Vâridât-i ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere; tabîat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları denilmektedir. Bir işin yapılması, bir şeyin elde edilmesi için, bu işin sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâmda bulunmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ:
1- Peygamberlerden aleyhimüsselâm âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydana gelen şeylere; mûcize denir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm mûcize göstermesi lâzımdır.
2- Peygamberlerin aleyhimüsselâm ümmetlerinin evliyâsında, âdet dışı meydana gelen şeylere; kerâmet denir.
3- Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere; firâset denir.
4- Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse; istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhûr edenlere ise sihir, yâni büyü denir.
Allahü teâlâ; mûcize, kerâmet ve firâsetten râzıdır, beğenir. İstidrâcdan ve sâhiplerinden râzı değildir, onları beğenmez. Müslüman olmayanlardan ve sapıklardan âdet dışı olarak zuhûr eden sihirden râzı değildir. Bu şeyler onlar için bir ihsân değil, âhıretteki azâblarını arttırıcı bir sebeptir. Sihir ve benzeri şeyler, bâzı şeylerin sebeplerini yaparak, onların meydana gelmesini sağlamaktır. Bazen da, mevcût olmayan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, dışarıda yok olduğu hâlde, vehimde ve hayâlde var görünür. Bunlar hârika değildir.
Semâvî dinler (Hak dinler), sihri yasaklamıştır. Bu arada, İslâmiyet de, kendinden önceki bütün dinleri nesh ettiği gibi, onlara âit her türlü ibâdet, tören, âyin v.s.’nın yanı sıra, sihri (büyüyü) de yasaklamıştır. İslâm âlimleri, eserlerinde sihri, çok çirkin bir iş olarak vasıflandırılarak, müslümanların, büyü yapmaktan ve yaptırmaktan kesinlikle uzak durmalarını bildirmişlerdir. “Üç şeyden biri bulunmayan kimsenin, bütün günâhlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke, küfre yakalanmadan ölmek, sihir yapmamak ve din kardeşine hıkd etmemek” hadîs-i şerîfi, sihir yapmanın İslâmiyette yeri olmadığını göstermektedir.
Sihir; ilme, fenne uymayan gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan bir vâsıtadır. Sihri öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için ve hayırlı işler yapmak için öğrenmek de haramdır. Zevcin, zevcesini sevmesi için (Tivele) denilen sihri yapmak, hadîs-i şerîf ile nehy edilmiştir. Bunun haram olduğu “Hâniye” fetvasında da yazılıdır. Sihirde; âyetlerden, sünnet olan duâlardan başka şeyler yazılıdır. Ben her istediğimi yaparım şeklinde küfre sebep olan, îtikâdı olmasa dahi, fitne ve fesâda çalıştığı için, sâhirin, (sihir yapanın), men olunması lâzımdır.
Kehânet; ileride olacak şeyleri haber vermektir. Arrâf; falcı demektir. Çalınan şeylerin yerlerini, çalanları ve sihir yapanları haber verir. Tecrübe ile, hesap ile değil; tahmin ile, zan ile konuşurlar. Yâhud cinden öğreniyoruz derler.
Modern fen ilimleri, sihri (büyüyü) kendi metotları gereği olarak red ederler. Bu hal, o ilimlerin sahasına girmeyen ve metotlarıyla incelenemeyen şeylerin yok olduğu mânâsına gelmez. Ancak, konuları, haricî ve hüküm verme sahalarının dışında olduğu mânâsına gelir. Bu bakımdan sihir, daha pek çok şey gibi modern ilimlerin sahası dışında kalmakta ve varlığı yahut yokluğu laboratuvar teknikleriyle bugün için îzâh ve isbât edilememektedir.
Sihrin beşer (insanlık) târihi kadar eski bir mâzisi vardır. İlk defâ nerede ve nasıl çıktığı bilinmemekle berâber, hak dinden mahrûm kalmış, netîcede bozuk inanışlara yakalanmış insanlar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Bu bedbaht kimseler, çeşitli maksatlarla sihre başvurdular.
İnsanların zaaflarını ve diğer insanlarla olan münâsebetlerinde sağlamak istedikleri menfeat veya zararları gâye edindiler. Maddî yahut mânevî menfeat te’min etmeye veya zarar vermeye ma’tûf, hukûken ve dinen meşrû sayılan yollar haricinde bir takım kuvvetleri yönlendirmek için, çeşitli göz bağcılık ve hîlelerde bulundular. Bu sihir ve efsûn îtiyâdı, her asırda insanlar üzerinde pek muzır te’sirler bıraktı. Hele duâ ile bunu ayırt edemeyen saf kimseler üzerindeki te’siri, daha derin ve daha muzır oldu. Sâhirler (sihirbazlar), ilmin ve san’atın her şûbesinden hayâsızca istifâde yolunu buldular. Bu sebeple, sihrin birçok çeşidi ortaya çıktı. İslâm âlimleri, bu hîlekarları ve hîlekarlıkları, eserlerinde sakınılması gerekli husûslar olarak bildirdiler.
Mısır'da Fir’avn’ın sihirbazları ile Mûsâ aleyhisselâmın arasında geçen vakâlar (hâdiseler) meşhûrdur. Mısır sihirbazları da halka karşı esrârengiz bir sûretle gözbağcılık ederler ve hayâlî şeyleri hakîkat şeklinde gösterirlerdi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Mısır'dan beri, Benî İsrâil arasında sihir ve hokkabazlık, şekil değiştirerek devam etti. Hâtem-ül enbiyâ Muhammed aleyhisselâm, dünyâya teşrîf edip, Tevrât'ın aslından bahsedince, Benî İsrâil o zaman Resûlullah'la mücâdeleye başladı.
“Nübüvvet yoluyla mücâdele edemeyeceğiz. Biz ne yapsak Cebrâil ona haber veriyor” dediler ve Cebrâil aleyhisselâma düşman oldular. Tevrât'ı da büsbütün arkalarına atarak, sihir ve iftirâ yoluna saptılar. Hazret-i Süleymân'a (aleyhisselâm); “Süleymân, Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi. Sihirbaz bir hükümdârdı. Sihirlerini mûcize gibi gösterirdi” diye iftirâ ettiler. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs, Bakara sûresi 102. âyet-i kerîmesinde beyân buyrulmaktadır.
Asr-ı saâdette yahudilerin, Resûl-i ekreme sihrettiğini ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sihri, mübârek vücûdunda hissettiğini, Sahîh-i Buhârî’de hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) haber vermektedir. “Bir kere Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sihir yapılmıştı. Hattâ bâzı şeyleri, işlemediği hâlde yaptım sanırdı. Nihâyet günün birinde tekrar tekrar duâ etti. Sonra bana; “Ey Âişe! Bilir misin? Allah, bana kendisinde şifâm olan şeyi bildirdi ki, bana iki kişi geldi. (Cibrîl ve Mîkâil). Bunlardan biri baş ucumda, öbürü de ayak ucumda oturdu ve biri öbürüne; “Bu zâtın hastalığı nedir?” diye sordu. O da; “Sihirlenmiştir” diye cevap verdi. “Kim sihir yapmıştır?” diye suâline de, öbür melek; “Lebîd bin A’sam” diye cevap verdi. Sonra; “Bu sihir ne ile yapılmıştır?” diye sordu. O da; “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine” diye cevap verdi. “Nerede yapılmıştır?” suâline de; “Zevân kuyusunda” diye cevap verdi.” (Zevan; Medîne'de, Beni Züreyk kabîlesinin bahçesinde bulunan bir kuyudur.)
Kur'ân-ı kerîmdeki, Felâk ve Nâs sûresinin sebeb-i nüzûlü hakkında bildirildi ki: Yahudi tâifesinden Lebîd bin A’sam isminde bir yahudi, sihir yapmak için, Resûlullah'a hizmet eden bir yahudi çocuğu vâsıtasıyla, mübârek başının kıllarından bir kaç tel elde etti. Sonra kızlarıyla birlikte, o mübârek kılları bir ip ile onbir düğüm bağlayıp, kuyuya bir taş ile bastırıp bıraktılar. Bu sebeple Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hasta oldular. Cebrâil aleyhisselâm gelip, o sihrin yerini haber verdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya; Ali, Zübeyr, Talhâ ve Ammâr'ı (radıyallahü anhüm) gönderdi. Onlar kuyunun suyunu çekip, dibinde olan taşı kaldırdılar ve altından bir ipliği onbir düğümle düğümlenmiş olduğu hâlde buldular. Alıp Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu iki sûrede mevcût onbir âyetten, her birini okudukça düğümün biri çözüldü ve vücûd-u şerîfleri sıhhat buldu. Eshâb-ı kirâm, yahudinin öldürülmesi için izin istediklerinde, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) izin buyurmayıp kendisine de bir şey demediler.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak, Allahü teâlânın hıfz ve himâyesine sığındı. Meâlen buyruldu ki: “Ve ipi, efsûnla düğümleyenlerin şerrinden… (Allahü teâlâya sığınırım).” (Felâk sûresi: 4)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Onu öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Efendi’nin, “El-Münîre” kitabında diyor ki: İslâmiyet; Allahü teâlânın ve Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) emir ve yasak ettiği şeyler demektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat şeriata uymayan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
“Hadikat-ün-nediyye”de, bedenin afetleri bölümünde yazılı olan hadîs-i şerîfte buyruluyor ki: “Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır.” Tetayyur, uğursuzluğa inanmaktır. Kâhinlik, cinden bir arkadaş edinip, olmuş şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve bunları başkalarına bildirmektir. Cinle tanışan falcılar ve yıldıznâmeye bakıp, sorulan her şeye cevap verenler böyledir. Bunlar ve büyücülere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile, Allahü teâlâdan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur.
Sihir yâni büyü yapmamalıdır ve sihir yaptırmamalıdır. Küfre en yakın olan, en fenâ haramdır. Sihre âit ufak bir şey yapmamaya çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Müslüman sihir yapamaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, sihri te’sir eder.”
İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sihir yaparken, küfre sebep olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır.” Sihir, insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede ve rûha te’sir eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te’sir eder. Sihrin te’siri kat’î değildir. İlâcın te’siri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse te’sirini yaratır. İstemezse, hiç te’sir ettirmez. Şu hâlde, bir sâhir (sihir yapan), sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te’sir eder diyen ve inanan kimse îmânsız olur. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, te’sir edebilir demelidir. Büyü yapılmış olan kimse; “Mevâhib-i ledünniyye tercümesi” ikinci cildi, yüzseksenyedinci sahifesindeki ve Arabî “Teshil-ül-menafi” sonundaki âyet-i kerîmeleri ve duâyı yazıp, üzerinde taşırsa şifâ bulur. Bir miktar suya, Âyet-el-kürsi, İhlâs ve Mu’avvizeteyn okumalı; büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli, kalan ile gusül abdesti almalıdır. Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur.
Akşam-sabah şu duâyı okuyan kimse, sihir ve zâlimlerin şerrinden emîn olur. Duâ şudur: “Bismillâhirrahmânirrahîm, bismiliâhillezî lâ yedurru ma'asmihî şey'ün fil-erdı velâ fis-semâi ve hüvessemiul'alîm.”
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi; Kalk namaz kıl ve duâ et. Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız; müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri, alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez.”
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.