Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Articles by "Salih Suruç"


Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895). Kısas-ı Enbiya ve Te­va­rih-i Hu­lefa, c. 1, İstan­bul 1966, Bedir Yayınevi.
Ahmed İbn Hanbel (v. 241/855). Müsned, c. 1-6, Beyrut 1398 (1978).
Bağdadî, Muhammed Fehmi. Tarih-i Edebiyyat-ı Ara­bi­ye, İstan­bul 1335 (1917). Matbaa-ı Âmire.
Belâzurî, Ebu’l-Abbas Ahmed İbn Yahya (v. 279/892). En­sabu’l-Eşraf, c. 1, Mısır 1959, Dârü’l-Maarif Matbaası.
Buharî, Ebû Abdullah Muhammed İbn İsmail (v. 256/869). el-Câmiü’s-Sahih, c. 1-4, Beyrut, tarihsiz.
Canan, Doç. Dr. İbrahim. Tebliğ Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret, İstanbul 1981, Yeni Asya Yayınları.
Darimî, Ebû Muhammed Abdullah İbn Abdurrahman (v. 255/868). Sünen, c. 1-2, Beyrut, tarihsiz.
Dikmen, Mehmet - Ateş, Bünyamin. Peygamberler Tarihi, İstanbul 1981, Yeni Asya Yayınları.
Ebû Dâvud, Süleyman İbnü’l-Eş’as es-Sicistanî (202-275). Sünen, Dâru İh­yâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye, tarihsiz.
Halebî, Ali İbn Burhanü’d-Din (975/1044 H.). İnsanü’l-Uyûn, c. 1-3, Beyrut 1400 (1980).
Hamidullah, Prof. Muhammed. İslam Peygamberi, c. 1-2, İstanbul, İrfan Yayınevi.
İbn Abdilberr, Ebû Ömer Yusuf (v. 463/1070). el-İstiâb, c. 1-4, Mısır 1358 (1939), Mustafa Muhammed Mat­baası.
İbn Esir, İzzeddin Ebu’l-Hasen Ali İbn Ebi’l-Kerem Muhammed b. Muham­med b. Abdü’l-Kerim (v. 630). Üs­dü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, c. 1-5, el-Mek­te­betü’l-İslamiy­ye, tarihsiz.
İbn Hacer, Şihabü’d-Din Ebu’l-Fadl, Ahmed İbn Ali el-As­ka­la­nî (v. 852/1448). el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, c. 1-4, Bağdat, tarihsiz.
İbn Hişam, Cemalüddin Ebû Muhammed Abdülmelik (v. 218/838). es-Siy­re­tü’n-Nebevîyye, c. 1-4, Beyrut 1391 (1971). İh­ya­ü’t-Türasi’l-Arabî.
İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail (701-774). es-Siyretü’n-Ne­bevîyye, c. 1-4, Beyrut 1396 (1976) Dârü’l-Ma’rife.
İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail. Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 1-4, Bey­rut 1388 (1969).
İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed İbn Yezid el-Kazvinî (v. 276/888). Sünen, c. 1-2, Beyrut 1395 (1975).
İbn Sa’d, Muhammed (v. 230). et-Tabakatü’l-Kübra, c. 1-8, Beyrut 1398 (1978).
İbn Seyyidi’n-Nas, (v. 734). Uyûnü’l-Eser fî Fünuni’l-Mağazî ve’ş-Şemail ve’s-Siyer, c. 1-2, Beyrut tarihsiz.
Kadı İyaz, İbn Musa el-Haysubî el-Endülüsî (v. 544). eş-Şifa bî Ta’rifi Hukuki’l-Mustafa, c. 1-2, Dımaşk, tarihsiz.
Kastalanî, Ahmed İbn Hatib (v. 924). el-Mevahibü’l-Le­dün­niy­ye, Terc.: Şâir Abdülbaki, c. 1-2, İstanbul 1316, Cemâl Efendi Matbaası.
Köksal, M. Âsım. Hz. Muhammed ve İslamiyet, c. 1-11.
Lûtfullah, Ahmed. Hayat-ı Muhammed, c. 1-3, İstanbul 1331, Maarif Kütüp­hânesi Yayınları.
Münavî, Şemsüddin Muhammed Zeynüddin Abdurrauf (v. 1031/1621). Feyzü’l-Kadîr, Beyrut 1972.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim İbnü’l-Haccac el-Kuşeyrî (v. 261/874). el-Câmiü’s-Sahih, c. 1-8, Beyrut, tarihsiz.
Nedvî, Ebu’l-Hasen Ali el-Hasenî. es-Sîretü’n-Nebe­vîy­ye, Cidde 1397 (1977).
Nesaî, Ebû Abdurrahman Ahmed İbn Ali İbn Şayb (v. 303/915). Sünen, c. 1-8, Beyrut 1348 (1930).
Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî (v. 710). Medarikü’t-Tenzîl ve Hakàikü’t-Te’vîl, c. 1-4, Beyrut, tarihsiz.
Nursî, Bediüzzaman Said (1876-1960). İşârâtü’l-İ’câz (Türkçe Tercemesi), Mütercim: Abdülmecid Nursî, Sözler Yayınevi, İstanbul 1980.
Nursî, Bediüzzaman Said, Mektûbat, Nurtan Ofset, İstanbul 1979.
Nursî, Bediüzzaman Said. Mesnevî-i Nuriye, Terc.: Abdül­mecid Nursî, Aslar Matbaacılık, İstanbul 1977.
Nursî, Bediüzzaman Said. Sözler, Ekol Ofset, İstanbul 1980.
Nursî, Bediüzzaman Said. Şuâât-ı Ma’rifeti’n-Nebi.
Öz, Tahsin. Hırka-i Saadet Dairesi ve Emanat-ı Mukaddese, İstanbul 1953, İs­mail Akgün Matbaası.
Sübkî, Abdüllâtif. el-Vahyü İ’ler-Resûl Muhammed, Kahire 1389 (1969).
Süheylî (508-581). Ravdü’l-Ünf, c. 1-2, Mısır 1332.
Şirvanî, Hârun Han. İslam’da Siyasî Düşünce ve İdare, Terc.: Kemâl Kuşçu, İs­tanbul 1965, Ahmed Said Mat­baası.
Taberî, Muhammed İbn Cerir (v. 311/923). Tarih, c. 1-6, Beyrut, tarihsiz.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed İbn Abdullah (v. 279/892). Sünen, c. 1-13, Mı­sır 1352 (1934).
Vakidî (v. 207). Meğazî, 1-3, Dârü’l-Maarif Matbaası, 1965.
Yazır, Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili, c. 1-8, İstanbul 1935, Mat­baa-i Ebûzziya.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Kainatın Efendisi || Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) || Peygamberimizin Hayatı || Salih Suruç || Hadis Kütüphanesi


Hâtemü’l-Enbiya Efendimizin pâk ruhları artık Âlâ-yı İlliy­yîn’e [En Yüksek Makama] yükselmişti. Ezvac-ı Tâ­hi­rat, üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar!
O sırada annesi tarafından “Hz. Re­sû­lul­lah’ın son anlarını yaşadığını” ha­ber alan Hz. Üsame, hareket etmeyip or­dusuyla Mescid-i Şerif’e gelmişti. Hâ­ne-i saadette feryat ve figanın yükseldiğini duyan ashap, kalplerinden vu­rul­muşa döndüler. Sanki gök kubbe bir anda başlarına yıkıl­mış gibiydi. Herke­sin nutku tutulmuş, gözler damla damla keder ve hüzün akıtıyordu.
Hz. Ömer, cesaret ve adalet timsâli Hz. Ömer bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hatta herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle ba­ğırdı:
“Re­sû­lul­lah ölmemiştir ve sağdır! Ona sadece, Hz. Mûsa’ya ârız olan saika gibi bir saika ârız olmuştur. Kim ‘Muhammed öldü’ derse, onu kılıcımla iki parça ederim!”[1]

Halkı Teskin Eden Sıddık-ı Ekber

Hz. Ebû Bekir o sırada Sünh mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının adeta koptu­ğunu fark eden Hz. Ebû Bekir, süratle hâne-i saadete geldi.
Dehşet ve hayret içinde, Fahr-i Kâinat’ın mübarek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü, tecessüm etmiş bir nur idi. Eğildi, tâzim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:
“Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Re­sû­lal­lah!”[2]
Sonra da Ehl-i Beyt’e teselli verdi.

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer

Hz. Ebû Bekir, hâne-i saadetten çıktıktan sonra Mes­cid-i Şerif’e vardı. Hz. Ömer’in “Re­sû­lul­lah vefat etmedi” söz­lerini duymuştu. Bunun üzerine şöyle ko­nuştu:
“Kim ki Muhammed’e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (a.s.m.) öl­müştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy’dır, ölümsüzdür.”[3]
Sonra da şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ardınıza dönüverecek misiniz? (Dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?) Kim ardına dönerse, el­bette Allah’a hiçbir şeyle zarar verecek değil; fakat şükredip sabredenlere, Al­lah muhakkak mükâfat verecektir!”[4]
Bu ayet-i kerime, Uhud Muharebesi’nde, “Muhammed öldü­rüldü!” şâyiası üzerine nâzil olmuştu. Ashap, onu belki yüzler­ce, bin­lerce defa okumuş ol­dukları halde, o andaki teessür se­bebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki!
İşte, yalnız metanetini muhafaza eden Hz. Ebû Bekir bu­nu unut­mamış ve as­haba hatırlatmakla en büyük hizmeti ve vazifeyi ifa etmiş oluyordu.
Bu hitabe ve bu ayet-i kerimeyi hatırlamaları üzerine sahabeler, kendilerine geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar.
Daha sonra Hz. Ebû Bekir, şu meâldeki ayet-i kerimeyi okudu:
“(Ey Resûlüm!) Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler!”[5]
Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir, bu hitabesiyle, o zamanki İslam cemaa­tine büyük bir hizmet ifa etmiş oluyordu.
Ashab-ı güzin artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de “Re­sû­lul­lah ölmemiştir!” sözünü söy­le­mekten vazgeçerek ken­dine geldi.
Evet; Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifiyle duy­duğu sevinç kadar hiçbir sevinç duymamıştı. Şimdi ise, aynı Medine, en bü­­yük hüzün ve keder ânını yaşıyordu; adeta, semâlarını hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.

Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçilmesi

Resûl-i Kibriya Efendimizin vefatıyla Medine mâteme bürünmüştü. Göz­lerden gözyaşı, gönüllerden tahassür, keder ve elem akıyordu.
Ancak bununla hiçbir iş hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İs­lam’ın hükümlerini tatbik edecek, Resûl-i Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi ge­rekliydi.
Bunun için derhal teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek ma­kama herkesten en lâyık ve ehliyetli olan, Sıddık-ı Ekber Hz. Ebû Bekir’di. Zira, ashab-ı kiramın en yüksek tabakası, en evvel Mekke’de iman eden seçkin sahabelerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi. Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûl-i Ekrem Efendimize yakın idiler; fakat Nebiyy-i Muhte­rem Efen­dimiz, yâr-ı gârı olan Hz. Ebû Bekir’i, ashabının hepsinden üstün tu­tardı. Vefatını netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerif’e açılan kapıların hepsini kapattırdığı halde Hz. Ebû Bekir’inkini açık bıraktır­mıştı. Ebedîyet âlemine göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona dev­retmiş, İslam’ın temel şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müs­lümanların önüne geçirmişti. Bu sebeple, Hz. Re­sû­lul­lah’tan sonra halife­li­ğe en lâyık o idi. Nitekim netice de öyle oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin ebedîyet âlemine irtihal bu­yur­dukları Pazartesi gü­nü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve müza­ke­relerden sonra, Hz. Ebû Bekir, Hz. Re­sû­lul­lah’ın halifesi seçildi ve ona bîat edil­di.

Hz. Ebû Bekir’e Umumî Bîat

Rebiülevvel ayının 13’ü, Salı günü...
Hz. Ebû Bekir, Mescid-i Nebevî’ye geldi, minbere çıkıp oturdu.
Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı; Allah’a hamd ve şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara hitaben, “Allah halifeliği, sizin hayırlınız, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) yâr-ı gârı olan zâta nasip etti. Kalkınız, ona bî­at ediniz!” dedi.
Mescid-i Şerif’te bulunan Müslümanlar kalkıp Hz. Ebû Bekir’e umumî bîat yaptılar.[6]
Bîat işi bitince, Hz. Ebû Bekir, Allah’a hamd ve şükrettik­ten sonra şöyle ko­nuştu:
“Ey insanlar! Ben, üzerinize vâli ve emîr oldum. Hâlbuki, sizin en hayırlınız değilim! Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz, fenalık yaparsam bana doğru yolu gösteriniz! Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir. İnşallah, içinizdeki en zayıfınız, kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz olacak­tır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hak­kı kendisinden alın­caya kadar benim yanımda en zayıfınız olacaktır!
“Ey insanlar! Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben, Allah ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz; ben, Allah ve Resûlüne âsi olursam, sizin de bana itaatiniz lâzım gelmez. Ken­dim ve sizin için Allah’tan af ve mağrifet dilerim!”[7]

Peygamber Efendimizin Yıkanması ve Kefene Sarılması

Rebiülevvel ayının 12’si Pazartesi günü Müslümanlar öğleden sonra ak­şa­ma kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimiyle meşgul olduklarından, Pey­gamber Efendimizin yıkanması, teçhiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir’e Mescid-i Nebevî’de umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere baş­lan­dı.
Resûl-i Kibriya Efendimizin hücre-i saadetlerinde yıkama işiyle meşgul ol­mak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas, Kusem b. Abbas, Üsame b. Zeyd ve Pey­gam­be­ri­mizin azatlısı Şükran (Sâlih) bulunuyordu.[8]
Bu arada, ensar-ı kiram da, bu ulvî hizmette bulunmak is­tiyordu. Bu hu­sus­taki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs b. Havlî’yi içeri aldı.[9]
Yıkama işini Hz. Ali yaptı; zira, Resûl-i Kibriya Efendimiz, sağlığında ona, “Vefat ettiğim zaman, beni sen yıka” diye vasiyet etmişlerdi.[10]
Evs b. Havlî testiyle su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsame ve Şükran, Pey­gam­be­ri­mizin üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de, eline sarmış olduğu bezle gömlek üzerinden ovuşturarak Pey­gam­be­ri­mizi yıkıyordu. Mübarek ce­setleri son de­re­ce temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i saadetin içini, o âna kadar görül­me­miş gü­zel bir koku kap­lamıştı. Peygamber Efendimizde, ölü­lerde görülege­len şey­ler­den hiçbirinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken, “Anam babam sana feda ol­sun! Hayatında da, vefatında da temizsin, güzelsin yâ Re­sû­lal­lah!”[11]diyordu.
Yıkama işi bittikten sonra, Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, yine Hz. Ali, Hz. Ab­bas, Fadl b. Abbas ve Şükran tara­fından kefene sarıldı.[12]

Pey­gam­be­ri­mizin Üzerine Namaz Kılınması

Rebiülevvel ayının 13’ü, Salı günü öğleye doğru Resûl-i Kibriya Efendimi­zin yıkanma ve kefene sarılma işi tamamlandı. Hücre-i saadetinde seririnin üzerine konuldu. Bundan sonra hâne-i saadetlerinin kapısını açtılar. Önce er­kekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar, Fahr-i Âlem Efendimize kar­şı bu son vazifelerini huşû ve hüzün için­de ifa ettiler.

Resûl-i Ekrem’in Defni

Resûl-i Ekrem’in nereye defnedileceği hususu görüşüldü.
Bir kısmı, Mekke’ye götürülmesini, diğer bir kısmı Medine’­de ve Bâkî Kab­ristanı’na, bazıları ise mescidin içine defnedilmesini teklif etti.[13]
Fakat Hz. Ebû Bekir, “Ben, Re­sû­lul­lah’tan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unut­ma­mışımdır: ‘Cenab-ı Hak, her peygamberin ruhunu, o peygamberin def­no­lun­mak istediği yer­de kabzetti.’ Dolayısıyla, Re­sû­lul­lah’ı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!”[14]dedi.
Bu teklif, ashab-ı kiram tarafından da benimsendi. Böy­lece, Resûl-i Kibriya Efendimizin, Hz. Âişe’nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.

Hz. Bilâl’in, Müslümanları Ağlatması

Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz defnedilmemişti.
Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan okudu. “Eşhe­dü enne Muhammede’r-Re­sû­lul­lah” dediği zaman, ashab-ı kiram hüngür hün­gür ağlamaya başladı; Mes­cid-i Nebevî, ağlama sesleriyle çalkalandı.
Bu, Hz. Bilâl’in son ezanı oldu. Resûl-i Kibriya Hazretleri defnedildikten sonra artık ezan okumadı.

Pey­gam­be­ri­mizin Kabre Konması

Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi.
Nihayet, gönül ve gözyaşları arasında Server-i Kâinat’ın mübarek na’şını kabrine tevdi ettiler.
Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken, duamız da şu:
Allahım! Bizi dünyada Resûlünün sünnetinden ayırma; ahirette ise şefaa­tin­den mahrum kılma!
Âmin... Âmin... Âmin...

__________________________________________________
[1]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 266.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 268.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 268; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 95.
[4]Âl-i İmrân, 144.
[5]Zümer, 30.
[6]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 311; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 203.
[7]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 311; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 183; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 203.
[8]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 312; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 278-279.
[9]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 312; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 260.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 278, 280-281.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 313; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 281.
[12]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 291.
[13]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 314; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 292.
[14]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 292; Tirmizî, a.g.e., c. 3, s. 338


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Kainatın Efendisi || Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) || Peygamberimizin Hayatı || Salih Suruç || Hadis Kütüphanesi


Resûl-i Ekrem, hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâl­leş­meyi arzu etti.
Yine bir taraftan Hz. Ali’ye, diğer taraftan da Fadl b. Abbas Hazretlerine da­yanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Min­be­re çıkıp oturdu.
Hz. Bilâl’e de (r.a.) şu emri verdi:
“Halka nidâ et; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, be­nim son vasiyetim olacaktır!”
Hz. Bilâl, emri yerine getirdi. Bir anda toplanan halkı, mescit almaz oldu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Allah’a hamd ve senâdan son­ra ashab-ı kirama şöyle hitap etti:
“Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hak­kını alsın! Sakın hak sahibi, şayet kısas talebinde bulunursam, ‘Re­sû­lul­lah bana da­rılır’ diye dü­şünmesin! Bilmelisiniz ki benden hakkını isteyene darılmak, be­nim fıtratımda yok­tur.­ Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip ben­den onu isteyen kimsedir veyahut helâl edendir. Ben, Rab­bimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak is­tiyorum!”[1]
Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sözlerini tekrarladı: “Ey insanlar! Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Her ki­min benden alacağı varsa, işte malım, gel­sin alsın!”[2]
Cemaat içinden biri ayağa kalktı: “Yâ Re­sû­lal­lah! Sizden üç dirhem alaca­ğım var!”
Peygamber Efendimiz, “Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye ‘Yemin et’ diye teklif de etmem; ancak bu üç dirhemin zimmetime na­sıl geçtiğini öğrenmek isterim!” dedi.
Adam, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana, fakire üç dirhem vermemi emrettiniz. Ben de verdim. İşte, istediğim, bu üç dirhemdir!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Doğru söylüyorsun!” dedikten sonra, “Ey Fadl! Buna üç dirhem ver!” buyurdu.[3]

Mescide Açılan Kapıların Kapatılması

Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Mescide açılan kapıları kapatı­nız; sadece, Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın!”[4]buyurdu.
Emir gereği Mescid-i Şerif’in çevresindeki evlerin kapısı, Hz. Ebû Bekir’inki hâriç, hepsi kapatıldı.[5]

Hz. Ebû Bekir, Namaz Kıldırmaya Memur Ediliyor

Resûl-i Kibriya Efendimiz, hastalığı esnasında ezan okununca daima Mes­cid-i Şerif’e çıkar ve cemaate namaz kıldırırdı.
Vefatına üç gün kala hastalığı birden ağırlaştı. Bu sebeple artık Mescid-i Şe­rif’e de çıkamaz oldu. O zaman, “Ebû Bekir’e söyleyiniz; insanlara namaz kıl­dırsın!”[6]diye emir vererek, imamlığı Hz. Ebû Bekir’e bıraktı.[7]

Pey­gam­be­ri­mizin Son Namaz Kıldırışı

Hz. Ebû Bekir, Müslümanlara öğle namazını kıldırıyordu.
Bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz, bedeninde bir hafiflik hissetti. Hz. Ab­bas ile Hz. Ali’nin yardımıyla yavaş yavaş Mescid-i Şerif’e çıktı.
Hz. Ebû Bekir, Fahr-i Âlem Efendimizin gelmekte oldu­ğunu anlayınca, geri çekilmek istedi. Efendimiz, yerinde durması için işaret etti. Sonra Hz. Ebû Be­kir’in yanına oturtulmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir’in sol tarafına götü­rüp oturttular. Hz. Ebû Bekir ayak­ta, oturmuş olan Efendimize tâbi oldu.[8]
Resûl-i Kibriya Efendimizin Mescid-i Şerif’te Müslümanlara kıldırdığı son namaz budur!

Hz. Cebrail’in, Hatırını Sormak İçin Gelişi

Rebiülevvel ayının onu, Cumartesi günü idi.
Cenab-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) geldi, Resûl-i Kib­riya Efendimizin hal ve hatırını sordu.
“Ey Ahmed!” dedi. “Yüce Allah, sana ikram olarak beni gönderdi. Sana so­racağı şeyi senden çok daha iyi bildiği halde, sana, ‘Kendini nasıl buluyorsun?’ diye soruyor.”
Rabb-i Rahîm’ine kavuşmanın hasretini yüreğinde duyan Fahr-i Kâinat Efendimiz, “Ey Cebrail! Kendimi baygın ve sıkıntılı bir halde görüyorum!” di­ye cevap verdi.[9]

Vefatından Bir Gün Evvel

Rebiülevvel ayının 11’i, Pazar günü...
Cin ve insin peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.), yatağında, şiddetli ateş­ler içinde idi. Etrafında Ezvac-ı Tâhirat vardı. Başucunda Hz. Âişe validemiz otu­ruyordu.
Bu sırada Hz. Üsame, ordugâhtan gelip huzur-u saadetlerine girdi. Efendi­miz, dalgın yatıyordu. Yerinden kımıldayacak hali yoktu. Hz. Üsame, mübarek el­lerini ve başlarını öptü. İçi hüzün ve keder doluydu. Azamî hürmet içinde Kâi­natın Efendisinin karşısında ayakta durdu. Efendimiz ona bir şey söyle­me­di. Sadece ellerini göğe kaldırdı ve onun üzerine sürdü. Ona dua ettiği anla­şıl­dı.[10]
Resûl-i Ekrem Efendimizin duasını alan Hz. Üsame, doğruca or­dusunun ba­şına döndü.

Hz. Cebrail’in İkinci Gelişi

Rebiülevvel ayının 11’i, Pazar günü...
Hz. Cebrail, yine hatırlarını sormak üzere geldi. Bu esnada Yemen’de pey­gamberlik dava eden yalancı Esvedü’l-Ansî’nin îdam olunduğunu haber verdi. Re­sûl-i Ekrem Efendimiz de bu haberi ashab-ı kirama bildirdi.[11]

O Pazartesi…

Hayatında mühim hadiselerin meydana geldiği Pazartesi günü... Rebiülev­vel ayının 12’si... Böyle bir Pazartesi gününde mübarek gözlerini dün­yaya aç­mışlardı.
Bu gün de, Resûl-i Kibriya Efendimizin bir ara hastalığı hafifleyip kendine geldi. Bu hafifliği hisseder etmez yatağından kalktı. Hazırlıklarını yaparak Mescid-i Şerif’e teşrif etti.
O sırada ashab-ı kiram saf bağlayıp Hz. Ebû Bekir’in ar­kasında sabah na­mazı kılıyordu. Kâinatın Efendisi, bu nurani manzarayı görmekle son derece sevindi, hatta tebessüm buyurdu. Kendileri de Hz. Ebû Bekir’e uyarak nama­zını eda etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizi, aralarında mütebessim bir sima ile gören saha­beler, bütün bütün sıhhat zannıyla son derece sevindiler.[12]

Peygamber Efendimiz, Hücre-i Saadetlerinde

Son günün sabah namazını Hz. Ebû Bekir’e uyup ashabının arasında kıla­rak onları sevince gark eden Fahr-i Kâinat, namazın edasından sonra yine hücre-i saadetine döndü. Yataklarına yattılar.
Bu arada, Kumandan Hz. Üsame, son defa kendisiyle vedalaşmak üzere geldi.
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın bereketiyle artık hareket et!” buyurdu.[13]
Emri alan Kumandan Hz. Üsame b. Zeyd, doğruca ordugâha gidip müca­hit­lere hareket emrini verdi.

Hz. Ebû Bekir’in, İzin İsteyip Sünh’taki Evine Gidişi

Pazartesi günü, Hz. Ebû Bekir de, Fahr-i Kâinat Efendimizin durumunun bir ara iyileştiğini fark etmişti. Bunun için huzura girip, “Yâ Re­sû­lal­lah! Allah’a hamdolsun! O’nun lütuf ve keremi ile sağ sâlim sabaha çıktınız! Müsaade bu­yurursanız, Sünh’taki evime gideyim” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Olur” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Sünh’taki evine gitti.[14]

Müslümanlara ve Ev Halkına Son Seslenişi

Son gün... Pazartesi günü...
Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dillerinden şu cüm­leler dökülüyordu:
“Ey insanlar! Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyor­dur!
“Ey insanlar! Siz bana karşı hiçbir şeyle delil bulamazsınız; zira ben, ancak Allah’ın kitabı Kur’an’ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım!
“Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında mak­bul olacak ameller işleyiniz (Bana güvenmeyiniz)! Çün­kü ben, sizi Allah’ın azabından kurtara­mam!”[15]

Pey­gam­be­ri­mizin, Hz. Fâtıma’ya Söyledikleri

Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem’in hayatta kalmış olan biricik kızı idi. Kâinatın Efendisinin evlat sevgisini kendisiyle tatmin ettiği tek evladı...
Hz. Fâtımatü’z-Zehra, güzel ahlâkta, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta Peygam­ber Efendimize en çok benzeyen evladı idi.
Resûl-i Ekrem, hastalığının son gününde bir ara biricik kızı, güzel ahlâk ve zarafet timsâli Hz. Fâtıma’yı yanına çağırdı.
Hz. Fâtıma gelince, onu sol tarafına oturttu. Ona gizlice bir şey söyledi.
Hz. Fâtıma’yı birden bir hüzün ve keder havası kapladı. Arkasından göz­yaş­ları boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, sonra yine bu güzide kızına gizlice bir şey daha söy­ledi. Bu sefer, biraz evvel gözyaşı döken Hz. Fâtıma, birden gülümseyip se­vinmeye başladı.
O sırada orada bulunan Hz. Âişe, daha sonra bunun sebebini sorunca, Hz. Fâtıma şu cevabı verir:
“Önce bana pek yakında dünyadan ve benden ayrılacağını söyledi; bunun için ağladım! Sonra da ‘Ailem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın’ deyince de sevindim!”[16]

Son Anlar…

Rebiülevvel ayının 12’si, Pazartesi günü...
Güneş, batıya doğru kayıyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek başları, Hz. Âişe’nin kucağında, göğ­süne dayalı idi. Artık nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Dili Allah’ı zik­ret­mekle meşguldü: “Allahım, beni Refîk-i A’lâ’­ya[17]ulaştır!” duasını tekrarlı­yor­du. Bu esnada bile ümmetime irşadda bulunmaktan geri durmuyordu: “Elle­ri­niz­deki kölelerinize iyi davranınız! Namaza, namaza dikkat ve devam edi­niz!”[18]diyordu.
Bu hazin manzara, orada bulunan Hz. Fâtıma’nın yüreğini adeta dağlı­yor­du. Bir ara Resûl-i Kibriya Efendimizi bağrına bastı; “Vay, babamın çektiği ız­dı­raba!” diyerek gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, “Bugünden sonra baban hiçbir ız­dı­rap çekmeyecek­tir” buyurdu ve ilave etti: “Kızım, sakın ağ­la­ma! Ben vefat ettiğim zaman ‘İnnâ lillah ve İnnâ ileyhi râciûn’ de.”[19]

Hz. Cebrail ile Hz. Azrail’in Birlikte Gelişleri

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu fani dünyada artık son dakikalarını yaşı­yor­du.
Bu esnada, Hz. Cebrail, Hz. Azrail’le geldi. Resûl-i Kibriya Efendimizin hal ve hatırını sordu; sonra, “Ölüm meleği Azrail, içeri gir­mek için izninizi ister!” de­di.
Resûl-i Kibriya Efendimiz müsaade edince, Hz. Azrail içeri girdi. Efendimi­zin önüne oturdu.
“Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Yüce Allah, senin her emrine itaat etme­mi bana em­retti. İstersen ruhunu alacağım, ister­sen sana bıraka­ca­ğım!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Cebrail’e baktı. O da, “Yâ Re­sû­lal­lah, Mele-i A’lâ seni beklemektedir!” dedi.
Bunun üzerine, Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, “Yâ Azrail, gel, me­mu­riyetini yerine getir” diye buyurdu.[20]

Pey­gam­be­ri­mizin, Rabbine Kavuşması

Mübarek başları Hz. Âişe’nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Yanında su kabı vardı. İki elini suya batırıp ıslak ellerini mübarek yüzüne sürdü. Mübarek dudaklarından “Lâ ilâhe illallah” cümlesi dö­küldü. Sonra ellerini yüzünden kaldırdı. Göz­lerini evin tavanına dikti. “Allahım, Refîk-i A’lâ!” cümlesini tekrar­laya tekrarlaya altmış üç yaşında iken mübarek ruhu Refîk-i A’lâ’ya yük­seldi.[21]
Tarih, Hicret’in 11. senesi, Rebiülevvel ayının 12’si, Pazartesi günü. Milâdî: 8 Haziran 632.
عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَك۪يمُ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمﭭ مِنَ الرَحْمٰنِ الرَّح۪يمﭭ ، صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ اْلبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللّٰهِ عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَالْاِنْج۪يلُ وَالزَّبُورُ وَالزُّبُرُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ الْاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ اْلجِنِّ وَاَوْلِيَآءُ الْاِنْسِ وَكَوَاهِنُ اْلبَشَرِ وَسَكَنَتْ لَهُ الشَّمْسُ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا حَب۪يبَ اللّٰهِ ﱬ مَنْ جَآءَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَنَزَـلَـ سُرْعَةً بِدُعَآئِهِ الْمَطَرُ وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ اْلحَرِّ وَشَبَغَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِآٰتٌ مِنَ الْبَشَرِ وَنَبَعَ اْلمَآءُ مِنْ بَـيْنِ اَصَابِعِه۪ ثَلَاثَ مَرَّاـتٍـ كَالْكَوْثَرِ وَسَبَّحَ ف۪ى كَــفَّيْهِ الْحَصَاةُ وَالْمَدَرُ وَاَنْطَقَ اللّٰهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالذِّئْبَ وَالْجِذْعَ وَالذِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالشَّجَرَ سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا وَشَف۪يعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَآ اَم۪ـينﭯ وَحْىِ اللّٰهِ

_________________________________________________________________
[1]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 255; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 191; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 457.
[2]İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 457.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 255; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 191.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 227-228; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1854-1855.
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 227.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 217.
[7]Peygamber Efendimizin hayatında, Hz. Ebû Bekir on yedi vakit namaz kıldırmıştır.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 218; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 356-357.
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 259.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 119-120.
[11]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 220.
[12]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 302; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 196.
[13]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 191.
[14]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 304; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 191.
[15]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 303-304; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 256; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 196.
[16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 247; Buharî, Sahih, c. 3, s. 92; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1904.
[17]Refîk-i A’lâ, en yüksek makamlarda bulunan Peygamberler Cemaati demektir.
[18]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 254; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 78.
[19]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 312.
[20]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 259; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 550.
[21]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 229; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 6, s. 89; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 96; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 475


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Kainatın Efendisi || Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) || Peygamberimizin Hayatı || Salih Suruç || Hadis Kütüphanesi

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget