Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Mart 2020

Kıyâmetin kopmasına yakın yeryüzüne dağılacak iki kötü millet. Ye’cüc ve Me’cüc denilen bu kimseler, Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Yafes'in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Her birinin bin çocuğu olur. Sayıları insanların ve cinlerin toplamının onda dokuzu kadardır. Çok eski zamanda bir duvar arkasına bırakıldıkları, kıyâmete yakın yeryüzüne yayılacakları, Kur’an-ı kerîmde haber verilmektedir. Arkeolojik araştırmalar yer altında kalmış şehirleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o duvarın bugün meydanda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydana geldi ise, o iki milletin de, bugün nerede oldukları bilinmeyen bir kaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplayacakları düşünülebilir.
Kur’an-ı kerîmde Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) Ye’cüc ve Me’cüc'e karşı seddi binâ ettikten sonra, meâlen; “Zülkarneyn; işte bu sed, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vâdi geldiği vakit (kıyâmet günü yaklaştığı zaman), O (Allahü teâlâ) bunu dümdüz yapar. Rabbimin vâdi bir haktır dedi” buyrulmuştur. (Kehf sûresi: 98)
Yine Enbiyâ sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ye’cüc ve Me’cüc'ün seddi açılıp da her tepeden koşmaya başlayacakları (yeryüzüne yayılacakları) zamana kadar (yeryüzündeki insanların ihtilafları devam edip duracaktır)” buyrulmuştur.
Ye’cüc ve Me’cüc'ün diğer faaliyetleri ve helâk olmaları ile ilgili hadîs-i şerîfler de vardır. Bunlardan İbn-i Mâce'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ye’cüc ve Me’cüc (seddi delmek için) her gün kazarlar. Nihâyet (delik açılarak) güneşin ışığını görmeleri yaklaşınca başlarındaki reisleri; Geri dönün, kalan kısmını yarın kazarsınız diye emir verir. (Kazı yapan amele de işi bırakıp geri döner.) Allahü teâlâ da orasını eski bulunduğu vaziyetten daha sağlam bir hâle çevirir. Nihâyet Ye’cüc ve Me’cüc'ün orada kalma müddetleri sona erip, Allahü teâlânın onları insanların üzerine (bir musîbet olarak) göndermeyi istediği zaman (gelince) tekrar kazı yaparlar. Fakat güneşin ışığını görmelerine (deliğin açılmasına) çok az bir mesâfe kalınca, başlarındaki kimse; Geri dönün! İnşâallah geri kalan kısmı yarın kazarsınız diyerek istisnâ (yani inşallah) kelimesini söyler. Onlar ertesi günü tünelin bulunduğu yere geldiklerinde, orasını bıraktıkları zamanki hâlinde (kapanmamış olarak) bulurlar. Hemen geri kalan kısmı delip çıkarak insanlara saldırırlar ve bütün suları içip kuruturlar. İnsanlar onlardan kurtulmak için kalelerine, barınaklarına kapanırlar…” Müslim'in, “Sahîh"inde bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Îsâ, Deccâl'i öldürdükten sonra, Hak teâlâ ona; Ey Îsâ! Ben öyle bir tâife gönderirim ki, bütün dünyâda hiç bir kimse onlarla harp edemez. Kullarımı Tûr'a götürerek koru diye vahyeder” buyruldu.
Ye’cüc ve Me’cüc, Mekke, Medîne, Kudüs ve Tûr dağından başka dünyânın her tarafını dolaşırlar. Buldukları insanları öldürürler. Geçtikleri yerde ne bulurlarsa yeyip bitirir, içip kuruturlar.
İmâm-ı Müslim'in “Sahîh”inde bildirdiği hadîs-i şerîfin devamında buyruldu ki: Cenâb-ı Hak, Ye’cüc ve Me’cüc'ü gönderir. Bunlar yüksek yerlerden akın edeceklerdir. Bu sûretle öncüleri Taberiye gölüne uğrayacak ve içindeki suyu içecekler. Sonra gelenler de oradan geçecekler ve; “Vaktiyle burada çok su varmış” diyeceklerdir. Nebîyyullah Îsâ ve eshâbı, Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhâsaranın şiddetinden bir öküz başı, onlardan her biri için, bu günkü paranızla yüz dinârdan daha makbûl olacak. Bunun üzerine Nebîyyullah Îsâ ve eshâbı, onların belâsından kurtulmak için Allahü teâlâya yalvarırlar. Allahü teâlâ onların duâsını kabûl edip, Ye’cüc ve Me’cüc kabîlesinin enselerine, nugaf denilen küçük kurtçukları musallat eder. Sabahleyin hepsi de Allahü teâlânın kudretiyle tek bir nefes gibi, bir anda helâk olurlar. Sonra Îsâ ve eshâbı Tûr dağından yere inerler. Yeryüzünde onların kokmuş leşlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar.
Îsâ ve eshâbı, yine Allahü teâlâya yalvarırlar; cenâb-ı Hak, Horasan develerinin boyunları gibi kuşlar gönderir. Onlar leşleri alıp Allahü teâlânın istediği yere atarlar. Sonra cenâb-ı Hak, pek çok yağmur indirir ki, hiç bir ev ve çadır, yağmurun inmesine engel olamaz. O yağmur, bütün yeryüzünü tertemiz, yemyeşil bir hâle getirir. Sonra yeryüzüne; “Meyvelerini bitir. Evvelki gibi feyz ve bereket ver” diye emrolunur. İşte o gün bir cemâat, tek nardan yiyip doydukları gibi, onun kabuğu ile de gölgelenirler. Merâya gönderilen deve, sığır, koyun ve keçilerin de sütleri bereketli olur. Öyle ki sağmal devenin sütü, kalabalık bir cemâati, sığırınki bir kabîleyi, koyunun sütü de yakın akrabâdan bir cemâati doyurur. İşte bunlar, böylece bolluk içinde huzûrlu bir hayat geçirirken, Allahü teâlâ hoş bir rüzgâr gönderir. Bu latîf rüzgâr onları koltuklarından tuttuğu hâlde, her mü’min ve müslümanın rûhları kabzolunur. Ortada en şerli insanlar kalır. O zaman da birbirleriyle boğuşurlar. Merkepler gibi halkın huzûrunda alenen zinâ ederler, işte bu fenâ kimseler üzerine de kıyâmet kopar.”
Yine İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ye’cüc ve Me’cüc'ün seddi açılıp, Allahü teâlânın; Her tepeden ve dereden akın ettikleri vakit...” (Enbiyâ sûresi: 96) buyurduğu veçhile çıktıklarında, bütün insanların başına musallat olup yeryüzünü kaplayacaklar. Mü’minler onlardan kaçıp şehirlere ve kalelerine sığınacaklar. Hayvanlarını da yanlarına alacaklar. Ye’cüc ve Me’cüc, yeryüzünün sularını içecekler. O kadar ki, onlardan bir kısmı bir nehre uğrayıp ondaki suyun hepsini içecek ve orayı kupkuru bir hâlde bırakacak. Ondan bir sonraki grup bu nehire uğradığında; “Burada bir keresinde su vardı” diyecek. İnsanlardan bir kalede veya bir şehirde bulunanlar hâricinde hiç kimse kalmayınca, içlerinden birisi; “Bunlar yeryüzü ehlidir. Onların işlerini bitirdik, gök ehli kaldı” diyecek. Sonra onlardan birisi mızrağını sallayıp onu göğe atacak. Mızrak, kendine bir imtihân ve fitne vesîlesi olarak, kana bulanmış olduğu hâlde geri dönecek. Onlar bu hâlde iken, Allahü teâlâ birden onların boyunlarından, çekirgelerin boynunda çıkan nugaf kurtçuğu gibi bir kurtçuk gönderecek. Hiç bir hareket ve ses işitilmeyen ölüler hâline gelecekler. Müslümanlar; “Allah için kendini fedâ edip şu düşmanın ne yaptığına bakacak bir kimse yok mu?” diyecekler. İçlerinden birisi kendini ölmüş sayarak aralarından sıyrılıp çıkacak, onları birbirleri üzerine yığılmış ölüler hâlinde bulup; ”Ey müslümanlar topluğu! Müjdeler olsun. Allahü teâlâ sizin için düşmanınıza kâfi olup, sizin yerinize onların hakkından geldi” diye nidâ edecek, şehirlerden ve kalelerden çıkıp hayvanlarını serbest bırakacaklar. Hayvanların, onların (Ye’cüc ve Me’cüc'ün) etlerinden başka bir otlamaya ihtiyaçları olmayacakhayvanları daha önce bulup yedikleri hiç bir bitki ile semirmedikleri kadar güzel bir şekilde semizlenecekler.”
Ye’cüc ve Me’cüc ortaya çıktıktan sonra insanların Mekke-i mükerremeye gelip hac ve umre yapacakları da hadîs-i şerîfte bildirildi.
Taberânî’nin, Nevas'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerîfte; “Müslümanlar; onların silâhlarının kılıflarını, yaylarını, kalkanlarını, oklarını yedi sene yakacaklar” buyruldu.
Ebû Sa’îd-i Hudrî'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, kıyâmet günü, Allahü teâlânın Âdem'e (aleyhisselâm) hitâb buyurup; “Yâ Âdem! Evlâdından Cehennem’e lâyık olan gönder!” diyeceği, Âdem de (aleyhisselâm); “Yâ Rabbî! Ne kadar?” diye sorunca; “Her bin kişiden dokuzyüzdoksandokuzu Cehennem’e ve biri Cennet’e” buyrulacağı ve mahşer halkının bu dehşetli hâlin verdiği korkudan şaşkına dönecekleri bildirildi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hâli haber verince, Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); “Yâ Resûlallah! O (binde) bir hangimiz olabilir?” diye sordular. Resûlullah efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem“Size müjdeler olsun. Sizden bir kişiye mukâbil Ye’cüc ve Me’cüc'den bin kişi” (Cehennem’e gönderilecektir) buyurdu. Sonra da; “Hayatım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn eder ve ümîd ederim ki, siz (Muhammed ümmeti) Cennet ehlinin dörtte birini teşkil edersiniz” diye müjdeleyince, Eshâb-ı kirâm; (Allahü ekber) dediler. Bunun üzerine Resûlullah“Umarım ki Cennet ehlinin üçte biri olursunuz” buyurdu. Eshâb-ı kirâm yine tekbir getirdiler. Bunun üzerine de; “Umarım ki Cennet ehlinin yarısı olursunuz” buyurdu. Eshâb-ı kirâm da tekbir getirdiler. En son Resûlullah“Siz, mahşer halkının tamamına kıyas edilince, ancak bir beyaz öküzün derisi üzerindeki siyah bir tüy mesabesindesiniz. Yâhud da, siyah bir öküz derisinde sanki beyaz bir tüy” buyurdu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Zülkarneyn aleyhisselâm beyaz-kırmızı benizli, orta boylu idi. Güzel ahlâklı, Hakk'a teslimiyeti huşû içinde ve tam, halkına karşı mütevazı ve adâlet sâhibi idi. Cenâb-ı Hakk’ın çeşitli ihsânlarına kavuşmuştu. Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirde çok gayretli idi. Dünyâ malına rağbet etmez, haram ve şüphelilerden çok sakınır, elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun için sabahtan akşama kadar kendi eli ile zenbil örer; kendine çoluk-çocuğuna bu paradan harcar, artanını fakirlere sadaka verirdi. Güzel ve kerîm bir zât idi.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi, insanlara çok büyük zararlar ve sıkıntı veren Ye’cüc ve Me’cüc kavminin zararlarına mâni olmak için, bir sed yaptı. Bu seddi rivâyetlere göre, Asya'nın kuzey doğusundaki mü’min Türklerin ricâsı üzerine inşâ etti. İki dağ arasında, taş ve demirden yapılmış olan bu sed, bugünkü Çin seddinden başkadır. Böyle bir seddin yapılmasına sebep olan ve kıyâmete yakın seddi yıkıp yeryüzüne dağılması gereken bu kavmin nasıl olduğu; özellikleri, üremeleri, dünyâya yayılışları ve ortadan kaldırılışları ne şekilde olacaktır? Bu husûslar, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde nasıl bildirilmiştir? Bunlar, İslâm âlimlerinin eserlerinde geniş anlatılmıştır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber veya velî. Kur’an-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikredilmiştir. Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Yafes'in soyundandır. Asıl ismi İskender'dir. Doğuya ve batıya gittiği için, İskender-i Zülkarneyn namıyla anılmıştır. Yemen'de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo'nun talebesi olan Makedonyalı İskender'den daha önce yaşadı. İbrâhim'le (aleyhisselâm) birlikte haccetti. Onun elini öpüp duâsını aldı. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı (aleyhisselâm), ordusuna kumandan tâyin etti. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin insanlara zarar vermelerine mâni olmak için taş ve demirden bir sed yaptı. Asya ve Avrupa kıtalarına hâkim oldu. Her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaydı. Kafirlerle savaşıp, mü’minlere güzel muâmelede bulundu. Vazifesini bitirip ömrünü tamamlayınca, Medîne ile Şam arasında, Şam'a beş günlük mesâfedeki Dûmet-ül-Cendel denilen yerde vefât eyledi. Mekke'de veya yine o civarda Tehâme dağlarında defnedildi.
İskender-i Zülkarneyn, doğuya ve batıya (yeryüzüne) hâkim olan bir cihângirdi. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde; “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan ikisi, Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kafir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî mâlik olacaktır” buyurmuşlardır.
Mûsâ'ya (aleyhisselâm) gelen Tevrât'ın bir yerinde hazret-i Zülkarneyn'den bahsediliyordu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de peygamberliğini îlân edip, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen ibretli hâdiselerden bahsedince; Kureyş müşrikleri, O'na karşı muhâlefet etmek için kendilerince daha ilgi çekici olan hikâyeler bulup anlatmaya başladılar. Yahudilerden ve İranlılardan duydukları masallar ve geçmiş ümmetlere dâir hikâyelerle, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı çıkmaya kalkıştılar. O sırada âhır zaman peygamberinin kendi içlerinden çıkacağı ve oraya hicret edeceği inancıyla Medîne'ye gelip yerleşmiş olan birçok yahudi vardı. Mekkeli müşrikler, Medîne yahudilerine adam gönderip, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) imtihân için malûmat istediler. Medîne yahudileri onlara; Eshâb-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip fetheden Zülkarneyn'i ve rûhun mâhiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra da; “Eğer bu üç şeyden haber verirse peygamberdir, O'na uyun. Eğer cevap veremezse yalancının biridir, istediğinizi yapın” dediler. Yahudilerden bu bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip bu üç soruyu sordular. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kimseden ilim öğrenmemişti, okuması yazması bile yoktu. İnsanlara söyledikleri, Allahü teâlânın kendisine vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bildirdiği veya kalbine ilham ettiği şeylerdi. Tabi ki, O, ne Eshâb-ı Kehf’i, ne rûhun mâhiyetini, ne de Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) bir yerden öğrenmiş değildi. Müşrikler gelip sorularını sorunca Allahü teâlâ, Resûlüne Kehf sûresini inzâl buyurdu. Bu sûrenin 83-98. âyet-i kerîmelerinde Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) doğuya ve batıya seyahati, bu sırada karşılaştığı kavimler ve kâfirlere olan muâmelesi anlatıldı. Bu vesîleyle müslümanlar da Zülkarneyn aleyhisselâm hakkında en doğru bilgilere sâhip oldular. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Senden Zülkarneyn'i (aleyhisselâmsorarlar. Sen; Ben size onun hâlinden (Allahü teâlâ katından) haber vereyim de! Biz onu yeryüzünde bir kudrete erdirdik. (Onu dünyâda hâkimiyete, güzel bir tasarrufa muktedir kıldık) ve ona her (istediği) şeyden bir sebep verdik. (Onu ilme, kudrete ve başka ne lâzımsa hepsine malik eyledik.) O da, (batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin battığı yere ulaştı. Onu (güneşi) sanki kızgın siyah çamurlu bir pınar içine batarken buldu. Ve onun yanında bir kavim buldu. Ey Zülkarneyn! (Sen muhayyersin. İslâm'a gelmezlerse dilersen öldürmek sûretiyle bu kavme) azâb et! Yâhud onların hakkında hüsn-i muâmele (onları, hak dîne çağırarak kendilerini irşâda çalışırsın. Kendilerine dînî mes’eleleri talim) edersin” dedik. Zülkarneyn hak dîne dâveti seçip), dedi ki: Her kim (ben dîne dâvet ettiğim hâlde küfürde ısrâr ile nefsine) zulmederse biz ona öldürmekle azâb ederiz. Sonra da o, kıyâmette Rabbine döndürülür. Allahü teâlâ ona işitilmemiş şiddetli azâbı ile azâb eder. Ama, kim îmân eder, sâlih amelde bulunursa, onun için dünyâ ve âhırette çok güzel bir mükâfât (Cennet) vardır. Ona emrimizden kolay tarafını da söyleyeceğiz. Sonra o, başka bir yol tuttu (doğuya gitti). Nihâyet üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere ulaştığı zaman, onu bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için buna karşı (korunacak) hiç bir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn'in işi) böyle idi. (Kudreti, mülkü, saltanatı anlatılanlar gibi idi.) Halbuki onun yanında olan (asker, aletler ve kuvvetin gizli ve açık) cümlesini ilmimizle kuşatmışızdır. Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye gitti). Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman, onların önünde hemen hiç söz anlamaz bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla); Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc tâifesi bu yerde fesâd (katil, tahrip, zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek de bizimle onların arasına sed yapsan dediler. (Zülkarneyn;) Rabbimin bu işte bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz haraç ve masraftan hayırlıdır. Haydi siz bana (bedenî) kuvvetle (ve lâzım olan aletlerle) yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir sed (duvar) yapayım. Bana demir kütleleri getirin dedi. (Onu getirdiler. O iki dağın arasını su çıkıncaya kadar kazdılar. Temelini kayalarla doldurup üzerine bir kat demir, bir kat odun döşediler.) Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit oldu. (Sonra çalışanlara) Üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca; Getirin bana, üstüne erimiş bakır dökeyim dedi. Artık (Ye’cüc ve Me’cüc kavmi) onu aşmaya güç yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de kâdir olamadılar. (Zülkarneyn); İşte bu (sed) Rabbimin bir rahmetidir. Fakat Rabbimin vâdi geldiği vakit (kıyâmet yaklaştığı zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin vâdi bir haktır” dedi.”
Bu âyet-i kerîmeleri tefsîr eden müfessirler, hadîs-i şerîflerde ve çeşitli rivâyetlerde bildirilen haberlerle oldukça geniş açıklamışlardır. Bu bilgilerin ışığında Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) hayatı ve hâlleri şöyle anlatılmıştır:
Sâlih bir zât olan Zülkarneyn'i (aleyhisselâmAllahü teâlâ, yeryüzündeki insanlara, emir ve yasaklarını tebliğ ile vazifelendirdi. Zülkarneyn (aleyhisselâm), Allahü teâlâya niyâzda bulunup; “Yâ Rabbî! Bana tevcih ettiğin bu işte ancak sen yardıma kâdirsin. Beni hangi ümmetlere gönderdiğini, onlara hangi asker ve kuvvetle ve nasıl gâlib geleceğimi, bunun için hangi çârelere baş vuracağımı, onlara karşı çoğunluğu nasıl elde edeceğimi, hangi hilm ve sabırla karşı duracağımı, nasıl hitâb edeceğimi ve lisânlarını nasıl anlayacağımı, sözlerini hangi kulak ile duyacağımı, hangi göz ile onlara nüfûz edeceğimi, karşılarına hangi hüccetle çıkacağımı, işlerini hangi hikmetle düzenleyeceğimi, aralarında hangi ilim ve adâletle hükmedeceğimi bilmiyorum. Bu bahsettiğim şeylerden hiçbiri bende yok. Yâ Rabbî! Sen Rahimsin. Sen hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemezsin. Bilakis sen, kullarına merhamet edensin” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
“Sana verdiğim vazifeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Her şeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, ta uzaktakileri işitirsin. Basîretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfûz edersin. Tedbirli olmak istidâdını veririm, her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin her şeyi ihsân ederim. Bunları, senin için muhâfaza ederim. İstediğini her zaman bulursun. Ayağını sağlam bastırırım. Sana heybet veririm, hiç bir kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiç bir şey sana zarar veremez. Seni kuvvetlendiririm, hiç bir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm, hiç bir şeyden korkmazsın. Nur (aydınlık) ve zulmeti (karanlığı) emrine verir, onları senin askerin yaparım. Nur, önünde yol gösterir; zulmet, arkandan seni muhâfaza eder.”
Allahü teâlâ bulutları ve başka vâsıtaları Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) emrine verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerinde tasarruf ve hâkimiyet verdi. Ayrıca; beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse, siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece kısa zamanda düşmana gâlib gelirdi. Her sefere çıkışında, önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi, devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymayı azmetti. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı (aleyhisselâm) kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti.
Allahü teâlânın emriyle, mü’minlerden meydana gelen ordusu ile birlikte, ilk önce batıya yürüdü. Vardığı her yerde kâfirleri hak dîne dâvet etti. İnananlara iltifât ve ikrâmda bulunup inanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş, hep deniz başlamıştı. Oraya vardığı sırada güneşin batma vakti idi. Güneş kızarmış bir hâlde sanki bir çamur pınarında batıyor gibiydi. İnsan gözü güneşin o şekilde battığını zannediyordu. Elbette ki, güneş, değil o denizden, dünyâdan bile defâlarca büyüktü. Zülkarneyn (aleyhisselâm) orada bir kavim buldu. Bu kavmin fertleri kâfir idi. Vahşî hayvan derilerinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Değişik bir dille konuşan, bu güçlü kuvvetli kimselerin acayip tabîatları, yadırganacak âdet ve huyları vardı. Allahü teâlâ, Zülkarneyn'i (aleyhisselâm), onlar hakkında serbest bıraktı. Dilerse îmân etmeyenleri öldürmesini, isterse onların hak dîni kabûl etmeleri için gayret göstererek güzel muâmelede bulunmasını bildirdi. Zülkarneyn'e (aleyhisselâmAllahü teâlânın bildirmesi; eğer kendisi peygamber ise, melek ile; değilse, yanında bulunan bir peygamber ile veya tâbi olduğu peygamberin dîni dairesinde kendisinin yaptığı ictihâd iledir.
Zülkarneyn aleyhisselâm bunlardan ikincisini tercih edip, hüsn-i muâmelede bulundu ve onlara; “Her kim nefsine zulmederek dâvetimi kabûl etmez, küfürden ayrılmazsa; elbette onu öldürürüz. Sonra da âhırette Rabbimizin mahkeme-i kübrâsına sevk olunur. Allahü teâlâ da onu şiddetli ve ebedî olan Cehennem azâbıyla cezâlandırır. Ama kim dâvetimi kabûllenir, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetir ve tasdik eder, yapması emredilen ibâdet ve vazifeleri yerine getirirse, onun için çok güzel ve ebedî olan Cennet vardır. Böyle îmân eden kimse için kendisine emrettiğimiz şeylerde kolaylık söyler, ona; namaz, zekât, cihâd gibi yapabileceği şeyleri teklif eder, yapamayacağı meşakkatli şeyleri emretmeyiz” dedi. Onları îmâna dâvet etti. Bir kısmı îmânla şereflendi, bir kısmı da yüz çevirdi. Zülkarneyn (aleyhisselâm), îmân etmeyenlerin üzerine yürüdü ve karanlık içinde bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Helâk olacak bir hâle gelince, Zülkarneyn'e (aleyhisselâm) yalvararak tevbe edip, dâvetine icâbet ettiler. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine îmân edip, O'nun emir ve yasaklarına canla başla tâbi olacaklarına söz verdiler.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), bu müslümanlardan kalabalık bir ordu kurdu. Bu ordunun arkasını karanlıkla emniyete aldı. Beyaz bayrağı nûr ile önünü aydınlattı. Ordusu ile uğradığı her yerde, ne kadar millete rastlamışsa hepsini hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâya îmâna ve ibâdete çağırdı. Îmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. İbrâhim'le (aleyhisselâm) görüştü. Hayır duâsını aldı. Nâsîhatlerine mazhâr oldu.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Orada güneşten korunacak kaya ve ağaç cinsinden hiç bir şey yoktu ve buranın insanları, güneş doğunca, yeraltındaki mahzenlerine veya denize girerlerdi. Güneşin şiddetli sıcağı geçince, girdikleri yerlerden çıkıp, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Zülkarneyn (aleyhisselâm), onları da hak dîne dâvet etti.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), daha sonra, kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. Bilmediği bir dille konuştuklarından bir şey anlamıyordu. Bir tercümân vâsıtasıyla veya Allahü teâlânın ihsânı olarak Zülkarneyn (aleyhisselâm), onların sözlerini anladı. O kavmin pâdişahı, Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) iyilikle karşıladı. Hediyeler takdim etti. Bütün kavmi ile birlikte hak dîni kabûl etti. Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) iltifâtına mazhar oldu. O kavim, Zülkarneyn'e (aleyhisselâm) Ye’cüc ve Me’cüc'den şikâyet etti. O kavimle birlikte Ye’cüc ve Me’cüc'ün zararından korunmak için sed yaptılar.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) yaptığı seferlerin birinde, bir ülkeye uğradı. Oradaki insanların elinde dünyâ serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden te’min ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezârını kazar, her gün mezârını temizler ve ibâdetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (aleyhisselâm), bunların hükümdârlarını çağırttı. Hükümdâr; “Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm) bu söz üzerine hükümdârın yanına giderek; “Ben seni dâvet ettim, niye gelmedin?” dedi. Hükümdâr; “Sana bir ihtiyâcım yok, olsa gelirdim” cevâbını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Bu hâliniz nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim” deyince, hükümdâr; “Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz! Çünkü baktık ki; bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzûru bozulacak. Onun için dünyâlık peşinde değiliz” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Bu mezârlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibâdetlerinizi burada yapıyorsunuz?” diye sordu. Hükümdâr; “Dünyâlık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezârları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vaz geçeriz” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifâde etseniz olmaz mı?” dedi. Hükümdâr; “Midelerimizin, canlı hayvanlara mezâr olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zâten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız” diye cevap verdi.
