Ümmet arasında sâlih mü’minlerden meydana gelen âdet dışı şeylere denir. Firâset; lügatte, bakmak, sezmek istidlâl etmek ve içe doğmak mânâlarına gelir. Ayrıca, “Rûhun ilâhî bir kuvvetle, düşünme ve tefekküre yer vermeden, gaybî sırları bilip, anlaması, sezmesidir” şeklinde de târif edilebilir. Böylece; îtikâdı doğru, işleri, Allahü teâlânın emrine ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uygun, haram, mekruh ve şüphelilerden sakınan sâlih kimselerin; bilgi, delil ve tecrübelerle elde ettiği yüksek meziyetleri sâyesinde, insanların hâllerini çabuk kavrayıp isâbetli karar vermesi firâset olarak bilinmektedir. Bu hâle sâhip olana ise firâset sâhibi denmektedir. Firâset sâhibi; te’vil, zan ve tahmine kaçmadan, ilk bakışta, karşıdakinin niyetine göre maksadı isâbet ettiren yâni hemen anlayandır.
Firâset, sâlih müslümanda bulunan üstün bir meziyettir. Nitekim Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) “Mü’minin firasetinden korkunuz (sakınınız). Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar” (görür) buyurdukları meşhûrdur.
Firaset sâhibi olabilmenin ilk şartı, doğru bir îmân sâhibi yâni Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikâdında olmaktır. Sonra da İslâmiyetin emirlerini yapıp, haramlardan sakınmak, İslâmiyetin beğenmediği kötü işlerden uzak durmaktır. Bütün bunlara kavuşabilmek için, kalbin her an Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olması, bütün âzâların sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine tam uyması, hep helâl lokma yemesi gerekmektedir.
Bir kimse zâhirîni güzel ahlâk ile süsleyince ve her an Allahü teâlâyı zikrederek, kalbinden bütün kötü his ve düşünceleri ve dünyâ sevgisini çıkarınca, ilâhi sırlar kalbine dolar. Böylece o kalbin sâhibi olan kimse, bu sırları anlar ve onlardan haberdâr olur. İnsanın kalbi, kötülüklerden temizlenip böyle parlayınca, başka gönüllerde saklı olan şeyleri de keşfedebilir. Sâlih müslümanlara verilen bu haslet, Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânıdır. Firâset, îmânın kuvveti nispetinde hâsıl olur. Îmânı kuvvetli olan kimsenin firâseti de keskindir.
Vâsıtî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Firaset, kalbde parıldayan nûrun ışığıdır, kalbde yerleşmiş bir mârifettir. Bu nûr ve mârifet sebebiyle gaybın sırları (insanların kalblerinde bulunan sırlar), başka kimsenin kalbinden, bakan kimsenin kalbine nakledilir. Böylece firâset sâhibi olan kimse, eşyâyı, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği firâset nûru ile, göründüğü gibi değil; olduğu, gösterdiği şekilde görür. Onun için de insanların kalbinde bulunanları haber verir.”
Abdülhalık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhâra'ya dönerdi. Bir aşûre günü talebelerine ders veriyordu. Evliyâlık hâllerini anlatıyordu. Görünüşü müslüman kıyafetinde olan bir genç kapıdan girip, talebelerin arasına oturdu. Abdülhâlık hazretleri arada sırada o gence bakıyordu. Bir müddet onun sohbetini dinleyen genç; “Efendim! Hazret-i Peygamber; “Mü 'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nûru ile bakar” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir?” diye sordu. Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri; “Sırrı şudur ki; belindeki zünnarını (hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı parmak kalınlığında yuvarlak ip) kesip çıkar ve müslüman olmakla şereflen!” buyurdu. Genç îtirâz edip; “Allahü teâlâya sığınırım, benim belimde zünnar mı var?” deyince, Abdülhalık (rahmetullahi aleyh) bir talebesine işâret etti. Talebe, o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde zünnar bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç çok mahcub oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri talebelerine dönerek buyurdu ki: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnarımızı keselim. Îmân, edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnarı kesti, biz de kalbe âit zünnarı keselim. O da, kibir ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa mazhâr olalım” buyurdu. Dostlar arasında şaşılacak hâller göründü. Hazret-i Hâce’nin ayaklarına düştüler, tevbelerini yenilediler. Hep birlikte tevbe ettiler ve kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.
Kettânî dedi ki: “Firâset, îmân makâmlarından bir makâm olup; yakîni keşfetmek ve gaybı gözle görmektir.”
Abdurrahmân es-Sülemî buyurdu ki: “Dedem Amr bin Necîd'den şöyle işittim: “Şâh Şücâ’ Kirmânî'nin çok isâbet eden keskin bir firâseti vardı. Şöyle derdi: “Harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsinin arzularına kapılmaktan koruyanın, devamlı olarak murâkabede bulunanın, içini ve dışını sünnete tâbi olarak süsleyenin ve devamlı helâl lokma yiyenin firâseti şaşmaz.”
Ebû Sa'îd-i Harrâz anlatıyor: Mescid-i Haram'a girdim. Üzerinde iki hırka bulunan bir fakirin, halktan dilendiğini gördüm. İçimden; “Bunun gibisi de halka yük oluyor” dedim. Adam bana bakarak; “Dikkatli olunuz! Allahü teâlâ içinizden geçenleri bilir” dedi. Bunun üzerine derhal içimden istiğfâr ettim. Sonra o kimse bana; “Kullarının tevbesini kabûl eden O'dur” meâlindeki Şuarâ sûresinin 25. âyetini okudu.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.