Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

04/07/20

Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'ya inanmadıkları gibi, karşı çıktılar ve mûcizelerine sihir diyerek alay ettiler. Sonunda, Hazret-i Mûsâ'nın duâsı sebebiyle Allahü teâlâ, Fir’avn ve kavmine, uyanıp kendilerine gelmeleri için, bâzı musîbetler gönderdi. Bu musîbetlerden birincisi tûfandır.
Âlimler, bu bildirilen tûfanda ihtilâf ettiler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Bu, yağan büyük yağmur idi.” Mukâtil bin Süleymân (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Ekinlerinin boyunu aşan bir yağmur olup bütün ekinleri helâk etmişti.” Dehhak (rahmetullahi aleyh) dedi ki: “Tufan suda boğulmaktır.” Mücâhid ve Atâ (rahmetullahi aleyhima); “Çabuk öldüren bir vebâ idi. Resûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bildirildi” dediler. Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh); “Yemen dilinde tâûna tûfan derler” dedi.
Allahü teâlâ, bu kavmin yâni Kıptîlerin kızlarına tâûn hastalığı verdi. Hepsi bir gecede helâk oldu.
Bâzı âlimlerin bildirdiklerine göre, tûfan, su ile olan musîbettir. Allahü teâlâ onların üzerlerine şiddetli yağmur yağdırdı. Helâk olacak hâle geldiler. İsrâiloğulları ile Kıptîlerin evleri birbirine bitişik ve karışık idi. Kıptîlerin evleri su ile doldu. Boyunlarına kadar suya gömüldüler. Oturan boğuluyordu. Ama İsrâiloğullarının evlerine bir damla su girmedi. Su, onların olduğu yerde toprağın üzerinden akıp gitti. Kıbtîler bir şey ekemediler, bir iş yapamadılar. Tûfan bir hafta devam etti. Çok sıkıntı çektiler. Mûsâ aleyhisselâma; “Rabbine duâ et, bu azâbı bizden kaldırsın. Sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle göndereceğiz” dediler. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlâya duâ etti ve tûfan kesildi: O sene önceki yıllardan çok ot, hubûbât ve meyve oldu. Ülkeleri yeşerdi ve bolluk göründü. Fakat yine nankörlük ettiler: “Biz bunu hiç beklemiyorduk. Bu su bizim için bir nîmet oldu. O yağmur yağmasaydı, buna kavuşamazdık” dediler. Bol mahsûl ve meyveye, Hazret-i Mûsâ'nın duâsı bereketiyle kavuştuklarını anlamadılar. Bir müddet rahat ettiler. Fakat yine îmân etmediler ve İsrâiloğullarını göndermediler. Bu defâ, eski yaptıklarından daha şiddetlisini yapmaya başladılar.
Fir’avn ve kavmi, tûfan ile yola gelmediler. Yine uslanmadılar. Azgınlık ve taşkınlıkta, Mûsâ aleyhisselâmın sözlerini kabûl etmemekte, İsrâiloğullarına eziyet ve sıkıntı vermekte devam ve ısrâr ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Kıptîlerin ekinlerine çekirgeler gönderdi. Çekirgeler bütün ekinleri, meyveleri, ağaçların yaprak ve çiçeklerini yiyip bitirdi. Hattâ; kapılarını, elbiselerini, eşyalarını, evlerinin çatılarını, tahtalarını, demir çivilerini bile yediler. Evlerin içine döküldüler. Çekirgeler doymamak illetine yakalanıp, ne varsa durmadan hep yediler. İsrâiloğullarının evlerine girmediler. Böylece bu hâdisede onlara hiç zarar gelmedi. Kıptîler şaşırdılar ve zor duruma düştüler. Üzerlerine azâb çökünce, yeniden Hazret-i Mûsâ'ya yalvardılar. “Eğer bu azâbı üzerimizden kaldırması için Rabbine duâ eder de bizi bu belâdan kurtarırsan, mutlak sûrette sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını serbest bırakacağız. Seninle berâber göndereceğiz” dediler. Çekirgelerin tasallutu bir hafta sürmüştü. Hazret-i Mûsâ duâ edince, Allahü teâlâ çekirgeleri kaldırdı. Bu da bir mûcize idi. Mûsâ aleyhisselâm sahraya çıktı ve asâ ile doğu tarafına işâret etti. Çekirgelerin hepsi geldikleri gibi gidip, bir tane bile kalmadı. Fir’avn ve kavmi rahata kavuştular, bir ay huzûr içinde yaşadılar.
Fakat sözlerinde durmayıp, inanmadılar. Sonra Allahü teâlâ, onların üzerine bit (güve) musîbetini gönderdi. Şöyle ki, Mûsâ aleyhisselâma, ayn-i Şems denilen köydeki kızıl kum tepesine doğru yürümesi emrolundu. O kum tepesine vardı. Tepe erimiş, serpilmiş büyük kum yığını idi. Asâsı ile oraya vurdu. Hemen Kıptîlerin üzerlerine bit dökülmeye başladı. Ağaç, mahsul, ot ve benzerlerinden ne varsa, bitler onlara dadandılar. Hiç bir şey bırakmayıp, ne varsa silip süpürdüler. Elbiselerinin ve derilerinin içine girip ısırdılar. Birisi yemek yese, yemeğine dolarlardı. Hattâ birisi, hiç bir böceğin tırmanamayacağı yüksek bir direk yapıp, üstüne yiyecek koysa ve sonra yemek için oraya çıksa, yemeği, bu bit, yahut güvelerle dolu bulurdu.
Fir’avn tâifesine o zamana kadar, bu belâdan daha büyük bir belâ gelmemişti. Saçları, derileri, kirpikleri, kaşları hep bitle doldu. Hattâ derileri, çiçek hastalığına tutulmuş gibi bir şekil aldı. Bitler uykularına mâni oldukları gibi, rahat da bırakmadılar. Netîcede hiç bir çâre bulamayıp, âciz kaldılar.
Bitin ne olduğundan âlimler ihtilâf ettiler. Sa'id bin Cübeyr (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyetle dedi ki: “Bit; buğdayda hâsıl olan güvedir.” Ebû Talhâ'dan (rahmetullahi aleyh) kara sinek olduğu bildirildi. Mücâhid, Süddî, Katâde, Kelbî ve başkaları (rahmetullahi aleyhim); “Kanatsız küçük çekirgedir” dediler. Ma’mer bin Müsennâ'nın, Katâde'den (rahmetullahi aleyhima) bildirdiğine göre, çekirge yavrusudur. Abdurrahmân bin Eslem; “Piredir”; Atâ; “Bilinen bittir”; Ebû Ubeyde; “Ufak kenedir” dedi. Ebu'l-Âliye ise; “Allahü teâlâ, hayvanlarına kene gönderdi. Bütün hayvanları yiyip, bir şey bırakmadılar ve kaçamadılar” dedi.
Kendilerine bitlerin musallat olduğu günlerde, Kıptîlerden bir kimse, un yapmak için değirmene on ölçek hububat koysa, üç ölçek alamazdı. Bitler, hemencecik yiyip bitiriverirlerdi. Artık dayanamadılar. Hazret-i Mûsâ'ya gelerek feryâd ettiler ve; “Ey büyük âlim! Biz tevbe ediyoruz. Hatâlarımıza pişmân oluyoruz. Rabbine bizim için duâ et! Sana verdiği peygamberlik ahdi hürmetine bizden bu azâbı kaldırsın” diye yalvardılar. Mûsâ aleyhisselâm duâ edince, Allahü teâlâ bu belâyı da kaldırdı ve bitler bir hafta sonra hiç kalmayıp, yok oldular Kıptîler de tekrar rahata kavuştular.
Fakat yine verdikleri sözde durmadılar. Eski çirkin ve kötü işlerini yapmaya başladılar. “Biz, bir gün hariç, Mûsâ'ya bizim âlimimiz demedik. Fir’avn’ın izzetine yemîn ederiz ki, onu ebedîyen tasdik etmeyeceğiz ve ona tâbi olmayacağız” dediler.
Bunun üzerine, bitlerin yok olmasından otuz veya kırk gün sonra, Mûsâ aleyhisselâm onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma vahyedip, Nil'in kenarına gitmesini ve asâsını nehre sokup; yakınını, uzağını, yukarı ve aşağı seviyesini işâret etmesini emretti. O da öyle yaptı. Ardından hemen kurbağalar vak vak diye bağırarak her taraftan koşuştular. Seslerini yakında ve uzakta olanlar duydu. Sonra Nil'den çıktılar. Bir karartı, siyah bir bulut gibi, şehre doğru hareket ettiler. Ansızın Kıptîlerin her yanını kapladılar. Onların avluları, evleri ve kapları kurbağa ile doldu.
Çamaşırını, kabını, yiyeceğini ve içeceğini açan, içinde muhakkak kurbağa bulurdu. Oturan çenesine kadar kurbağaya gömülür, konuşmak isteyenin ağzına kurbağalar sıçrar, yatağında yatan uyanınca, üzerinde birbiri üstünde kaynaşan kurbağalar bulur, bu yığından sağa ve sola dönemezdi. Yemek için ağzını açanın ağzına, yemekten önce kurbağa girerdi. Yoğurdukları hamura, pişirdikleri yemeğe karışırlardı. Ateşlerine kurbağalar atlar, söndürürler, yemeklerine girip bozarlardı. Ateşte ve sıcak suda kurbağalara bir şey olmuyordu. Kısaca Kıptî tâifesine çok büyük eziyet verdiler. Şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilemez oldular.
Hazret-i İkrime, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) bildiriyor ki, bu kurbağalar, kara kurbağası idi. Allahü teâlâ onları Fir’avn'a gönderince, emre uydular. Kendilerini ateşte kaynayan çömleklere atarlardı. Emre uydukları için, Allahü teâlâ, o yemeği soğuk yapar, kurbağalara zarar gelmezdi. Darda kalıp, Fir’avn'a başvurdular. Çâre bulunamadı. Sıkıntıdan ölecek duruma geldiler. Şehir ve yollar, ayakları ile ezdikleri, ölü kurbağalarla doldu. Her taraf kurbağadan geçilmez oldu. Ağlayıp, Mûsâ aleyhisselâma şikayette bulundular. “Bu belâyı bizden kaldır. Bu sefer tevbe ederiz ve bir daha eski hâlimize dönmeyiz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm onlardan sözlerinde duracaklarına dâir ahd aldı. Sonra Hak teâlâya duâ etti ve belâdan kurtuldular. Sağ kalan kurbağalar Nil'e gitti. Bir hafta üzerlerine belâ olarak kaldıktan sonra, ölü kurbağaları, Allahü teâlâ bir rüzgâr gönderip bertaraf etti. Bir ay, bir rivâyette kırk gün rahat içinde yaşadılar.
Fakat Kıptîler hiç uslanacak gibi değillerdi. Üzerlerine musîbet gelince yalvarıp yakararak, ağlayıp sızlanarak kurtulmak için Hazret-i Mûsâ'ya gidiyorlar; azâbın üzerlerinden gitmesi hâlinde tevbe edip, îmân edeceklerini, bir daha eski hâllerine dönmeyeceklerini bildiriyorlar, bu husûsta kat’î söz veriyorlardı. Mûsâ aleyhisselâm da duâ edip, musîbet gidince, onlar verdikleri sözde durmuyorlardı. Aradan kısa bir zaman geçmeden yine eski hâllerine dönüyorlar, azgınlık ve taşkınlığa devam ediyorlardı.
Kurbağa musîbetinin kaldırılmasından sonra, yemînler ederek, yalvararak verdikleri ahde, yine sadâkat göstermediler. Küfür ve başka bozuk amellerine yine döndüler. Sanki önceki hâller hiç olmamış, kendilerine hiç belâ gelmemiş gibi bozuk işlerine devam ettiler.
Mûsâ aleyhisselâm onlara bedduâ etti. Bu sefer, musîbet olarak Allahü teâlâ onlara kan gönderdi. Şöyle ki, Hazret-i Mûsâ'ya nehre gidip, asâ ile vurması vahyedildi. Nehre vurunca, Allahü teâlâ Nil Nehri’ni kan olarak akıttı ve Fir’avn tâifesinin bütün suları kan oldu. Kıptîler, nehirlerden, kuyulardan aldıkları suların kan olduğunu gördüler. Bu durumdan Fir’avn'a şikayet edip; “Biz bu kan belâsına tutulduk. İçecek başka bir şeyimiz de yok” dediler. O da; “Mûsâ size büyü yaptı” dedi.
Su alınan bir kuyunun başında, İsrâiloğullarından ve Kıptîlerden birer kişi bulunsa, İsrâiloğlunun doldurduğu, saf su; kıptîninki ise kıpkırmızı kan kesilirdi. Bir İsrâilli ile bir kıbtî aynı kaptan su içseler; yine kıptîye kan, İsrâiloğluna su olurdu. Hattâ Fir’avn’ın âilesinden susayan bir kadın, İsrâiloğullarından bir kadına gelir ve bana senin suyundan ver derdi. O da ibriğinden veya güğümünden su verir; su, kıptînin kabına dökülünce hemen kan olurdu. Hattâ, önce kendi ağzına al, sonra benim ağzıma dök derdi de; İsrâiloğullarından olan kadın, böyle yapıp kıptînin ağzına dökünce, su yine kan olurdu. Halbuki Nil Nehri, ekinlere ve ağaçlara su olarak akardı. Kıptîler, gidip oradan içseler, kan olurdu. Bu günlerde Fir’avn çok susadı. Yaş ağaçları yeyip, rahatlamak istedi. Ağzına alıp çiğneyince acı ve tuzlu oldu. Yedi gün böyle devam etti. Yedikleri içtikleri kan oldu.
Zeyd bin Eslem (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Kıptîler bu durumdan iyice daralınca, Mûsâ aleyhisselâma gelip; “Bizim için Rabbine duâ et. Bu kan belâsını bizden kaldırsın. Sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle birlikte göndereceğiz. Bu sefer kat’î söz veriyoruz. Artık bir daha sözümüzden dönmeyiz dediler.”
Her belâ ve musîbetin gelmesinde, bunun kaldırılması için kıptîlerin Hazret-i Mûsâ'ya nasıl yalvardıkları, ne yemînler ederek söz verdikleri; nihâyet o musîbet üzerlerinden kaldırılınca, nasıl sözlerinden döndükleri, ahidlerine sadâkat göstermedikleri hakkında A’râf sûresinin 130-136. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Biz Fir’avn’ın kavmini, kıtlık, kuraklık ve meyvelerin noksanlığıyla ibtilâ ettik. Tâ ki düşünsünler, ibret alsınlar da küfür ve isyândan vazgeçsinler.
Fir’avn kavmi, kendilerine bir iyilik (bolluk ve ucuzluk) geldiği zaman, bu bizim içindir, biz buna lâyık ve müstehakız derlerdi. Eğer onlara, kötülük (kuraklık, kıtlık ve belâ gibi istenmeyen bir şey) gelse, o zaman da; bu hâl, Mûsâ'nın (aleyhisselâmve ona tâbi olanların uğursuzluğudur derlerdi. Dikkat edin, iyilik ve kötülüğü yaratmak ancak Allahü teâlânın kudretiyledir. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.
Bir de Fir’avn’ın, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Sen bizi büyülemek için her ne kadar nişân, alâmet getirsen (ve bu, mûcizedir desen) de biz aslâ sana inanacak değiliz dediler.
Böyle olunca biz de onlara, birbiri ardınca, apaçık alâmetler olarak; tûfan, çekirge, kummel (bit) kurbağa ve kan gönderdik (ki bu alâmet ve musîbetlerin her biri bir hafta devam etti ve her iki musîbet arası bir ay veya kırk gün oldu.) Fakat onlar yine îmânı kabûlden imtinâ ettiler. Çok kibirlenip, îmânı kabûlden kaçındılar. Küfürleri üzere kâim oldular.
Vaktâ ki, onların üzerlerine (yukarıda zikrolunanlardan ayrıca) bir azâb daha çöküverdi. (“Tefsîr-i Mazharî”de buyruluyor ki: “Sa’îd bin Cübeyr hazretleri; “Âyet-i kerîmede ricz kelimesiyle zikrolunan azâb tâûndur dedi. Daha önce geçen, asâ, yed-i beydâ mûcizelerinin yanında; kıtlık, tûfan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mûcizelerinden sonra Tâûn; mûcizelerinin dokuzuncusu olmaktadır. Tâûn kıranı geldiğinde, yalnız bir günde Kıptîlerinden yetmişbin kişinin öldüğü bildirilmiştir. Bu azâb da üzerlerine çökünce, Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'ya) dediler ki; “Ey Mûsâ! (Rabbin sana, duâ ettiğin zaman kabûl edeceğini vâd etmiştir. İşte) sana verdiği bu ahd (veya sana verdiği peygamberlik) hürmetine Rabbine duâ et. Eğer bu azâbı üzerimizden kaldırıp, def edersen, mutlak sûrette, kat’î olarak ahdediyoruz, söz veriyoruz ki, sana îmân edeceğiz ve İsrâiloğullarını seninle berâber göndereceğiz.”
(Onların Hazret-i Mûsâ'ya böyle yalvarmalarından sonra, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) duâsı sebebiyle) biz üzerlerinden azâbı kaldırıp, ulaşacakları bir vakte, (suda boğulup helâk olmalarına veya ölümlerine) kadar kendilerine müsâade ettik. Fakat, bir de ne görülsün, onlar ahidlerinde durmuyorlar, îmân etmekten kaçınıyorlar ve verdikleri te’minâta aslâ riâyet etmiyorlar.”
“(Kıptîler, azâbı gördükleri zaman, Mûsâ aleyhisselâma); “Ey büyük âlim! Duânı kabûl edeceğine dâir sana olan vâdi, ahdi hürmetine bizim için Rabbine duâ et de, bu azâbı bizden def etsin. Eğer azâb bizden def olursa, şüphesiz biz seni tasdîk edip, hidâyet buluruz.
Vaktâ ki Mûsâ'nın (aleyhisselâm) duâsıyla biz onlardan azâbı def ettik, kaldırdık. Onlar ise hemen o zaman ahidlerini bozdular; (sana tâbi olup, yola geleceğiz, hidâyete kavuşacağız) sözlerinden hemen caydılar.” (Zuhruf sûresi: 49-50)
Nihâyet, çok yalvarmaları ve söz vermeleri sebebiyle, Mûsâ aleyhisselâm yine duâ etti ve o belâ da üzerlerinden kalktı. Şöyle ki, Hazret-i Mûsâ'ya, asâsı ile nehre bir daha vurması emrolundu. Bildirilen şekilde vurunca, nehir saf su oldu. Diğer suları da böyle temiz oldu.
Fakat onlar yine hâinlik ettiler. Yine eski vaziyetlerini değiştirmediler. Îmân etmediler ve yine verdikleri sözde durmadılar. Tekrar bildiklerini yaptılar.
Nevf Bikâlî (rahmetullahi aleyh) isminde bir zât, bundan sonraki durumu şöyle anlattı: “Mûsâ aleyhisselâm sihirbazlara gâlib geldikten ve; tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mûcizelerinin musîbetlerinden sonra, yirmi sene daha onlar arasında kalıp, dâvetine devam etti. Kırk sene kaldığı da rivâyet edilmiştir. Peygamberliğinin bildirilmesinden o zamana kadar Fir’avn ve onun kavmi olan kıptîler devamlı karşı çıkmışlardı. Gördükleri mûcizelerden, ve başlarına gelen belâlardan hiç ibret almamışlar, kat’îyen hidâyete yanaşmamışlardı.”
Hazret-i Mûsâ, Fir’avn ve kavminin azgınlıklarını, küfürlerini, hakîkate uzaklıklarını ve kibirli hâllerinin devamlı olduğunu görünce, onlara bedduâ etti. Hârûn aleyhisselâm da, âmin dedi. Yûnus sûresinin 88. âyet-i kerîmesinde, Mûsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâya şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: “Ey bizim Rabbimiz! Şüphe yok ki sen, bu Fir’avn'a ve onun kavminin ileri gelenlerine dünyâ hayatında çeşit çeşit mallar (elbise, binecek ve başka mallar) ve zînet (süs) verdin ki, onlar insanları senin dîninden ayırmak için çalışırlar. Ey Rabbimiz! Bunların mallarını helâk eyle ki, azgınlık ve taşkınlık yapmaya mecâlleri kalmasın. Kalblerini bağla, mühürle ki, onlar elem verici şiddetli azâbı görmeyince îmâna gelmeyecekler.”
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ'nın yaptığı ve Hazret-i Hârûn'un âmin dediği duâyı kabûl buyurdu. Nitekim yine Yûnus sûresinin 89. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ onlara buyurdu ki, her ikinizin duâsı kabûl olundu. Şimdi siz doğru yolunuzda devam edin. (Duanız üzere sâbit olun. Acele etmeyin. İstediğiniz, vakti gelince hâsıl olacaktır. Yoksa acele etmek sûretiyle) Allahü teâlânın vâdini bilmeyenlerin yoluna uymayın.”
“Arais-ül-Mecâlis”de Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma yine şöyle vahyettiği bildirilmiştir:
“Fir’avn takımının elinde bulunan para ve zînet eşyalarını İsrâiloğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yararlar. Bunun için bugün sevin ve bayram et! Sen ve kavmin ibâdet edip, bana şükredin, beni zikredin ve bana tâzimde bulunun, bana ibâdet edin! Zirâ ben yakında size zaferi gösteririm, sevilenleri kurtarır, düşmanları helâk ederim. Fir’avn’ın kavminde bulunan süs, zînet ve diğer kıymetli şeyleri kullanmanız için size veririm. Çünkü onlar, o zaman kendilerinin düştüğü belâdan, kalblerine size karşı korku saldığımdan, ellerinde olanları vermemezlik edemezler.”
Zaman akıp giderken, Hazret-i Mûsâ, tebliğine ve insanları iki cihân saâdetine dâvete devam ediyor, bu husûsta hiç bir fedâkarlıktan çekinmiyordu. Kendi soyu olan İsrâiloğulları ona îmân edip tâbi olmuşlar, Fir’avn ve kavmi olan Kıptîler ise devamlı karşı çıkmışlardı. İnanmamaları sebebiyle Kıptîlere zaman zaman çeşitli belâ ve musîbetler gelmiş, onlar, her musîbet gelişinde Hazret-i Mûsâ'ya yalvarmışlar; belânın üzerlerinden gitmesi hâlinde mutlakâ îmân edeceklerini, İsrâiloğullarını onunla berâber göndereceklerini söyleyip, bu husûsta yemînler ederek yalvarmışlardı. Hazret-i Mûsâ duâ edip, belâ üzerlerinden gidince, yine eski hâllerine dönmüşler ve bunlardan hiç ibret almamışlardı.
Kıptîler, İsrâiloğullarına yaptıkları zulüm ve haksızlıkta da çok ileri gidiyorlardı. Hele başları olan Fir’avn ne yapacağını şaşırıyor ve yerinde duramıyordu. Hazret-i Mûsâ'yı katletmeye bile kalkıştı. Bâzı tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Fir’avn’ın veziri arasında îmân edip, îmânını gizleyenler vardı. Bunlar, Fir’avn’ın Hazret-i Mûsâ'yı öldürme teşebbüsüne karşı çıktılar: “O, senin korktuğun gibi, tehlikeli bir kimse değildir. Sen onu öldürmeye kalkarsan, herkes bunu yanlış anlar. İnsanların kalbine şüphe sokmuş olursun. Kavmin, senin ona ilimle, kuvvetli delillerle cevap veremediğini, âciz düştüğünü, bu sebeple onu öldürmeye kalktığını düşünür...” dediler. Zâten hakîkatte de vaziyet öyle idi. Fir’avn, aczinin anlaşılmaması için bir şey diyemiyor, fakat iyice sabırsızlanıyordu. Nihâyet, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) öldürmeye kat’î kararlı olduğunu, etrâfındakilerin kendisine mâni olmamalarını söyledi. Nitekim, bu husûsta Gâfir (Mü’min) sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, kavmine dedi ki; Bırakın beni, Mûsâ'yı katledeyim de o, Rabbine duâ etsin. (Bakalım Rabbi, benim onu öldürmeme mâni olabilecek mi?) Zîrâ ben, onun, sizin dîninizi değiştireceğinden (sizi bana ve putlara ibâdetten ayıracağından) yâhut yeryüzünde fesâd çıkaracağından (kendisine tâbi olanları çoğaltarak sizinle harb edeceğinden) korkuyorum.”
Yâni, Hazret-i Mûsâ'ya, mûcize ve mâneviyât cihetinden karşı çıkamayıp mağlûb olan Fir’avn, maddiyâta teşebbüs etti. “Beni kendi hâlime bırakın. Bana mâni olmayın. Mûsâ'yı öldüreyim. Eğer dediği gibi, Rabbi her şeye kâdir ise çağırsın Rabbini! Rabbi de, benim onu öldürmeme mâni olsun. Onu kurtarsın” diye bağırdı. Fakat böyle yapması, başkalarına karşı cesâretli görünmeye çalışmaktan, korkaklığını ve âcizliğini izhâr etmekten başka bir şey değildi. Zîrâ Hazret-i Mûsâ'nın hakîkaten bir Nebî olduğunu bilir, fakat, cehâlet ve inâd ile, bile bile inkâr eder, karşı çıkardı. Hattâ onu öldürmeye kalkması lafta kalır, buna aslâ cesâret edemezdi. “Onu öldürmeme mâni olması için Rabbini çağırsın...” derken, Allahü teâlânın, peygamberini elbette koruyacağını bilirdi. Bununla berâber, hakîkî hâlini bildirmemek için etrâfındakilere çıkışır; “Siz beni kendi hâlime bırakmıyor, yapacağım işe mâni olup, karşı çıkıyorsunuz. Yoksa şimdiye kadar ben onu çoktan halletmiş, sesini kesmiş idim” derdi. Ayrıca; “Mûsâ'nın sizin dîninizi değiştirmesinden ve yeryüzünde fesâd çıkararak memleketinizi elinizden almasından korkuyor, endişe ediyorum. Bundan dolayı, bırakın beni. Onu öldüreyim. Siz de fesâddan kurtulup rahat olun” diyerek onları, Hazret-i Mûsâ'ya karşı tahrik ediyor, kışkırtıyordu. Zirâ insanın mühim iki husûsiyetinin olduğunu ve bunlarda aslâ fedâkarlık yapamadığını herkes bilir. Bu husûslarda kat’îyen gevşek davranamaz ve bu iki husûsu muhâfaza etmek için canını vermek dâhil, hiç bir fedâkarlıktan çekinmez. Bu iki husûstan birincisi din, ikincisi ise nâmus ve memlekettir. İşte Fir’avn, kavmini Hazret-i Mûsâ'ya karşı tahrik ederken; insanların bu hislerini harekete geçirmeye çalışıyor, onu öldürmeye kalkmasında kendini haklı göstermeğe uğraşıyordu.
Mûsâ aleyhisselâm Fir’avn’ın bu teşebbüslerinden, onun tehdidinden Allahü teâlâya sığındı. Bu husûsta Gâfir (Mü’min) sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm, Fir’avn’ın tehdidini işitince, yanında bulunanlara); Hesâb gününün hak olduğunu tasdik etmeyen (ahirete inanmayan) her kibirli insanın şerrinden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya sığınırım dedi.”
Tefsîr âlimlerinden bâzısı bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: “Hazret-i Mûsâ, Fir’avn'ı çok kibirli olması ve âhırete îmân etmemesi gibi iki sıfatıyla bildirdi. Burada Fir’avn'a temas edilmeyip bu sıfatların bildirilmesiyle, sâdece Fir’avn'dan değil, bilakis, bu iki sıfatın bulunduğu kimselerden sakınmak ve şerlerinden Allahü teâlâya sığınmak lâzım geldiğine işâret buyrulmuştur. Çünkü, Allahü teâlânın mahlûkuna eziyet, ancak bu iki sıfatla olur. Yâni tevâzû üzere bulunup, alçak gönüllü olan, kibirlenmeyen ve âhırete îmân eden, hesap gününü düşünen kimse, değil insanlara, hiç bir mahlûka zarar ve eziyet veremez, onun yüzünden hiç kimse ziyân görmez. Son derece kibirli olan, âhırette hesap vereceğine inanmayan kimse ise, zâten katı kalbli olduğundan, kalbinde şefkât ve merhamet bulunmaz. Hesâba çekilmek, Cehennem düşüncesi ve azâb korkusu olmadığından hiç bir şeyi işlemekten çekinmez. Ondan her fenâlık beklenir. Ayrıca, düşmanın şerrinden, sâir belâ ve musîbetlerden kurtulmanın çâresi, Allahü teâlâya yalvarmak ve O'na sığınmak olduğu bu âyet-i kerîmede bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Fir’avn’ın tehdidini, buna karşı Hazret-i Mûsâ'nın Allahü teâlâya sığınıp, başka bir şey yapmadığını zikrettikten sonra, onun tevekkülünün netîcesi olarak, Fir’avn’ın etrâfında bulunan bir mü’min vâsıtasıyla, Hazret-i Mûsâ'ya yardım ettiğini bildirerek, meâlen buyuruyor ki:
“Fir’avn âilesinden (yakınlarından) îmânını gizleyen mü’min bir kimse (ki, ismi Hazkîl olup, Hazret-i Mûsâ, Mısır'dan Medyen'e gitmeden evvel, Fir’avn ve adamlarının onu öldürmeye teşebbüs ettiklerini haber veren zâttır. İşte bu zât, Fir’avn’ın da bulunduğu mecliste) şöyle söyledi: Siz; “Benim Rabbim yalnız bir olan Allahü teâlâdır” diyen bir kimseyi (haksız yere hemen) öldürüverir misiniz? Halbuki o size Rabbinizden açık mûcizeler ve delillerle geldi. Şâyet o bir yalancı ise yalanının vebâli kendinedir. (Dolayısıyla onun yalanından size bir zarar gelmez.) Eğer sözünde sâdık, doğru ise, dünyâ azâbından vâd etmiş olduğu şeylerden bâzısı size isâbet eder, (Dolayısıyla ona sû-i kasdde bulunmaktan sakınmalısınız. Zirâ, sâdık olduğu takdirde, sû-i kastınızın netîcesinde vâki olacak kötülük size aittir. O hâlde, o doğruysa da, yalancıysa da hayatına kasd edilmemelidir.) Şüphesiz Allahü teâlâ, işlerinde haddi aşan ve yalan âdet edinen kimseleri hidâyete erdirmez.
Ey kavmim! Bu gün, memlekette (Mısır'da) mülk, zâhirde, görünüşte sizindir ve (İsrâiloğullarına) gâlipsiniz. Fakat (Mûsâ'yı öldürmekle) Allahü teâlânın azâbı bize gelirse, o azâbdan bizi kim kurtarabilir? O azâbdan kurtulmak için bize kim yardım edebilir?
Bunun üzerine Fir’avn dedi ki: “Ben size ancak kendi kendime hak gerçek olarak gördüğüm şeyi emrederim ve ben sizi doğru ve gerçek yoldan başka bir yola iletmem. (Doğru ve gerçek gördüğüm fikrim ise Mûsâ'nın katlolunmasıdır).”
“O mü’min olan (Hazkîl ismindeki) kimse, sözüne devam ederek dedi ki: “Ey kavmim! Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle, Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelen kavimlerin başlarına gelen vak’alar (şiddetli azâblar) gibi, Mûsâ'yı yalanlamanız ve ona zarar vermek için saldırmanız sebebiyle, (şiddetli azâbın olduğu) öyle bir günün size de gelmesinden korkuyorum. Allahü teâlâ kullarına zulüm murâd etmez. (Günâhları olmayanlara azâb göndermez. Dolayısıyla siz bu düşündüğünüz fiili, Hazret-i Mûsâ'yı katletmeyi terkedin, zulüm yapmak düşüncesinden vaz geçin ki, azâba müstehak olmayasınız.)
Ey kavmim! Gerçekten ben, sizin için (insanların birbirine nidâ ettiği, bağırıp) çağırışma gününden (kıyâmet gününden) korkuyorum. (Kıyâmet günü öyle bir gündür ki, siz o günün şiddetinden, günâhınızın çokluğu sebebiyle üzerinize gelen azâbdan) gerisin geriye kaçarsınız ve o günde sizi Allahü teâlânın azâbından kurtarıcı hiç bir kimse bulunmaz ve Allahü teâlânın hidâyete erdirmediği, şaşırttığı kimseyi, hiç bir kimse hidâyete erdiremez.
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Mûsâ'dan evvel Yûsuf aleyhisselâm da bir takım açık mûcizelerle size geldi de; o zaman onun getirdiği dinde ve o dînin emirlerinde, şüphe ve tereddüt içinde sâbit ve dâim oldunuz. Hattâ o vefât ettiğinde; "Artık bundan sonra Allahü teâlâ peygamber göndermez" dediniz. (Bu sözünüzle hem Yûsuf'u (aleyhisselâm) hem de ondan sonra gelecek peygamberleri tekzip ve inkâr ettiniz. Hazret-i Yûsuf'u inkâr edenler, yalanlayıp karşı çıkanlar, aslında o mü’min kişinin kendilerine hitâb ettiği, orada bulunan kimseler değildi. Onların, çok öncelerde gelen dedeleri idi. Lâkin baba ve dedelerinin kabahatleri evlâda nispet olduğundan, o, onlara; “Siz inkâr ettiniz, yalanladınız...” demektedir. Şu hâlde siz şiddetli inâdınız sebebiyle, Hazret-i Yûsuf'un getirdiği dinden faydalanamadığınız gibi, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dinden de istifâde edemezsiniz. Çünkü fikrinizde isâbet yok, dalâlette ısrârınız ise pek çoktur.) İşte Allahü teâlâ haddi aşan ve Hak teâlânın emrinde şüphe edici olan kimseyi böyle şaşırtır...” (Gâfir (Mü’min) sûresi: 28-34)
“Yine o mü’min olan zât (önceki sözlerinin onlara pek te’sir etmediğini görerek, nasîhatlerine devam edip) şöyle söyledi; “Ey kavmim! Gelin, bana itâat edin, tâbi olun ki, sizin doğru yola, hak dîne kavuşmanıza delâlet edeyim.
Ey kavmim! (Dünyâ lezzetine mağrur olup aldanmayın. Bilin ki) bu dünyâ hayatı çabuk biticidir. Ancak fânî bir eğlencedir. Az bir nasiplenmedir. (Güneşin gölgesi gibi çabuk geçer. Uykudaki rüyâ gibidir ki, uyanınca hiç bir şey kalmaz. Rüyâda gördükleri ile mağrur olan ne kadar ahmaktır. Gayret edecekseniz, çalışacaksanız; dünyâ için değil, âhıret için çalışın. Çünkü dünyâ hayatı geçicidir.) Âhıret ise ebedî olarak kalınacak yerdir. Oranın sonu yoktur.
Bir günâh işleyen kimse ancak o günâhın karşılığı kadar cezâ görür. Fakat, erkek olsun kadın olsun herhangi bir kimse mü’min olur ve sâlih ameller işlerse, onlar Cennet’e girer ve orada hesapsız rızıklarla mükâfâtlandırılırlar.
Ey kavmim! Nedir bu başıma gelen? Ben sizi, (Allahü teâlâya îmân etmeye,) azâb-ı ilâhîden kurtulmaya dâvet ediyorum. Siz ise beni (günahkarlar için hazırlanmış olan) Cehennem’e çağırıyorsunuz. Siz beni Allahü teâlâyı inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz (ki Allahü teâlâya ortak koşmamı istediğiniz sey, ilâh olmaya aslâ lâyık değildir). Halbuki ben sizi ilâh olmanın bütün vasıfları kendisinde bulunan, herkese gâlip, azâb etmeye ve kullarının hatâlarını mağfiret etmeye kâdir olan Allahü teâlânın dergâhına dâvet ediyorum.
Elbette beni kendisine ibâdete dâvet ettiğiniz putlarınızın hiç bir kudreti yoktur. (Bir dilek ve ihtiyaç kendilerine bildirilse, kabûl etmeye, ihtiyâcı gidermeye gücü yetmez. Elinden bir şey gelmez. Ne dünyâ, ne de âhıret menfaatinden hiç bir fayda te’min edemez.) Hepimizin dönüp varacağımız yer, Allahü teâlânın huzûrudur. Dalâlet ve azgınlıkta haddi aşanların hepsi cehennemliktir.
Yakında (azab gördüğünüzde) benim size söylediklerimi hatırlarsınız (ve birbirinize şu cereyân eden hâdiseleri hatırlatırsınız. Lâkin hiç fayda vermez.) Ben bütün işlerimi Allahü teâlâya havâle ederim. O'na ısmarlarım. Zirâ Allahü teâlâ kullarını görücü, kullarının bütün hâllerini bilici ve herkesin ameline göre karşılığını vericidir.” (Gâfir (Mü’min) sûresi: 38-44)
O mü’min zât, Fir’avn ve yanındakilere böyle söyleyip, onları îmâna, putlara ibâdeti terketmeye dâvet edince, onlar onu öldürmeye kastettiler. O da onlardan ayrılıp, sür’atle uzaklaştı. Fir’avn onu yakalamak için nice kimseleri vazifelendirip gönderdi. Tefsîr-i Mevâkıb’da bildirildiğine göre, o zât bir dağa çıkıp orada ibâdetle meşgûl olmaya başladı. Vazifeliler oraya geldiklerinde, onun namaz kılmakta olduğunu ve etrâfını birçok vahşi hayvanın kuşattığını gördüler. Vahşî hayvanlar ibâdetle meşgûl olan mü’min zâta herhangi bir zarar vermezlerdi. Fakat, oraya gelenleri de, kat’îyen ona yaklaştırmazlardı. Nitekim yine Mü’min sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde meâlen; Allahü teâlâ, onu, Fir’avn’ın ve adamlarının hîlesinden, onun hakkında düşündükleri kötülüklerden muhâfaza edip, korudu...” buyruldu.
Bu arada Mûsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ediyor, hiç bir şekilde vazifesinden geri durmuyordu. İsrâiloğullarının ona bağlılıkları, Fir’avn ve kavminin endişeleri, bunlardan çekinmeleri daha da artıyordu. Benî İsrâil'den Hazret-i Mûsâ gibi büyük bir peygamberin çıkması, İsrâiloğullarının, hemen onun etrâfında toplanıvermeleri, Kıptîleri elbette rahatsız ediyordu. Bu hâlden en çok müteessir olup kaygılanan da Fir’avn idi. Onlar kuvvetlenip, Kıptîlere gâlip olacak hâle gelince, korkuları daha da arttı.
Fir’avn, Nil Nehri’nin kenarında husûsi bir çardak (oturma yeri) hazırlattı. Orada oturuyor, gelip geçen İsrâiloğullarını, Mûsâ aleyhisselâma tâbi olmaktan vazgeçmeye çağırıyor, onları kendi dînine dâvet ediyordu. Tatlı ve okşayıcı sözlerle onların muhabbetlerini cezbetmeye çalışıyordu. Onun, insanları aldatmak, muhabbetlerini kazanmak için söylediği sözlerden bâzıları, Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir:
“Fir’avn (kavmin ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplulukta); “Ey eşrâf! Ben sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum dedi.” (Kasas sûresi: 38)
“Fir’avn, kavmi içinde nidâ edip dedi ki: “Ey kavmim! Mısır mülkü benim değil midir. Bu (Nil Nehri’ni meydana getiren) nehirler (ki dört tane olup isimleri; Mülk Tûlûn, Dimyat ve Tenîs'tir. Bunların hepsi toplanıp Nil Nehri olarak) benim köşklerim, ve bahçelerim arasında akmıyor mu? (Bunların hepsi, benim, Mûsâ'dan daha efdâl olduğumu göstermiyor mu?) Efdâliyetimi, üstünlüğümü görmüyor musunuz?” (Zuhruf sûresi: 51)
“(Fir’avn; kavmine karşı kendini gâyet büyük ve üstün, Hazret-i Mûsâ'yı ise pek küçük ve hakîr göstermek için;) “Yoksa ben nerede ise meramını anlatamayacak kadar hakîr ve zayıf durumda olan bu Mûsâ'dan daha hayırlı değil miyim (zannediyorsunuz? Elbette ben ondan üstünüm) dedi.” (Zuhruf sûresi: 52)
“(O zamanda bir kimseyi reîsliğe, başkanlığa seçmek isteseler, onun kollarına altından bilezikler ve boynuna da altından gerdanlıklar takılır, bunlar o kimsenin başa getirilmiş olduğuna alâmet sayılırdı. Fir’avn bunu da ileri sürerek kavmini kandırmak istedi ve;) eğer o dâvâsında sâdık olsa, hakîkaten peygamber olsa, Rabbi katından ona altından bilezikler verilir yahut onunla berâber, onun peygamberliğini tasdik edici ve peygamberlik dâvâsında ona yardım edici melekler gelirdi. (Görünürde bunlardan hiç birisi yoktur. Şu hâlde dâvâsı doğru değildir) dedi.
Böylece Fir’avn kavmini tahfif etti, küçümsedi. Onlar da ona itâat ettiler. Gerçekten onlar, Allahü teâlâya tâattan ayrılmış fâsık bir kavim, idiler.” (Zuhruf sûresi: 53-54)
Fir’avn iki sene müddetle, Nil Nehri kenarında yaptırdığı çardakta oturup, bu ve benzeri sözleri söylemeye devam etti. Kendi noksan ve bozuk düşüncesine göre, İsrâiloğullarını Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olmaktan ayıracak, böylece Hazret-i Mûsâ yalnız ve kimsesiz kalacak; yalnız kalınca da Fir’avn onu öldürecekti. Bunun için gayret sarfediyordu. Fakat bu müddet zarfında İsrâiloğullarından hiç biri ona iltifât etmedi. Sözlerine kulak asan çıkmadı.
Kıptîlerin ileri gelenleri, Mûsâ ile başa çıkamadı, onu yok edemedi diye Fir’avn'a serzenişte bulunmaya, onu ayıplamaya başladılar. Bu husûsta A’râf sûresinin 127. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Fir’avn’ın kavminden ileri gelenler, Fir’avn'a dediler ki: Sen Mûsâ'yı ve kavmini, insanları sana muhâlefete (yani bildirdiği hak dine) dâvet edip böylece yeryüzünde (Mısır'da) fesâd çıkarsınlar ve sana ve ilâhlarına ibâdeti terk etsinler diye mi bu yerde bırakacaksın? (Bunun için mi böyle serbest bırakacaksın? İşte bak, sihirbazlara gâlib geldiler de onlar, hep birden ona îmân etti. Böyle giderse bütün insanların azar azar ona tâbi olmalarından endişe ediyoruz. Hal böyle olunca onlar çoğalır, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) yardım ederler. Yeryüzünde fesâd çıkarırlar. Mısır memleketinde seni dinlemeyip, yâni kendi dinlerini hâkim kılıp, seni kendi dîninle başbaşa bırakırlar. Yalnız başına kalırsın. Onların bu sözlerine karşı) Fir’avn şöyle söyledi: Biz de (daha evvel, yaptığımız gibi) İsrâiloğullarının çocuklarını öldürürüz, kadınlarını sağ bırakırız. Elbette bizim onlar üzerine kahredici bir gâlibiyetimiz vardır.”
“Tefsîr-i Hazin”de bildirildiğine göre, Fir’avn, kavmi için bir çok ilâhlar edinmişti. Kavminden olanlara o putlara ibâdet etmelerini emreder ve onlara; “Bunlar sizin ilâhlarınızdır. Ben ise, o ilâhlarınızla birlikte sizin rabbinizim” derdi. Bu husûsta değişik rivâyetler de bildirilmiştir.
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde bildiriliyor ki: Kavmin ileri gelenlerinin, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona tâbi olanları böyle serbest bırakmamak, bir hâl çâresi düşünmek için Fir’avn'a îkâzda bulunmalarına, Fir’avn şöyle cevap vermişti: “Bundan sonra onları oldukları hâl üzere terketmeyiz. Ne icâb ediyorsa onu yaparız. Yapacağımız şey onların nesillerini kesmektir. Fakat, şimdi onların hepsini birden bir defâda katledersek yanlış anlaşılır. Onlara karşı dîni bakımdan âciz kalıp, zulme yöneldiğimiz zannedilir. Bu ise kavmimizin bizim hakkımızda yanlış düşünmesine sebep olabilir. O hâlde yapacağımız şey, bunu, zaman içinde yavaş yavaş yâni belli etmeden halletmektir. Bundan sonra onların yeni doğan çocuklarından erkek olanları öldürür, kız çocuklarına dokunmayız. Kızlarını kendi kavmimizden olanlarla evlendiririz. Oğulları olmayınca, kızlarını da kavmimizden olanlarla evlendirince artık nesilleri devam etmez.”
Fir’avn böyle söylemekle hem kavminin ileri gelenlerini yatıştırmış, hem de maksadını açıklamış oldu.
“Tefsîr-i Hazin”de bildirildiğine göre, Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'yı öldürmeye, dövmeye ve hapsetmeye cesâret edemezdi. Çünkü ona bir zarar vermekten âciz olduğunu bilirdi. Fakat, etrâfına hâlini belli etmemek, kuvvetli görünmek ve elinden bir şey gelmediğini sezdirmemek için böyle sözler söylüyordu. Kavmi ise onu anlayamıyor, hakîkaten güçlü kuvvetli zannediyor, Hazret-i Mûsâ'ya niçin bir şey yapamadığına bir mânâ veremiyordu.
Mûsâ aleyhisselâm ve İsrâiloğulları, Kıptîlerin sıkıntı vermelerinden iyice bîzar oluyorlar, bunlardan kurtulmak husûsunda Allahü teâlâdan vahiy gelmesini bekliyorlardı. Nihâyet Allahü teâlâ Hazret-i Mûsâ'ya, İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan çıkıp, Kudüs'e, mukaddes topraklarına gideceklerini vahyedip; “Fir’avn ve kavminin elinde bulunan para ve zînet eşyalarını İsrâiloğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yarar...” diye buyurunca, Mûsâ aleyhisselâm bildirilen şekilde yaptı. Tespit ettikleri bir günü sevinç ve bayram günü îlân ettiler. Bu bayram gününde kullanmak üzere, Fir’avn ve âilesinden zînet eşyalarını emânet olarak istediler. Allahü teâlâ bu zînet eşyalarını, Mûsâ aleyhisselâma ve İsrâiloğullarına vermeyi dilediğinden, onlara, o sırada Fir’avn’ın ve yakınlarının kalblerine, Hazret-i Mûsâ'ya ve kavmine karşı bir rağbet verdi. Böyle olunca, onlar, üzerlerinde ve hazînelerinde bulunan bütün zînet eşyalarını Hazret-i Mûsâ'ya verdiler.
Rivâyete göre Fir’avn’ın ve adamlarının dünyâlık olarak, altın, gümüş, yâkut, inci, mücevher gibi benzeri süs ve zînet eşyalarının haddi hesâbı yoktu. Bütün bu altın ve diğer kıymetli eşyalar, İsrâiloğullarının eline geçince, yolculukları (hicretleri) sırasında kendilerine lâzım olacak nakit de bulunmuş oldu. Zâten bu para ve zînetler İsrâiloğullarının idi. Fir’avn ve kavmi onlardan zorla almışlardı.
Hazret-i Mûsâ Allahü teâlâya yalvarıp, duâsı kabûl edilince, Fir’avn’ın ve kavminin ellerinde bulunan bütün eşya, un eledikleri elekler ve hattâ una varıncaya kadar her şeyleri taş oldu. Fir’avn’ın ve kavminin eşyalarının taş ve böylece mallarının mahvolması husûsunda âlimlerden çeşitli nakiller ve rivâyetler gelmiştir.
Muhammed bin Kâ'b el-Kurâzî (rahmetullahi aleyh) der ki: “Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bana, Allahü teâlânın Fir’avn ve kavmine gösterdiği dokuz âyetten (alâmetten) suâl edince; “Tûfan, çekirge, bit, kurbağa, kan, asâ, beyaz el, malları mahv ve denizin yarılmasıdır” diye cevap verdim. Ömer, “İlim böyle olur” dedi. Sonra Abdül’azîz bin Mervân'a ulaşmış bir torba getirdi. Bir de ne göreyim, içinde Fir’avn’ın eşyasından kalanlar vardı. İkiye bölünmüş bir yumurta çıkardı, taş olmuştu. Yarılmış bir ceviz çıkardı, o da taşlaşmıştı. Aynı şekilde nohut ve mercimek de vardı. Bunların da hepsi taşlaşmış idi.”
Muhammed bin İshak, Mısır'da bulunan Şamlı bir kimseden naklederek şöyle anlatır: “Yıkılmış bir hurma ağacı gördüm. Taşlaşmıştı, İsrâiloğullarının elinde bulunan zînet, mücevherât ve benzeri süs eşyası dışında, Fir’avn ve kavminin ellerinde olanların hepsini Allahü teâlâ taş etmişti.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâmın dâvetini, hâlini, mûcizelerini görünce, kibrinden ve gururundan ne yapacağını şaşırdı. Kavminin îmân edip, ona tâbi olmasından korkmaya başladı. İnsanların, Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olmalarından ve onu kendi yerine geçireceklerinden endişelendi. Nefsine aldanarak buna çâreler aramaya başladı. Saltanatı onun için her şeyden önemliydi. Saltanatını kuvvetlendirmek, hâkimiyetini arttırmak için yüksek bir binâ (köşk, kule) yapmaya karar verdi ve bunu, veziri Hâmân'a emretti. Hâmân, usta ve işçileri, kısaca binâ işinden anlayan herkesi, hiç kimse kalmamak şartıyla topladı. Ücretle tuttuğu, tuğla ve kireç yapıcı ve pişiricilerinden başka, ellibin usta vardı. Ağaç, tahta, çivi, kapı ne varsa hazırlattı. Binâyı yaptı ve yedi senede işin sonuna geldi. Allahü teâlânın gökleri ve yeri yarattığından beri o zamana kadar hiç kimsenin yapmadığı yükseklikte bir binâ inşâ edilmişti. Mûsâ aleyhisselâma bu iş ağır geldi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; “Üzülme, ona verdiklerim istidrâctır. Onu âniden hiçe indirir ve yaptıklarının hepsini bir anda yıkarım” buyurdu. Eni, boyu ve yüksekliği hakkında değişik rivâyetler mevcût olan bu binâ çok yüksekti.
Binâ, yukarıya kadar, binek hayvanı ile çıkılacak şekilde yapılmıştı. Fir’avn hayvana binerek, kulenin en üstüne çıktı. Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın oralarda, yükseklerde, semâya yakın yerlerde bulunabileceğini zannetmişti. Aşağıyı, yukarıyı, gökleri, yerleri yaratanın Allahü teâlâ olduğunu, O'nun zamandan ve mekândan münezzeh bulunduğunu, yâni zamanlı, mekânlı olmadığını bilmiyordu. Yukarıya, çok yüksek binâlara çıkmakla bir şey değişmezdi. O da bir farklılık göremedi. Hattâ, söylendiğine göre, şaşkın şaşkın ne yapacağını bilemeyip, boşluğa doğru ok attığı oldu.
Dehhâk'dan (rahmetullahi aleyh) şöyle bildirilmiştir: Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâma emredince, geldi, kanadı ile, o yüksek binâyı sarstı. Bina üç parçaya ayrılıp yıkıldı. Rivâyete göre, binâ yıkılınca binlerce asker öldü. Hattâ binânın yapılmasında emeği geçenlerin hepsi, âfete uğradı. Tuğla ve kiremit pişirenler sonunda başkaları tarafından yakıldılar.
Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anhümâ), Sa'id bin Cübeyr, Katâde, Muhammed bin İshak ve başka âlimler (rahmetullahi aleyhim) bildirdiler ki: Bilindiği gibi, Mûsâ ile Hârûn (aleyhimesselâm), Allahü teâlânın emri ile Fir’avn'a gelmişler ve âlemlerin Rabbinin peygamberi olduklarını tebliğ edip, İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini söylemişlerdi. Allahü teâlâdan açık mûcizeler ile geldiklerini bildirdiklerinde, Hazret-i Mûsâ ile müsâbakaya çıkan sihirbazlar; onun peygamber olduğunu anlayıp, hep birden îmân ederek secdeye kapanmışlardı. Hak teâlânın düşmanı olan Fir’avn da onlara türlü türlü eziyetler yapmış; ellerini, ayaklarını kestikten sonra hurma dallarına astırarak şehîd etmişti. Bununla berâber, mağlûb ve perişân olduğu belli idi. Bundan sonra Fir’avn kendi kavmine, İsrâiloğullarına daha çok baskı yapmalarını, güçlerinin üstünde işler yüklemelerini emretti. Çünkü, zulümde ileri giden Kıbt kavminin gücü, ancak buna yetiyordu.
Kıptîlerden biri, İsrâiloğullarından birine gelir ve; “Hadi, beni tâkib et” diye götürüp; “Etrâfı süpür, ot kes, hayvanlarımı otlat ve bana su çek.” derdi. Kıptî bir kadın gelir, İsrâiloğullarından bir kadına dayanamayacağı işler verir, buna rağmen yiyecek, ekmek vermezdi. Öğle vakti olunca; “Gidin, yiyecek bir şey kazanın” derlerdi. İsrâiloğulları dayanamayıp bu durumda Mûsâ aleyhisselâma şikayette bulundular. O da sabretmelerini söyledi. Sonunda Allahü teâlânın onları kurtaracağını müjdeledi. Bu husûsta A’râf sûresinin 128 ve 129. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) kavmine dedi ki: “Düşmanlarınıza karşı size yardım etmesi için Allahü teâlâdan yardım dileyin. Allahü teâlânın sizi onlardan kurtaracağı vakit gelinceye kadar onların ezâlarına sabredin. Muhakkak ki arz (Mısır ve başka her yer) Allahü teâlânın mülküdür. Onu kullarından dilediğine verir. Allahü teâlânın yardımı ve nihâi zafer, müttekîler (Allahü teâlâdan korkanlar) içindir.
İsrâiloğulları Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Sen bize peygamber olarak gelmeden önce de, peygamber olarak geldikten sonra da biz hep eziyet gördük” dediler.”
(Rivâyete göre, Fir’avn ve kavmi, Mûsâ aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden evvel, İsrâiloğullarını, her gün öğleye kadar ücretsiz olarak çalıştırırlar, sâdece yemek verirlerdi. Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olarak gönderilmesinden sonra, İsrâiloğullarına karşı daha şiddetli davranmaya başladılar. Artık, bütün gün zorla, ücretsiz olarak çalıştırırlar, üstelik yemek de yedirmezlerdi. Bu durumu Hazret-i Mûsâ'ya arzettiler.) Mûsâ (aleyhisselâmda onlara; "Ümîd olunur ki, yakın zamanda Rabbiniz, düşmanınızı helâk eder ve onların yerinde sizi iskân eder. (Sizi onların yerine yerleştirir...) dedi...”
Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'nın asâ ve yed-i beydâ mûcizelerine inanmayıp; küfür, kötülük ve zulme devam edince, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Sen de bilirsin ki; kulun Fir’avn yeryüzünde azgınlık ve taşkınlık yaptı. İsyân etti. Kibirlenip, haddi aştı. Kavmi de ona tâbi oldu. Yâ Rabbî! Onları cezâlandır. Perişan et. Kavmimi azîz eyle ki, sonra gelenler için ibret olsun!” diye duâ etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ, mûcize olarak ona birbiri ardınca alâmetler verdi. Senelerce Fir’avn ve kavmine belâ gönderdi. Mahsullerini azalttı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Tahrîm sûresinin 11. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ, îmân edenlere Fir’avn’ın hanımını (Âsiye binti Müzahim'i) bir misâl yaptı. O, (iman etmesi sebebiyle kendisine işkence yapılırken); “Yâ Rabbî! Benim için, nezdinde, Cennet’te bir ev yap. Beni, câhil Fir’avn'dan (onun habis nefsinden, bozuk çevresinden), bâtıl, kötü amelinden (küfür ve isyânından) ve zâlim olan kavmin (Kıbt kavminden olup, zulümde ona tâbi olanların) şerrinden koru” demişti.”
Mûteber kaynaklarda bildirildiğine göre; Âsiye, Fir’avn’ın hanımı idi. Fakat Fir’avn’ın aksine; iyiliksever, şefkâtli, merhametli, zulüm ve haksızlığı aslâ hoş görmeyen bir hanımdı. Zâten senelerce önce, bir sandık içinde sarayın bahçesine gelen Mûsâ aleyhisselâmı alıp; onu evlat edinmesi ve Fir’avn’ın zarar vermesinden koruması da, bu güzel hasletleri sebebiyle idi.
Hazret-i Mûsâ'nın sihirbazlarla karşılaşıp, sahirlerin mağlûb olmaları ve hepsinin secdeye kapanarak îmân etmelerinden sonra, Âsiye de îmân etmişti. Fir’avn gibi azılı bir Allah düşmanının hanımı olması, onun îmân nîmetiyle şereflenmesine mâni olamadı.
Rivâyete göre, Âsiye, bir müddet îmânını gizledi. Îmân ettikten sonra, Allahü teâlânın emirlerine sıkı sıkıya bağlandı. Helâ ihtiyâcı olduğunu bahane ederek helâya gider, gizli gizli orada Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Mâşita Hâtun'un şehîd edilmesine kadar bu hâl böyle devam etti.
Âsiye Hâtun, Mâşita Hâtun'a ve çocuklarına yapılanları saray penceresinden tâkip ediyordu. Nihâyet dayanamayıp Fir’avn'a geldi ve böyle yapmamasını ve bu kadar zâlim olmamasını söyledi. Âsiye, bir faydası olmayacağını anlayınca, tekrar yukarı çıktı. Yine, pencereden, olanları tâkibe devam etti. Mâşita'nın şehîd edilmesini, Allahü teâlânın ona yaptığı ihsân ve ikrâmları, meleklerin rûhunu alarak yükselttiklerini, Allahü teâlânın izniyle hep gördü. Yakîni arttı ve Allahü teâlâya olan îmânı çok kuvvetlendi.
O, olanların te’siriyle âdetâ kendinden geçmiş bir hâlde iken, Fir’avn geldi. Mâşita'ya yaptıklarını ona anlatmaya başladı. Âsiye; “Ey Fir’avn! Sana yazıklar olsun. Allahü teâlâya karşı nasıl böyle yaptın?” dedi. Bu sözleri pek anlayamayan Fir’avn; “Yoksa sen de onun gibi aklını mı kaçırdın?” dedi. Âsiye artık îmânını gizlemedi: “Hayır! Ben aklımı kaybetmedim. Esas deli sensin. Âciz bir mahlûk iken, tanrı olduğunu zannedersin. Ben, benim, senin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya îmân ettim” dedi. Fir’avn ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Hemen kayınvalidesini çağırarak; “Kızın da Mâşita gibi aklını kaçırdı. Ona bir çâre bul” dedi. Sonra; “Yâ Mûsâ'nın ilâhına küfredersin, veya ölümü tadarsın” diye Âsiye'yi tehdit etti.
Fir’avn oradan ayrıldıktan sonra; annesi, Âsiye'ye, Fir’avn’ın söylediklerini kabûl etmesini, aksi hâlde uğrayacağı âkıbeti tahmin edeceğini bildirdi. Yâni Fir’avn’ın emrettiklerini söylemesini istedi. O ise kabûl etmedi, ve; “Sen benim Allahü teâlâya küfretmemi, inanmamamı mı istiyorsun! Hayır. Vallahi bunu hiç bir zaman yapamam” dedi. Fir’avn bunu duyunca onu getirtti ve dört direk arasına gerip, eziyet ettirdi. “Eğer Mûsâ'nın dîninden dönmezse, ona öyle bir iş işlerim ki, bütün âleme ibret olur” dedi. Bütün tehdit ve eziyetlere rağmen, o sağlam îmânından dönmedi.
Fir’avn, bu husûsta, en yakını, hanımı olan Âsiye'ye bile en ağır işkenceleri yapmaktan çekinmedi. Bir ağaca, ellerinden ve ayaklarından olmak üzere mıhlattırdı. Yere yatırtarak üzerine değirmen taşı koydurdu.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Fir’avn, hanımı Âsiye'yi dört direğe bağlatıp sırtüstü yere yatırttı. Güneşin sıcağına karşı idi. Göğsü üzerine de değirmen taşı koydurdu.” Fir’avn, bununla iktifâ etmeyip, üzerine büyük kaya atılmasını böylece, çok elem verici büyük eziyet, işkence yapılmasını emretti. Fakat bu sırada rûhunu teslim etmiş olduğundan, o kaya, cesedi üzerine atılmış oldu.
Selmân-ı Fârisî'den (radıyallahü anh) gelen bir rivâyete göre; “Âsiye'ye (radıyallahü anhâ) işkence edilirken, elleri ayakları bağlanarak, kızgın güneş altına bıraktıkları zaman, Fir’avn ve yanındakiler oradan ayrıldıktan sonra, melekler gelip Âsiye'ye gölgelik yaparlardı.”
Bir defâsında, Hazret-i Âsiye'ye yine böyle eziyet edilirken, Mûsâ aleyhisselâm da oradan geçiyordu. Âsiye parmağıyla işâret ederek, durumunu bildirmek istedi. Hazret-i Mûsâ duâ etti. O da, artık yapılan eziyet ve sıkıntılardan hiç acı duymaz oldu.
Bundan evvel azâb içinde iken; âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Benim için nezdinde Cennet’te bir ev yap! Beni câhil Fir’avn'dan, bâtıl kötü amelinden ve zâlim olan kavmin şerrinden koru!” şeklinde duâ edince, Allahü teâlâ tarafından kendisine; “Başını kaldır!” diye ilham olundu. Başını kaldırıp baktığında gözünden perde kaldırılıp, Cennet’te kendisi için beyaz inciden yapılmakta olan köşkü gördü. Artık yapılan eziyetlerden acı duymuyor, Cennet’te kendisi için yapılan köşkü seyrediyor ve gülüyordu.
Bu hal, Fir’avn'u daha çok kızdırıyordu. İşkence ettiği kimsenin acılar içinde kıvranmasını, nihâyet dayanamayıp, kendisine yalvararak af dilemesini bekliyordu. Fakat bu, değil af dileyip yalvarmak, üstelik gülüyor ve tebessüm ediyordu. Bu durum karşısında Fir’avn da; “Deliye bakın, azâb içinde gülüyor” demekten kendini alamıyordu.
Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olduğunu bildirmesinden ve insanları Hakk'a dâvet etmeye başlamasından sonra uzun seneler geçti. Hazret-i Mûsâ onları, Allahü teâlâya îmâna dâvet ettikçe, Fir’avn’ın azgınlığı artıyor, ne yapacağını şaşırıyordu. İnsanlara, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) inanmamalarını söylüyor; “Benden başka ilâhınız yoktur” diyordu. Bu husûsta Kasas sûresinin 36-37 ve 38. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâmonlara, Rab olduğumuza delâlet eden alâmetler, açık mûcizeler ile geldiğinde, onlar; “Bu mûcize diye gösterilen şey, ancak uydurulmuş, sihirden başka bir şey değildir. Biz bu, sihri veya peygamberlik iddiâsını evvelki atalarımızdan işitmedik” dediler.
Mûsâ (aleyhisselâmdedi ki: “Allahü teâlâ tarafından kimin hidâyetle (peygamberlikle) geldiğini ve hayırlı âkıbetin (Cennet’in) kime nasîb olacağını Rabbim çok iyi bilir (ki onlar hak üzeredirler. Siz ise bâtıl üzeresiniz. Yalan, sihir, küfür ve başka fesâdlar ile kendilerine zulmeden) zâlimler aslâ felâh bulmazlar. (Dünyâda hidâyete, âhırette ise güzel âkıbete nâil olamazlar. Siz de zâlim olduğunuz için kurtuluş bulamazsınız.)”
Fir’avn, (Hazret-i Mûsâ'nın bu sözlerinden sonra, herhangi bir cevap veremedi. Cevap verememenin mahcûbiyet ve ezikliğini gizleyerek); “Ey eşrâf! Ben sizin için, benden başka bir ilâh bilmiyorum. Şimdi ey Hâmân! Haydi, çamurdan tuğla yap da benim için yüksek bir köşk binâ et! Olur ki, ben ona çıkarım da Mûsâ'nın ilâhına bakarım. Doğrusu ben, onu yalancılardan zannediyorum” dedi.”
Gâfir (Mü’min) sûresinin 36 ve 37. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, veziri Hâmân'a dedi ki: “Benim için yüksek bir köşk binâ eyle! Olur ki onda göklerin yollarına ve kapılarına erişirim de Mûsâ'nın ilâhına bakarım. (Mûsâ; beni âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ peygamber olarak gönderdi diyor. Ben onun ilâhına muttalî olur, Mûsâ'nın sözlerinin doğru mu, yalan mı olduğunu ondan sorar, anlarım.) Ama, muhakkak ki ben, onu (ilâhının benden başka birisi olduğunu iddiâ etmesi husûsunda ve peygamberlik dâvasında) yalancılardan zannediyorum.”
İşte böylece (şeytan tarafından) ona kötü, çirkin amelleri, süslü, güzel gösterildi de o din yolundan, tevhid yolundan döndü, ayrıldı. Fir’avn’ın işleri, hîleleri; âhırette dâimî ziyânkarlıktan, hüsrândan başka bir şey değildir. (Zîrâ o, az ve fânî olan dünyâ hayatını seçti, nihâyeti olmayan ve bakî olan âhıret için hazırlanmayı terketti. Bundan daha büyük ziyân ve hüsrân olabilir mi?)
Tefsîr âlimleri bildiriyorlar ki, Fir’avn’ın bu sözünde tenâkuz, uygunsuzluk vardır. Çünkü kendinden başka mâbud bilmediğini, öyle bir mâbud bulunmadığını söylediği hâlde, Hazret-i Mûsâ'nın mâbudunu aramak için bir takım hazırlıklara, külfetlere girişti. Bunun için yüksek binâ, kule yapıp oraya çıkmaya gayret etti. Hâmân'a ihtiyaç arzetti. İlâh olmak için bütün bunlar noksanlıktır. İlâh, bir şey yapmak dileyince, hemen yapıverir. Bunun için başkalarından yardım istemez.
Hem, kendisinden başka bir ilâh varsa, semâ cihetinde olabileceğini düşünerek, oralarda aramaya çalıştı. Yâni hem kendisinden başka ilâh bulunmadığını söyledi, hem de bulunacağını düşünerek göklerde aramaya uğraştı. Yâni, alçaklık ve kibrinin son haddinde olması hasebiyle ilâhlık iddiâ edecek kadar azgınlaşmış ise de, hakîkatte kendisinin bir ilâh olamayacağını ve ne kadar âciz olduğunu biliyordu. Bilmeseydi, göklerde başka ilâh aramaya çalışmaz ve Mûsâ aleyhisselâmdan inanmak için, düşüneyim diye mühlet istemezdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


“Ravdat-üs-safâ”, “Mir’ât-ı Kâinat” ve “Târih-i Taberî”nin Osmanlıca tercümesi gibi eserlerde özetle şöyle anlatılmıştır: Mâşita; gelinlerin yüzlerini süsleyen, kadınların saçlarını tarayıp, bakımını yapan kadınlara verilen isimdir. Fir’avn’ın kızının dadılığını yapan bir hanım vardı ve Mâşita Hâtun ismiyle tanınmıştı. Hazret-i Mûsâ'nın dînine inanmıştı. Fakat, Fir’avn’ın şerrinden korunmak için îmânını setreder, ibâdetlerini gizli yapardı.
Mâşita Hâtun bir gün hamamda Fir’avn’ın kızının saçını tararken, tarak birden elinden düştü. Uzanıp tarağı alırken gayr-i ihtiyârî olarak; “Bismillah” deyiverdi. Kız buna şaşırarak; “Ey dadı! Bu söylediğin kimin adıdır. Faydası nedir?” dedi. Mâşita; “Bu ad, pâdişahlar pâdişahının adıdır ki, Fir’avn'a pâdişahlığı veren de O'dur. Bütün mevcudâtı yaratan da O’dur” dedi. Kız sinirlenerek; “Ey dadı! Benim babamdan başka ilâh vardır diyorsun ha! Sen babamın adını değil de, başkasının adını ilâh olarak nasıl ağzına alırsın?” dedi.
Mâşita buna cevap olarak; “Evet yavrum. Allahü teâlâ vardır. O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yerleri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi yoktan var eden, seni, beni, babanı kısacası var olan her şeyi yaratan bir Allah vardır. Ben o bir olan, kendisinden başka hakîkî mâbud bulunmayan yegâne mâbuda inanıyorum. Baban ise, haşa bir ilâh değildir. Her şey gibi o da yüce Allah'ın bir mahlûkudur. Babana bu mülkü, pâdişahlığı veren O yüce Allah'tır” dedi.
Kıza bu sözler çok ağır geldi. Daha da kızarak olanları Fir’avn'a haber verdi. O da, derhal Mâşita'yı yanına çağırtarak dedi ki: “Sen benden başka bir tanrıya mı inanıyorsun? Söyle, yeryüzünde benden başka bir tanrı mı vardır?” Mâşita, artık hiç bir şeyi gizlemedi. Çünkü her şey anlaşılmıştı. Kıza söylediklerini aynen ona da söyleyip; “Ey Fir’avn! Sen de biliyorsun ki, sen bir ilâh değilsin. Herkes gibi sen de, âciz bir kulsun. Seni ve her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Sen fânîsin, her fânî gibi senin de sonun gelecek ve öleceksin. Fakat benim Rabbim olan Allahü teâlâ fânî değildir. Bakî ve ebedîdir. Mûsâ aleyhisselâm O'nun peygamberidir.”
Mel’ûn Fir’avn, bu sözlere çok kızdı. Onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek azâb içinde can vermesine karar verdi. Kin ve intikâm hırsı her tarafını kapladığından, görülmemiş ve en alçak eziyetleri yapmaktan çekinmedi. Böylece intikâmını yavaş yavaş alacak, habis rûhu bundan zevk duyacaktı. Ayrıca bunu yapmakla, başkalarının îmân etmesine mâni olmaya, onların gözlerini korkutmaya çalışıyordu. Bunun diğer insanlara ibret ve ders olmasını istiyordu.
Zâlim Fir’avn, o zavallı hâtuna yavaş yavaş işkence etti. Yapmadığını bırakmadı, önce tırnaklarını çektirdi. Kamçılarla vücûdundan kan çıkıncaya kadar kırbaçla vurdurdu. Bunlara rağmen o, dîninden dönmüyor; “Ben ancak bir olan Allah'a inanıyorum” diyordu.
Mâşita'nın, beş yaşında bir kızı ile üç aylık bir oğlu vardı. Fir’avn, çocukları getirtip, beş yaşındaki kızı, Mâşita'nın karşısına geçirdi ve; “Ey Mâşita! Beni tanrı olarak kabûl edersen seni serbest bırakacağım. Aksi hâlde çocuğundan olacaksın” dedi. O ise, bir çocuğun, bir de Fir’avn’ın hâline baktı. Fir’avn çok merhametsiz idi. Buna rağmen; “Ben ancak, bir olan Allah'a inanıyor, O'nu kendime ilâh olarak kabûl ediyorum. Zâten O'ndan başka ilâh da yoktur” dedi.
Fir’avn’ın hiddeti gittikçe artıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Eline geçirdiği bir bıçakla o masum yavruyu, annesinin gözü önünde gırtlağından kesiverdi. Kızcağızın feryâdı, yankılanarak etrâfa yayılırken, Mâşita Hâtunda îmânının kuvvetinden gelen bir vakâr, îmândan ayrılmamakta bir karar vardı ve annelik şefkâtiyle gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyordu. Fir’avn öfkeyle, kızcağızın kanını, annesinin ağzına, yüzüne sürdü. Hiddetle bağırıyordu: “Söyle! Benden başka tanrı var mıdır?” Mâşita'nın dudaklarından ise yine aynı sözler dökülüyordu: “Allah birdir. O'ndan başka ilâh yoktur...”
Bu sefer, kundakta bulunan üç aylık yavruyu getirmelerini emretti. Getirdiler. Annesine yaklaştırdıklarında, uzun zamandır süt emmeyen çocuk, meme aramaya başladı. Mâşita Hâtun, önceki yavrusunun hunharca öldürülmesini düşündü. İkinci ciğerpâresinin de aynı şekilde, gözü önünde katledilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı. Kararını verdi. Görünüşte, Fir’avn’ın emrettiği sözü söyleyecek, fakat kalbinden yine Allahü teâlâya olan îmânını gizleyecekti. Tam o sırada, yavrucağı, kızmış fırının içine atıverdiler. O anda, herkesi titreten, kalpleri ürperten, çoğunun dilinin tutulmasına sebep olan bir haykırış duyuldu. Evet, o üç aylık bebek, Allahü teâlânın kudretiyle dile gelerek; atıldığı o kızgın fırında, ateşler arasından bağrı yanık anasına şöyle sesleniyordu: “Hayır anne hayır! Sakın dîninden dönme! Sabreyle! Hiç şüphe yok ki, ben, Allahü teâlâya vasıl oldum ve O'nun rızâsına kavuştum. Cennet ile senin aranda bir adımdan fazla mesâfenin olmadığını görüyorum. Pek yakında sen de Cennet nîmetlerine kavuşacaksın. Sakın ha dîninden dönme! Az daha sabreyle! Fir’avn'a inanma! Benim, ablamın ve senin için, Rabbimizin hepimize Cennet’te hazırlamış olduğu makâmı görüyorum. O makâmın etrâfında sana hizmet etmek için bekleşen ve pervâne gibi dönen hûrileri de görüyorum.”
Orada bulunanlar, üç aylık yavrunun konuşmasını duydular ve bunların çoğu Hazret-i Mûsâ'ya îmân etti. Mâşita Hâtun, artık ağlamıyor, gülüyordu. Yavrusunun gördüklerini artık o da görüyor ve Cennet nîmetlerine bir an evvel kavuşmak için can atıyordu. Şimdi gördükleri ile kendisi arasında tek bir mâni vardı. O da ölüm. Artık ölümün biran evvel gelmesini arzu ediyordu. Biraz sonra rûhunu teslim edip şehîd oldu; Cennet’teki makâmına, yavrularının yanına uçtu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Vâridât-i ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere; tabîat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları denilmektedir. Bir işin yapılması, bir şeyin elde edilmesi için, bu işin sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâmda bulunmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ:
1- Peygamberlerden aleyhimüsselâm âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydana gelen şeylere; mûcize denir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm mûcize göstermesi lâzımdır.
2- Peygamberlerin aleyhimüsselâm ümmetlerinin evliyâsında, âdet dışı meydana gelen şeylere; kerâmet denir.
3- Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere; firâset denir.
4- Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse; istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhûr edenlere ise sihir, yâni büyü denir.
Allahü teâlâ; mûcize, kerâmet ve firâsetten râzıdır, beğenir. İstidrâcdan ve sâhiplerinden râzı değildir, onları beğenmez. Müslüman olmayanlardan ve sapıklardan âdet dışı olarak zuhûr eden sihirden râzı değildir. Bu şeyler onlar için bir ihsân değil, âhıretteki azâblarını arttırıcı bir sebeptir. Sihir ve benzeri şeyler, bâzı şeylerin sebeplerini yaparak, onların meydana gelmesini sağlamaktır. Bazen da, mevcût olmayan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, dışarıda yok olduğu hâlde, vehimde ve hayâlde var görünür. Bunlar hârika değildir.
Semâvî dinler (Hak dinler), sihri yasaklamıştır. Bu arada, İslâmiyet de, kendinden önceki bütün dinleri nesh ettiği gibi, onlara âit her türlü ibâdet, tören, âyin v.s.’nın yanı sıra, sihri (büyüyü) de yasaklamıştır. İslâm âlimleri, eserlerinde sihri, çok çirkin bir iş olarak vasıflandırılarak, müslümanların, büyü yapmaktan ve yaptırmaktan kesinlikle uzak durmalarını bildirmişlerdir. “Üç şeyden biri bulunmayan kimsenin, bütün günâhlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke, küfre yakalanmadan ölmek, sihir yapmamak ve din kardeşine hıkd etmemek” hadîs-i şerîfi, sihir yapmanın İslâmiyette yeri olmadığını göstermektedir.
Sihir; ilme, fenne uymayan gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan bir vâsıtadır. Sihri öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için ve hayırlı işler yapmak için öğrenmek de haramdır. Zevcin, zevcesini sevmesi için (Tivele) denilen sihri yapmak, hadîs-i şerîf ile nehy edilmiştir. Bunun haram olduğu “Hâniye” fetvasında da yazılıdır. Sihirde; âyetlerden, sünnet olan duâlardan başka şeyler yazılıdır. Ben her istediğimi yaparım şeklinde küfre sebep olan, îtikâdı olmasa dahi, fitne ve fesâda çalıştığı için, sâhirin, (sihir yapanın), men olunması lâzımdır.
Kehânet; ileride olacak şeyleri haber vermektir. Arrâf; falcı demektir. Çalınan şeylerin yerlerini, çalanları ve sihir yapanları haber verir. Tecrübe ile, hesap ile değil; tahmin ile, zan ile konuşurlar. Yâhud cinden öğreniyoruz derler.
Modern fen ilimleri, sihri (büyüyü) kendi metotları gereği olarak red ederler. Bu hal, o ilimlerin sahasına girmeyen ve metotlarıyla incelenemeyen şeylerin yok olduğu mânâsına gelmez. Ancak, konuları, haricî ve hüküm verme sahalarının dışında olduğu mânâsına gelir. Bu bakımdan sihir, daha pek çok şey gibi modern ilimlerin sahası dışında kalmakta ve varlığı yahut yokluğu laboratuvar teknikleriyle bugün için îzâh ve isbât edilememektedir.
Sihrin beşer (insanlık) târihi kadar eski bir mâzisi vardır. İlk defâ nerede ve nasıl çıktığı bilinmemekle berâber, hak dinden mahrûm kalmış, netîcede bozuk inanışlara yakalanmış insanlar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Bu bedbaht kimseler, çeşitli maksatlarla sihre başvurdular.
İnsanların zaaflarını ve diğer insanlarla olan münâsebetlerinde sağlamak istedikleri menfeat veya zararları gâye edindiler. Maddî yahut mânevî menfeat te’min etmeye veya zarar vermeye ma’tûf, hukûken ve dinen meşrû sayılan yollar haricinde bir takım kuvvetleri yönlendirmek için, çeşitli göz bağcılık ve hîlelerde bulundular. Bu sihir ve efsûn îtiyâdı, her asırda insanlar üzerinde pek muzır te’sirler bıraktı. Hele duâ ile bunu ayırt edemeyen saf kimseler üzerindeki te’siri, daha derin ve daha muzır oldu. Sâhirler (sihirbazlar), ilmin ve san’atın her şûbesinden hayâsızca istifâde yolunu buldular. Bu sebeple, sihrin birçok çeşidi ortaya çıktı. İslâm âlimleri, bu hîlekarları ve hîlekarlıkları, eserlerinde sakınılması gerekli husûslar olarak bildirdiler.
Mısır'da Fir’avn’ın sihirbazları ile Mûsâ aleyhisselâmın arasında geçen vakâlar (hâdiseler) meşhûrdur. Mısır sihirbazları da halka karşı esrârengiz bir sûretle gözbağcılık ederler ve hayâlî şeyleri hakîkat şeklinde gösterirlerdi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Mısır'dan beri, Benî İsrâil arasında sihir ve hokkabazlık, şekil değiştirerek devam etti. Hâtem-ül enbiyâ Muhammed aleyhisselâm, dünyâya teşrîf edip, Tevrât'ın aslından bahsedince, Benî İsrâil o zaman Resûlullah'la mücâdeleye başladı.
“Nübüvvet yoluyla mücâdele edemeyeceğiz. Biz ne yapsak Cebrâil ona haber veriyor” dediler ve Cebrâil aleyhisselâma düşman oldular. Tevrât'ı da büsbütün arkalarına atarak, sihir ve iftirâ yoluna saptılar. Hazret-i Süleymân'a (aleyhisselâm); “Süleymân, Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi. Sihirbaz bir hükümdârdı. Sihirlerini mûcize gibi gösterirdi” diye iftirâ ettiler. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs, Bakara sûresi 102. âyet-i kerîmesinde beyân buyrulmaktadır.
Asr-ı saâdette yahudilerin, Resûl-i ekreme sihrettiğini ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sihri, mübârek vücûdunda hissettiğini, Sahîh-i Buhârî’de hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) haber vermektedir. “Bir kere Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sihir yapılmıştı. Hattâ bâzı şeyleri, işlemediği hâlde yaptım sanırdı. Nihâyet günün birinde tekrar tekrar duâ etti. Sonra bana; “Ey Âişe! Bilir misin? Allah, bana kendisinde şifâm olan şeyi bildirdi ki, bana iki kişi geldi. (Cibrîl ve Mîkâil). Bunlardan biri baş ucumda, öbürü de ayak ucumda oturdu ve biri öbürüne; “Bu zâtın hastalığı nedir?” diye sordu. O da; “Sihirlenmiştir” diye cevap verdi. “Kim sihir yapmıştır?” diye suâline de, öbür melek; “Lebîd bin A’sam” diye cevap verdi. Sonra; “Bu sihir ne ile yapılmıştır?” diye sordu. O da; “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine” diye cevap verdi. “Nerede yapılmıştır?” suâline de; “Zevân kuyusunda” diye cevap verdi.” (Zevan; Medîne'de, Beni Züreyk kabîlesinin bahçesinde bulunan bir kuyudur.)
Kur'ân-ı kerîmdeki, Felâk ve Nâs sûresinin sebeb-i nüzûlü hakkında bildirildi ki: Yahudi tâifesinden Lebîd bin A’sam isminde bir yahudi, sihir yapmak için, Resûlullah'a hizmet eden bir yahudi çocuğu vâsıtasıyla, mübârek başının kıllarından bir kaç tel elde etti. Sonra kızlarıyla birlikte, o mübârek kılları bir ip ile onbir düğüm bağlayıp, kuyuya bir taş ile bastırıp bıraktılar. Bu sebeple Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hasta oldular. Cebrâil aleyhisselâm gelip, o sihrin yerini haber verdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya; Ali, Zübeyr, Talhâ ve Ammâr'ı (radıyallahü anhüm) gönderdi. Onlar kuyunun suyunu çekip, dibinde olan taşı kaldırdılar ve altından bir ipliği onbir düğümle düğümlenmiş olduğu hâlde buldular. Alıp Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu iki sûrede mevcût onbir âyetten, her birini okudukça düğümün biri çözüldü ve vücûd-u şerîfleri sıhhat buldu. Eshâb-ı kirâm, yahudinin öldürülmesi için izin istediklerinde, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) izin buyurmayıp kendisine de bir şey demediler.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak, Allahü teâlânın hıfz ve himâyesine sığındı. Meâlen buyruldu ki: “Ve ipi, efsûnla düğümleyenlerin şerrinden… (Allahü teâlâya sığınırım).” (Felâk sûresi: 4)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Onu öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Efendi’nin, “El-Münîre” kitabında diyor ki: İslâmiyet; Allahü teâlânın ve Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) emir ve yasak ettiği şeyler demektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat şeriata uymayan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
“Hadikat-ün-nediyye”de, bedenin afetleri bölümünde yazılı olan hadîs-i şerîfte buyruluyor ki: “Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır.” Tetayyur, uğursuzluğa inanmaktır. Kâhinlik, cinden bir arkadaş edinip, olmuş şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve bunları başkalarına bildirmektir. Cinle tanışan falcılar ve yıldıznâmeye bakıp, sorulan her şeye cevap verenler böyledir. Bunlar ve büyücülere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile, Allahü teâlâdan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur.
Sihir yâni büyü yapmamalıdır ve sihir yaptırmamalıdır. Küfre en yakın olan, en fenâ haramdır. Sihre âit ufak bir şey yapmamaya çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Müslüman sihir yapamaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, sihri te’sir eder.”
İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sihir yaparken, küfre sebep olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır.” Sihir, insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede ve rûha te’sir eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te’sir eder. Sihrin te’siri kat’î değildir. İlâcın te’siri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse te’sirini yaratır. İstemezse, hiç te’sir ettirmez. Şu hâlde, bir sâhir (sihir yapan), sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te’sir eder diyen ve inanan kimse îmânsız olur. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, te’sir edebilir demelidir. Büyü yapılmış olan kimse; “Mevâhib-i ledünniyye tercümesi” ikinci cildi, yüzseksenyedinci sahifesindeki ve Arabî “Teshil-ül-menafi” sonundaki âyet-i kerîmeleri ve duâyı yazıp, üzerinde taşırsa şifâ bulur. Bir miktar suya, Âyet-el-kürsi, İhlâs ve Mu’avvizeteyn okumalı; büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli, kalan ile gusül abdesti almalıdır. Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur.
Akşam-sabah şu duâyı okuyan kimse, sihir ve zâlimlerin şerrinden emîn olur. Duâ şudur: “Bismillâhirrahmânirrahîm, bismiliâhillezî lâ yedurru ma'asmihî şey'ün fil-erdı velâ fis-semâi ve hüvessemiul'alîm.”
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi; Kalk namaz kıl ve duâ et. Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız; müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri, alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget