Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ? Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) "أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"
Belâzurî, Ebu’l-Abbas Ahmed İbn Yahya (v. 279/892). Ensabu’l-Eşraf, c. 1, Mısır 1959, Dârü’l-Maarif Matbaası.
Buharî, Ebû Abdullah Muhammed İbn İsmail (v. 256/869). el-Câmiü’s-Sahih, c. 1-4, Beyrut, tarihsiz.
Canan, Doç. Dr. İbrahim. Tebliğ Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret, İstanbul 1981, Yeni Asya Yayınları.
Darimî, Ebû Muhammed Abdullah İbn Abdurrahman (v. 255/868). Sünen, c. 1-2, Beyrut, tarihsiz.
Dikmen, Mehmet - Ateş, Bünyamin. Peygamberler Tarihi, İstanbul 1981, Yeni Asya Yayınları.
Ebû Dâvud, Süleyman İbnü’l-Eş’as es-Sicistanî (202-275). Sünen, Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye, tarihsiz.
Halebî, Ali İbn Burhanü’d-Din (975/1044 H.). İnsanü’l-Uyûn, c. 1-3, Beyrut 1400 (1980).
Hamidullah, Prof. Muhammed. İslam Peygamberi, c. 1-2, İstanbul, İrfan Yayınevi.
İbn Abdilberr, Ebû Ömer Yusuf (v. 463/1070). el-İstiâb, c. 1-4, Mısır 1358 (1939), Mustafa Muhammed Matbaası.
İbn Esir, İzzeddin Ebu’l-Hasen Ali İbn Ebi’l-Kerem Muhammed b. Muhammed b. Abdü’l-Kerim (v. 630). Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, c. 1-5, el-Mektebetü’l-İslamiyye, tarihsiz.
İbn Hacer, Şihabü’d-Din Ebu’l-Fadl, Ahmed İbn Ali el-Askalanî (v. 852/1448). el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, c. 1-4, Bağdat, tarihsiz.
İbn Hişam, Cemalüddin Ebû Muhammed Abdülmelik (v. 218/838). es-Siyretü’n-Nebevîyye, c. 1-4, Beyrut 1391 (1971). İhyaü’t-Türasi’l-Arabî.
İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail (701-774). es-Siyretü’n-Nebevîyye, c. 1-4, Beyrut 1396 (1976) Dârü’l-Ma’rife.
İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail. Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 1-4, Beyrut 1388 (1969).
İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed İbn Yezid el-Kazvinî (v. 276/888). Sünen, c. 1-2, Beyrut 1395 (1975).
İbn Sa’d, Muhammed (v. 230). et-Tabakatü’l-Kübra, c. 1-8, Beyrut 1398 (1978).
İbn Seyyidi’n-Nas, (v. 734). Uyûnü’l-Eser fî Fünuni’l-Mağazî ve’ş-Şemail ve’s-Siyer, c. 1-2, Beyrut tarihsiz.
Kadı İyaz, İbn Musa el-Haysubî el-Endülüsî (v. 544). eş-Şifa bî Ta’rifi Hukuki’l-Mustafa, c. 1-2, Dımaşk, tarihsiz.
Kastalanî, Ahmed İbn Hatib (v. 924). el-Mevahibü’l-Ledünniyye, Terc.: Şâir Abdülbaki, c. 1-2, İstanbul 1316, Cemâl Efendi Matbaası.
Köksal, M. Âsım. Hz. Muhammed ve İslamiyet, c. 1-11.
Lûtfullah, Ahmed. Hayat-ı Muhammed, c. 1-3, İstanbul 1331, Maarif Kütüphânesi Yayınları.
Münavî, Şemsüddin Muhammed Zeynüddin Abdurrauf (v. 1031/1621). Feyzü’l-Kadîr, Beyrut 1972.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim İbnü’l-Haccac el-Kuşeyrî (v. 261/874). el-Câmiü’s-Sahih, c. 1-8, Beyrut, tarihsiz.
Nedvî, Ebu’l-Hasen Ali el-Hasenî. es-Sîretü’n-Nebevîyye, Cidde 1397 (1977).
Nesaî, Ebû Abdurrahman Ahmed İbn Ali İbn Şayb (v. 303/915). Sünen, c. 1-8, Beyrut 1348 (1930).
Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî (v. 710). Medarikü’t-Tenzîl ve Hakàikü’t-Te’vîl, c. 1-4, Beyrut, tarihsiz.
Nursî, Bediüzzaman Said (1876-1960). İşârâtü’l-İ’câz (Türkçe Tercemesi), Mütercim: Abdülmecid Nursî, Sözler Yayınevi, İstanbul 1980.
Nursî, Bediüzzaman Said, Mektûbat, Nurtan Ofset, İstanbul 1979.
Hâtemü’l-Enbiya Efendimizin pâk ruhları artık Âlâ-yı İlliyyîn’e [En Yüksek Makama] yükselmişti. Ezvac-ı Tâhirat, üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar!
O sırada annesi tarafından “Hz. Resûlullah’ın son anlarını yaşadığını” haber alan Hz. Üsame, hareket etmeyip ordusuyla Mescid-i Şerif’e gelmişti. Hâne-i saadette feryat ve figanın yükseldiğini duyan ashap, kalplerinden vurulmuşa döndüler. Sanki gök kubbe bir anda başlarına yıkılmış gibiydi. Herkesin nutku tutulmuş, gözler damla damla keder ve hüzün akıtıyordu.
Hz. Ömer, cesaret ve adalet timsâli Hz. Ömer bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hatta herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırdı:
“Resûlullah ölmemiştir ve sağdır! Ona sadece, Hz. Mûsa’ya ârız olan saika gibi bir saika ârız olmuştur. Kim ‘Muhammed öldü’ derse, onu kılıcımla iki parça ederim!”[1]
Halkı Teskin Eden Sıddık-ı Ekber
Hz. Ebû Bekir o sırada Sünh mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının adeta koptuğunu fark eden Hz. Ebû Bekir, süratle hâne-i saadete geldi.
Dehşet ve hayret içinde, Fahr-i Kâinat’ın mübarek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü, tecessüm etmiş bir nur idi. Eğildi, tâzim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:
“Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!”[2]
Sonra da Ehl-i Beyt’e teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer
Hz. Ebû Bekir, hâne-i saadetten çıktıktan sonra Mescid-i Şerif’e vardı. Hz. Ömer’in “Resûlullah vefat etmedi” sözlerini duymuştu. Bunun üzerine şöyle konuştu:
“Kim ki Muhammed’e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (a.s.m.) ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy’dır, ölümsüzdür.”[3]
Sonra da şu ayet-i kerimeyi okudu:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ardınıza dönüverecek misiniz? (Dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?) Kim ardına dönerse, elbette Allah’a hiçbir şeyle zarar verecek değil; fakat şükredip sabredenlere, Allah muhakkak mükâfat verecektir!”[4]
Bu ayet-i kerime, Uhud Muharebesi’nde, “Muhammed öldürüldü!” şâyiası üzerine nâzil olmuştu. Ashap, onu belki yüzlerce, binlerce defa okumuş oldukları halde, o andaki teessür sebebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki!
İşte, yalnız metanetini muhafaza eden Hz. Ebû Bekir bunu unutmamış ve ashaba hatırlatmakla en büyük hizmeti ve vazifeyi ifa etmiş oluyordu.
Bu hitabe ve bu ayet-i kerimeyi hatırlamaları üzerine sahabeler, kendilerine geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar.
Daha sonra Hz. Ebû Bekir, şu meâldeki ayet-i kerimeyi okudu:
“(Ey Resûlüm!) Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler!”[5]
Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir, bu hitabesiyle, o zamanki İslam cemaatine büyük bir hizmet ifa etmiş oluyordu.
Ashab-ı güzin artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de “Resûlullah ölmemiştir!” sözünü söylemekten vazgeçerek kendine geldi.
Evet; Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifiyle duyduğu sevinç kadar hiçbir sevinç duymamıştı. Şimdi ise, aynı Medine, en büyük hüzün ve keder ânını yaşıyordu; adeta, semâlarını hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.
Ancak bununla hiçbir iş hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İslam’ın hükümlerini tatbik edecek, Resûl-i Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi gerekliydi.
Bunun için derhal teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek makama herkesten en lâyık ve ehliyetli olan, Sıddık-ı Ekber Hz. Ebû Bekir’di. Zira, ashab-ı kiramın en yüksek tabakası, en evvel Mekke’de iman eden seçkin sahabelerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi. Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûl-i Ekrem Efendimize yakın idiler; fakat Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, yâr-ı gârı olan Hz. Ebû Bekir’i, ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefatını netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerif’e açılan kapıların hepsini kapattırdığı halde Hz. Ebû Bekir’inkini açık bıraktırmıştı. Ebedîyet âlemine göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslam’ın temel şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müslümanların önüne geçirmişti. Bu sebeple, Hz. Resûlullah’tan sonra halifeliğe en lâyık o idi. Nitekim netice de öyle oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin ebedîyet âlemine irtihal buyurdukları Pazartesi günü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve müzakerelerden sonra, Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullah’ın halifesi seçildi ve ona bîat edildi.
Hz. Ebû Bekir’e Umumî Bîat
Rebiülevvel ayının 13’ü, Salı günü...
Hz. Ebû Bekir, Mescid-i Nebevî’ye geldi, minbere çıkıp oturdu.
Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı; Allah’a hamd ve şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara hitaben, “Allah halifeliği, sizin hayırlınız, Resûlullah’ın (a.s.m.) yâr-ı gârı olan zâta nasip etti. Kalkınız, ona bîat ediniz!” dedi.
Mescid-i Şerif’te bulunan Müslümanlar kalkıp Hz. Ebû Bekir’e umumî bîat yaptılar.[6]
Bîat işi bitince, Hz. Ebû Bekir, Allah’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle konuştu:
“Ey insanlar! Ben, üzerinize vâli ve emîr oldum. Hâlbuki, sizin en hayırlınız değilim! Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz, fenalık yaparsam bana doğru yolu gösteriniz! Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir. İnşallah, içinizdeki en zayıfınız, kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz olacaktır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hakkı kendisinden alıncaya kadar benim yanımda en zayıfınız olacaktır!
“Ey insanlar! Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben, Allah ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz; ben, Allah ve Resûlüne âsi olursam, sizin de bana itaatiniz lâzım gelmez. Kendim ve sizin için Allah’tan af ve mağrifet dilerim!”[7]
Peygamber Efendimizin Yıkanması ve Kefene Sarılması
Rebiülevvel ayının 12’si Pazartesi günü Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimiyle meşgul olduklarından, Peygamber Efendimizin yıkanması, teçhiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir’e Mescid-i Nebevî’de umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı.
Resûl-i Kibriya Efendimizin hücre-i saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas, Kusem b. Abbas, Üsame b. Zeyd ve Peygamberimizin azatlısı Şükran (Sâlih) bulunuyordu.[8]
Bu arada, ensar-ı kiram da, bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs b. Havlî’yi içeri aldı.[9]
Yıkama işini Hz. Ali yaptı; zira, Resûl-i Kibriya Efendimiz, sağlığında ona, “Vefat ettiğim zaman, beni sen yıka” diye vasiyet etmişlerdi.[10]
Evs b. Havlî testiyle su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsame ve Şükran, Peygamberimizin üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de, eline sarmış olduğu bezle gömlek üzerinden ovuşturarak Peygamberimizi yıkıyordu. Mübarek cesetleri son derece temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i saadetin içini, o âna kadar görülmemiş güzel bir koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde, ölülerde görülegelen şeylerden hiçbirinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken, “Anam babam sana feda olsun! Hayatında da, vefatında da temizsin, güzelsin yâ Resûlallah!”[11]diyordu.
Yıkama işi bittikten sonra, Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, yine Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı.[12]
Peygamberimizin Üzerine Namaz Kılınması
Rebiülevvel ayının 13’ü, Salı günü öğleye doğru Resûl-i Kibriya Efendimizin yıkanma ve kefene sarılma işi tamamlandı. Hücre-i saadetinde seririnin üzerine konuldu. Bundan sonra hâne-i saadetlerinin kapısını açtılar. Önce erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar, Fahr-i Âlem Efendimize karşı bu son vazifelerini huşû ve hüzün içinde ifa ettiler.
Bir kısmı, Mekke’ye götürülmesini, diğer bir kısmı Medine’de ve Bâkî Kabristanı’na, bazıları ise mescidin içine defnedilmesini teklif etti.[13]
Fakat Hz. Ebû Bekir, “Ben, Resûlullah’tan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: ‘Cenab-ı Hak, her peygamberin ruhunu, o peygamberin defnolunmak istediği yerde kabzetti.’ Dolayısıyla, Resûlullah’ı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!”[14]dedi.
Bu teklif, ashab-ı kiram tarafından da benimsendi. Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizin, Hz. Âişe’nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.
Hz. Bilâl’in, Müslümanları Ağlatması
Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz defnedilmemişti.
Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan okudu. “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlullah” dediği zaman, ashab-ı kiram hüngür hüngür ağlamaya başladı; Mescid-i Nebevî, ağlama sesleriyle çalkalandı.
Bu, Hz. Bilâl’in son ezanı oldu. Resûl-i Kibriya Hazretleri defnedildikten sonra artık ezan okumadı.
Peygamberimizin Kabre Konması
Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi.
Nihayet, gönül ve gözyaşları arasında Server-i Kâinat’ın mübarek na’şını kabrine tevdi ettiler.
Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken, duamız da şu:
Allahım! Bizi dünyada Resûlünün sünnetinden ayırma; ahirette ise şefaatinden mahrum kılma!
[1]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 266. [2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 268. [3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 268; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 95. [4]Âl-i İmrân, 144. [5]Zümer, 30. [6]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 311; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 203. [7]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 311; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 183; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 203. [8]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 312; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 278-279. [9]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 312; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 260. [10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 278, 280-281. [11]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 313; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 281. [12]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 291. [13]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 314; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 292. [14]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 292; Tirmizî, a.g.e., c. 3, s. 338
Resûl-i Ekrem, hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâlleşmeyi arzu etti.
Yine bir taraftan Hz. Ali’ye, diğer taraftan da Fadl b. Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Minbere çıkıp oturdu.
Hz. Bilâl’e de (r.a.) şu emri verdi:
“Halka nidâ et; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, benim son vasiyetim olacaktır!”
Hz. Bilâl, emri yerine getirdi. Bir anda toplanan halkı, mescit almaz oldu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Allah’a hamd ve senâdan sonra ashab-ı kirama şöyle hitap etti:
“Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, şayet kısas talebinde bulunursam, ‘Resûlullah bana darılır’ diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki benden hakkını isteyene darılmak, benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir veyahut helâl edendir. Ben, Rabbimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum!”[1]
Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sözlerini tekrarladı: “Ey insanlar! Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Her kimin benden alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın!”[2]
Cemaat içinden biri ayağa kalktı: “Yâ Resûlallah! Sizden üç dirhem alacağım var!”
Peygamber Efendimiz, “Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye ‘Yemin et’ diye teklif de etmem; ancak bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!” dedi.
Adam, “Yâ Resûlallah! Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana, fakire üç dirhem vermemi emrettiniz. Ben de verdim. İşte, istediğim, bu üç dirhemdir!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Doğru söylüyorsun!” dedikten sonra, “Ey Fadl! Buna üç dirhem ver!” buyurdu.[3]
Mescide Açılan Kapıların Kapatılması
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Mescide açılan kapıları kapatınız; sadece, Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın!”[4]buyurdu.
Emir gereği Mescid-i Şerif’in çevresindeki evlerin kapısı, Hz. Ebû Bekir’inki hâriç, hepsi kapatıldı.[5]
Hz. Ebû Bekir, Namaz Kıldırmaya Memur Ediliyor
Resûl-i Kibriya Efendimiz, hastalığı esnasında ezan okununca daima Mescid-i Şerif’e çıkar ve cemaate namaz kıldırırdı.
Vefatına üç gün kala hastalığı birden ağırlaştı. Bu sebeple artık Mescid-i Şerif’e de çıkamaz oldu. O zaman, “Ebû Bekir’e söyleyiniz; insanlara namaz kıldırsın!”[6]diye emir vererek, imamlığı Hz. Ebû Bekir’e bıraktı.[7]
Peygamberimizin Son Namaz Kıldırışı
Hz. Ebû Bekir, Müslümanlara öğle namazını kıldırıyordu.
Bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz, bedeninde bir hafiflik hissetti. Hz. Abbas ile Hz. Ali’nin yardımıyla yavaş yavaş Mescid-i Şerif’e çıktı.
Hz. Ebû Bekir, Fahr-i Âlem Efendimizin gelmekte olduğunu anlayınca, geri çekilmek istedi. Efendimiz, yerinde durması için işaret etti. Sonra Hz. Ebû Bekir’in yanına oturtulmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir’in sol tarafına götürüp oturttular. Hz. Ebû Bekir ayakta, oturmuş olan Efendimize tâbi oldu.[8]
Resûl-i Kibriya Efendimizin Mescid-i Şerif’te Müslümanlara kıldırdığı son namaz budur!
Hz. Cebrail’in, Hatırını Sormak İçin Gelişi
Rebiülevvel ayının onu, Cumartesi günü idi.
Cenab-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) geldi, Resûl-i Kibriya Efendimizin hal ve hatırını sordu.
“Ey Ahmed!” dedi. “Yüce Allah, sana ikram olarak beni gönderdi. Sana soracağı şeyi senden çok daha iyi bildiği halde, sana, ‘Kendini nasıl buluyorsun?’ diye soruyor.”
Rabb-i Rahîm’ine kavuşmanın hasretini yüreğinde duyan Fahr-i Kâinat Efendimiz, “Ey Cebrail! Kendimi baygın ve sıkıntılı bir halde görüyorum!” diye cevap verdi.[9]
Vefatından Bir Gün Evvel
Rebiülevvel ayının 11’i, Pazar günü...
Cin ve insin peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.), yatağında, şiddetli ateşler içinde idi. Etrafında Ezvac-ı Tâhirat vardı. Başucunda Hz. Âişe validemiz oturuyordu.
Bu sırada Hz. Üsame, ordugâhtan gelip huzur-u saadetlerine girdi. Efendimiz, dalgın yatıyordu. Yerinden kımıldayacak hali yoktu. Hz. Üsame, mübarek ellerini ve başlarını öptü. İçi hüzün ve keder doluydu. Azamî hürmet içinde Kâinatın Efendisinin karşısında ayakta durdu. Efendimiz ona bir şey söylemedi. Sadece ellerini göğe kaldırdı ve onun üzerine sürdü. Ona dua ettiği anlaşıldı.[10]
Resûl-i Ekrem Efendimizin duasını alan Hz. Üsame, doğruca ordusunun başına döndü.
Hz. Cebrail’in İkinci Gelişi
Rebiülevvel ayının 11’i, Pazar günü...
Hz. Cebrail, yine hatırlarını sormak üzere geldi. Bu esnada Yemen’de peygamberlik dava eden yalancı Esvedü’l-Ansî’nin îdam olunduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu haberi ashab-ı kirama bildirdi.[11]
O Pazartesi…
Hayatında mühim hadiselerin meydana geldiği Pazartesi günü... Rebiülevvel ayının 12’si... Böyle bir Pazartesi gününde mübarek gözlerini dünyaya açmışlardı.
Bu gün de, Resûl-i Kibriya Efendimizin bir ara hastalığı hafifleyip kendine geldi. Bu hafifliği hisseder etmez yatağından kalktı. Hazırlıklarını yaparak Mescid-i Şerif’e teşrif etti.
O sırada ashab-ı kiram saf bağlayıp Hz. Ebû Bekir’in arkasında sabah namazı kılıyordu. Kâinatın Efendisi, bu nurani manzarayı görmekle son derece sevindi, hatta tebessüm buyurdu. Kendileri de Hz. Ebû Bekir’e uyarak namazını eda etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizi, aralarında mütebessim bir sima ile gören sahabeler, bütün bütün sıhhat zannıyla son derece sevindiler.[12]
Peygamber Efendimiz, Hücre-i Saadetlerinde
Son günün sabah namazını Hz. Ebû Bekir’e uyup ashabının arasında kılarak onları sevince gark eden Fahr-i Kâinat, namazın edasından sonra yine hücre-i saadetine döndü. Yataklarına yattılar.
Bu arada, Kumandan Hz. Üsame, son defa kendisiyle vedalaşmak üzere geldi.
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın bereketiyle artık hareket et!” buyurdu.[13]
Emri alan Kumandan Hz. Üsame b. Zeyd, doğruca ordugâha gidip mücahitlere hareket emrini verdi.
Hz. Ebû Bekir’in, İzin İsteyip Sünh’taki Evine Gidişi
Pazartesi günü, Hz. Ebû Bekir de, Fahr-i Kâinat Efendimizin durumunun bir ara iyileştiğini fark etmişti. Bunun için huzura girip, “Yâ Resûlallah! Allah’a hamdolsun! O’nun lütuf ve keremi ile sağ sâlim sabaha çıktınız! Müsaade buyurursanız, Sünh’taki evime gideyim” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Olur” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Sünh’taki evine gitti.[14]
Müslümanlara ve Ev Halkına Son Seslenişi
Son gün... Pazartesi günü...
Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dillerinden şu cümleler dökülüyordu:
“Ey insanlar! Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyordur!
“Ey insanlar! Siz bana karşı hiçbir şeyle delil bulamazsınız; zira ben, ancak Allah’ın kitabı Kur’an’ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım!
“Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz (Bana güvenmeyiniz)! Çünkü ben, sizi Allah’ın azabından kurtaramam!”[15]
Peygamberimizin, Hz. Fâtıma’ya Söyledikleri
Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem’in hayatta kalmış olan biricik kızı idi. Kâinatın Efendisinin evlat sevgisini kendisiyle tatmin ettiği tek evladı...
Hz. Fâtımatü’z-Zehra, güzel ahlâkta, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta Peygamber Efendimize en çok benzeyen evladı idi.
Resûl-i Ekrem, hastalığının son gününde bir ara biricik kızı, güzel ahlâk ve zarafet timsâli Hz. Fâtıma’yı yanına çağırdı.
Hz. Fâtıma gelince, onu sol tarafına oturttu. Ona gizlice bir şey söyledi.
Hz. Fâtıma’yı birden bir hüzün ve keder havası kapladı. Arkasından gözyaşları boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, sonra yine bu güzide kızına gizlice bir şey daha söyledi. Bu sefer, biraz evvel gözyaşı döken Hz. Fâtıma, birden gülümseyip sevinmeye başladı.
O sırada orada bulunan Hz. Âişe, daha sonra bunun sebebini sorunca, Hz. Fâtıma şu cevabı verir:
“Önce bana pek yakında dünyadan ve benden ayrılacağını söyledi; bunun için ağladım! Sonra da ‘Ailem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın’ deyince de sevindim!”[16]
Son Anlar…
Rebiülevvel ayının 12’si, Pazartesi günü...
Güneş, batıya doğru kayıyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek başları, Hz. Âişe’nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Artık nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Dili Allah’ı zikretmekle meşguldü: “Allahım, beni Refîk-i A’lâ’ya[17]ulaştır!” duasını tekrarlıyordu. Bu esnada bile ümmetime irşadda bulunmaktan geri durmuyordu: “Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Namaza, namaza dikkat ve devam ediniz!”[18]diyordu.
Bu hazin manzara, orada bulunan Hz. Fâtıma’nın yüreğini adeta dağlıyordu. Bir ara Resûl-i Kibriya Efendimizi bağrına bastı; “Vay, babamın çektiği ızdıraba!” diyerek gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, “Bugünden sonra baban hiçbir ızdırap çekmeyecektir” buyurdu ve ilave etti: “Kızım, sakın ağlama! Ben vefat ettiğim zaman ‘İnnâ lillah ve İnnâ ileyhi râciûn’ de.”[19]
Hz. Cebrail ile Hz. Azrail’in Birlikte Gelişleri
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu fani dünyada artık son dakikalarını yaşıyordu.
Bu esnada, Hz. Cebrail, Hz. Azrail’le geldi. Resûl-i Kibriya Efendimizin hal ve hatırını sordu; sonra, “Ölüm meleği Azrail, içeri girmek için izninizi ister!” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz müsaade edince, Hz. Azrail içeri girdi. Efendimizin önüne oturdu.
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Cebrail’e baktı. O da, “Yâ Resûlallah, Mele-i A’lâ seni beklemektedir!” dedi.
Bunun üzerine, Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, “Yâ Azrail, gel, memuriyetini yerine getir” diye buyurdu.[20]
Peygamberimizin, Rabbine Kavuşması
Mübarek başları Hz. Âişe’nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Yanında su kabı vardı. İki elini suya batırıp ıslak ellerini mübarek yüzüne sürdü. Mübarek dudaklarından “Lâ ilâhe illallah” cümlesi döküldü. Sonra ellerini yüzünden kaldırdı. Gözlerini evin tavanına dikti. “Allahım, Refîk-i A’lâ!” cümlesini tekrarlaya tekrarlaya altmış üç yaşında iken mübarek ruhu Refîk-i A’lâ’ya yükseldi.[21]
Tarih, Hicret’in 11. senesi, Rebiülevvel ayının 12’si, Pazartesi günü. Milâdî: 8 Haziran 632.
[1]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 255; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 191; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 457. [2]İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 457. [3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 255; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 191. [4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 227-228; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1854-1855. [5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 227. [6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 217. [7]Peygamber Efendimizin hayatında, Hz. Ebû Bekir on yedi vakit namaz kıldırmıştır. [8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 218; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 356-357. [9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 259. [10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 119-120. [11]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 220. [12]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 302; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 196. [13]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 191. [14]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 304; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 191. [15]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 303-304; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 256; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 196. [16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 247; Buharî, Sahih, c. 3, s. 92; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1904. [17]Refîk-i A’lâ, en yüksek makamlarda bulunan Peygamberler Cemaati demektir. [18]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 254; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 78. [19]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 312. [20]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 259; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 550. [21]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 229; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 6, s. 89; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 96; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 475