Bir gün birisi Zülkarneyn'e; “Bana, îmân ve yakînimi kuvvetlendirecek bir şey öğret” dedi. O da; “Gadab edip kimseye kızma, zirâ şeytanın insana en çok hulûl edebileceği zaman, insanın hiddetli ânıdır. Bunun için, hiddetini sükûnetle yenmeye çalış. Sakın acele etme, zirâ acele ettiğin zaman, nasîbini kaybedersin. Yakın ve uzağına karşı yumuşak ol; inâdçı, inkârcı ve zâlim olma” diye cevap verdi.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), Allahü teâlânın yardımı ile doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri fethedip, her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazifesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi. Kendisi Medîne ile Şam arasındaki Dûmet-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Az bir zaman sonra da vefât etti. Mekke'ye veya Mekke civarındaki Tehâme dağlarında bir yere defnedildiğine dâir rivâyetler vardır.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) vefât etmeden önce yakınlarına; “Ben vefât edince, usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yalnız kollarım, dışarıda sarkık kalsın! Hazînelerimi de katırlara yükleyin” diye vasiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Definden sonra, âlim olan büyük bir zât, onun bu sözlerini şöyle açıkladı. “İskender-i Zülkarneyn, demek istedi ki: Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazînelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ nîmetleri, kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi, mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı, dünyâda kalıyor sizler, âhırette de faydalı olacak işleri yapın.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Küfür üzere idiler. Sâlih'i (aleyhisselâm) yalanlıyorlardı. Tuğyan yâni küfürde çok ileride idiler. Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist yâni dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeye inanmamak küfür olur. Meleklerin, insanların ve cinnin îmân etmeleri, inanmaları emrolundu. Allahü teâlânın var olduğunu anlamamak, düşünmemek günah olur. Allahü teâlâ tarafından bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Her birini bilmeden, hepsine inandım demek de îmân olur. Îmân hâsıl olmak için, küfür alâmeti olan şeylerden sakınmak da lâzımdır. Dinin emir ve yasaklarından birini hafif görmek, Kur’an-ı kerîm ile, melekle, peygamberlerden biri ile alay etmek, küfür alâmetlerindendir. İnkâr etmek, yâni işittikten sonra inanmamak, tasdik etmemek demektir. Bundan dolayı, şüphe etmek de, inkâr olur.
2- Dînin temeli olan hususlarda Sâlih'e (aleyhisselâm) itâat etmeyip, nefslerinin arzu ve isteklerine uydular. Düşmanlık ve kibir gösterdiler.
Kur’an-ı kerîmde; “Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih'i (aleyhisselâm)) tekzip ettiler (yalanlayıp kabûl etmediler). (Şuarâ sûresi: 141), “Îmâna gelmeyip tekebbür üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve âciz addettikleri mü’minlerle istihzâ (alay) ederek dediler ki: Siz, Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Mü’minler (tam bir îmân bütünlüğü içinde sağlam bir îmânla); Evet, (onun) bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur dediler. (O zaman) îmân etmeyi kibirlerine yediremeyenler; Biz sizin îmân ettiğiniz şeye inanmıyor, inkâr ediyoruz dediler.” Buyruldu. (A’râf sûresi: 75, 76) Nefse uymak kötü huylardandır. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı olduğu, Kur’an-ı kerîmde haber verilmiştir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, O'na inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sâhibi olmağa, yâhut fıska yâni haram işlemeğe başlar. Ebû Bekr Tamistânî diyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allah ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah Tüsterî diyor ki: “İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), uzun bir hadîs-i şerîfinin sonunda buyurdu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.” İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: Allahü teâlânın, insana yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü, ucbdur. Yâni ayıplarını görmeyip, kendini beğenmektir.”
Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin, iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır” buyruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti; nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahü teâlâdan af ve merhamet beklemektir” buyruldu.
3- Rey (Kendi görüşlerine uymak): Semûd kavmi kendi görüşlerini dînin nasslarına (esaslarına) tercih ediyor, ona uyuyorlardı. Kur’an-ı kerîmde; “Sâlih (onlara) dedi ki: “Ey “Kavmim! Bana haber verin. Rabbim teâlâ bana açık bir beyyine (mûcize) ve rahmet, peygamberlik vermişken, eğer ben risâleti tebliğ ve sizi Allahü teâlâya dâvet etmeyip O'na âsî olursam, beni O'nun azâbından kim kurtarır. Beni kendinize tâbi kılmakta, bana hüsrândan başka bir şey arttırmazsınız” buyruldu. (Hûd sûresi: 63) Bu âyet-i kerîmede Semûd kavmini nassa muhâlefetle hâsıl olan şeyden korkutmak ve onları günahlardan sakındırmak mânâsı vardır.
4- Nâsîhat edenlere buğz etmek, kızmak, ondan rahatsız olmak: Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, Sâlih'in (aleyhisselâm), kavmine meâlen şöyle söylediğini buyurdu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve size nasîhat ettim. Lâkin siz nasîhat edenleri sevmezsiniz.” (A’râf sûresi: 79)
Hâris bin Esed Muhâsibî (radıyallahü anh) kitabında Hazret-i Ömer'in şöyle buyurduğunu bildiriyor: Birbirine nasîhat etmeyen ve nasîhat edenleri sevmeyen bir kavimde (cemiyette) hayır yoktur.
Beyhekî “Şuab-ül-îman” kitabında, İbn-i Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti: “Allahü teâlânın katında en büyük günah, bir kimse diğerine Allahü teâlâdan kork dediği zaman, diğerinin ona; “Sen kendine bak, sen mi bana emrediyorsun?” demesidir.”
5- Yeryüzünü ifsâd edenlere itâat etmek, yaptıkları fesâd ve bozuk işlerinde muvafakat etmek: Kur’an-ı kerîmde; “Şimdi, Allahü teâlâdan korkun. Size tebliğ ettiğim (bildirdiğim) O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Yeryüzünde bozgunculuk yapanların, ıslâh yapmayanların emrine itâat etmeyin” buyruldu. (Şuarâ 150-151) Bu âyet-i kerîmede; “Onlar ıslâh yapmazlar” diye te’kid yapılmasında, onların fesatlarında salâh olmadığı, onların iyi hasletlerinin bulunmadığına işâret vardır.
6- Hayır ehli ile (mü’minlerle) tetayyür, yâhut mutlak tayâre ve teşe’üm: Sâlih'in (aleyhisselâm) nasîhatleri üzerine kavmi; “Ey Sâlih! Biz seninle ve sana îmân eden maiyetinle (mü’minlerle) teşe’üm ederiz. Zirâ bu dîni kavmine anlattığından beri bizim başımız belâdan kurtulmuyor ve biz sizin sebebinizle uğursuz olduk. Bir çok musîbetlere uğradık. Bunların hepsi sizdendir. Çünkü siz böyle bir din meydana koymadan evvel, bu belâlardan hiç birisine maruz kalmazdık” demekle Sâlih'e (aleyhisselâm); sertlik, kabalık, küstahlık gösterdiler. Sâlih (aleyhisselâm), onların mukâbelelerini (karşılıklarını) işitince; “Ey kavmim! Sizin uğursuzluğunuz Allah katında takdir edilmiştir. Zirâ siz irâdenizi küfre ve belâ icap edecek bir takım günahlara sarf ettiğinizden, Allahü teâlâ sizin başınıza gelecek belâları takdir etmiştir. Siz öyle bir kavimsiniz ki; hayr, şer, izzet, zillet, rahat ve şiddetle imtihân olunuyorsunuz. Lâkin bilmiyorsunuz” buyurarak teşe’ümün yâni uğursuzluğun kendi işleri netîcesi olduğunu bildirdi. Semûd kavmi kıtlık ve mallarının telef olması gibi sevmedikleri bir takım âfetlerin meydana gelmesine, Sâlih'in (aleyhisselâm) ortaya koyduğu hak dîni sebep saydıklarından; “Biz seninle tetayyür yâni teşe’üm ederiz ve kötülüklere sebep sizsiniz” demişlerdir.
7- Kadınlara itâat etmek: Kıdâr ve Mısda'ı deveyi öldürmeye iten sebep, Sadûf ve Uneyze isimlerindeki kadınlara itâat etmeleri idi. Kadınlara kanarak deveyi boğazlayan bu insanlar, evvel gelenlerin en şakîsi oldu. Kadının, haram yolla kendisini veya başkasını erkeğe teklif etmesi en büyük günahlardandır. Sadûf ve Uneyze'nin durumu böyledir. Allahü teâlâ ikisini de takbih buyurdu. Çünkü bunlar Mısda’ ve Kıdâr'a mubâh olan evliliği teklif etmeyip haram ve gayr-i meşru olanı teklif ettiler. Kudâî, İbn-i Asakir, hazret-i Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte; “Kadınlara itâat, nedâmettir” buyruldu. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 34. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allahü teâlâ bâzı kullarını bâzısından üstün yaratmıştır. Hem de, erkekler, kendi mallarını, onlar için harcederler. Kadınların iyileri Allahü teâlâya itâat eder ve zevclerinin haklarını gözetirler. Zevcleri hazır olmadıkları zaman, onların nâmuslarını ve mallarını, Allah'ın yardımı ile korurlar. Hıyânet etmesinden korktuğunuz kadınlara, zevc haklarını öğretin ve tatlı sözlerle nasîhat edin! Onları yatağınızdan ayırın” buyrularak erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu bildirdi.
8- Cemâl sâhiplerine (güzel kadınlara) rağbetten dolayı, masiyete günaha ve belâya düşmek. Bir kimse sâdece malından ve güzelliğinden dolayı bir kadın ile evlenirse, o kimsenin dînine zarar gelir. Nitekim Kıdâr ile Mısda'ın durumu böyledir.
Evlenebilmek için önce, dînin emir ve yasaklarını öğrenmek, nefsi dîne uyar hâle getirmek, gönül sâhibi olmak, olgunlaşmak lâzımdır. Ondan sonra, sünneti yerine getirmek niyeti ile evlenir. Edebi, hayâsı, ahlâkı olan; dînini, îmânını, İslâmın şartlarını öğrenmiş, dîne uyan, sokakta İslâmiyetin emrettiği gibi örtünen bir kızla nikâhlanır. İffet sâhibi, dînini kayıran bir kız aramalıdır. Malı ve güzelliği çok olanı aramamalıdır. Mal için, güzellik için iffeti ve salâhı elden kaçırmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Kadın,ya malı için, veya güzelliği için, yâhut dîni için alınır. Siz dîni olanı alınız! Malı için alan, malına kavuşamaz. Yalnız cemâl için alan, cemâlinden mahrûm kalır.” Din ile cemâlin (güzelliğin) birlikte olması çok iyi olur.
9- Dünyâ malına aldanmak: Semûd kavmi, ömürlerinin uzunluğuna, rahatlıklarına, mallarının-mülklerinin çokluğuna güveniyorlardı. Ölümün ansızın kendilerine geleceğinden korkmuyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) onlara dedi ki: (Ey kavmim!) Şu bulunduğunuz hâlde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latîf (hoş) tomurcuklanmış hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz, yaptığınız kaşâneler, saraylar içinde ölüm ve azâbdan emîn ve ferah olarak terk olunur musunuz? Öyle bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkun; tûl-i emelde olmayın. Artık bana itâat edin. Zirâ ki benim emrime itâat, Allahü teâlâya itâattir.” (Şuarâ sûresi: 146-150)
Semûdlular sâhip oldukları dünyâlıkları sebebiyle şımarmışlardı. Kavuştukları geçici nîmetler sebebiyle taşkınlık ve azgınlık içinde yaşıyorlardı. Fakat, kendilerine verilen bu nîmetlerde cimrilik ediyorlar, ihtiyaç sâhiplerini gözetmiyorlardı. Dünyâlık kazanmak ve kazandıklarını muhâfaza edip, koruyabilmekte çok dikkatli idiler. Pek çok dünyâ malına sâhip oldukları hâlde, gözleri doymuyor, aşırı derecede düşkünlük gösteriyorlardı. Kendilerini ve yaptıkları iş ne olursa olsun, onları güzel görüyorlar ve beğeniyorlardı. Allahü teâlânın mekrinden yâni hîlesinden emîn bir hâlde idiler. Allahü teâlânın verdiği nîmetlerin şükrünü yapmıyorlar, bilakis nankörlükte bulunuyorlardı. Türlü türlü nîmetlerden faydalandıkları hâlde, isyân içinde idiler. Bir gün gelip ölecekleri, yaptıklarının tek tek hesâbını verecekleri hiç akıllarına gelmiyordu. Semûd kavmi, tûl-i emel ve nîmetlere nankörlük üzere idiler. Tûl-i emel, çok yaşamayı istemektir. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tevbe etmeyi terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Vâz ve nasîhatten ibret almazlar. Hadîs-i şerîfte; “Lezzetlere son veren şeyi (ölümü) çok hatırlayınız.” buyruldu. Hadîs-i şerîflerde; “Ölümden sonra olacak şeyleri bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız.” ve “Gece ve gündüz ölümü hatırlayan kimse, kıyâmet günü şehidler yanında olacaktır.” buyruldu. Tûl-i emel sâhibi, hep dünyâ malına ve mevkîine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhıreti unutur. Yalnız zevk ve sefasını düşünür. Çoluk-çocuğunun bir senelik ihtiyâcını hazırlamak, uzun emel olmaz. Hadîs-i şerîflerde: “İnsanların en iyisi, ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir.” ve “İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır.” ve “Ölmek istemeyiniz. Kabr azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyete uymak, büyük saâdettir.” ve “Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaklardır.” buyruldu.
Tûl-i emelin sebepleri, dünyâ zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutup sıhhat ve gençliğine aldanmaktır. Bu hastalıktan kurtulmak için, sebepleri yok edip, ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin ve gençliğin, ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri, her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur.” buyruldu. Eshâb-ı kirâmdan Berâ bin Âzib diyor ki: “Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir başına oturup, ağlamağa başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra; “Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hazırlanınız.” buyurdu.” Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bir âlimi görünce, nasîhat istedi. O da; Şimdi halîfesin istediğin gibi emredersin. Yarın öleceksin dedi. Biraz daha söyle deyince; “Âdem'e (aleyhisselâm) kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi dedi.” Halîfe uzun zaman ağladı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem“İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene kazâ ve kadere îmân etmek yetişir.”, “İnsanların en akıllısı ölümü hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana; dünyâda şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur.”, “Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi gayb etmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyacınızdan fazla binâlar yapmakla hayatınızı harcamayınız.”, (Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dininizin ve dünyânızın harâb olmasına sebep olur.” buyurup, çok sevdiği Üsâme bin Zeyd'in bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince de; “Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sâhibi olmuş.” buyurdu. İhtiyaç maddelerinin veresiye de alınmaları câizdir. Bir hadîs-i şerîfte; “Cennet’e gitmek isteyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahü teâlâdan hayâ etsin.” buyruldu. Haram olan lezzetler içinde yaşamayı düşünerek uzun emel sâhibi olmak haramdır. Çok yaşamayı değil, sıhhat ve âfiyet ile yaşamayı istemelidir.
10- Allahü teâlâya ahd ve mîsâkı bozdular: Semûdlular, Sâlih'e (aleyhisselâm); “Bize kayadan deve çıkarırsan sana îmân edeceğiz. Senin Rabbine itâat edeceğiz” dediler. Sâlih aleyhisselâm da Allahü teâlânın izni ile kayadan deveyi çıkarınca, hak sözden rücu ettiler, yâni döndüler. Sonra da azâba uğradılar.
Hâkim, Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hicr'e uğramıştı. Bu sırada buyurdu ki: “Mûcize istemeyiniz. Muhakkak Sâlih'in kavmi mûcize istedi de, Allahü teâlâ onlara deve gönderdi. Deve bu yoldan suya gelir, şu taraftan giderdi. Sonra onlar, Rablerinin emrinden (hak sözden) dönüp haddi aştılar. Allah'ın hareminde olan bir kişi dışında (ve îmân edenler müstesnâ) Semûd kavminden herkesi helâk eden bir sayha, onları yakalayıverdi.” Eshâb-ı kirâm, o bir kişi kimdi? diye sorduklarında, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ebû Rigâl'dir, Harem'den çıktığında kavmine isâbet eden azâb ona da isâbet etti.”
Tefsîr âlimleri bildirdiler ki; “Sâlih aleyhisselâm ve ona tâbi olanların dışında Semûd zürriyetinden Ebû Rigâl denilen bir kişi hariç, hiç kimse kalmayıp hepsi helâk oldu. Ebû Rigâl, o sırada Mekke-i mükerremede Harem-i şerîfte idi. Bu sebepten ona bu musîbetten bir şey isâbet etmedi. Günlerden bir gün Harem'den çıktığında gökten bir taş düşüp onu öldürdü.”
Abdürrezzak dedi ki: Mamer'in, İsmâil bin Ümeyye'den naklettiğine göre; Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Rigâl'in kabrine uğradı ve Eshâb-ı kirâmına; “Bu kimdir biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar da; “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. O zaman Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bu, Ebû Rigâl'in kabridir. Semûd kavminden birisidir. Allahü teâlânın Harem’inde idi. Bu mekân onu azâbdan korumuştu. Oradan çıkınca, kavminin başına gelen, onun da başına geldi ve burada defnolundu. Onunla birlikte altın bir dal da gömülmüştü” buyurdu. Halk onun kabrini kazmaya ve o altını aramaya koyuldular ve altın dalı çıkardılar.
Buharî, Abdullah bin Dinâr'dan, o da, Abdullah ibni Ömer'den rivâyet ettiğine göre; Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük gazâsında Semûd kavminin helâk olduğu vadide konakladığı zaman, Eshâb-ı kirâmına (radıyallahü anhüm) buranın kuyusundan su içmemelerini ve buradan su almamalarını tembih etti. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) ! Biz bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk ve kaplarımızı da doldurduk” demeleri üzerine, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Öyle ise hamuru atınız, aldığınız suyu da dökünüz” buyurdu.
Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Semûd kavminin vâdisine geldiği vakit; “Nefslerine zulmeden kimselerin meskenlerine girmeyin ki onlara dokunan azâb, size de dokunmasın. Ancak ağlayarak girerseniz bir beis yoktur” buyurarak, bürdesini yâni hırkasını başına alarak oradan uzaklaştığı beyân olunmuştur.
11- Emâneti zâyi etmek (koruyamamak): Deve, Semûdluların yanında Allahü teâlânın emâneti idi. Onlar bu emâneti korumak bir yana, ihânet edip onu boğazladılar. Emâneti gözetmemek münâfıklık alâmetidir ve büyük günahtır. Emânet, malda olduğu gibi sözde de olur. Hadîs-i şerîfte; “Münâfıklık alâmeti üçtür: Yalan söylemek, vâdini îfâ etmemek, emânete hıyânet etmek” buyruldu. Kendisine mal veya söz yâhut sır emânet olunan kimsenin bunlara hıyânet etmesi münâfıklık olur.
“Buharî”de yazılı, Amr ibni Âs'ın (radıyallahü anh) oğlunun bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, vâdini bozmak ve ahdine gadr etmek ve mahkemede doğruyu söylememek” buyruldu. İbn-i Hâcer buyurdu ki: “Nifâk yâni münâfıklık, zâhirîn bâtına uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz. Îtikâd edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, haram olur. Îtikâdda, îmânda münâfıklık, diğer küfürlerden daha fenâdır.
12- Mâsiyet ehlinin (günah işleyenlerin) yaptığı günah ve küfür işlerini tasvip etmek. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri (iyiliği emredip kötülükten menetmeyi) terk etmek: Aslında, deveyi bir veya iki kişi, yedi kişinin yardımı ile boğazlamıştır. Fakat Allahü teâlâ onların hepsine, onu tekzip ettiler, deveyi bağladılar diye nispet buyurdu. Onların hepsine azâbı gönderdi. Çünkü onlar, zâlimlerin o işi yapmasına mâni olmadılar. Üstelik onlar deveyi boğazlayanların bu işinden râzı idiler. Günahın işlenmesine rızâ göstermek, mâsiyetin ta kendisidir.
İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce'nin Cerîr bin Abdullah Beclî'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Bir kavmin arasında mâsiyet işlenir, onlar o mâsiyeti yapandan daha üstün ve kalabalık oldukları hâlde, o mâsiyeti (kötülüğü) değiştirmezlerse, (ona mâni olmazlarsa) Allahü teâlâ o kavmin hepsine umûmi azâb gönderir.”
13- Zarûret olmadan vakıf olan hayvanı boğazlamak ziyân etmektir: Sütünden içmeleri için fakirlere vakfedilen koyun, hac edeceklere vakfedilen katır, cihâda gidecek olanlar için vakfedilen at böyledir. Kimse, bunlara kötülük ile dokunamaz. Kim bunu çiğnerse, deveyi boğazlayan Semûd kavmine benzemiş olur. O devenin sütü onlara sebil idi. Deve, kimsenin mülkiyetinde değildi. Onun sâhibi ancak Allahü teâlâ idi. Aynı şekilde vakıf olan akarât (gelirler) ve diğerleri dînimizde Allahü teâlânın mülküdür. Telef, tahrip, tâmir ve satmak sûreti ile vakıflara hıyânet etmek bu kâbildendir. Yine ihtiyaçların giderilmesi için müslümanların ortak mallarına da hıyânet bu kâbildendir. Bu şekilde davrananlar hâinlik yapmak hususunda Semûd kavmine benzer.
14- Dokuz kişinin fesadda ileri olması: Semûd kavminden dokuz kişinin yapmadıkları fesâd yoktu. Bunlar her türlü kötülüğü yaparlar, başkalarının malını zorla elinden alırlar ve kadınlarına tecâvüz ederlerdi.
Mücâhid ve başkalarından rivâyet edildi ki: “Semûd kavmi deveyi boğazlayınca, Sâlih (aleyhisselâm) onlara üç gün sonra size azâb gelir buyurdu. O zaman bu dokuz kişi ittifâk edip; “Eğer o, tehdidinde yalancı ise, ona lâyık olduğu cezâyı verelim. Doğru ise, azâb bize gelmeden önce işini bitirmekte acele edelim de kendimizi böyle bir azâbdan kurtaralım” diyerek, Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için evine gittiler.
Abdullah ibni Abbâs buyurdu ki: “Dokuz kişi, Sâlih'in (aleyhisselâm) evine geldiler. Kılıçlarını çektiler. Fakat Cebrâil (aleyhisselâm) onları taşlarla öldürdü. Ancak onlar Cebrâil'i görmeyip, sâdece kendilerine atılan taşları görüyorlardı.”
Katâde (radıyallahü anh); “Dokuz kişi sür’atle Sâlih'in (aleyhisselâm) evine geldiler. Allahü teâlâ elinde kaya bulunan bir meleği onlara gönderdi. O, hepsini helâk etti” diye bildirdi.
Dokuz kişi, diğer Semûdlulardan fazla olarak: mekr (hîle), dînar ve dirhemleri kırmak, başkalarının kadınlarına sarkıntılık etmek, öldürmeye azmetmek gibi çeşitli günahları işlemekte çok ileri gitmişlerdi.
Kur’an-ı kerîmde Neml sûresi 50 ve 51. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Onlar bu şekilde (Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için) hîle yaptılar. Biz de onların bu hîlelerinin cezâsını verdik. Halbuki onların bundan haberleri yoktu. İşte bak, o tuzaklarının âkıbeti nice oldu. Çünkü biz onları da kavimlerini de (Cebrâil (aleyhisselâm) ile ve ateşle) helâk ettik.”
Dokuz kişinin, başkalarının yapmadığı ortak husûsiyetlerinden biri de günah işlemekte yardımlaşmaları idi. Bilhassa inananları öldürmek, öldürmeye teşvik ve bunun için hep birlikte yemîn etmek pek kötü ve çok çirkin günahlardır. Bir müslümanın öldürülmesine bir parça söz ile de olsa yardımcı olan kimsenin alnına; “Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir” yazılır. Bu damga ile Allahü teâlânın huzûruna çıkar.
Beyhekî, “Şuâb” adlı eserinde şöyle anlattı: Mâlik bin Dînar, Neml sûresi 48. âyet-i kerîmesini okudu ve; “Bugün yeryüzünde ifsâd yapan ve ıslâh etmeyen nice kimseler vardır” dedi. Mâlik bin Dinâr'ın (rahmetullahi aleyh) zamanının hâli böyle olursa, diğer zamanların nasıl olduğu artık meydandadır. Akıllı kimse, zamanın bozukluğu içerisinde (onun akışına kendini kaptırmaz) dâimâ ölümü hatırlar, ölümün bir müddet sonra da olsa geleceğini aslâ unutmaz. Rabbinin rızâsını kazanmak için gayret sarfeder. Geçmiş milletlerin çok kuvvetli ve pek zengin olmalarına rağmen, ölüme karşı koyamadıklarından ibret alır. Halbuki onların ömürleri pek uzundu. Geniş arâzileri ve mülkleri vardı. Fakat sonunda helâk oldular ve sâhip oldukları hiç bir şey fayda vermedi.”

1- Meyvesiz ağaçların meyve vermeleri: Sâlih aleyhisselâmın gönderildiği Semûd kavminin çevresinde hamt diye bilinen dikensiz ve meyveleri olmayan ağaçlar vardı. Orada bunlardan başka ağaç bulunmazdı. Bir gün Semûd kavminin önde gelenleri Sâlih aleyhisselâma gelip; “Sen, gerçekten peygamber isen bu ağaçlar meyve versin” dediler. Sâlih aleyhisselâmdan mûcize göstermesini istediler. Onların bu teklifi üzerine Sâlih aleyhisselâm duâ etti. Orada hamt cinsinden ne kadar ağaç var ise hepsi meyve verdi.
2- Taştan su çıkması: Sâlih aleyhisselâm mûcize olarak duâ edince büyük bir kayadan su çıktı. Sâlih aleyhisselâmın kavminin bulunduğu yerde tek bir kuyu olup, başka su ve kuyu yoktu. Susuzluktan dolayı bu beldede mahsul elde edilemediğinden, Semûd kavmi gelip; “Gerçekten peygamber isen şu taştan su çıkar” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) onların bu teklifi üzerine Allahü teâlâya duâ etti. Onun bu duâsı üzerine kendisine vahiy geldi ve; “O taşın çevresinde yedi kere dolaş” buyruldu. Sâlih aleyhisselâm vahiy mucibince hemen o taşın çevresinde dolaşmaya başladı. Dolaşırken, o büyük taştan göz göz sular akmaya başladı. Semûdlular bu sularla boş arâzilerini suladılar. Kurak arâzileri; bağlar, bahçeler hâline getirdiler.
3- Ateşin yakmadığı çadır: Sâlih aleyhisselâmın çadırına ateş atıldı, fakat hiç tesir etmedi. Sâlih aleyhisselâmın kavmi olan Semûdlular, koyunculuk da yaparlardı. Bunun için senenin bâzı aylarını sahralarda, yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi.
Yaylada bulundukları bir sırada îmân etmeyenlerden bir kişi gizlice Sâlih aleyhisselâmın çadırını ateşe verdi. Çadır ateş aldı. Oradaki kâfirler alaya başladılar; “Sen gerçekten peygamber isen çadırındaki yangını söndür de görelim” dediler. Bunun üzerine Sâlih aleyhisselâm duâ etti. Ateş hemen etrâftaki çadırlara sıçradı. Kafirlerin bütün çadırları yanıp kül olduğu hâlde Sâlih aleyhisselâmın çadırına bir şey olmadı.

Allahü teâlâ sapık Semûd kavmini îmâna dâvet için hazret-i Sâlih'i peygamber olarak gönderdi. Bir rivâyette Sâlih (aleyhisselâm) 40 yaşına girdiğinde; Allahü teâlâ Cebrâil'e (aleyhisselâm) emrederek Sâlih'e (aleyhisselâm) gitmesini ve ona peygamber olduğunu bildirmesini, kavmini îmâna, itâate “La ilâhe illallah ve enne Sâlihan Abdullahi ve resûlühü” “Sâlih (aleyhisselâmAllahü teâlânın kulu ve peygamberidir” demeye dâvet etmesini bildirdi. Cibrîl-i emîn, bir anda Sâlih'e (aleyhisselâm) geldi. Selâm verdi. Sâlih (aleyhisselâm) onun heybetinden dolayı kendinden geçti. Cebrâil (aleyhisselâm); “Ey Sâlih! Şimdi kavmini Allahü teâlâya îmâna çağır ve tevhide dâvet et. Şirk ve putlara tapmaktan uzak durmalarını söyle. Allahü teâlânın kendilerine ihsân buyurduğu nîmetleri hatırlat. Ayrıca Âd kavminin şiddetli rüzgârda niçin ve neden helâk olduklarını sor” dedi ve risâletini tebliğ etti. Sonra ona Cennet elbiselerinden yeşil bir elbise giydirdi. Sağ eli üzerine nübüvvet mührünü basarak Âdem'in (aleyhisselâm) asâsını verdi. Sonra da; “Ey Sâlih! Sen, Nûh ve Hûd aleyhimüsselâm zamanlarında olmayan bir çok acâib hâlleri müşâhede edeceksin” buyurdu ve semâya yükseldi.
Sâlih (aleyhisselâm) bu ilâhî emir üzerine hemen kavminin toplandığı yere (putlara tapıp kurbanlar keserlerken yanlarına) gitti. Reisleri Cenda bin Amr da orada idi. Sâlih (aleyhisselâm) onun yanına vardı. Reis Cenda onu görür görmez târifi imkansız bir korkuya kapıldı. Sâlih (aleyhisselâm) ona güler yüz ve tatlı dille hitâbederek; “Ey Cenda, sana nasîhat ederim. Allahü teâlâ beni size peygamber olarak gönderdi. Seni ve kavmimi “La ilâhe illallah” demeye ve beni tasdîke yâni Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuma inanmaya çağırıyorum” dedi. Cenda da; “Ey Sâlih! Neler söylüyorsun. Semûd kavmi senin Allahü teâlânın peygamberi olduğunu kabûl etmez. Kavmime bildireyim bakayım ne derler. Sen yarın gel” dedi. Sonra eşrâfını (önde gelenleri) toplayıp, Sâlih'in (aleyhisselâm) söylediklerini bildirdi. Kavmin ileri gelenleri; “Ey Cenda! Gelsin söylediklerini biz de duyalım” dediler. Ertesi gün Sâlih (aleyhisselâm) oraya teşrîf etti. Peygamber olarak gönderildiğini söyleyip, onları Allahü teâlâya îmâna ve itâate çağırdı ve; “Ey kavmim! Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ediniz. Sizi ve her şeyi yaratan O'dur. Bu topraklarda size uzun ömür ve çok nîmetler verdi. O'na tevbe ve istiğfârda bulunun. O, tevbeleri kabûl edicidir” şeklinde nasîhatlerde bulundu.
Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde, Sâlih'in (aleyhisselâm) kavmine peygamber olarak gönderilişini ve dâvetini şöyle bildirmektedir: “Biz Semûd kavmine (nesebde) kardeşleri Sâlih'i resûl olarak gönderdik. (Sâlih aleyhisselâmonlara dedi ki: “Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd ediniz (bir biliniz). O'na ibâdet edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur. O (Allahü teâlâ) babanız Âdem'i (aleyhisselâmtopraktan yarattı. Siz onun (Âdem'in (aleyhisselâm)) evlâdısınız. Sizi orada (yeryüzünde) geçinmek ve orasını îmâr yapmaya (mâmur hâle getirmeye) me’mûr etti, güç verdi. Şimdi ondan mağfiret dileyin. Sonra başkasına ibâdetten vazgeçin. Tâat ve ibâdetle Allahü teâlâya dönünüz. Benim rabbim (müminlere, kendisine îmân edenlere, rahmetiyle) yakındır, (Dua edenlerin duâlarına) icâbet edicidir.” (Hûd sûresi: 61).
“Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih aleyhisselâmı) tekzip ettiler (yalanlayıp kabûl etmediler). Onların (nesebde, soyda) kardeşleri Sâlih aleyhisselâm, onlara dedi ki: Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki O'na şirk koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size gönderilen emîn bir resûlüm (peygamberim). Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size tebliğ ettiğim (bildirdiğim) O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Bunun için (tebliğim için) sizden ücret istemem. Bilin ki benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir.” (Şuarâ sûresi: 141-145)
Sâlih (aleyhisselâm) dalâlette (küfürde) olan kavmini îmâna dâvet ettiğinde, pek az kimse inandı. Çoğunluğu hak dîni kabûl etmemekte direndiler. Servetlerine güvenip zevk ve sefâ içinde kendilerinden geçip zulme başvurdular. Sâlih aleyhisselâma da; “Ey Sâlih! Sen bundan evvel (yani bizi putlara ibâdeti terke çağırmadan önce) bizim aramızda ümîd edilen (güvenilen) bir kimse idin. Sende rüşd ve efendilik alâmetlerini görüp bize baş ve işlerimizde müsteşar (danışılan bir kimse) olmanı, dînimizi kabûl etmeni beklerdik. Şimdi sen bizi babalarımızın ibâdet edegeldiği ilâhlara (putlara) ibâdetten nehy mi ediyorsun? (Vaz geçirmek mi istiyorsun?) Halbuki sen bizi dâvet ettiğin Allah'a ibâdetten (tevhidden) şüphe içindeyiz dediler.” (Hûd sûresi: 62)
“Sâlih (aleyhisselâm) (onlara) dedi ki: “Ey kavmim! Bana haber verin. Rabbim teâlâ bana açık bir beyyine (mûcize) ve rahmet (peygamberlik) vermişken eğer ben risâleti tebliğ ve sizi Allahü teâlâya dâvet etmeyip O'na âsî olursam, beni O'nun (Allahü teâlânın) azâbından kim kurtarır. Beni kendinize tâbi kılmakla bana hüsrândan başka bir şey arttırmazsınız.” (Hûd sûresi: 63)
Semûd kavmi, peygamberleri Sâlih (aleyhisselâm) onları îmâna dâvet edip, nasîhatte bulunduğu zaman tekzip ettiler. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Dediler ki: O da bizden bir kimse değil mi? Üzerimize bir üstünlüğü olmayan kimseye tâbi mi olacağız. Ona uyduğumuz takdirde dalâlete düşer delilik yapmış oluruz. Aramızda vahye daha lâyık var iken ona vahiy mi olundu? Doğrusu o yalancı ve mütekebbirdir.” (Kamer sûresi: 23-25)
Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı büyülenmiş, yalancı ve mütekebbir diye ithâm etmelerine rağmen, Sâlih (aleyhisselâm) Kur’an-ı kerîmde bildirildiği şekilde, tatlı dille îmâna dâvete ve nasîhatlerine devam etti:
(Ey kavmim) Şu bulunduğunuz hâlde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latîf (hoş) tomurcuklanmış hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz ve yaptığınız (kaşâneler, köşkler, saraylar) içinde, (ölüm ve azâbdan) emîn ve ferah olarak terk olunur musunuz? Öyle bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkun, tûl-i emelde (uzun emelde) olmayın. Artık bana itâat edin. Çünkü, benim emrime (dediklerime) itâat, Allahü teâlâya itâattir!) (Şuarâ sûresi: 146-150)
Semûd kavmi, Sâlih'i (aleyhisselâm) iyi bir insan olarak görüyordu. Ancak onun iyiliğini putlara hizmette görmek istiyorlardı. Sâlih aleyhisselâm peygamber olduğunu bildirince; “Sâlih'in maksadı bizi kandırıp elimizdeki mallara konmaktır” dediler. Diğer bir kısmı ise; “Hayır Sâlih'in bizim malımıza ihtiyâcı yoktur. Onun maksadı olsa olsa bize reis olmaktır” diyordu. Bir başka grup da; “Onun reislikte de gözü yoktur. Belki akıl hastalığından dolayı böyle bir takım anlaşılmaz şeyler söylemiş olabilir” dedi. Daha sonra mel’ûn şeytan da sapıklara vesvese verip; “Ne garip şey! Daha dün bir çoban gibi aranızda bulunan kişi, şimdi birden bire korkutucu sözler söylüyor. Bütün putları bir kenara itip, görünmeyen bir mâbuda tapmamızı söylüyor. Herkesin kendi etrâfında toplanmasını, sözünü dinlemelerini, böylece insanlara daha iyi bir hayat vereceğini söylüyor. Ama nasıl ve neyle? belli değil. Hepimizin sapık, kendisinin tek başına bize yol gösterici olduğunu söylüyor. Aklının, hepimizin aklından çok olduğunu ve âlemlerin Rabbi ile irtibatta bulunduğunu söylüyor. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Başkalarının yapamadığını o nasıl yapabilir? Yoksa ayı gökyüzünden yere mi indirecek, yoksa yeryüzünü güneşe mi yaklaştıracak? Yoksa ölüyü mü diriltecek” dedi. Semûdlular da kalkıp Sâlih aleyhisselâma gittiler ve ona; “Şimdiye kadar kimse senin ceddinden ve soyundan bir kötülük görmedi. Fakat, sen insanların hayatını perişân edecek sözler söylüyorsun. Sen bu mâbutların hiç birini kabûl etmiyorsun ve karışıklık çıkarmaktasın. Sen bu yeni sözleri nereden getirmişsin? Ve görülmeyen mâbud seni nasıl vazifelendirmiştir. Söz ve iddia ile bir şey sabit kılınamaz. Eğer doğru söylüyor isen, hiç kimsenin yapamadığı bir işi yapman gerekir. Doğru söz delil ister. Sen bütün insanları, senin mâbudunun yarattığını ve herkesten güçlü olduğunu söylüyorsun. Eğer böyleyse; bu mâbud meselâ geceyi gündüz yapabilir. Biz de her şeyi bildiğimizi söylemiyoruz. Yaşadığımız bir dünyâ vardır. Eğer sen de yeni bir iş yapamayacaksan ve insanlarla aranda yeni bir fark bulunmuyorsa bu dâvâdan vazgeç” dediler. Sâlih aleyhisselâm: “Söylediğim her şeyi Rabbimin irâdesiyle söylüyorum. Rabbim dilerse düşündüğünüz bütün şeyler, istediğiniz her alâmet meydana gelir” buyurdu. O zaman Semûdlular Kur’an-ı kerîmde meâlen buyrulduğu üzere; “Sen çok sihre (büyüye) uğramışsın (aklına halel getirmişlerdensin) dediler.” (Şuarâ sûresi: 153)
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet olundu ki: “Sâlih (aleyhisselâm) kavminin îmân etmeyeceğini anlayınca çok üzüldü. Rabbine yalvarıp; “Yâ Rabbî! Bir sefere çıkayım. Yolculuğumda sâlih kimselerle karşılaşıp onlarla dost olayım” dedi. Hak teâlâ ona izin verdi. Oradan ayrıldı. Bir çok yerlerden geçti. Bir gün kendini ibâdete vermiş bir kişiye rastladı. Ona; “Niçin tenhâlarda yalnızlığı seçtin” dedi. O da; “Bu yerde bir köy vardı. Ahâlisinin tamamı Allahü teâlâya inanmaz idi. Cümlesi helâk olup yalnız ben kurtuldum. Geri kalan ömrümü o belâdan kurtulduğum için Allahü teâlânın şükrüne sarfettim. Bu sebeple tenhâlarda ibâdet ederim” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) onun sözlerinden ve hâlinden ibret alıp daha fazla şükürle meşgûl oldu. Sonra yolu bir deniz kenarına uğradı ve bir adaya geldi. Adada ibâdet eden, namaz kılan bir şahıs gördü. Ona da tenhâlarda ibâdet etmesinin sebebini sordu. O da; “Ey Sâlih (aleyhisselâm)! Bu adada bir cemâat ile idim, onlar çok habis (kötü) insanlardı. Bir gün onlarla birlikte bir gemiye bindim. İçlerinde benden başka Hak teâlâya inanan yoktu. Netîcede gemi battı. Benden başka hepsi boğuldular. Kurtuluş nîmetinin şükrünün edâsı için burasını seçtim” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) vedâ edip ayrıldı. Çok yerler geçip, halkının tamamı îmânsız olan bir şehre geldi. Sâlih (aleyhisselâm) orada iki mü’min kimse buldu. Bunlar gündüzleri helâl kazanıp akşam kendilerine yetecek kadar yiyecek alıkoyup fazlasını fakirlere sadaka verirlerdi. Bir akşam birlikte otururlarken heybetli bir ses işittiler. Sâlih aleyhisselâm bu sesin sebebini sorunca; “Burada yırtıcı bir hayvan vardır. Sesi her gün bu saatte duyulur. Kimi bulursa helâk eder” dediler. Sâlih de aleyhisselâm; “Eğer şehirdekiler bana mallarının bir kısmını verirlerse onları bu hayvanın şerrinden kurtarırım” dedi. Onlar gidip, Sâlih'in (aleyhisselâm) sözlerini şehir halkına söylediler. Herkes malının bir kısmını getirip bir yere yığdı. Sonra da Sâlih'ten (aleyhisselâm) dediğini yapmasını istediler. Sâlih (aleyhisselâmAllahü teâlâya duâ etti. Duâsı netîcesinde o vahşî hayvanın iki parça olduğu görüldü. Şehir halkı sözlerinde durup mallarını Sâlih'e (aleyhisselâm) verdiler. Daha sonra Sâlih (aleyhisselâm) o iki kişiye bu malları kabûl etmelerini söyledi. Fakat onlar istemediler ve; “Bize alın terimizle kazandığımız kifâyet eder” dediler. Bunun üzerine sâhiplerine geri verdi. Sonra da Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Sana şükürler olsun ki kullarından sülehâyı (salih kimseleri) bana gösterdin. O zaman Allahü teâlâdan vahiy geldi: “Ey Sâlih! Dünyânın nizâmı, âlemin intizâmı benim sevgili kullarımın mevcût olmaları iledir. Dünyânın nizâmını, âlemin intizamını sevgili kullarımın varlığına bağladım. Eğer onlar olmasa bütün isyân edenleri göz açıp kapayıncaya kadar helâk ederim.” Sâlih (aleyhisselâm) daha sonra kendisine îmân etmemiş olan kavminin yanına döndü.”
Cebrâil (aleyhisselâm) bir gün Sâlih'e (aleyhisselâm) gelerek, kendisi ve mü’minler için bir mescid inşâ etmesini bildirdi. Bunun üzerine mü’minlerle beraber mescid yapmaya başladı. Melekler de yardım ettiler ve yapılan bu mescitte ibâdete başladılar. Sâlih (aleyhisselâm) her gün kavmi arasında dolaşır, güler yüz, tatlı dil ve yumuşaklıkla onları îmâna dâvet eder, itâate çağırır, Âd kavminden bahseder; onların başlarına gelen azâbdan ibret almalarını söylerdi. Buna karşılık, kavminin alaylı ve hakâret dolu sözlerine sabreder, cevap vermeyip üzüntülü bir şekilde mescide dönerdi. Ayrıca kâfirler, mü’minlerle de her yerde istihzâ ederlerdi. Kavminin kendisiyle ve mü’minlerle alay edişleri Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir.
“Îmâna gelmeyip, tekebbür üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve âciz addettikleri mü’minlerle istihzâ (alay) ederek dediler ki: Siz, Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Mü’minler (tam bir îmân bütünlüğü içinde, sağlam bir îmânla); Evet, onun bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur dediler. (O zaman) o îmân etmeyi kibirlerine yediremeyenler; Biz sizin îmân ettiğiniz şeye inanmıyor inkâr ediyoruz dediler.” (A’râf sûresi: 75-76)
Ayrıca; “Ey Sâlih! Sen bizi görmediğimiz bir şeye inanmaya çağırıyor, babalarımızın taptığı putlarımızı bırakmamızı söylüyor ve Âd kavminin başına gelenlerle korkutuyorsun. Halbuki onların evleri, çardakları kumlar üzerine kurulmuştu. Rüzgâr elbette onları yıkar. Bizim saraylarımız öyle olmayıp, dağlara kayalara oyulmuştur. Rüzgârın kayaları yıkması mümkün değildir. Senin Rabbinin de bize gücü yetmez” dediler. O esnâda şiddetli bir sesle irkildiler; “Sâlih (aleyhisselâm) hakîkaten Allahü teâlânın peygamberidir. Putlar bâtıldır” sesiyle bütün putlar devrildiler. Bu hâli açıkça görenler hayret ve dehşetle; “Bu olsa olsa Sâlih'in sihridir” dediler. Küfürleri ve düşmanlıkları gittikçe fazlalaştı; “Sâlih aramızda doğru bir kişi idi. Şimdi yalanı, sihri, bühtânı, putlarımıza muhâlefeti apaçık meydana çıktı” dediler. Sâlih de (aleyhisselâm) elindeki Âdem'in (aleyhisselâm) asâsını kaldırıp kavmine seslendi. O zaman kalplerine korku düşüp her birisi bir tarafa kaçıştılar. İzdihamdan ölenler oldu. Sâlih aleyhisselâm bunların kendi bağırmasından dolayı ve küfür üzerine ölmelerine çok üzüldü. Semûdlular daha sonra yine toplandılar ve; “Ey Sâlih! Peygamber olduğun doğru ise bize vahşî hayvanlardan birkaç tane çağır da gelip senin peygamber olduğunu söylesinler. O zaman gerçekten sana inanacağız” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) da onların bu istekleri karşısında Allahü teâlâya duâ etti ve; “Ey hayvanlar geliniz. İstedikleri şehâdeti söyleyiniz” diye seslendi. Büyük bir aslan kükreyerek çıkageldi ve dile gelerek; “Buyur ey Sâlih aleyhisselâm” deyip, Allah'ın birliğine Sâlih'in (aleyhisselâm) peygamberliğine şehâdet etti. Boynunu eğdi. Kafirler; “Şu sihre bakınız” dedi. O anda aslan o kâfire hücûm etti. Kafirlerden her biri dağılıp evlerine kapanarak kapılarını da kilitlediler. Sonra da pişman olup; “Ey Sâlih bu belâyı def et seni dinleyeceğiz” diye özür dilediler. Sâlih'in (aleyhisselâm) işâreti ile arslan geri dönüp kayboldu. O gün Semûdlulardan bir grup îmânla şereflendi. Bunlardan son îmân eden, Sâlih'in (aleyhisselâm) amcasının oğlu Sâlim bin Sa'd idi.
Cenâb-ı Hak isyân ve taşkınlığın (küfrün) zirvesine çıkan bu kavmin de, Hûd (aleyhisselâm) kavminde olduğu gibi, kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Sığırlar buzağılamayıp davarlar kuzulamadı. Semûdluların bir kuyusu hariç hepsi kurudu. Bu durum karşısında Semûd kavminin insanları kin ve öfke ile; “Ey Sâlih aramıza fesâd karıştırdın. Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bizlere zarar verdin. Buradan çekil git, yoksa seni öldürürüz” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) mescidine döndü ve mü’minlere; “Ey îmân edenler! Siz mescide devam ediniz. Ben bir müddet yalnız kalıp dağlarda Rabbime ibâdet edeceğim” diyerek oradan ayrıldı. Dağlara çıktı. Bir yer ararken akşam oldu. Bir su görüp abdest aldı ve namazını kıldı. Nur dolu, içinden misk kokusu gelen bir mağaraya rastladı ve oraya girdi. Etrâfta koltuk ve yaygılar gördü. Mağara, mücevherden süslü bir kandille aydınlatılmıştı. Hayretler içinde koltuğa oturdu. Sonra da orada bulunan yatağa uzanınca, Allahü teâlâ kendisine uyku verdi ve tam kırk sene uyudu. Sâlih'in (aleyhisselâm) hâlinden mü’minler dâhil kimsenin haberi olmadı. Kimse yerini bilemedi ve öğrenemedi. Mü’minler, peygamberleri Sâlih'i (aleyhisselâm) aradılar fakat bir haber alamadılar. Uzun seneler firâk (ayrılık) ateşiyle ağladılar. Ancak zaman zaman insan şekline girmiş bir melek onlara; “Niçin ağlıyorsunuz. Bedenleriniz üzüntüden zayıf düştü. Hâliniz değişti” der teselli verirdi. Mü’minler de; “Nebîmiz Sâlih'i (aleyhisselâm) kaybettik. Ondan bir haber alamadık” dediklerinde melek de; “Kendinizi üzüp sabırsız olmayınız. O bir himâye ve muhâfaza altındadır. Şimdi onu görmeniz mümkün değildir. Ancak Allahü teâlânın irâde ettiği zaman görürsünüz” derdi. Mü’minler ayrılık ve ibâdetle günlerini geçirdiler. Kuvvetleri azaldı. Teker teker vefât ettiler. Bir kısmı da eski putperestliklerine döndüler. Her vefât eden mescidin bitişiğine defnedildi. Kabir taşına da bu filanın kabridir yazıldı. Kırk sene dolunca Sâlih (aleyhisselâm) uykudan uyandı. Kendi kendine; “İki rekat namaz kılıp kavmimi dâvete koşayım. Nasıl oldu da uykuyu, Rabbime ibâdete tercih ettim” dedi. Abdest alıp namaz kıldı. Sonrada yola koyuldu. Giderken gâibden bir sesle; “Ey Sâlih acele etme. Zirâ sen kırk senedir kavminden ayrı bırakıldın. Allahü teâlâ sana kırk sene süren bir uyku verdi. Şimdi ikinci defâ Allahü teâlâ seni kavmine gönderiyor. Onlara git; vâz-ü nasîhatte bulunarak, Allahü teâlâya îmâna ve itâate çağır. Fakat acele etme. Muhakkak, senin Rabbin aceleci değildir. Ey Sâlih! Kavmine dön. Putlara tapmaktan el çekmelerini söyle. Onlara Allahü teâlânın intikâm alıcı olduğunu bildir” dendi. Sâlih (aleyhisselâm) bu husûsu iyice anladı. Secdeye kapandı ve; “Yâ Rabbî! Senin gücün her şeye yeter. Sen her şeye kâdirsin” diye niyâzda bulundu.
Sâlih (aleyhisselâm) dönüşte yollarda çok değişiklikler gördü. Nihâyet mescidine geldi, fakat her tarafı harâb buldu. Mescidde meleklerden başka kimseler yoktu. O zaman; “İlâhî! Geriye bıraktığım bu mesciddeki mü’min kardeşlerim nerede kaldı” dedi. Melekler; “Ey Sâlih! Ölüm, onları âhırete götürdü. Yalnız bir kısmı senden ümidi kesince kavmine dönüp onların dînini seçti, kâfir oldu” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) kavminin yanına gitti. Onlar bayramları sebebiyle bir yere toplanmışlardı. Reisleri süslü elbiseler giymişti. Putları da sağ ve soluna dizmişler, altın ve gümüşten kürsîlere koymuşlardı. Reisleri Cenda’, altın ve gümüşle süslü bir tahta kurulmuş oturuyordu. Başında da meliklere âit taç vardı. Erkânı, eşrâfı etrâfına toplanmıştı. Sâlih (aleyhisselâm) oraya gelince; “Ey kavmim! La ilâhe illallah. Sâlih, Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir deyiniz. Ey kavmim size bir kere peygamber olarak gönderildim. Şimdi ikinci defâ gönderiliyorum” dedi. Kavmi bunu duyunca hayrette kaldılar. O esnâda putlar yüzüstü düştü ve hayvanlardan konuşmalar duyuldu; “Rabbimizden hak geldi” dediler. Reisleri Cenda’; “Sen kimsin?” diye sordu. Sâlih de (aleyhisselâm); “Ben Sâlih'im” dedi. Cenda’; “Sen hakîkaten Sâlih misin? Uzun zaman oldu, seni göremedik. Kırk sene kadar aramızda yoktun. Kaybolmuştun. Ey kişi! Sen Sâlih olamazsın. Sen bir sihirbazsın” deyip ölümle tehdit etti. O zaman bir kartal; “Ey Semûdlular! Siz yalan söylüyorsunuz. Bu, Allahü teâlânın size gönderdiği Sâlih'tir (aleyhisselâm)” diye seslendi. Daha başka acâib hâller de görüldü. Reis Cenda'nın, Hedîl bin Lakîm isminde ve amcasının oğlu olan biri; “Ey Sâlih biz seni tanıdık. Sen bize nasîhat edensin. Lâkin biz senin nasîhatine muhtâç değiliz. Buradan git. Bizi rahat bırak” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) ona dönerek; “Ey kişi! Sen bugün, çoluk çocuğun da falan saatte ölecek. Yarın da anan ve baban ölecekler. Çabuk îmân et. Eğer îmânlı vefât edersen Allahü teâlâ seni yarın diriltir ve bir mûcize olarak Semûd kavmine gösterir. Ömrünü, sonuna kadar sıddîk bir kimse olarak yaşar gidersin” buyurdu. Bunu duyan Hedîl bin Lakîm derhal değişti îmân edip, Sâlih'in (aleyhisselâm) hak peygamber olduğuna şehâdet getirdi. Sonrada insanların bakışları arasında oradan ayrıldı. Sâlih'in (aleyhisselâm) dediği vakit gelince hakîkaten o kişi vefât etti. Arkasından da hanımı ve çocukları öldüler. Bu hâdise Semûd kabîlesi arasında yayıldı. Ertesi gün, baba ve annesi öldü. Semûdlular daha çok şaşırdılar. Reis Cenda’ da korku ve telâşla bu olanları tâkip ediyordu. Sâlih (aleyhisselâm); “Ey Semûdlular! O ilk vefât eden kişi aranızda nasıl bir kimse idi” diye sordu. Onlar; “Sevdiğimiz hayırlı biri idi” dediler Sâlih (aleyhisselâm); “Eğer Allahü teâlâ onu benim duâmla diriltirse îmân eder misiniz?” diye sordu. Onlar da; “Putlarımıza tapmaktan vazgeçer sana îmân ederiz” dediler. Sonra beraberce ölen kişinin evine gittiler. O kişi, eşi, çocukları, anası, babası her biri bir köşede yatıyorlardı. Sâlih (aleyhisselâmAllahü teâlâya duâdan sonra, o ilk vefât edene ismiyle hitap etti. O meyyit; “Buyur ey Allahü teâlânın peygamberi” deyip kelime-i şehâdet getirdi. Semûdlular bu mûcizeyi gördüler. Lâkin îmân edeceklerine dâir verdikleri sözde durmayıp yine Sâlih'e (aleyhisselâm) sihirbaz dediler, iftirâda bulundular. Telâşla kalkıp puthânelerine gelerek, Sâlih'in (aleyhisselâm) mûcizesini putlarına anlattılar. Mel’ûn şeytan putlara girerek; “Sözünüzü anladım. Eğlencenizin başına dönerek, yeyip içip kendinizden geçiniz. Sâlih'i görürseniz ona, senden önce gelen Nûh ve Hûd peygamberlerin getirdiği burhanlardan (mûcizelerden) getir, göster de görelim” deyin diye seslendi. Semûdlular sevinç ve neşe ile geriye döndüler. Sâlih'i (aleyhisselâm) görüp şeytanın dediklerini ilettiler. Sâlih (aleyhisselâm); “Ey kavmim! Bu güne kadar peygamberliğime burhan (delil) olan çok alâmetler gördünüz. Size; vahşî hayvanlar, kuşlar, ağaçlar, ölüler ses verip şehâdette bulundular. Bunlar yetmez mi ki hâlâ şek ve şüphedesiniz. Mâdemki bunlar yetmedi, öteki isteklerinizi de söyleyin. Nasıl bir mûcize istersiniz?” deyince onlar; “Ey Sâlih! Bizimle beraber bayramımıza iştirâk edersin. Sen kendi ilâhına biz de kendi ilâhlarımıza duâ ederiz. Eğer senin duân kabûl olursa, biz sana tâbi oluruz” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) “Bayram günü yanınıza inşallah geleceğim” dedi. O gün gelince bütün Semûdlular eğlence yerinde toplandılar. Reisleri Cenda’ bin Amr da orada altın tahtlar üstünde ve ipek elbiseler içinde idi. Sâlih de (aleyhisselâm) bayram yerine gitmek için hazırlandı. Mescidinden çıkmak üzere iken Cebrâil aleyhisselâm geldi. Selâm verdi ve Âdem'in (aleyhisselâm) elbisesini giydirip, İdrîs'in (aleyhisselâm) yüzüğünü taktı. Nûh'un (aleyhisselâm) kılıcını kuşatarak Âdem'in (aleyhisselâm) asâsını da eline verdi. O zaman Sâlih'in (aleyhisselâm) güzelliği kat kat fazlalaştı. Sâlih (aleyhisselâm) abdest alıp iki rekat namazdan sonra, Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulunup yola çıktı. Yolda bir çok mûcizeler zuhûr etti. Ağaçlar eğiliyor, kuşlar gölge yapıyor, hayvanlar muvaffakiyeti için duâ ediyorlardı.
Sâlih (aleyhisselâm) gelince kavmi onu tanıyamadı. Heybetinden ürktüler. Sâlih (aleyhisselâm) doğruca reis Cenda’ bin Amr'ın karşısına gitti. Orada toplananlara; “Ey kavmim! Ben, Allahü teâlânın size gönderdiği peygamberim. Bana itâat edin ki azaptan kurtulasınız” dedi. Cenda’; “Ey Sâlih; Eğer doğru söylüyorsan ve peygamberlik dâvâsında isen seni imtihân etmek istiyoruz. Bu imtihânımız şöyle olacak. Biliyorsun ki, bölgemizde El-Kâtibe isminde büyük bir kaya vardır. Oraya gideceğiz. Senin ilâhın o kayadan kızıl tüylü, doğurmak üzere olan dişi bir deve çıkarsın ve taştan çıkan deve yavrulasın, yavrusunun da rengi anasına benzesin” dedi. Puthane bakıcısı Dârid bin Amr da başka vasıflarını saydı. Alayla; “Sütü; yazın soğuk, kışın sıcak olacak. Hasta içtiğinde şifâ bulacak, fakir içtiğinde fakirlikten kurtulacak” dedi. Diğerleri de başka şeyler söylediler. İbn-i İshak ve öbür siyer müelliflerinin îzâhlarına göre Sâlih'ten (aleyhisselâm) mûcize olarak deve istenmesi, Semûdluların en kıymetli mallarının deve olması sebebiyledir.
Sâlih (aleyhisselâm) müşriklerin kendini âciz bırakıp kalabalığın önünde mahcub etmek için teklif ettikleri bu istekler karşısında hiç telâşlanmayıp namaza durdu. Allahü teâlâya münâcât edip (yalvarıp) bu mûcize isteğinden rızâsı var mı yok mu diye vahiy bekledi. Allahü teâlâ Kamer sûresi 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde beyân buyurduğu üzere o mübârek peygamberinin doğruluğunu meydana çıkarmak için, öyle bir devenin meydana çıkarılacağını kendisine şu şekilde müjdeledi: (Ey Sâlih!) Şüphe yok ki, biz onları imtihân için, diledikleri minval üzere (şekilde) taştan bir deve çıkarır ve göndeririz. Artık onların yaptıklarına bak, helâklerini bekle ve ezâlarına sabret. Onlara haber ver ki, kendilerine mahsus olan büyük kuyunun suyu, kendileri ile deve arasında taksim olunmuştur. Bir gün devenin, bir gün de onların ve hayvanlarınındır. Her birisi su nöbetinde hazır bulunsun. (Devenin nöbetinde onlardan hiç bir kimse gelmesin).”
Sâlih (aleyhisselâm), kavminin mûcize isteklerini kabûl etti. Onlara, bu istedikleri mûcize olduğu takdirde ne yapacaklarını sordu. Hep birlikte îmân edeceklerini söylediler. Semûdlular aslında böyle bir devenin ortaya çıkabileceğine hiç ihtimâl vermiyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) duâ etti. O zaman önüne geldikleri o kaya büyümeye başladı. Gebe bir deve şekline döndü. Bir takım sancılı sesler peydâ olup, kaya çatladı. “La ilâhe illallah Sâlih Nebîyyullah. Ben Allahü teâlânın gönderdiği bir deveyim. Yaratıcımı tesbîh ederim. Beni bir mûcize kıldı” dedi. Reis Cenda’, bu mûcizeyi büyük bir dikkatle seyretti ve sonunda koltuğundan kalkıp Sâlih'in (aleyhisselâm) yanına gelerek alnından öptü. Sonra da kavmine dönüp; “Ey Semûd kabîleleri! Bu kadar körlük yeter. Ben ona inandım. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enne Sâlihan Nebîyyullah” dedi ve onunla birlikte kavminden yüz kişi îmânla şereflendi. Semûd kabîlesi insanlarının yavaş yavaş îmân ettiklerini gören puthâne muhâfızı Dârid bin Amr yüksek bir sesle; “Ey Semûd kabîleleri! Sihir olan bir şeye ne kadar çabuk meylediyor ve Sâlih'i peygamber kabûl ediyorsunuz. Gelin putlarımıza gidelim de bundan daha acâibini onlar bize göstersin” diye bağırdı. Bu sözler karşısında bir çoğu tereddüt gösterip îmân etmediler. Cenda'nın kardeşi Şihab bin Amr îmân etmek üzereyken vazgeçip şekâveti, küfrü seçti. Semûdlular onu görüp îmânsızlıkta ısrâr ettiler ve kendilerine kumandan, reis seçtiler. Tacı onun başına koydular. Cenda’ şehre döndü. Evindeki putları kırıp koltuğunu parçaladı. Kendine âit malları îmân edenlere taksim etti. Sert keçeleşmiş bir elbise giydi ve Semûdlular arasında dolaşmaya başladı. Onlara; “Ey Semûd oğulları, devenin söylediğini söyleyiniz, lâ ilâhe illallah Sâlih Nebîyyullah deyiniz” dedi. Semûd kabîleleri kötü sözlerle onunla alay etmeye başlayarak; “Yazıklar olsun sana Ey Cenda’! Sâlih'in sihrine kandın” dediler. O da; “Sizin aranızdaki îtibârımı ne çabuk unuttunuz. Ben kendim için bu dîni seçtim. Rabbimin azâbından korkum çoktur” dedi. Daha sonra Cenda’, Sâlih'ten (aleyhisselâm) hiç ayrılmaz oldu. Allahü teâlâya ibâdete başladı.
Sâlih (aleyhisselâm), kayadan istedikleri cins deve çıkınca, onlara Allahü teâlânın; “İşte istediğiniz dişi deve; su bir gün o devenin, bir gün de sizindir. Su içmekte ona dokunmayın. Sakın ona bir kötülük yapmayın (gerek dövmek, öldürmek gibi). Yoksa sizi büyük bir günün azâbı yakalar.” (Şuarâ sûresi: 155, 156) şeklindeki kesin azâb emrini de tebliğ etti.
Deve, yavrusuyla birlikte dağlara çıkar, ağaçlar kendisine dallarını eğerdi. O da en lezzetti yaprakları yer, sonra vâdilerde otlardı. Semûd'un hayvanları onu görünce korkar kaçarlardı. Deve, akşam olduğunda şehre gelir, fasîh (açık ve anlaşılır) bir lisânla; “Kim süt isterse gelsin alsın” derdi. Semûdlular gelir kaplarını doldurur giderlerdi. Sağmak zahmeti olmadan, süt, kaplarına akardı. Deve, daha sonra Sâlih'in (aleyhisselâm) mescidi civarına gelir, orada kalır, sabaha kadar Allahü teâlâyı tesbîh eder, sabah olunca tekrar meralara giderdi. Allahü teâlâ onun için her gün yeni bir mera (otlak) bitirirdi. Semûdluların bir su kuyusu olup etrâfında bir havuzu vardı. Deve su nöbetinde oraya gelir doyuncaya kadar su içer ve; “Beni suya kandıran ve Semûd kavmine bir mûcize olarak gönderen Allahü teâlâya hamd ederim” derdi. Her gün sabah olduğunda; “İlâhî, benden süt içen ve Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân edenlerin îmân ve yakînlerini arttır. Yâ Rabbî! Sana ve peygamberin Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân etmeyenlerden benden süt içenlere de, ilacı olmayan bir dert ver. Sen her şeye kâdirsin” derdi.
Semûdlular, bir gün su, bir gün de devenin sütünü içiyorlardı. Su nöbetlerinde, kuyunun suyu deveye kalmasın diye çok su biriktiriyorlardı. Zamân zaman birbirlerine; “İşte görüyorsunuz, ağaçlar dallarını, yapraklarını yesin diye deveye eğiyor. Her gün meralarda deve için otlar bitiyor. Hayvanlarımız ondan kaçıyor. Helâk oluyor. Sütünü içtiğimizde bedenlerimizde hastalık oluyor. Bu deve bize hayır getirmiyor. Buna bir çıkar yol bulalım” dediler ve deveyi helâk etmek yollarını aradılar. Fakat Sâlih'in (aleyhisselâm) haber verdiği azâb sebebiyle de korkup karar veremediler.
Semûd kavmi içinde, sürüleri zarar gördüğü için devenin öldürülmesini çok isteyen iki kadın vardı. Birisi, yaşlı fakat malı-mülkü çok bir kadın olan, cemâl sâhibi (güzel) kızları bulunan Uneyze binti Ganem idi. Diğeri Sadûf binti Muheyya idi ki, hem cemâl sâhibi (güzel), hem de malı-mülkü pek fazla idi. Sâlih'e (aleyhisselâm) en çok bu kadın düşmandı. Bu sebeple Semûd kavminden îmân etmeyenleri, o deveyi boğazlamaları için teşvik etti. Bir gün ismi Mısda’ bin Mehrec olan amcası oğlunu çağırdı. Ona; “Ey Mısda’! Eğer büyük zararını gördüğümüz Sâlih'in (aleyhisselâm) devesini öldürürsen sana varırım. Her şeyimle senin olurum” dedi. Bu teklifinde ısrâr ederek sonunda onu iknâ etti. Gidip durumu Uneyze'ye anlattı. Ona; “İknâ ettiğim Mısda'nın yanına yardımcılar lâzımdır. Kavmimiz içinde Kıdâr bin Sâlif isminde evlenmemiş birisi var, kızlarını ona teklif et. Kabûl ederse onu da yardımcı vererek deveyi boğazlatmış oluruz” dedi. Uneyze kabûl edip, kızlarından en güzelini giydirip süsledi ve Kıdâr'a gösterdi. Kıdâr, kavmi içinde çok çirkin ve babası belli olmayan biri idi. Teklifi kabûl etti. Kıdâr ile Mısda’ görüşüp deveyi öldürmede hemfikir oldular. Yanlarına Mısda'nın kardeşi, Herîl bin Mîlâd, Düayr bin Dâir, Dârid bin Amr, Reyyân bin Duâyn, Lübeyd bin Helmes, Mesred bin Mehil isimli bedbahtları da alarak tam dokuz kişi oldular. Bunlar kabîleleri dolaşıp yapacakları işi anlattılar ve taraftar topladılar. Semûd oğullarının küçüğü-büyüğü, kadını-erkeği, devenin öldürülmesine rızâ göstermişti. Devenin öldürüleceği gün, Uneyze, kızını süsleyip Kıdâr'ın yolu üzerine çıkardı. Kıdâr, evlenmek arzusuna kavuşmak için deveyi beklemeye başladı.
Kur’an-ı kerîmde Neml sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde toplanan bu fesâd ehli şöyle bildirilmektedir: (O (Semûd kavminin bulunduğu) şehirde dokuz kimse vardı. (Reisleri Kıdâr bin Sâlif idi. Bunlar deveyi öldürmeye teşebbüs ettiler.) Bunlar orada (o şehirde) ıslâh ile değil ifsâd ile meşgûl idiler.”
Bu dokuz kişi plânları gereği devenin geçeceği yolda pusuya yattılar. Deve yaklaşınca Mısda’, bir ok atıp deveyi yaraladı ve yere düşürdü. Kıdâr ve yanındakiler de üzerine atılıp boğazladılar. Kur’an-ı kerîmde A’râf sûresinin 77. âyet-i kerîmesinde beyân olunduğu üzere; (Semûd kavmi) o deveyi kestiler. Rablerinin emrine uymayıp isyân ettiler.” Sâlih'in (aleyhisselâm), “Deveyi kendi hâline bırakın yesin, içsin.” emrine karşı gelip taşkınlık yaptılar. Devenin yavrusu korkup dağa kaçtı. Bir rivâyette onu da yakalayıp öldürdüler. Semûdlular devenin etlerini pay ettiler ve pişirip yediler. O zaman kuşlar ve yırtıcı hayvanlar dile gelerek; “Şimdi Semûd kavmi helâk oldu. Rabbimizin emrine karşı gelip isyân ettiler” diye çağrıştılar. Sâlih (aleyhisselâm) durumu öğrenip mü’minlerle birlikte oraya gitti. Devenin hâlini görünce çok üzüldü. Sâlih'in (aleyhisselâm) gözyaşları mübârek sakallarına aktı ve; “İlâhî! Âhır zamanda gönderilecek âlemlere rahmet olacak olan Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkı için kavmime hidâyet eyle” diye duâda bulundu. Semûd'un azgın müşrikleri alaya, hakârete devam ederek; “Ey Sâlih! Eğer gönderilen peygamberlerden isen, bize vâd ettiğin azâbı getir dediler.” (A’râf sûresi: 77) Sâlih (aleyhisselâm) kavmine; “Ey kavmim. Ben size Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve size nasîhat ettim. Lâkin siz nasîhat edenleri sevmezsiniz” (A’râf sûresi: 79), “Ey kavmim! Niçin tevbeden evvel azâbın gelmesine acele edersiniz. (Zirâ onlar azâbın gelmesi ânında tevbe ederiz derlerdi.) Niçin Allahü teâlâdan mağfiret isteyerek îmân etmezsiniz. Keşke Allahü teâlâya istiğfâr etseniz de merhamet olunsanız.” (Zirâ azâb geldiğinde tevbe kabûl olmaz.) buyurdu. (Neml sûresi: 46)
Müşrikler Sâlih'in (aleyhisselâm) şefkât ve merhamet dolu nasîhatlerine karşı; (Ey Sâlih!) Biz seninle ve sana tâbi olanlarla (müminlerle) teşe’üm ederiz. (yani uğursuzluğa uğradık. Sen bu dîni ortaya attığından beri bizim başımız belâdan kurtulmuyor. Sen böyle bir din getirmeden önce bu belâlardan hiç birisine maruz kalmazdık) dediler. (Neml sûresi: 47)
Semûd kavmi, kıtlık ve mallarının telef olması gibi sevmedikleri bir takım âfetlerin başlarına gelmesine hazret-i Sâlih'in (aleyhisselâm) ortaya koyduğu hak dînin sebep olduğuna inandıklarından; “Biz sizinle teşe’üm ederiz ve kötülüklere sebep sizsiniz” demişlerdir.
Sâlih (aleyhisselâm) onlara cevap olarak buyurdu ki: (Ey kavmim!) Hayır ve şerden size erişen, Allahü teâlânın emriyledir. O takdir olmuştur. Belki siz bir kavimsiniz ki; hayr, şer, izzet, zillet, rahat ve şiddetle tecrübe olunuyorsunuz ve lâkin bilmiyorsunuz.” (Neml sûresi: 47)
Allahü teâlâ Sâlih'e (aleyhisselâm) vahiy gönderip; “Kavmine azâbın geleceğini bildir” buyurdu. Bu durum Kur’an-ı kerîmde Hûd sûresi 65. âyet-i kerîmesinde şöyle bildirilmektedir: “Nihâyet o devenin ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun üzerine Sâlih şöyle dedi: Hânelerinizde üç gün yaşayınız. (Çarşamba, Perşembe ve Cumâ günü. İlk günde yüzleriniz sararır, ikinci günde kızarır, üçüncü günde kararır, dördüncü gün de helâk olursunuz.) Bu yalan olmadık bir vâddir.”
Bu âyet-i kerîmenin üç hükmü ihtivâ ettiği bildirildi. Birincisi, Sâlih'in (aleyhisselâm) kavminin mûcize olan deveyi öldürmeleri; ikincisi, Sâlih'in müşrik Semûdlulara kendi beldelerinde ve hânelerinizde üç gün yaşayın demesi; üçüncüsü, helâklerine üç gün kalıp, üç günden ziyâde yaşayamayacaklarına dâir vâdin doğru bir vâd olup yalan olmadığını beyân etmesidir.
Semûdlular, Sâlih'in (aleyhisselâm) azâb vadi karşısında; “Ey Sâlih! Elinden geleni ardına koyma. Biz deveyi öldürerek etini yedik. Sen uzun zamandır bizi azâbla korkutursun. Biz ondan bir eser göremiyoruz” dediler. O gecenin sabahında bir takım acâib hâllerle karşılaştılar. Devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyu suyunun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp, birbirlerine haber verdiler. Sonra Sâlih'e (aleyhisselâm) gittiler ve; “Ey Sâlih! Sen bizim renklerimizde ve etrâfta olan değişikliğe ne dersin” dediler. Sâlih de (aleyhisselâm); “Bu, Allahü teâlânın azâbının ilk alâmetidir. Bu ilk gününüzdür” buyurdu. Semûdlulardan deveyi öldüren dokuz kişi; “Sâlih bizlere ne sihir varsa yapıyor. Üç güne kadar da azâb vâdi var. O gelmezden önce Sâlih'i, âilesini ve ona inananları öldürelim” dediler ve yola çıktılar. Gece olduğunda Sâlih'in (aleyhisselâm) mescidine geldiler. Cebrâil aleyhisselâm birer taşla her birini öldürdü. Ertesi gün Semûdlular bu dokuzunun cesetlerini buldular. Kur’an-ı kerîmde bu durum şöyle bildirilmektedir:
“Onlar bu şekilde (Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için) hîle yaptılar. Biz de onların bu hîlelerinin cezâsını verdik. Halbuki onların bundan haberleri yoktu.” (Neml sûresi: 50)
“İşte bak, o tuzaklarının âkıbeti nice oldu. Çünkü biz onları da kavimlerini de (Cebrâil'le (aleyhisselâm) ve ateşle) helâk ettik.” (Neml sûresi: 51)
Allahü teâlâ Sâlih'e (aleyhisselâmCebrâil'i (aleyhisselâm) göndererek müşriklerin tuzaklarından ve başlarına geleceklerden haberdâr etti. O da îmân edenlerle birlikte (dörtbin kişi olduğu rivâyet edilmiştir) o beldeyi terk ettiler. Bunların kurtulmalarına sebep îmânları idi. Allahü teâlâ bu durumu Hûd sûresi 66. âyet-i kerîmesinde şöyle bildirmektedir; “Vaktâ ki azâbımız veya azâbla emrimiz gelince Sâlih'i ve onunla beraber mü’minleri indimizde rahmetle o azâbdan ve o günün rüsvâlığından halâs ettik (kurtardık). Muhakkak senin Rabbin azâbında kuvvetli ve düşmanlarına gâliptir.”
“Sâlih'e ve onunla olan mü’minlere necât verdik. Onlar küfür ve günahtan sakınırlardı.” (Neml sûresi: 53)
İkinci günde Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Azâbın geleceğine kanaat getirip feryâd ettiler, bağrıştılar, ağlaştılar. İki gün geçti dediler. Üçüncü günü yüzleri simsiyah oldu. Sanki yüzlerine zift sürülmüştü. Hepsi me’yûs olup; “Azâb hangi taraftan gelir” diyerek sağa-sola ve semâya doğru bakıştılar.
Azâb geldiğinde, Allahü teâlâ Cebrâil'i (aleyhisselâm) gönderip; “Semûd kavmi bana îmân etmediler. Nimetlere şükretmediler. Benim hâlık (yaratıcı) ve Rab olduğumu inkârla kendilerine mûcize olarak gönderdiğim nâkayı (deveyi) öldürdüler. Resûlüm Sâlih'i (aleyhisselâm) yalanladılar. Şimdi onlara şiddetli sayha ile azâbı indir. Saraylarını, diyârlarını harâb et” buyurdu. Bu ilâhi emir üzerine bir sabah vakti azâb sayhası, Semûd kavminin insanlarını yakaladı. Cebrâil (aleyhisselâm) onları muhkem binâlarda helâk etti. Fahreddîn-i Râzî'nin beyânına göre, sayhanın şiddet ve heybetinden hepsinin ödleri patlamak sûretiyle öldüler. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen bu hâli şöyle bildirmektedir:
“Onları (Semûd kavmini) sabah vaktinde Cebrâil aleyhisselâmın şiddetli sayhası yakaladı. Hepsi helâk oldular. Kazanageldikleri (işledikleri) o şeyler (muhkem evler, mal ve nüfusça çoğalmış olmaları) onlardan azâbı def edemedi.” (Hicr sûresi: 83-84)
“Onların üzerine Cebrâil'in bir sayhasını gönderdik de hayvan ağılına konan kuru çalı, çırpı ve otlar gibi mahv oluverdiler.” (Kamer sûresi: 31)
“Onlar; (gökten) heybetli sesle yerde zelzele olup, kalpleri parçalanarak yüzleri üzerine düşüp, evlerinde helâk oldular.” (A’râf sûresi: 78)
“Küfürle nefslerine zulüm edenleri; Cebrâil'in sayhası alıp, kalpleri parçalanıp, evlerinde yıkılıp helâk oldular.” (Hûd sûresi: 67)
“Onları azâb yakaladı. Muhakkak bunda bir ibret vardır. Onların çoğu îmân edici olmadı. Muhakkak ki senin Rabbin azîzdir, rahîmdir.” (Şuarâ sûresi: 158-159)
Bu âyet-i kerîmede, onların çoğu veya yarısı îmân edici olsa idi yâni Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân etse idiler onlara azâbın gelmeyeceğine, gönderilmeyeceğine dâir işâret olduğu bildirilmektedir.
“Biz Semûd kavmine hayr ve şer yolunu gösterdik. Onlar körlüğü (yani cehl ve dalâleti) hidâyet üzerine tercih ve ihtiyâr ettiler. Onları, (dünyâda) kazandıkları (küfür ve isyân) sebebiyle azâb sâikası (yani Cebrâil'in (aleyhisselâm) sayhası) alıp, zelîl ve helâk oldular.” (Fussilet sûresi: 17)
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyeten “Tefsîr-i Hazin”de beyân edildiğine göre; Sayha ile helâk olan ümmet ikidir: Birincisi, Sâlih'in (aleyhisselâm) ikincisi Şuayb'ın (aleyhisselâm) ümmetidir. Şu kadar ki, Sâlih'in (aleyhisselâm) ümmetine sayha, memleketlerinin altından ve Şuayb'ınkine (aleyhisselâm) memleketlerinin üstünden geldiği rivâyet edilmiştir. Zirâ Şuayb'ın (aleyhisselâm) kavmi de nasîhat dinlemeyip sonunda sayha ile helâk oldular.
Sâlih (aleyhisselâm) kavminin helâkinden sonra, kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke'ye veya Şam taraflarına gitti. Remle kasabasına yerleşti. (Hadramut tarafına gittiğine dâir rivâyetler de vardır).

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget