Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

04/12/20

Feyruz bin Deylemî (r.a.), İran hükümdarının Habeşlileri Yemen’den sürüp çı­kar­mak için gönderdiği İranlıların çocuklarındandır. Hicret’in 10. yılında Müs­lüman ol­du. Re­sû­lul­lah’ı görmek, onun sohbetinde bulunmak için bir heyetle birlikte Medine’ye geldi. Peygamberimize, “Yâ Re­sû­lal­lah, bizim nereden gel­diğimizi biliyorsunuz. Bizler Müslüman olduk. Velimiz, yardımcımız kimler­dir?” diye sordular. Peygamberi­miz, “Allah ve Resûlü!” buyurunca, Feyruz ve arkadaşları, “Allah ve Resûlü bize yeter, biz bunlara razıyız!” dediler.
Feyruz (r.a.) ve arkadaşları Müslüman olmadan önce içkiyi çok içiyorlardı. Bunun haram olduğunu öğrenir öğrenmez bu alışkanlıktan bir anda vazgeçti­ler. Fakat kendilerini meşgul eden bir mesele vardı: Acaba kendisinden içki ya­pılan üzüm de haram kılınmış mıydı? Ellerinde bulunan üzümü ne yapacaklar­dı? Bunu Peygamberimize sordular. Re­sû­lul­lah, “Onu kuru üzüm yapınız.” bu­yurdu. “Kura üzümü ne yapacağız, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sormaları üzerine de Peygamberimiz, hoşaf yapıp içmelerini emretti.
Feyruz’un (r.a.) bir diğer problemi de, iki kız kardeşi birlikte nikâhı altında bu-lun­durmasıydı. Oysa İslamiyet bunu haram kılmıştı. Peygamberimize, ne yap­ması gerekti­ğini sordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Onlardan arzu ettiğini yanında tut, diğerini ise boşa!” buyurdu. Hz. Feyruz, emri derhâl yerine getirdi.[1]
Feyruz ve arkadaşları bir müddet Medine’de kaldıktan sonra Yemen’e döndüler. Burada İslamiyet’e büyük bir hizmette bulundu. Peygamberimiz vefat hastalığı­na yakalandığı sırada Yemen’de ortaya çıkan yalancı peygamber Esvedü’l-Ansî’yi öldürdü. Esved, sihirbaz biriydi. Şerli şeytanlardan bazılarını emri altına almıştı. Halka bazı aca­yip şeyler göstererek onları aldatırdı. Peygamberimiz bu yalancı adamın öldürülmesi için çeşitli yerlere emirler göndermişti. Onun Hz. Feyruz ve arkadaşları tarafından öldürüldüğü gün, Peygamberimiz bir mu­cize olarak bunu sahabilere müjdeledi, “Dün gece Esved el-Kezzâbü’l-Ansî, kardeşlerinizden birinin eliyle öldürüldü!” buyurdu. Saha­bi­ler, “Yâ Re­sû­lal­lah, onu kim öldürdü?” diye sordular. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Onu, salih ve mübarek bir ev halkından mübarek birisi, Feyruz ed-Deylemî öldürdü.” buyurdu. Sahabiler, Allah ve Resûlünün düşmanı bu yalancı adamın öldürülmesini büyük bir sevinçle karşıladılar. Hz. Feyruz’a duada bulundular.
Feyruz (r.a.), Hz. Osman zamanında Yemen’de vefat etti.
Allah ondan razı olsun!

______________________________________
[1]Tabakât, 5: 533-534; Müsned, 4: 232.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Peygamber’in (a.s.m.) müderris ve muallimliğini yaptığı Suffe Medresesi ta­lebelerinin her biri ayrı bir meziyet, ayrı bir kabiliyet, ayrı bir fazilete sahiptir, İnsanın fıtri hususiyetlerini, Kur’âni düstur ve prensiplerin emri çerçevesinde daima dikkat nazarında bulunduran Re­sû­lul­lah, bu ulvi medresenin talebeleri­nin her birinin kalbine nübüvvet nurundan inikaslar sağlamıştı. Suffe Ashâbı’­nın kimisi cihatta, kimisi tebliğde, kimisi ilimde, kimi de hadis rivayetinde şahikalaşmıştır.
Esma bin Hârise de, bu fazilet, ilim ve medeniyet müjdecileri kervanının bir halkasıdır. O da bütün hayat ve varlığını Hz. Peygamber’in hizmetine adamıştı. Saadet, lezzet ve huzuru bunda idi. Onun için, Kâinatın Efendisi’ne hizmetkâr olmaktan büyük bir şeref olamazdı.
Re­sû­lul­lah’ın hizmetkârları arasında Enes bin Mâlik’ten (r.a.) sonra sıklıkla adı geçenler, Esmâ bin Hârise ve kardeşi Hind bin Hârise’dir. Bu sahabiler, her türlü eziyet ve meşakkat içinde, gece gündüz demeden Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bulunmaktan geri durmadılar. Bir yandan Suffe Medresesi’nde İslam’ın yüce emir ve prensiplerini, imani ve ilmî hakikat ve bilgileri tedris ederken, diğer yandan Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunuyorlardı.
Medine’ye geldiğinde Re­sû­lul­lah, “Mihmandâr-ı Nebî” unvanıyla anılan Ebû Ey­yûb el-Ensârî’nin evinde kaldı. Ebû Eyyûb, bizzat kendisi Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bu­lunur, ihtiyaçlarını karşılar, suyunu getirir, isteklerine koşardı.
Re­sû­lul­lah bir süre burada kaldıktan sonra kendi evine taşındı. Bu esnada fii­len hizmetinde bulunanlardan biri de Esmâ bin Hârise’ydi.
Arabistan’ın çorak ve kurak bölgesinde, kızgın kum ve güneşte, yıllarca artan bir heyecan ve vecd ile, Hane-i Saadet’e kovalarla Sukya Kuyusu’ndan su taşı­dı.
Esma bin Hârise’nin kabile ve kavmi arasında mühim bir mevkii ve ağırlığı vardı. Hatırı sayılır biriydi. Esmâ, Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bulunmayı, bütün makam ve mevkilerden, teveccüh ve takdirlerden daha şerefli daha üstün görüyordu. Kavminin reisi olmaktansa Re­sû­lul­lah’ın hizmetçisi olmayı tercih et­mişti.
Onun ve kardeşinin bu kahramanlığını, yine Suffe Medresesi’nin güzide tale­besi, Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle anlatır:
“Şu Hârise’nin iki oğlu olan Esmâ ve Hind’i gördüm göreli, Re­sû­lul­lah’a hizmet ederler.”
Ebû Hüreyre gibi, Re­sû­lul­lah’ı gölge gibi takip eden, yanından ayrılmayan bir saha­binin “gördüm göreli” demesi, iki kardeşin ne kadar zaman Hz. Peygambe­r’e hizmet ettiklerini anlatmaya yeter…
Bu büyük sahabi, dünyevi makam ve zevkleri büsbütün terk ederek Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bulunmayı “en büyük zevk ve makam” olarak görmüştür.
Bir defasında Re­sû­lul­lah, bir emri tebliğ için onu kavmine göndermişti. Hz. Peygamber’den bu emri alan Esmâ’nın, ayakkabılarını eline alarak, yalın ayak, ne­fes nefese koşup kavmine gittiği ve Re­sû­lul­lah’ın emrini tebliğ ettiği bildiril­mektedir.
Re­sû­lul­lah’ın medresesinde yetişen sahabilerin, hizmet ve vazifesindeki has­sa­si­yetleri nihayetsizdi. Yeni bir emir, yeni bir tavzif karşısında durmak ve yo­rulmak nedir bilmezler, gerektiğinde Esmâ’nın yaptığı gibi yalın ayak koşarlar­dı.
