedi. Ben de; “Kardeşim, bu hediyeyi sana kim verdi?” diye sordum. Cevabında; “Bunu bana İbrâhim Teymî (rahmetullahi aleyh) verdi. İbrâhim Teymî bana şöyle anlattı: “Bir gün Kâbe-i muazzamanın yanında oturmuş, cenâb-ı Hakk'ı zikir ile meşgûldüm. Yanıma bir kimse geldi. Selâm verdi ve sağ tarafıma oturdu. Şimdiye kadar onun gibi heybetli, elbiseleri bembeyaz ve kokusu güzel olan bir kimse görmemiştim. Dedim ki: “Ey Allahü teâlânın kulu? Kimsiniz?” “Sana selâm vermek ve seninle cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti hakkında konuşmak üzere geldim. Yanımda da bir hediyem var. İster misin onu sana vereyim?” dedi. Ben de; “O hediye nedir?” diye sordum. Bu müsebbiat'tır ki, her gün güneş doğmadan ve batmadan evvel okumalısın. Onlar Fatihâ, Ayet-el-Kürsî, Kafirun, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri ve bunların arkasından da; (Sübhânallahi velhamdüllilahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahümme salli ve sellim ala Muhammedin ve ala âlihi ve eshâbihi ve ala sâir-il-enbiyai vel-mürselîn. Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve-li-cemî'ıl-mü’minîne vel-müminât vel-müslimîne vel-müslimât el-ehyai minhüm-vel-emvât, bi-rahmetike, yâ Erhamerrâhimin, Allahümme-f'al bî ve bihim, acilen ve acilen fîd-dünyâ ved-dîn vel-ahireti, mâ ente lehü ehlün velâ tef’al binâ ve bihim yâ Mevlânâ mâ nahnü lehü ehlün inneke Gafûrun Halîm, Cevâdün Kerim, Raûfün Rahim) duâsıdır. Bunların her birini yedi defâ okumalısın” dedi. Ona sordum; “Bu hediyeyi sana kim verdi? O da; “Muhammed aleyhisselâm” dedi. Ben tekrar; “Bunun sevâbından ve fazîletinden bana haber ver” dedim. Dedi ki: “Sen, Muhammed aleyhisselâm ile görüştüğün zaman, O sana haber verir!” Artık bu anlatılanlara uyarak, her gün okumağa başladım. Bir gece rüyâda melekleri gördüm. Beni alıp Cennet’e götürdüler. Orada çok büyük makâmlar vardı. Meleklere; “Bu gördüğüm makâmlar kimindir?” diye sordum. Bana; “Bu makâmlar senin gibi amel eden kimselerindir” dediler. Sonra Cennet’in meyvelerinden yedirdiler, içeceklerinden içirdiler. O sırada Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiğini gördüm. Beraberinde yetmiş saf nebî ile yetmiş saf melek vardı. Her saf doğu ile batının arası kadardı. Sonra Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bana selâm verdi ve müsafaha etti. Ben de; “Yâ Resûlallah! Bu hadîs-i şerîfinizi, bana Hızır aleyhisselâm sizden işittim, diye haber verdi” dedim. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üç defâ; Hızır doğru söylemiştir. Çünkü o, yeryüzünün en âlimi, ebdâl denilen evliyâ tâifesinin reîsi ve Hak teâlânın ordusunda bir neferdir buyurdu. Bunun üzerine; “Yâ Resûlallah! Bu fiili yapan herkese her şey verilir mi?” diye suâl eyledim. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ onun büyük günâhlarını affeder. Gadabını ondan kaldırır. Sol omzunda bulunan meleklere, bir yıl onun günâhlarını yazmamalarını emreder. Bununla ancak Allahü teâlânın saâdetli olarak yarattığı kimseler amel eder. Hak teâlânın şakî olarak yarattığı kimseler bununla amel etmez.”
Kerz bin Vebre şöyle anlatmıştır: “Hızır aleyhisselâma; “Bana her gece yapmam için bir ibâdet öğret” dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Her gece akşam namazını cemâatle kıldıktan sonra kimse ile konuşmadan yatsıya kadar namaz (nafile namaz) kıl. Her iki rekatta bir selâm ver ve her rekatta bir Fatihâ ile üç İhlâs oku, yatsı namazından sonra evine git. Evinde de kimse ile konuşmadan her rekatında bir Fatihâ ve yedi İhlâs okumak sûretiyle iki rekat namaz kıl. Selâm verdikten sonra başını secdeye koy ve yedi kere “Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil-azim” de! Sonra başını secdeden kaldır, otur ve ellerini açarak şu duâyı oku: “Yâ hayyü yâ kayyûm yâ zelcelâlî vel-ikrâm yâ ilâhel evvelîn vel-âhırîn yâ Rahmân-ed-dünyâ vel-ahireti ve rahîme-hümâ yâ Rabbî, yâ Rabbî, yâ Rabbî, yâ Allah, yâ Allah, yâ Allah.” Sonra ellerin açık olduğu hâlde ayağa kalk bu duâyı ayakta da oku. Sonra istediğin yerde kıbleye karşı sağ tarafın üzerine yat. Uykuya dalıp uyuyuncaya kadar Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) devamlı salavat getir” dedi. Hızır aleyhisselâma; “Bunu sana kim öğretti, bana söyler misin?” dedim. “Muhammed aleyhisselâma bildirilirken duyup öğrendim” buyurdu. Sonra da; “Bildirdiğim bu duâ ve salavatı ihlâs ile yapan ve buna devam eden kimse, mutlaka Resûl-i ekremi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâsında görür” buyurdu.”
Şakîk bin İbrâhim şöyle anlatmıştır: “İbrâhim Edhem'i Mekke'de görmüştüm. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu mahallede yol kenarında oturmuş ağlıyordu. Yanına yaklaşıp, niçin ağladığını sordum, söylemedi. Üç defâ ısrâr ettim; üçüncü soruşumda şöyle dedi: “Kimseye anlatma! Otuz seneden beri, canımın arzu ettiği ekşili çorbayı yemedim. Geçen akşam otururken uykuya daldım. Rüyâmda, elinde bir kap içinde çorba taşıyan bir genç yanıma geldi. Elindeki kaptan çorba kokusu yayılıyordu. Canım çekti. O genç yanıma yaklaşıp; “Ey İbrâhim! Buyur ye!” dedi. Ben de; “Yemem, zirâ Allah rızâsı için terk ettim” dedim. Genç; “Allahü teâlâ bunu sana nasîb eyledi. Ye!” dedi. Bunun üzerine ben ağlamaya başladım. Genç ise; “Ye! Allah sana rahmet etsin” dedi. “Biz, helâl olup olmadığını bilmediğimiz yiyecekleri yememekle emrolunduk” dedim. Genç bunun üzerine bana şöyle dedi: “Afiyetle ye, zirâ bana denildi ki: “Ey Hızır bu yiyeceği al, İbrâhim bin Edhem'e yedir. Çünkü onun Allah rızâsı için sabretmesi sebebiyle, Allahü teâlâ ona merhamet etti” dedi. Sözüne devamla; “Ey İbrâhim, dikkat et, ben meleklerin; “Kime verilir de almazsa, istese de verilmez dediklerini duydum dedi. Ben ise; “İşte ben karşındayım ve Allahü teâlâya söz verdim ki, helâl bilmediğim şeyleri yemeyeceğim” dedim. Bundan sonra karşımdan çekildi. Başka bir genç karşıma çıktı. Bu sefer, elindeki çorba kabını o gence verip; “Sen yedir” dedi. Bunun üzerine o genç bana yedirmeye başladı ve ben uyanıncaya kadar devam etti. Uyandığımda çorbanın tadı ağzımda idi.” Bu hâdiseyi nakleden Şakîk bin İbrâhim (kuddise sirruh), sözüne devamla şöyle demiştir: “İbrâhim bin Edhem bana bunu anlatınca; “Elini uzat” dedim. Uzatınca tutup öptüm ve; “Ey hâlis niyetle nefsinin kötü isteklerine uymayan, kimseleri doyuran Allah'ım! Ey gönüllere yakîni yerleştiren ve muhabbetle seni seven hasta gönüllere şifâ veren Allah'ım! Bu Şakîk'in râzı olduğun bir hâli var mıdır? Şu elin sâhibinin (İbrâhim bin Edhem'in) hürmetine bu fakir kulunu da rahmetine ve ihsânına mazhar kıl...” diye duâ ettim. Sonra İbrâhim Edhem kalkıp yürüdü. Ben de ardından gittim ve Kâbe'ye girdik.
Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle anlatır; “Hocalarımdan Ebül-Abbâs hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-ı zanna hayret ettim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin bulunduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın ondördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; “Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebül-Abbâs'ın, o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdik et” buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlatınca, bana; “Sana söylediğim sözün doğru olduğunu ispat etmek için Hızır aleyhisselâmdan yardım istedim” buyurdu. Bunun üzerine, hocamın hiç bir sözüne îtirâzda bulunmayacağıma dâir söz verdim ve tevbe ettim.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz, öğle üzeri bir şehirde mola verdi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş, etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden aleyhimüsselâm meydana gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccadeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Namazdan sonra bana dönerek; “Bunu, şu münkir kimse için yaptım” dedi. Mûcize ve kerâmete inanmayan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu.”
“Yine bir gün, Tunus limanında idim. Vakit gece idi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birinin güvertesine çıkarak, etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerine vuran ay, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzaraya baka baka, cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederek dalmışım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, ak sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlâyı zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bu zikri karşısında, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde birisi yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; “Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?” dedi. Böylece, gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonraları, Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik. Ondan edeb öğrendim.”
Şeyh Sa'dî Şirazi bir eserinde şöyle bildirdi: “Eski sultânlardan biri, Hızır aleyhisselâmın ölü veya diri olduğuna dâir delil istedi. Bu yüzden vezirini çağırıp, ona; “Hızır aleyhisselâm diri midir?” diye sordu. Vezir diri olduğunu söyleyince, sultân; “Onu dâvet et, gelsin" dedi. Bunun üzerine vezir; “Onun nerede olduğu bilinmez ve aramakla bulunmaz” dedi. Sultân bulunması için çok ısrâr edince, vezir; “Bu iş benimle olmaz. Zirâ, bizden çeşit çeşit zulümler zâhir olmaktadır. Bu sebeple, bizimle görüşmesi mümkün değildir. Onu bulmasını şeyhülislâmdan iste. Bu iş için o daha münâsiptir. Bulursa, ancak o bulur” dedi. Sultân, şeyhülislâmı huzûruna dâvet ederek, Hızır aleyhisselâmı bulmasını istedi. Şeyhülislâm bulamayacağını söyleyince, sultân çok ısrâr etti. Bunun üzerine, şeyhülislâm, sultândan bir süre tanımasını istedi. Bu arada fakir bir zât şeyhülislâmın huzûruna gidip; “Hızır aleyhisselâmı arıyormuşsunuz. Beni pâdişahla buluşturun, Onu bulurum” dedi. Şeyhülislâm, o fakir zâtı sultânın huzûruna götürdü ve; “Bu kişi Hızır aleyhisselâmı bulacak” dedi. Sultân ona; “Hızır aleyhisselâmı ne zaman getireceksin?” diye sorunca, o şahıs; “Bu iş için zamana ihtiyaç vardır. Bana kırk gün müsâde et. Bu arada yiyecek bir şeyler de tâyin eyle. Hiç bir şeye ihtiyâcım kalmasın. Ben de bu arada ihlâs ile ibâdet edeyim. Böyle olunca Hızır aleyhisselâmı bulup size getirebilirim” dedi.
Sultân, bu zâtın dediklerini kabûl etti ve her gün kendi yiyeceklerinden belli bir miktarının onun evine gönderilmesini emretti. Bir miktar da kendisine verdi. Eve gittiğinde elindekileri hanımı görünce, onların ne olduğunu öğrenmek istedi. Durumu anlatınca, hanımı; “Sen Hızır aleyhisselâmı tanıyor musun?” diye sordu. Beyi, tanımadığını söyledi. Bunun üzerine hanımı; “Kırk gün sonra nasıl bulup da sultâna götüreceksin?” dedi. O; “Ben de bilmiyorum. Buna, ihtiyâcımızdan dolayı mecbûr oldum, fakat böyle yaptığıma pişmanım” dedi. Aradan otuzdokuz gün geçip, kırkıncı gün olunca, sultân o zâta; “Yarın Hızır aleyhisselâmı getirsin” diye haber gönderdi. Ertesi gün, sultân iki süslü atı o zâtın evine gönderdi. O zât hayatından ümidi keserek, güzelce bir abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Allahü teâlâya duâ etti ve Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) vesile ederek kurtulmasını taleb etti. Sonra sultânın huzûruna gitti. Bu sırada o zâtın yanında masum bir çocuk peydâ oldu ve sağ tarafında durdu. Sultân; “Hızır ne zaman gelecek” dedi. Bunun üzerine o zât; “Sultânım, ben hayatımda hiç Hızır aleyhisselâmı görmedim. Fakat fakirliğimden dolayı bu yola başvurdum. Hızır, zor durumda olan, insanları kurtarır. Beni fakirlikten kurtardığın için, bana göre Hızır sensin” dedi ve sustu.
Sultân hiddetlenerek; “Fakirim deseydin, sana bir şeyler verirdik. Fakat sen Hızır aleyhisselâmı bulurum diyerek, kırk gündür bize niçin eziyet ettin?” dedikten sonra, baş vezire; “Şimdi buna ne cezâ verelim?” diye sordu. Vezir, sultâna; “Emir ver, bunu parça parça etsinler ve her parçasını bir sokak başına assınlar. Böylece herkes ibret alır. Bundan böyle hiç kimse, sultânın huzûrunda yalan söylemez” dedi. O zâtın yanında duran masum çocuk; "Her şey aslına dönecektir” dedi. Sonra, sultân ikinci vezire; “Buna ne yapalım?” diye sordu. İkinci vezir; “Bunu bir dibeğe koyup, döve döve keşkek gibi yapalım. Sonra her sokak köşesine bir parça bırakalım, herkese ibret olur. Bundan böyle hiç kimse sultânın huzûrunda yalan söylemez” dedi. Yine, o masum çocuk, önce söylediği gibi; “Her şey aslına dönecektir” dedi. Bu sefer sultân, üçüncü vezire aynı soruyu sorunca o; “Baş vezir ve paşa karındaşlarımız güzel söylediler. Böyle bir cezâ lâyıktır. Fakat bu şahsın ihtiyâcı çok olmasaydı, kendisini böyle tehlikeye atmazdı. Devletlü sultânımıza yakışan, af ile muâmeledir. Emir ve fermân sultânımızındır” dedi. O masum çocuk tekrar; “Her şey aslına dönecektir” dedi. Pâdişah, o zâta; “Bu çocuk senin neyin olur?” diye sorunca, o da; “Benim tanıdığım değildir. Buraya geldiğim zaman, yanıma geldi durdu. Ben de sizin hizmetçiniz sandım” dedi. Sultân ona; “Sen kimsin? Bunlar birbirine benzemeyen söz söyledikleri hâlde, sen üçüne de aynı cevâbı verdin” dedi. O masum çocuk; “Bu şahıs sana kimi getirecekti?” diye sorunca, sultân; “Hızır aleyhisselâmı getirecekti” dedi. Bunun üzerine çocuk; “Sultânım! Senin bu baş vezirin, bir kasabın oğludur. Halkı kırmaktan başka hiç bir işe yaramaz. İkinci vezirin, bir aşçı oğludur. Bu da halkı dövmekten başka bir işe yaramaz. Üçüncü vezir ise, bir vezirin oğludur. Aslına çekip dâimâ suçluları affeder ve ihsânda bulunur. İşte Hızır benim. Hızır'la buluşmaktan maksat nasîhattir. Eğer benden nasîhat istersen, sana nasîhatim şudur; “Baş vezirini bu görevden alıp, kasapbaşı yap. Varsın hayvanları kesmeye devam etsin. İkinci vezirini de aşçıbaşı yap. Keşkek yapmaya devam etsin. Üçüncü vezirini ise başvezir yap. Yalnız senden bir ricâm var. Bu zâta tâyin ettiğin yardımı kesme.” dedikten sonra kayboldu. Sultân, onu bulmalarını emretti. Aradılar fakat bulamadılar. Durumu o zâta sordular. O da; “Daha önce onu görmemiştim. Burada gördüm” dedi. Sultân, Hızır aleyhisselâmın söylediklerini hemen yerine getirdi ve o zâta gönderdiği şeyleri de kesmedi.”
Kanunî Sultân Süleymân Han, zamanın evliyâsının büyüklerinden, Beşiktaşlı Yahyâ Efendi'ye; “Ağabey” diye hitâb eder, onun pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır aleyhisselâm ile görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır: Kanuni Sultân Süleymân Han, bir gün kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince, kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendi'yi dâvet etti. O da yanında bir ahbabı ile gelip, kayığa bindiler. Birlikte giderlerken Yahyâ Efendi'nin ahbabı, devamlı olarak Kanuni'nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bunu farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” dedi. O zât, yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunanlar hayret içinde kaldılar. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp sultâna uzattı. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kanunî elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birden bire gözden kayboluverdi. Kanunî, Yahyâ Efendi'ye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “Gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi” dedi. Bunun üzerine Kanuni; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri “İhya” kitabında Müslim Abadanî'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Kalb cilalanınca gaybden sesler duyulabileceği gibi, Hızır aleyhisselâmın sûreti de görülebilir. Hızır aleyhisselâm basiret sâhibi kimselere muhtelif sûretlerde görünebilir.”
Hızır aleyhisselâm bir çok zâtın tasavvufta yetişmesine rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâstan ibârettir. İnsanın manen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi yâni benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Yâni îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, yâni tasavvuf (ahlak) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdanileşmesi, yâni kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Rad sûresi 28. âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: “Kalplere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikir ile olur.” Zikir; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O'nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmareden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesini te’min etmektir. İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günâh olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rüyâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen bilgilere, marifetlere, hâllere kavuşmak için; önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmaktır. Zâten bu üçünü yapmadıkça; kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden, yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir.
Hızır aleyhisselâmın tasavvufta feyz verip yetiştirdiği en meşhûr âlim ve velîlerden biri Abdülhalık Goncdüvânî hazretleridir. Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerinin babası Abdülcemil hazretleri de zâhir ve bâtın ilminde büyük âlim olup, zamanında müşkil bir mes’elesi olan, ona başvururdu. Hızır aleyhisselâmlâ görüşüp sohbet ederdi. Hızır aleyhisselâm Abdülcemil hazretlerine şöyle buyurdu: “Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak, ismini Abdülhalık koy.” Abdülcemil hazretleri Malatyalı olup, Mâliki mezhebinin imâmı olan İmâm-ı Mâlik hazretlerinin soyundandır. Kendisi Hızır aleyhisselâm tarafından doğacağı müjdelenen çocuğu yâni Abdülhalık doğmadan Buhara'ya göçtü. Goncdüvan kasabasına yerleşti. Orada, oğlu Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri dünyâya geldi.
Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri, ilim öğrenmek için beş yaşında iken Buhara'ya gönderildi. Buhara'nın büyük âlimlerinden Hace Sadreddîn'den (rahmetullahi aleyh) Kur'ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Okuma esnâsında; “Rabbinize tazarru ederek ve gizli duâ ediniz” (A’râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince, hocasına; “Efendim! Bu âyet-i kerîmede; “Gizli duâ ediniz” buyrulmasında murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr (açıktan, sesli olarak) dil ile olursa, riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, hakkı ile, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır” hadîs-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim” diye arz etti. Hocası, büyük âlim Hace Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun, kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sorabilmesine şaşırıp hayran kaldı. Cevap olarak; “Evlâdım! Bu mes’ele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, seni, bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün hâlledilmiş olur” buyurdu. Abdülhalık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, mes’elelerini hâlledecek o büyük zâtı beklemeye başladı. Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve onu mânevî evlatlığa kabûl edip; “Kalbinden; “La ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” Kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri de, târif edildiği şekilde bu mübârek Kelime-i tevhidi sessiz olarak, kalben söylemeğe başladı ve kendisine ders kabûl etti. Bu hal, onun pek çok mânevî makâmlarda yükselmesine sebep oldu.
Abdülhalık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Hızır aleyhisselâm beni suya daldırdı ve zikri talim etti. Belki bu nefesin bir kararda kalması için idi.” Ve yine buyurdu ki: “Yirmiiki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm beni, Maveraünnehir'de yaşayan büyük âlim ve velî Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine gönderdi.” Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf Hemedânî, zikir taliminde ise Hızır aleyhisselâmdır.
Evliyânın büyüklerinden olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri de Hızır aleyhisselâmdan feyz almış, Şam'da ilim tahsil ettiği medresede onunla görüşmüştür. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde bir müşkili olunca, Hızır aleyhisselâm gözüküp, müşkillerini halletmiştir.
Şemseddîn Attâr hazretleri şöyle anlatır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri bir gün câmide vâz ederken, Hızır ve Mûsâ'nın (aleyhimesselâm) hikayesini anlatıyordu. Bu kıssayı öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bulunan bir şahıs, başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim. “Sanki yanımızda idin. Sanki üçüncümüz sendin” diye söyleniyordu. Bunun, Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Yanına sokuldum ve; “Anladım, sen Hızır aleyhisselâmsın! Ne olur, bana ihsân eyle!” dedim. Bana; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm etmek gibi olur. Senin müşkillerini o hâlleder” deyip, birden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, daha söze başlamadan bana; “Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur” buyurdu.
Meşhûr hâdis âlimi ve sofiyye-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Muhammed bin Ali Hâkim-i Tirmizî de Hızır aleyhisselâmdan ilim ve feyz almıştır. Hâkim-i Tirmizî hazretleri gençliğinde ilim öğrenmek ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için bulunduğu yer olan Tirmiz'den ayrılıp, başka yerlere gitmek üzeri iki arkadaşı ile anlaştı. Bu kararlarını annesine anlatınca, annesi üzüldü ve; “Yavrucuğum! Ben zayıf, biçâre, kimsesiz ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çâresiz kime bırakıyorsun?” dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed bin Ali Tirmizî’nin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı bozup seferden vazgeçti. İki arkadaşı ise onu bırakıp, ilim tahsili için yola çıktılar. Buna çok üzülen Muhammed bin Ali, ne annesinden ayrılabildi, ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi. Yalnız kaldığı zamanlarda, tenhâ yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün mezârlıkta oturmuş ağlıyor, hem de; “Ben burada câhil kaldım, ilimden mahrûm kaldım. Arkadaşlarım ise âlim olarak geri gelecekler” diye düşünüyordu. Gözlerinden yaşlar boşandığı bir sırada, aniden, nûranî yüzlü, tatlı sözlü bir ihtiyâr çıkageldi ve; “Yavrum, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine; “Kısa zamanda o iki arkadaşını ilimde geçmen için, her gün sana ders vermemi arzu eder misin?” diye sordu. “Evet arzu ederim” cevâbını verdi. Bundan sona, bu tatlı sözlü, nûr yüzlü mübârek ihtiyâr, Muhammed bin Ali'ye her gün ders vermeye başladı ve üç yıl devamlı ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübârek zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Buyurdu ki: “Bu büyük devlet, annemin rızâsı ve duâsı bereketiyle ihsân olundu.” Her pazar gecesi Hızır aleyhisselâm ona gelir, mânevî hâllerini birbirlerine anlatırlardı.
Ebû Bekr Verrak (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır: Hâkim-i Tirmizî, bana cüzler ve bir risale vererek; “Al bunları Ceyhun nehrine at” buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm râzı olmadı, götürüp evime gizleyerek yanına geldim. “Attın mı?” diye sordu ve “Ne gördün?” dedi. “Hiç bir şey görmedim” dedim. “O hâlde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at” dedi. Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin heyecanı beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risaleyi aldım, suya doğru attım. Kitaplar düşerken, su ikiye ayrıldı ve suyun içinde kapağı açık bir sandık göründü. Attığım cüzler ve risale, içine düştü ve sandığın kapağı kapandı. İkiye ayrılan su da birleşip eski hâlini aldı. Hâkim-i Tirmizî'nin yanına geldim ve gördüğüm şeylerin hepsini anlattım. “Tamam şimdi atmışsın” buyurdu. “Efendim, bağışlayınız. Allahü teâlânın hakkı için bu işin sırrını bana anlatınız” dedim. Cevabında; “Büyüklerin ilmine (tasavvufa) dâir bir kitap yazmıştım. Onun ince mânâlarını keşf ve idrâkten akıl âcizdi. Bunu kardeşim Hızır aleyhisselâm benden istedi. O sandığı onun emri ile bir balık oraya getirdi. Allahü teâlâ da suya, bu sandığı ona ulaştırması için emir verdi” buyurdu.”
Râmûz-ül-ehadis’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
“Hızır (aleyhisselâm) denizdedir ve İlyâs (aleyhisselâm) karadadır. Onlar her gece, Zülkarneyn'in, insanlar ile Ye'cüc-Me'cüc arasında yaptığı set üzerinde birleşirler. Senede bir kere de hac ve umre yaparlar ve zemzem içerler. O zemzem onlara bir sene yeter...”
Hızır aleyhisselâm ve İlyâs aleyhisselâm peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın vefâtında hâne-i saâdetlerine gelip, Ehl-i beyt için sabır tavsiyesinde bulunmuşlardır. Onların geldiklerini ve sabır tavsiye ettiklerini, Hazret-i Ebû Bekr Ehl-i beyt'e bildirdi. (Bkz. İlyâs aleyhisselâm)
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.