Hicrî 66 tarihinde vefat eden bu fedakâr ve kahraman şahsiyetin hayatıyla il­gili kay­naklarda çok az bilgi vardır. Ebû Hüreyre’nin yukarıda geçen beyanları dışında, Muhammed bin Ömer’in Esmâ ve Hind’i kastederek, “Ben, bu iki kar­deşin ve Enes bin Mâlik’in, Re­sû­lul­lah’ın kapısını terk ettiğini görmedim!” şek­lindeki ifadesi, Esmâ ve kardeşinin Re­sû­lul­lah’ın hizmetinden bir an olsun ayrılmadıklarını göstermektedir…[1]
Allah onlardan razı olsun!

_________________________________________
[1]Tabakât, 1: 322, 497, 504; Üsdü’l-Gàbe, 1: 78.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Re­sû­lul­lah’tan birçok mucize gördükleri hâlde, Mekke müşrikleri ona inan­mamakta ısrar ediyorlardı. Bununla da kalmayarak, Müslümanları ağır işken­celere maruz bırakıyorlardı. Bütün bu eza ve cefalar karşısında dahi Pey­gam­berimiz tebliğ vazifesinden bir an bile olsa geri durmuyor, insanları Al­lah’ın varlığına ve birliğine inanmaya davet ediyordu.
Peygamberimiz (a.s.m.) her yıl hac mevsiminde çevreden gelen insanlara İslamiyet’i anlatıyor, onları Müslüman olmaya davet ediyordu. Çoğu onu red­dediyor, iman etmeye yanaşmıyordu. Fakat Peygamberimiz ümidini yitirme­den, durmak dinlenmek bilmeden davasını tebliğ ediyordu. Çünkü o bir pey­gamberdi. Vazifesi sadece tebliğdi. Hidayet vermek ise Allah’a mahsustu.
Bir hac mevsimiydi… Peygamberimiz kabileler arasında dolaşıyor, tebliğde bulunuyordu. Altı kişilik bir kafilenin yanına geldi. Biraz sohbetten sonra onları Müslüman olmaya davet etti. Bunlar Medineliydi. İnsaf sahibi kimseler­di. Birbirlerine, “Vallahi bu, bize Yahudilerin geleceğini bildirdiği ve onunla bizi korkuttukları peygamber olsa gerek! Sakın ona iman etmekte ve tabi ol­makta Yahudiler bizi geçmesinler!” dediler ve hemen Müslüman oldular. İşte bu altı bahtiyardan birisi de, Neccaroğullarından Es’ad bin Zürâre idi (r.a.).
Bu bahtiyar insanlar, Peygamberimizin yanından ayrılırken şöyle dediler:
“Bizim kavmimiz hem birbirlerine hem de başkalarına düşmanlık ediyorlar. Umulur ki, Allah onları senin sayende bir araya toplar. Biz hemen dönüp onları da İslamiyet’e davet edecek, kabul ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allah onları bu din üzere toplarsa, senden daha aziz, senden daha şerefli kimse olmaz!”
Sonra da Re­sû­lul­lah’tan izin alarak ayrıldılar. Bu mübarek sahabiler, Medi­ne’de canla başla tebliğ vazifesinde bulundular, birçok kimsenin İslam’la müşerref olmasına vesile oldular. Bir yıl sonraki hac mevsiminde de 12 kişilik bir heyetle Akabe’de Peygamberimizle buluştular. Peygamberimizin isteği üzere, hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık etmeyeceklerine, çocuk­larını öldürmeyeceklerine, iftirada bulunmayacaklarına, hiçbir hayırlı işe muhalefet etmeyeceklerine dair Re­sû­lul­lah’a söz verdiler. Bir müddet sohbet et­tikten sonra da Re­sû­lul­lah’tan izin alarak oradan ayrıldılar. Peygamberimiz de, İslamiyet’i öğretmesi için büyük sahabi Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) onlarla Medi­ne’ye gönderdi.
Hz. Mus’ab çok iyi bir hatipti. Sabırlıydı. İkna kabiliyeti kuvvetliydi. Medi­ne’de Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evinde misafir oldu. Birlikte tebliğ vazifesini hızlandırdılar. Sa’d bin Muâz, Üseyd bin Hudayr gibi büyük sahabiler, bu iki zatın tebliğiyle Müslüman oldu.
Ertesi yıl hac mevsiminde 73’ü erkek 2’si kadın 75 kişilik bir heyetle Aka­be’ye geldiler. Re­sû­lul­lah ile buluşup sohbet ettiler. Peygamberimiz onların arasından 12 temsilci seçti. Es’ad bin Zürâre’yi de bu 12 kişinin temsilcisi olarak tayin etti. Temsilciler, temsil ettikleri gruplarla konuştular. Onlara, Re­sû­lul­lah’a yapacakları biatın önemini anlattılar. Sonra da temsil ettikleri grubun önüne düşerek Re­sû­lul­lah’a biat ettiler. Hz. Es’ad biat ederken şöyle diyordu:
“Ben Allah’a ve Allah’ın Resûl’üne verdiğim sözü tamamlamak, yerine getir­mek, yardım hususundaki sözümü fiilimle gerçekleştirmek üzere biat ediyo­rum.”
Biat işi tamamlanınca Medineli Müslümanlar oradan ayrıldılar. Medine’ye hareket ettiler. İman faaliyetine başladılar. Re­sû­lul­lah’ın Medine’ye hicret etme­si için zemin hazırladılar…
Es’ad bin Zürâre bu arada, “Kim bir sünneti ihya ederse hem onun sevabına, hem de kıyamete kadar o sünnetle amel edenlerin kazanacakları sevaba nail olur.” Mealinde­ki hadis-i şerifi bizzat yaşayarak güzel bir âdetin tohumunu attı. Medine’de bir yeri mescit edinerek orada Müslümanlara hem vakit namazları­nı hem de Cuma namazını kıldırdı.
Hz. Es’ad, Peygamberimizin hicretinden kısa bir müddet sonra rahatsızlandı. Peygamberimiz de bu sahabisini ziyarete gitti, onun için dua ve niyazda bulun­du. Es’ad (r.a.) yakalandığı bu hastalıktan kurtulamayarak vefat etti. Cenazesini bizzat Peygamberimiz yıkadı, namazını kıldırdı. Ve Bâki Kabristanı’na defnet­ti. Böylece, Ensar’dan bu kabristana defnedilen ilk sahabi, Hz. Es’ad oldu.
Peygamberimizin Medine’ye gelmesinden ve İslam’ın gün geçtikçe yayılma­sından rahatsız olan Yahudiler ve münafıklar, Hz. Es’ad’ın ölümünü dedikodu ve­silesi yaptılar. Bu hadiseyi Peygamberimiz için bir eksiklik olarak gördüler. Şöyle diyorlardı:
“Eğer o bir peygamber olsaydı, arkadaşı ölmezdi!”
Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Ben ne kendim için ne de arkadaşım için Allah’tan gelecek bir şeyi savmaya malik değilim!”
Es’ad bin Zürâre’nin ölümü üzerine Neccaroğulları toplanıp Re­sû­lul­lah’a gel­diler, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biliyorsunuz ki, o bizim temsilcimizdi. Onun yerine bi­rini tayin et.” dediler. Peygamberimiz, “Siz benim dayılarımsınız, sizin temsil­ciniz benim!” buyurdu. Onlar da bunu kendileri için büyük bir bahtiyarlık vesile­si saydılar ve sevinçle oradan ayrıldılar.[1]

_______________________________________
[1]Sire, 2: 70, 73, 81-90, 153; Müsned, 4: 138; Tabakât, 1: 217, 219, 221-223.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Safâ Tepesi eteklerinde bulunan bir evin büyükçe bir odasında bir avuç Müslüman, İki Cihan Serveri’nin mübarek ağızlarından dökülen nurlu kelimeleri din­lerdi. Bu bir avuç Müslüman üzerindeki zulüm ve baskı henüz son bul­madığın­dan, evin civarında bulunan nöbetçiler devamlı olarak etrafı gözetlerlerdi. He­men her gün birkaç kişi bu mesut haneye gelir, küfrün ve inançsızlığın karanlı­ğından kurtularak imanın huzuruna kavuşurlardı. Nice büyük sahabi de bura­da İslam’la şereflenmişti.
Kavim ve kabilesi, annesi ve babası, hattâ çocukları ve hanımı kendisine düş­man olan birçok sahabi, ancak bu saadet yuvasına geldiklerinde rahat bir nefes alırlar ve İki Cihan Serveri’nin, hidayet güneşinin, kalpleri ve ruhları sımsıcak eden nurani ışıklarıyla hayat bulurlardı. İslam güneşinin gönülleri ay­dınlatan ışık huzmeleri, ilk zamanlar buradan etrafa yayılıyordu. Mütevazi, fa­kat ebedî sahnelere mekân olmuş olan bu ev, mübarek ve ulvi ilhamlara mazhar olmuş­tu.
Bu bahtiyar hanenin sahibi, “Abdullah bin Erkam” diye bilinen Erkam bin Ebi’l-Erkam’dı (r.a.). Hz. Erkam’ın ailesi, Cahiliye Devri’nde fevkalade izzet ve itibar sahibiydi. Onun için, Mekke müşrikleri, Müslümanların burada toplanmalarına fazla ses çıkarmazlardı. Hz. Erkam, İslamiyet’le ilk müşerref olan sahabilerdendi.
İslam’ın ilk çileli günlerinde hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen Hz. Erkam, Re­sû­lul­lah ve diğer sahabilerle birlikte Medine’ye hicret etmekten geri kalma­dı. Resûl-i Ekrem, Medine’de onu Hz. Ebû Talha (r.a.) ile kardeş yaptı ve huzur ve sükûn içinde yaşaması için, Benî Züreyk semtinde bir parça arazi verdi. Hz. Erkam bundan sonra hayatını orada devam ettirdi.[1]
Hz. Erkam, fedakârlıkta olduğu gibi, şecaat ve kahramanlıkta da ileriydi. Başta Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber olmak üzere, hayatta olduğu müddetçe bütün gazalara iştirak etti. Hz. Peygamber’in kendisine tevdi ettiği zekât topla­ma vazifesini, mükemmel bir şekilde yerine getirdi.
Abdullah bin Erkam, fevkalade takva sahibiydi. Bütün vaktini ibadet ve taatle geçirirdi. Hz. Ömer, “Ben Erkam’dan daha fazla, Allah’tan korkan birisini görmedim!” der.[2]
Bir defasında Mescid-i Aksâ’ya gitmek için Re­sû­lul­lah’tan müsaade istedi. Niyeti oraya gidip, o mübarek peygamberler beldesinde ibadet etmekti. Resûl-i Ekrem ona şöyle cevap verdi:
“Mescid-i Haram’da bir kere namaz kılmak, diğer mescitlerde bin kere namaz kılmaktan daha faziletlidir.”
Bunun üzerine Hz. Erkam da oraya gitmekten vazgeçti.
Hz. Erkam, işlerinde sadece Allah rızasını gözetir, karşılığında bir şey bekle­mezdi. Hz. Osman zamanında bir müddet için Beytülmâl’in işleriyle vazifelendirilmişti. Hz. Osman, kendisine bu hizmeti karşılığında 300 dirhem takdir edip göndermişti. Hz. Erkam, “Ben Allah rızası için çalıştım, bu parayı kabul ede­mem!” diyerek reddetti.[3]
Abdullah bin Erkam, uzun bir ömre mazhar oldu ve Hicret’in 53. senesinde 83 yaşındayken ebedî âleme göçtü. Bu sırada Medine valisi, Mervan bin Hakem’di. Âdet olduğu üzere, Hz. Erkam’ın namazını kıldırmak için öne geçti. Ancak Erkam’ın oğlu öne atılarak, babasının, cenaze namazını Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas’ın kıldırmasını vasiyet ettiğini söyleyerek Sa’d bin Ebî Vakkas’ı yanına çağırdı. Sa’d da bu vazifeyi memnuniyetle yerine getirdi ve Hz. Erkam’ın cenazesi Bâki Mezarlığı’na defnedildi.
Hz. Erkam’ın İslam güneşinin yayılmasına mesken olan mübarek evi, daha sonra evlatlarına intikal etti ve onlar da bu manevi mirası muhafaza ederek sat­madılar. Hicret’in 140. senesine kadar, hacca gelen Müslümanlar, Safa ile Merve arasında sa’y yaparlarken bu mübarek haneyi de görürler ve burasının sahne olduğu mübarek, tarihî hadiseleri hatırlayarak imanları ve şevkleri daha da ar­tardı.
Halife Mansur, bu evi mirasçılarından satın alarak devlete mal etmiş, ancak Halife Mehdî zamanında yapılan tamiratta evin asıl hüviyeti kaybolmuştu. Böylece bu mübarek ev daha sonraki nesillere intikal etmedi.
Elbette ki İslamiyet’te taş topraktan yapılmış maddi eşyaya bizatihi hürmet bahis mevzuu değildir. Ancak bu mübarek ev, orada toplanan ve İslam davası uğruna bin bir türlü çile ve ıstıraba katlanan Hz. Peygamber (a.s.m.) ve Ashâbının mücahedelerini hatırlamaya vesile olması itibarıyla mühim bir kıymeti haizdi ve hürmete şayandı.
Allah, bu mesut evin sahibi Abdullah bin Erkam’a rahmetler yağdırsın!

_______________________________________
[1]Tabakât, 3: 124.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 3: 116.
[3]İsâbe, 2: 274.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Enes bin Nadr (r.a.), Medineliydi. Meşhur sahabi Enes bin Mâlik’in amcasıydı. Me­dine’de İslam güneşinin doğduğu ilk yıllarda Müslüman olmuştu. Onun Re­sû­lul­lah’ın yanında ayrı bir yeri vardı. Peygamberimiz kendisini çok se­ver, zaman zaman iltifatta bulunurdu.
Bir defasında kız kardeşi, bir kadının birkaç dişini kırmıştı. Enes bin Nadr’ın (r.a.) ricasına rağmen kısas yapmada direndiler. Mesele Peygamberimize inti­kal etti. Peygamberimiz de kısasla emretti. Hz. Enes, Re­sû­lul­lah’a, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sizi hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ve Allah’tan ümit ederim ki, kız kardeşimin dişi kırılmaz!” dedi. Gerçekten de davalılar kısastan vazgeçerek di­yete razı oldular. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Allah’ın kullarından öyleleri vardır ki, Allah’a yemin etse, Allah yeminini doğru çıkarır.”
Hz. Enes bin Nadr, her nasılsa Bedir Muharebesi’nde bulunamamıştı. Bunun için de kendisini suçlu sayıyordu. Allah’ına ve Resûlüne karşı mahcuptu. Rabb’ine hep dua ederdi:
“Ey Rabb’im! Önüme bir Bedir daha aç, tâ ki kusurumu affettireyim, borcu­mu ödeyeyim!”
Bu duygular içinde bir gün Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıktı, “Yâ Re­sû­lal­lah, müş­riklerle yaptığınız ilk muharebede hazır bulunamadım. Eğer Allah beni müşrik­lerle karşılaştıracak olursa, onlara ne yapacağımı Allah bilir!” diyordu.
Nihayet Enes bin Nadr’a (r.a.) gün doğmuştu. Allah ona Uhud kapılarını açmıştı. Sevincine diyecek yoktu. Düşmana karşı nasıl mücadele vereceğinin he­saplarını yapıyordu. “Bu İslam düşmanlarına fırsat vermemeli, genç İslam fida­nı kestirilmemeli.” diyordu, “İcabında biz kesilmeliyiz, ama bu fidan kesilmemeli. Hepimiz onun için varız!”
Gerçi bu sözleri onun dilinden kimse duymamıştı. Ama onun hâli bunlardan daha yüce manaları ifade ediyordu.
Savaş kızışmıştı… Enes (r.a.) cansiperane döğüşüyordu. Bedir’e katılmamanın açığını fazlasıyla ödeyecekti. Onu gören düşmanlar kaçacak delik arıyordu. O ve onun gibi gözüpek erler sayesinde kısa zamanda müşrikler darmadağın oldu. Bayram yapma zamanı gelmişti.
Fakat bu sevinç fazla sürmedi. Re­sû­lul­lah’ın vadiye yerleştirdiği okçular onun emrini unutup, “Nasıl olsa düşman mağlup oldu!” diye yerlerini bırakmış­lar, ganimet toplamaya başlamışlardı. Okçuların yerlerini bıraktıklarını gören pusudaki düşman ise, arkadan hücum etmiş, Müslümanlar neye uğradıklarını anlayamamış, dağılmışlardı. Tam o sırada Peygamberimize çok benzeyen Mus’ab bin Umeyr (r.a.), müşrikler tarafından şehit edilmişti. “Re­sû­lul­lah’ın öldürüldüğü” haberi yanlışlıkla yayılmaya başlamıştı. Müslümanlar çok mahzun­du.
Hz. Enes, elindeki kılıçla düşmana doğru koşuyordu. O esnada bir grup Müs-lü­man’ın bir kenarda oturduklarını gördü. “Ne oturuyorsunuz?!” diye sordu “Re­sû­lul­lah şehit edilmiş!” dediler. Hz. Enes, “Re­sû­lul­lah’tan sonra siz sağ kalıp da ne yapacaksınız?! Muhammed öldürüldüyse, onun Rabb’i de öldürülmedi ya! Kalkınız, Re­sû­lul­lah’ın çarpışarak canını feda ettiği şey üzerinde siz de canınızı feda ediniz!” dedi. Sonra da dağılan Müslümanları göstererek, “Yâ Rabbi! Bun­ların yaptıklarından dolayı senden af dilerim!” diye mahcubiyetini ifade etti. Müşriklere de işaret ederek, “Bunların yaptıklarından da Sana sığınırım, ey Rabb’im!” diyordu.
O anda vazifenin âdeta kendi omuzları üzerine düştüğünü hissediyordu. Bu yolda şehit oluncaya kadar vuruşmalı, geri dönmemeliydi. Bir daha bu fırsat ele geçmeyebilirdi.
Bir ara düşmana doğru ilerlerken Sa’d bin Muâz’a rastladı. Ona, “Ey Sa’d! Nadr’ın Rabb’ine yemin ederim ki, cennet işte burada! Uhud’dan daha yakın bir yerden kokusunu alıyorum.” diyordu.
Enes bin Nadr’ın (r.a.) o heyecanla düşman üzerine saldırdığı görüldü. Savaş bitinceye kadar artık onu gören olmadı. Savaştan sonra da bulamadılar. Yalnız şehitler arasında kulağı, burnu kesilmiş, dudakları koparılmış, gözleri oyulmuş, vücudunda 80 kılıç, süngü ve ok yarası bulunan, yüzü gözü birbirine karışmış bir ceset vardı. Kime ait olduğunu kimse bilmiyordu. Nihayet kız kardeşi, ayak parmaklarından onun Enes bin Nadr olduğunu tanıyabildi.
Enes bin Mâlik der ki: “’Müminler arasında öyleleri vardır ki, Allah’a verdik­leri söze sadık kaldılar, bu uğurda onlardan bir kısmı can verdi.’ [Ahzâb, 23] mealindeki âyetin, amcam Enes bir Nadr ve benzerleri hakkında nazil olduğu kana­atindeydik.”
Sa’d bin Muâz, kan gölünde yüzmekte olan yüce şehide bakarken gözyaşlarını tutamamış, Re­sû­lul­lah’a şöyle demişti:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, Enes bin Nadr’ın yaptığını yapamadım!”[1]

_______________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 131-132; Müsned, 3: 201.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

O gün Medine, Kâinatın Efendisi’ni karşılamaya hazırlanıyordu. Yedisinden yetmişine herkes sokaklara dökülmüştü. O zamana kadar görülmemiş bir se­vinç ve heyecan dalgası her tarafı kaplamıştı. Medinelilerden bir grup, misafir­lerini şehrin dışında bekli­yo­rdu. Çocuklar neşe içinde koşuşuyor, yaşlılar heye­canla söyleşiyordu. Herkes Mek­ke’den gelecek olan aziz misafiri sabırsızlıkla bekliyordu. Hz. Peygamber (a.s.m.) ufukta görününce, hemen birkaç çocuk şehirdekilere müjdeyi vermek için koşturuldu. Bunları arasında sekiz-dokuz yaş­larında, sevimli bir çocuk olan Enes de vardı.
Enes’in annesi, Birinci Akabe Biatı’nda Müslüman olmuştu. Kocası Mâlik, Hicret’ten evvel vefat etmişti. “Ümmü Süleym” ismindeki bu hanıma, Medineli zenginlerden, o zaman henüz Müslüman olmamış bulunan Ebû Talha talip oldu. Ümmü Süleym ise, Müslüman olmadığı takdirde teklifini kabul etmeyeceğini söyledi. Ebû Talha bu şartı kabul ederek Müslüman oldu ve Enes’in annesiyle evlendi. Böylece Enes, baba hasretini biraz olsun dindirmiş oldu. Bir müddet sonra ailesi Enes’i, Re­sû­lul­lah’ın hizmetine verdi. (Tafsilat için Ümmü Süleym (r.a.) maddesine bakınız.)
Böylece başlayan beraberlik, Re­sû­lul­lah’ın beka âlemine irtihâline kadar de­vam etti. Hz. Enes son ânına kadar Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bulundu. Onun bir­çok sırrına vâkıf oldu. Öyle ki, Re­sû­lul­lah’ın sadık bir sırdaşı hâline geldi. Hz. Enes bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
“Çocuklarla oynuyordum. Resûl-i Ekrem oraya geldi. Selam verdi. Sonra be­ni bir işe gönderdi. Kendisi de bir duvarın gölgesine oturup bekledi. Ben gelip neticeyi bildirdim. Sonra dönüp eve gittim. Annem bana niçin geciktiğimi sor­du. Re­sû­lul­lah’ın beni bir işe gönderdiğini söyledim. O işin ne olduğunu sordu. Ben bunun sır olduğunu, söyleyemeyeceğimi ifade ettim. Annem benim bu ha­reketimden çok memnun olarak şöyle dedi: ‘Oğlum, Re­sû­lul­lah’ın sırlarını saklamaya devam et!’”[1]
Hz. Enes, Re­sû­lul­lah’ı çok sever, ona hizmet etmekten büyük bir huzur ve lez­zet du­yardı. Sabahları herkesten önce kalkar, Peygamber Mescidi’ne giderek Re­sû­lul­lah’a hiz­met ederdi. Re­sû­lul­lah oruca niyetlenecekse sahur yemeğini ha­zırlar ve sahurdan sonra da onunla sabah namazını kılardı. Zaten Hz. Enes, Yüce Peygamberimizin hizmetine girdikten sonra her gün sabah namazlarını Re­sû­lul­lah ile birlikte kılma saadetine ermişti.
Re­sû­lul­lah da bu sevimli hizmetkârını çok sever, ona daima dua ve ikramda bulunur­du. Bir defasında Hz. Enes’in annesi Ümmü Süleym (r.a.), Re­sû­lul­lah’tan Enes hak­kında mal ve evladının çok olması için dua etmesini istemişti. Hz. Pey­gamber de, “Al­lah’ım, onun malını ve evladını çoğalt, ona verdiklerini bereket­lendir!” diye dua etmişti. Bu duanın kabul olunduğu, Hz. Enes’in sonraki haya­tında açıkça görülmüştür. Bereketli bir ömür süren Hz. Enes’in çok sayıda evladı olmuştu. O kadar ki, sağlığında iken, 100 kadar evladını kendi elleriyle topra­ğa verdiğini söylemiştir.
Peygamberimiz, Hz. Enes’i çok sever, zaman zaman tavsiyelerde bulunurdu. Bir defasında ona hitaben şöyle buyurdu:
“Evladım, kalbinde hiç kimseye karşı kötülük düşüncesi olmadan yaşamaya gücün yeterse yap. Evladım, bu benim sünnetimdendir. Kim sünnetimi yaşatırsa beni sevmiş olur, beni seven kimse de cennette benimle beraberdir.”[2]
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) başka bir gün ise, “Evladım, evine girdiğin zaman selam ver. Senin ve ev halkın için berekete sebep olur.” buyurdu.[3]
Uzun yıllar Re­sû­lul­lah ile birlikte bulunması sebebiyle sünnet-i seniyyeyi çok iyi bilen Hz. Enes, kendi hayatında da sünneti en güzel şekilde yaşadı. Her hareketinde Re­sû­lul­lah’ı taklit etti. Peygamberimizin, “Şüphesiz ki üç nefeste içmek, susuzluğu daha iyi giderici, zararsız ve sağlığa daha uygundur.” buyurdu­ğunu rivayet eden Hz. Enes, “Ben de üç nefeste içerim.” diyerek, sünnete olan bağlılığını ifade ederdi.[4]
Hz. Enes, hizmetinde bulunduğu 10 yıl içerisinde Peygamberimizin bir defacık olsun yaptığı bir iş için kendisine “Bunu niçin böyle yaptın?!” yapmadığı bir şey için de “Bunu niye böyle yapmadın?!” demediğini rivayet eder.[5]
Hz. Enes, Re­sû­lul­lah ile birlikte bütün savaşlarda bulundu. Bedir Harbi’ne ka­tıldığında henüz 12 yaşındaydı.
Re­sû­lul­lah hayatta iken bir an olsun yanından ayrılmayan Hz. Enes, Dört Ha­life devrinde de mühim vazifeler yaptı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) zamanında Bahreyn havalisinin zekât borçlarını toplamakla vazifelendirildi ve bu vazifeyi en güzel şekilde tamamladı. Hz. Ömer (r.a.) devrinde kendisini fıkıh ilmine verdi. Bas­ra’da yerleşerek, etrafında toplanan talebelere ilim öğretti. Bu esnada, Hz. Ömer’in meşveret meclisinde de vazife yapmaktaydı.
Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.) zamanlarında münafıklar tarafından çıkarılıp körüklenen fitnelere karışmadı, halkın da karışmasına mâni olmaya çalıştı. Bütün mesaisini ilim öğrenmeye ve talebe yetiştirmeye hasretti. İçlerinde devrin hali­felerinin de bulunduğu yüzlerce talebe yetiştirdi. Derslerine kendi çocukları da devam ediyordu. Onlar da itibar sahibi âlimlerden oldular.
Çok zengin olmasına rağmen Hz. Enes’in son derece sade ve zahidane bir ha­yatı vardı. Lükse ve dünya malına rağbet etmedi. Servetini fakirler ve bilhassa talebeleri için harcadı. Namazlarını o derece dikkat ve huşu içinde kılardı ki, Re­sû­lul­lah’ın nasıl namaz kıldığını soranlara Hz. Enes’in namazı örnek olarak gösterilirdi.
Onun mümtaz vasıflarından birisi de, hakperestliği, zulüm ve haksızlık karşı­sındaki cesaret ve gayretiydi. Zalimler karşısında hakkı söylemekten asla çekin­mezdi. Nitekim meşhur zalim Haccâc bile onun bu vasfını bildiği için ona zul­metmekten çekinmiş, hattâ derslerine devam edip gönlünü almaya çalışmış­tır.
Âlim sahabilerin ileri gelenlerinden olan Hz. Enes, 2 bin 286 hadis rivayet ederek, “en çok hadis rivayet eden sahabilerin üçüncüsü” olmakla şereflendi. Bu hadis­lerden birkaç tanesi şu mealdedir:
“Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değil­dir.”[6]
“Bir genç, yaşlı birisine hürmet ederse, yaşlandığında Allah da ona hürmet gösterecek insanlar yaratır.”[7]
“Mi’rac’a çıkarıldığım zaman, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırnaklayan bir topluluğa rastladım. Ey Cebrail, bunlar kimdir, diye sordum. ‘İnsanların etlerini yiyen [gıybet eden] ve namuslarına dil uzatan kimselerdir!’ dedi.”[8]
“Kimin düşüncesi ahiret olursa, Allah ona gönül zenginliği verir, işlerini ko­lay­laş­tı­rır; istemediği hâlde dünya nimetleri de verilir. Kim ahireti unutup sade­ce dünyayı dü­şü­nürse, Allah da fakirliği onun gözleri önüne diker, işlerini darmadağın eder; dünyada ise ancak kendisine takdir edilen kadar verilir.”[9]
“Allah bir kulunun iyiliğini istediği zaman, cezasını bela ve musibetlere maruz bırakarak dünyada verir. [Böylece günahlardan arındırır.] Onun kötülüğünü istediğinde de, günahlarının cezasını dünyada vermez, tehir eder. Tâ ki, kıyamet gününde daha şiddetli çeksin!”[10]
“İçinizden biri bir felakete uğraması yüzünden ölümü temenni etmesin. Ölümü dileyecek hâle gelenler şöyle desinler: ‘Yâ Rab, hayat hakkımızda hayırlı olduğu müddetçe bizi yaşat, hayat hakkımızda hayırlı olmadığı anda da ruhumuzu kabzet!’”[11]
Hz. Enes fıkıh ilminde de tanınan bir âlimdi. Teşkil ettiği ilim çerçevesinde fıkıh meseleleri üzerine içtihatlarda bulunmuş, müşkil sualleri cevaplandır­mıştı.
“Hâdim-i Nebevî [Peygamber’in Hizmetkârı]” unvanının sahibi olan Hz. Enes, 100’den fazla yer dolaştı. Peygamberimizden gördüklerini, duyduklarını Müslümanlara tebliğ etti. Hicret’in 93. yılında 100 yaşını aştığı bir sırada Bas­ra’da vefat etti. Böylece burada vefat eden en son sahabi oldu.
Allah ondan razı olsun!

__________________________________________
[1]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 145.
[2]Tirmizî, Edeb: 63.
[3]Tirmizî, İsti’zan: 10.
[4]Müslim, Eşribe: 123.
[5]Müslim, Fezâil: 132.
[6]Tirmizî, Birr: 15.
[7]age., Birr: 75.
[8]Ebû Dâvud, Edeb: 135.
[9]Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme: 30.
[10]Tirmizî, Zühd: 57.
[11]Müsned, 3: 101.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Asıl ismi “Cündüb bin Cünâde” olan Ebû Zer, kabilesinin hırçın tabiatlı, cesur bir ferdi idi. Cahiliye Devri’nde süvarilerin önünü kesmekle tanınırdı. Bu sebeple Medine civarındaki kabileler, Gıfarlı Ebû Zer’den bir hayli rahatsızdı.
Günün birinde Mekke’den kulağına bir haber ulaştı: “Biri çıkmış, Kureyşlilerin dini­ne meydan okuyormuş, yeni bir din getiriyormuş. Kureyşliler kendisine karşı çıkmışlar.”
Garip yaradılışlı biri olan Ebû Zer, merakını çeken bu haberi araştırmak ve Yeni Peygamber’den haber getirmek için kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderdi.
Üneys gidip araştırdı. Dönünce “Muhammedü’l-Emîn” denilen zatın peygam­berlik iddia ettiğini, iyi ahlakı telkin edip kötülüklerden uzak kalmayı istediği­ni söyledi. Mek­kelilerin bir kısmı ona “şair,” bir kısmı “kâhin” diyorlardı. An­cak kendisi de bir şair olan Üneys, “Fakat ben, şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hiçbirine benzemiyordu!” dedi.
Ebû Zer’in merakı daha çok tahrik oldu. Kardeşinin söyledikleriyle tatmin ol­madı, “Sen gönlüme şifa verir bir haber getirmedin!” dedi ve yol azığını hazırla­tıp tek başına Mekke yoluna düştü. Günlerce yol aldıktan sonra nihayet Mek­ke’ye vardı. Kimseye sezdirmeden, Peygamber olduğunu iddia eden zatı bizzat gözetlemeye başladı. Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği hâlde Hz. Peygamber’i bir türlü görüp tanıyamadı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla hayatı­na devam etmeye başlamıştı.
Bir gün Hz. Ali, Kâbe’nin yanından geçerken, Ebû Zer gözüne takıldı. Hâlin­den garip ve yabancı biri olduğnu anladı:
“Sen garip biri misin?”
“Evet.”
“Buyur, benimle gel, seni misafir edeyim.” dedi. Ebû Zer kabul etti.
Ebû Zer kadar Hz. Ali de tedbirli ve ihtiyatlı idi. O gün birbirlerine açılamadı­lar. Zira müşrik zulmü öylesine kuvvetliydi ki, birinin Müslüman olduğunu ha­ber alır almaz hemen üzerine çullanarak bayıltıncaya kadar dövüyorlardı…
Sabah olmuştu. Ebû Zer hemen kalkıp Kâbe’ye gitti. “Belki Yeni Peygamber’i görebilirim!” diye düşündü.
Akşama yakın yine Hz. Ali oradan geçiyordu:
“Henüz bir yer bulup yerleşemedin mi?”
“Hayır. Aslında burada kalmaya pek niyetim yok.”
Hz. Ali onu tekrar evine davet etti. Birlikte gittiler. Eve vardıklarında Hz. Ali aralarındaki sır perdesini araladı:
“Doğru söyle, seni buraya getiren bir şey olmalı! Sen bir şeyler arar gibi­sin.”
“Gizli tutacağına söz verirsen söylerim.”
“Emin olabilirsin.”
“Bize ‘burada birinin çıkıp peygamberlik iddia ettiği’ haberi ulaştı. Ondan ha­ber getirmesi için kardeşimi gönderdim. Ancak kardeşimin getirdiği haber beni tatmin etmediği gibi, bu zata karşı merakımı daha da artırdı. Bunun için bizzat gelip onunla görüşmek ve konuşmak istedim.”
“Şüphesiz, sen tam aradığının içine düştün! Ben de onun yanına gideceğim. Sen arkamdan gel. Beni takip ederek onun huzuruna girersin. Yalnız ben yolda sana zarar verecek bir durum görürsem, ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelirim. Sen de durmaksızın ilerlersin.”
Ebû Zer bunları duyunca pek sevindi. İçine tatlı bir heyecan dalgası yayıldı. Günlerce araştırdığı gerçek, karşısına çıkmıştı. Merakı bir kat daha arttı. Hz. Ali’nin peşine takılıp gitti. Re­sû­lul­lah’ın evine yaklaştılar. Hz. Ali önden, Ebû Zer de arkadan takip etti ve içeri girdiler.
Ebû Zer’de heyecan son haddine varmıştı. Peygamber’i görür görmez ona hayretle baktı ve “Bana hemen dinini anlatıver!” demekten kendisini alamadı. Peygamberimiz, tebliğ ettiği yüce dini kısaca kendisine anlattı.
İçi içine sığmıyordu. Sanki dünyaya meydan okuyacak bir Ebû Zer olmuştu. Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu. Yüce Peygamberimiz, ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, “Ey Ebû Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı haber aldı­ğında döner, gelirsin.” Buyur­du.
Fakat Ebû Zer, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben bu haki­kati müşriklerin ortasında haykırırım!” dedi.
Kötülük yolunda gözünü budaktan esirgemeyen Ebû Zer, hak yolunda mı çe­kinecekti?!
Kâbe’de Kureyş müşriklerinin toplu bulunduğu yere vardı, “Ey Kureyş ce­maati!” dedi, “Beni dinleyin. Biliniz ki, ben Ebû Zer, Allah’tan başka ilah olma­dığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna kesin olarak şehadet ediyorum.”
Bu meydan okuyuşu duyan azgın müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopa­larla Ebû Zer’in üzerine saldırdılar. Ebû Zer mücadele ettiyse de nafileydi, bayı­lıp yere yığıldı. Bu hâl birkaç kere tekrar edildi. Bir keresinde Peygamberimizin amcası Abbas, Kureyş’e, “Ne yapıyorsunuz?! Dövdüğünüz bu zat, sizin ticaret yolunuz üzerindeki Gıfar kabilesindendir.” deyince onu bıraktılar.
Ebû Zer bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Annesi, kar­deşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu.[1]
Bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etti. Re­sû­lul­lah’ın en yakın Ashâbı arasında yer aldı. Onun yakın hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar huzurun­da kalır ve sohbetlerinde bulunurdu. Re­sû­lul­lah’ın hastalığında daima başucunda duran ve son nefesinde yanında bulunan sahabilerden biri de Ebû Zer idi.[2]Allah Resûlü’ne o kadar yakındı ki, bazen ondan “dostum” diye söz ederdi. Bağ­lılığı o kadar büyüktü ki, bizzat Re­sû­lul­lah’a, “İnsanın kalbi sevdiğine karşı nasıl olur da bu kadar muhabbetle dolu olur, diye hayret ediyorum! Benim kalbim yalnız Cenâb-ı Hakk’ın ve Resûlünün sevgisiyle doludur.” derdi. Bu sevgisini de kayıtsız şartsız itaatiyle gösterirdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah’tan bir memuriyet istemişti.
Peygamberimiz ona idarecilik için zayıf olduğunu söyleyerek, “İdareciliğin yükü ağırdır. Bu işin hakkını vermek lazımdır. Eğer dikkat edilmezse, kıyamet gününde mahcup olunur.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer hemen isteğinden vazgeçti.[3]Bir defasında da Re­sû­lul­lah ona şöyle demişti:
“Senin hizmetin, emîr­lerin hizmetinden az değildir. Onların kılıç kullanarak yapacağı hizmeti sen ka­fa ve fikrinle yaparsın.”[4]
Peygamber Efendimiz onun hakkında, “Yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür.” buyurmuştu. Onun hayatı gerçekten hep bu ifadenin doğrulanması şeklin­de geçti.
Sıcak bir yaz günüydü... Tebük Seferi için Ebû Zer de hazırlanıyordu.
Ne var ki, devesi çok yaşlı idi. Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zer ne yaptıysa, hayvanını yürütüp orduya yetişemedi. Orduyla arası iyice açıldı. Bu arada bazı­ları çeşitli bahanelerle seferden geri kalmışlardı.
Tebük’e yakın bir konak yerine varılmıştı. Ebû Zer de görünürlerde yoktu. Saha­bi­ler, geride kalanlar için ileri geri konuşmaya başlamıştı. Ebû Zer’in de ol­madığı hatırlatıldığında Re­sû­lul­lah, “Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Al­lah onu size ulaştırır.” bu­yurdu. Re­sû­lul­lah onun İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu biliyordu.
Bir öğle vakti idi... Gözcü, “Ufukta bir adam tek başına bu tarafa doğru geli­yor!” dedi. Re­sû­lul­lah, “Ebû Zer mi acaba? Onun olmasını isterdim!” buyur­du.
Sahabe toplanmış, tek başına yaklaşmakta olan şahsı seyre dalmıştı. Bazıları, “Vallahi odur, Ebû Zer’dir!” dediler.
Gerçekten gelen, Ebû Zer’di. Devesinin yürüyecek takati kalmayınca, onu bı­rakmış, yükünü sırtına yüklemişti. Tek başına aç susuz yollara koyulmuştu. Nihayet bin bir güçlükle İslam ordusuna yetişmişti. Re­sû­lul­lah, Ebû Zer’i görün­ce sevindi ve “Allah, Ebû Zer’e rahmet etsin. O yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür.” buyurdu.[5]
Ebû Zer, bitkin bir vaziyetteydi. Re­sû­lul­lah onu şu dua ile taltif etti:
“Ey Ebû Zer! Bana gelip kavuşuncaya kadar attığın her adımına karşılık, Al­lah senin bir günahını bağışlasın.”
Ebû Zer’in yükünü sırtından indirip susuzluğunu giderdiler.
Peygamberimiz zaman zaman Hz. Ebû Zer’e tavsiyelerde bulunurdu. Bazen de Ebû Zer’in (r.a.) kendisi, Re­sû­lul­lah’tan (a.s.m.) tavsiyede bulunmasını isterdi. Bir gün yine Peygamberimizden ricada bulundu. Peygamberimiz şöyle buyur­du:
“Sana Allah korkusunu tavsiye ederim; çünkü Allah korkusu her şeyin başı­dır. Okuyabildiğin kadar Kur’ân oku ve Allah’ı an; çünkü Allah’ı anmak senin için yeryüzünde nur, göklerde azıktır. Çok gülmekten sakın; çünkü gülmek, kal­bi öldürür ve yüzün nurunu giderir. Cihattan ayrılma. Çok konuşmamaya alış; zira çok konuşmamak, şeytanı senden uzaklaştırır ve dininin muhafazasında sa­na yardımcı olur. Fakirleri sev ve onlarla oturup kalk. Nimet noktasında senden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma. Böyle yaparsan Allah’ın sana verdiği nimetleri küçümsemezsin. Acı da olsa daima hakkı, doğruyu söyle. Kendini kötü bilmen, seni başkalarına dil uzatmaktan alıkoymalıdır. Senin işle­diğin kötülükleri başkaları işlediği zaman onlara kızmamalısın. Sende bulunan bir kusuru görmeyip de o kusurla başkalarını kötülemekten ve kendin suçlu ol­duğun hâlde aynı suçtan dolayı başkalarına kızmaktan daha büyük bir kusur olamaz.
“Ey Ebû Zer, tedbir gibi akıl, yasak olan şeylerden sakınmak gibi takva, güzel ahlak gibi de şeref yoktur.”[6]
Ebû Zer, hayatının geri kalan kısmında Peygamberimizin bu tavsiyelerine harfi harfine uydu.
Ebû Zer (r.a.) mürüvvet sahibi biriydi. Başkalarına iyilik yapabilmek için ha­yatını dahi çekinmeden ortaya koyabilirdi.
Bir defasında adalet güneşi Ömerü’l-Fâruk bazı sahabilerle sohbet ediyordu. O anda huzuruna iki genç girdi. Temiz giyimli, vakarlı ve mert tavırlı bir genci de beraberinde getirdiler. Geliş maksatlarını da şöyle anlattılar:
“Biz iki kardeşiz. Herkes tarafından sevilen ve sayılan babamız, bahçesinde meyve toplamaktayken, bu genç tarafından bugün öldürüldü! Kendimiz bir ceza vermeye tevessül etmedik, adaletin eline teslim etmek için size getirdik.” dediler.
Hz. Ömer, davacıları dinledikten sonra, getirilen gence, “Bu söylenenler hakkında ne diyorsun? Doğru mu konuşuyorlar?” diye sordu.
Genç telaşlanmadan, soğukkanlılık içinde, başından geçenleri anlatmaya başladı:
“Ey müminlerin emîri! Evet, bunlar doğru söylediler. Fakat hadiseyi daha ge­niş olarak ben anlatayım: Ben bir çölün ortasında, vahada yaşayan bir insanım. Ailemi alarak buralara kadar gezmeye geldim. Yolum bahçelerin arasından ge­çiyordu. Atım ve kısraklarım da yanımdaydı. İçlerinden birisi vardı ki, bakma­ya kıyamazdınız! Yanımda çok kıymetliydi. Yürüyüşüne hayran olmamak mümkün değildi. Bir bahçenin duvarından sarkan bir dal hayvanın içini çekmiş ki, boynunu uzattı, daldan kopardı. Bunu görür görmez, atın yularını hemen çektim. İşte tam bu sırada bahçeden sinirli ve öfkeli bir ihtiyar belirdi. Üzerime doğru geliyordu. Elinde de bir taş vardı. Hiçbir şey demeden elindeki taşı ata fır­lattı. Ne olduğunu anlamadan bir de baktım ki, atım cansız yerlere serilmiş! Ca­nım kadar sevdiğim atın bu hâlini görünce, ben de yerdeki taşı aldığım gibi ada­ma attım. Adamcağız da bir feryat kopararak o anda can verdi! Ben bu hâldey­ken, bu iki genç, kolumdan tuttular. İşte, gördüğünüz gibi beni huzurunuza getir­diler.”
Gencin yaptığını böyle mertçe itiraf etmesi Hz. Ömer’in hoşuna gitti. Fakat adalet tecelli etmeliydi. Hükmünü verdi:
“Suçunu itiraf ettin. Kısas lazım!”
Genç, verilen hükmü itiraz etmeden kabul etti. Fakat bir mazereti olduğunu belirterek şöyle konuştu:
“Mademki dinin hükmü budur, verilen kararı kabul ediyorum. Yalnız, benim küçük bir kardeşim var. Babam daha önce ölmüştü. Ona da biraz para bırakmış, ‘Oğlum, bunlar kardeşinindir. Büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana ait.’ demişti. Ben de bu paraları bir yere sakladım. Yerini benden başka kimse bilmi­yor. Eğer hemen kısası yerine getirirseniz, para, sakladığım yerde kalır, yetimin de hakkı zayi olur! Eğer müsaade buyurursanız gideyim, o emaneti güvenilir bir adama teslim ettikten sonra dönüp geleyim. Ondan sonra cezamı çekmek için canımı teslim ederim. Bu hususta bana kefil de bulunur.”
Genci dinleyen Hz. Ömer biraz düşündükten sonra:
“Bu gence kim kefalet eder?” dedi.
Genç, mecliste bulunan sahabilere göz gezdirdi. Biraz sonra Ebû Zer el-Gıfârî Hazretleri’ni işaret ederek, “İşte bu zat,” dedi, “bana kefil olur.”
Hz. Ömer, Ebû Zer’e dönerek, “Ey Ebû Zer, bu gence kefil olur musun?” diye sordu.
Hz. Ebû Zer, gencin mertçe davranışı karşısında hiç tereddüt etmeden, “Evet,” dedi, “üç güne kadar döneceğine kefil olurum.”
Sahabiler arasında yüksek mertebesi ve mevkii bulunan Hz. Ebû Zer’in kefaleti, davacı olan gençlere de kâfi geldi.
Kefaleti kabul edilen genç bırakıldı. Evine gitti. Aradan üç gün geçti. Verilen mühlet bitmek üzereyken davacılar Hz. Ömer’e geldi. Ebû Zer Hazretleri de ora­da hazırdı. Fakat suçlu olan genç henüz gelmemişti.
Davacı gençler Ebû Zer Hazretleri’ne, “Ey Ebû Zer, kefil olduğun adam nere­de kaldı? Böyle durumlarda, giden geri gelir mi hiç?! Biz kısasın senin üzerinde yapılmasını istiyoruz! Kefilliğin icabı budur.” dediler.
Verdiği sözden dönmek bilmeyen Ebû Zer Hazretleri de:
“Acele etmeyin, daha vakit var. Hele verilen müddet tamamlansın. Eğer dön­mezse, kefalet hükmünün yerine getirilmesine razıyım.” dedi.
Bu konuşmaları dinleyen Hz. Ömer, davacılara ve Hz. Ebû Zer’e, “Eğer genç gelmezse, Allah şahit olsun ki, kısasın hükmünü infaz ederim!” buyurdu.
Ebû Zer Hazretleri güzel ahlakı ve takvasıyla sahabilerin en çok sevdiği bir kimseydi. Bu manzara karşısında hazırda bulunan sahabiler ümitsizlik içinde ağlıyorlardı. Davacı gençlere diyet, yani kan parası teklif ettilerse de kabul et­mediler. Kısasta ısrar ediyorlardı.
Sonunda zaman dolmuş, Ashâb’ın heyecanı son raddeye gelmişti. Ebû Zer Hazretleri’nin, gözlerinin önünde kısas edilmesini o an için düşünmek bile iste­miyorlardı. Tam bu sırada genç çıkageldi. Yorgun ve bitkin bir hâldeydi. Ter içinde kalmıştı. Konuşmaya mecali kalmamıştı. Nefes nefese, geç kalışının se­bebini anlatmaya başladı:
“Kardeşimi dayısına teslim ettim. Ona, paraları sakladığım yeri de göster­dim. Bütün gayretlerime rağmen ancak şimdi gelebildim. Bulunduğumuz yer çok uzak olduğu için biraz geciktim. Verilen hükmü infaz edebilirsiniz.”
Genci pürdikkat dinleyen sahabiler, verdiği sözde durduğundan dolayı teb­rik ettiler. Ebû Zer’e de, mertliğin en canlı misalini veren genci nereden tanıdığı­nı ve ne maksatla kefil olduğunu sordular. Yüce sahabi şöyle cevap verdi:
“Bu genci sizin gibi ben de ilk defa gördüm. Daha önceden hiç tanımam. Ama sizlerin huzurunda yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete uygun görmedim. ‘Âlemde insanlık kalmamış’ mı denilsin?!”
Tarihlere altın sayfalarla geçecek manzara karşısında duygulanan davacı gençler dayanamayarak davalarından vazgeçtiler...
Ebû Zer (r.a.) sonraları Şam’a yerleşti. Çok sade bir hayat yaşadı. Gösterişe meyletmediği gibi, meyledenlerden de hoşlanmazdı. Şatafattan uzak kalmayı severdi. Son derece kanaatkârdı. Kendisine 4000 dinar maaş bağlanmıştı. Fakat o, bu paranın çok azını kendine sarf ediyor, büyük bir kısmını fakirlere tasadduk ediyordu. Çünkü müminlerin, kazançlarını Allah yolunda sarf etmeleri gerekti­ğine inanıyordu. Ailesi için gerekli olan nafakadan fazla mal biriktirmenin doğru olmadığına kàni idi. Bu fikirlerini büyük bir cesaretle müdafaa ediyordu. Nihayet zenginler onu, Şam Valisi Muâviye’ye (r.a.) şikâyet ettiler.
Vali Muâviye, bin altını bir hizmetçisiyle bir gece yarısı Ebû Zer’e gönder­mişti. Onun samimiyetini ölçmek istiyordu. Halka böyle telkin edip de kendisi başka türlü mü yapıyordu?
Ebû Zer (r.a.) parayı alır almaz hemen fakirlere dağıtıverdi. Vali sabah nama­zından sonra hizmetçisini çağırıp, “Ebû Zer’e git, ‘Vali parayı başkasına gönder­diği hâlde yanlışlıkla sana verdim. Geri ver, yoksa valinin cezasından kurtula­mayacağım!’ de.” dedi. Hizmetçi Ebû Zer’e (r.a.) durumu açıklayınca, “Aman evladım, valiye söyle ki, yanımda altınlardan biri dahi kalmadı! Size müsaade etsin de, gidip dağıttıklarımdan toplayayım.” dedi.
Muâviye için bu kadarı kâfi idi. Onun samimi olduğunu anladı. Durumu Hali­fe Hz. Osman’a bildirip onu Medine’ye gönderdi.
Hak bildiği bir meseleyi söylemekte kimseden çekinmeyen Ebû Zer (r.a.), bu­rada da herkese bildiği hakikatleri anlatmaya devam etti.
Hattâ meydana gelen rahatsızlıklar sebebiyle halife kendisini fetva vermek­ten menetmişti. Konuştuğu bir sırada biri kendisine bunu hatırlatınca şöyle de­mişti:
“Yemin ederim ki, kılıcı enseme dayasınız, başımı uçurmadan önce Re­sû­lul­lah’tan duyduğum bir gerçeği söyleyebileceğimi bilsem, yine söylerim!”
Nihayet halife ve kendisinin de muvafakati üzerine, Medine dışında, Mekke yolu üzerinde şirin bir konak yeri olan Rebze köyüne gitti. Hayatının son senele­rini burada geçirdi.
Hicret’in 31. senesinde artık ölüme iyice hazırlanmıştı. Yeni bir elbiseye ihti­yacı olduğu söylendiğinde, “Bana elbise değil, kefen lazım!” diyordu. Yakın­da Re­sû­lul­lah’a kavuşacağını söylüyordu. Yanında hanımı ile bir tek hizmetçisi vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayıp kefenleyin, sonra da yolun ortasına koyun!” diye vasiyet etti.
Hanımı ağlamaya başladı. Onu tek başına kimseden habersiz mi toprağa gömecekler­di?! Bunun üzerine Ebû Zer, “Ağlama. Bir gün Re­sû­lul­lah ile birlikte idik... ‘Sizden biri ıssız yerde vefat edecek. Onun cenazesinde müminlerden küçük bir topluluk hazır bu­lunacak.’ buyurmuştu. Orada bulunanların hepsi topluluklar içinde vefat ettiler. Geri­ye ben kaldım. Yolu gözet, benim söylediklerimi aynen yap.” dedi. Ve ruhunu teslim etti.
Hanımı ile hizmetçisi vasiyetini yerine getirip cenazesini yol üzerine koydu­lar. Hizmetçi de yanında beklemeye koyuldu. O sırada Irak’tan, içlerinde Abdul­lah bin Mes’ud’un da bulunduğu bir kafile çıkageldi. Kâbe’ye umre yapmak üze­re gitmekteydiler. Yol üzerindeki cenaze onları korkuttu! Hattâ develer ürküp az kalsın onu çiğneyeceklerdi… Bu sırada hizmetçi ayağa kalkarak, “Bu, Re­sû­lul­lah’ın sahabisi Ebû Zer’dir. Kendisinin gömülmesi için vasiyet etti. Yardım edi­niz!” dedi.
Bunları duyan Abdullah bin Mes’ud, kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve eski günleri hatırlayarak şöyle dedi:
“Re­sû­lul­lah, ‘Sen tek başına yürüyecek, tek başına yaşayacak, tek başına öle­cek­sin.’ buyurmakla ne kadar doğru söylemiş!”
Arkadaşlarıyla birlikte inip Ebû Zer’in namazını kıldılar ve orada defnetti­ler.[7]
Ebû Zer (r.a.) 281 hadis rivayet etti. Onun rivayet ettiği hadislerin az ol­ması inzivayı, yalnız yaşamayı sevmesinden kaynaklanmaktadır. Rivayet ettiği hadislerden:
“Kardeşine güler yüz göstermen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sa­kındırman sadakadır. Yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermen sadaka­dır. İyi görmeyen birine yardımcı olman sadakadır. Taş, diken ve kemik gibi, in­sanlara zarar verecek bir şeyi yol üzerinden kaldırman sadakadır. Kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.”[8]
“Amellerin en üstünü, sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir.”[9]
“Re­sû­lul­lah’ın karşılaşıp da musafaha yapmadığı hiç olmamıştır. Bir gün beni çağırması için birini göndermişti… Ben ise evde yoktum. Gelince, Re­sû­lul­lah’ın çağırdığını söylediler. Hemen yanına gittim. Sedir üzerinde oturuyordu. Beni kucakladı. Bu kucaklama benim için çok güzel bir şeydi.”[10]

__________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 187; Buhârî, Menâkıb: 82.
[2]Müsned, 5: 162.
[3]Müslim, İmâre: 16.
[4]Asr-ı Saadet, 3: 194.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 5: 188.
[6]Hilye, 1: 168.
[7]Hilye, 1: 169-170; İsâbe, 4: 65.
[8]Tirmizî, Birr: 36.
[9]Ebû Dâvud, Sünnet: 2.
[10]age., Edeb: 143; Müsned, 5: 163.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget