1- Küfür üzere idiler. Sâlih'i (aleyhisselâm) yalanlıyorlardı. Tuğyan yâni küfürde çok ileride idiler. Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist yâni dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeye inanmamak küfür olur. Meleklerin, insanların ve cinnin îmân etmeleri, inanmaları emrolundu. Allahü teâlânın var olduğunu anlamamak, düşünmemek günah olur. Allahü teâlâ tarafından bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Her birini bilmeden, hepsine inandım demek de îmân olur. Îmân hâsıl olmak için, küfür alâmeti olan şeylerden sakınmak da lâzımdır. Dinin emir ve yasaklarından birini hafif görmek, Kur’an-ı kerîm ile, melekle, peygamberlerden biri ile alay etmek, küfür alâmetlerindendir. İnkâr etmek, yâni işittikten sonra inanmamak, tasdik etmemek demektir. Bundan dolayı, şüphe etmek de, inkâr olur.
2- Dînin temeli olan hususlarda Sâlih'e (aleyhisselâm) itâat etmeyip, nefslerinin arzu ve isteklerine uydular. Düşmanlık ve kibir gösterdiler.
Kur’an-ı kerîmde; “Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih'i (aleyhisselâm)) tekzip ettiler (yalanlayıp kabûl etmediler). (Şuarâ sûresi: 141), “Îmâna gelmeyip tekebbür üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve âciz addettikleri mü’minlerle istihzâ (alay) ederek dediler ki: Siz, Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Mü’minler (tam bir îmân bütünlüğü içinde sağlam bir îmânla); Evet, (onun) bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur dediler. (O zaman) îmân etmeyi kibirlerine yediremeyenler; Biz sizin îmân ettiğiniz şeye inanmıyor, inkâr ediyoruz dediler.” Buyruldu. (A’râf sûresi: 75, 76) Nefse uymak kötü huylardandır. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı olduğu, Kur’an-ı kerîmde haber verilmiştir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, O'na inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sâhibi olmağa, yâhut fıska yâni haram işlemeğe başlar. Ebû Bekr Tamistânî diyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allah ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah Tüsterî diyor ki: “İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), uzun bir hadîs-i şerîfinin sonunda buyurdu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.” İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: Allahü teâlânın, insana yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü, ucbdur. Yâni ayıplarını görmeyip, kendini beğenmektir.”
Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin, iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır” buyruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti; nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahü teâlâdan af ve merhamet beklemektir” buyruldu.
3- Rey (Kendi görüşlerine uymak): Semûd kavmi kendi görüşlerini dînin nasslarına (esaslarına) tercih ediyor, ona uyuyorlardı. Kur’an-ı kerîmde; “Sâlih (onlara) dedi ki: “Ey “Kavmim! Bana haber verin. Rabbim teâlâ bana açık bir beyyine (mûcize) ve rahmet, peygamberlik vermişken, eğer ben risâleti tebliğ ve sizi Allahü teâlâya dâvet etmeyip O'na âsî olursam, beni O'nun azâbından kim kurtarır. Beni kendinize tâbi kılmakta, bana hüsrândan başka bir şey arttırmazsınız” buyruldu. (Hûd sûresi: 63) Bu âyet-i kerîmede Semûd kavmini nassa muhâlefetle hâsıl olan şeyden korkutmak ve onları günahlardan sakındırmak mânâsı vardır.
4- Nâsîhat edenlere buğz etmek, kızmak, ondan rahatsız olmak: Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, Sâlih'in (aleyhisselâm), kavmine meâlen şöyle söylediğini buyurdu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve size nasîhat ettim. Lâkin siz nasîhat edenleri sevmezsiniz.” (A’râf sûresi: 79)
Hâris bin Esed Muhâsibî (radıyallahü anh) kitabında Hazret-i Ömer'in şöyle buyurduğunu bildiriyor: Birbirine nasîhat etmeyen ve nasîhat edenleri sevmeyen bir kavimde (cemiyette) hayır yoktur.
Beyhekî “Şuab-ül-îman” kitabında, İbn-i Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti: “Allahü teâlânın katında en büyük günah, bir kimse diğerine Allahü teâlâdan kork dediği zaman, diğerinin ona; “Sen kendine bak, sen mi bana emrediyorsun?” demesidir.”
5- Yeryüzünü ifsâd edenlere itâat etmek, yaptıkları fesâd ve bozuk işlerinde muvafakat etmek: Kur’an-ı kerîmde; “Şimdi, Allahü teâlâdan korkun. Size tebliğ ettiğim (bildirdiğim) O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Yeryüzünde bozgunculuk yapanların, ıslâh yapmayanların emrine itâat etmeyin” buyruldu. (Şuarâ 150-151) Bu âyet-i kerîmede; “Onlar ıslâh yapmazlar” diye te’kid yapılmasında, onların fesatlarında salâh olmadığı, onların iyi hasletlerinin bulunmadığına işâret vardır.
6- Hayır ehli ile (mü’minlerle) tetayyür, yâhut mutlak tayâre ve teşe’üm: Sâlih'in (aleyhisselâm) nasîhatleri üzerine kavmi; “Ey Sâlih! Biz seninle ve sana îmân eden maiyetinle (mü’minlerle) teşe’üm ederiz. Zirâ bu dîni kavmine anlattığından beri bizim başımız belâdan kurtulmuyor ve biz sizin sebebinizle uğursuz olduk. Bir çok musîbetlere uğradık. Bunların hepsi sizdendir. Çünkü siz böyle bir din meydana koymadan evvel, bu belâlardan hiç birisine maruz kalmazdık” demekle Sâlih'e (aleyhisselâm); sertlik, kabalık, küstahlık gösterdiler. Sâlih (aleyhisselâm), onların mukâbelelerini (karşılıklarını) işitince; “Ey kavmim! Sizin uğursuzluğunuz Allah katında takdir edilmiştir. Zirâ siz irâdenizi küfre ve belâ icap edecek bir takım günahlara sarf ettiğinizden, Allahü teâlâ sizin başınıza gelecek belâları takdir etmiştir. Siz öyle bir kavimsiniz ki; hayr, şer, izzet, zillet, rahat ve şiddetle imtihân olunuyorsunuz. Lâkin bilmiyorsunuz” buyurarak teşe’ümün yâni uğursuzluğun kendi işleri netîcesi olduğunu bildirdi. Semûd kavmi kıtlık ve mallarının telef olması gibi sevmedikleri bir takım âfetlerin meydana gelmesine, Sâlih'in (aleyhisselâm) ortaya koyduğu hak dîni sebep saydıklarından; “Biz seninle tetayyür yâni teşe’üm ederiz ve kötülüklere sebep sizsiniz” demişlerdir.
7- Kadınlara itâat etmek: Kıdâr ve Mısda'ı deveyi öldürmeye iten sebep, Sadûf ve Uneyze isimlerindeki kadınlara itâat etmeleri idi. Kadınlara kanarak deveyi boğazlayan bu insanlar, evvel gelenlerin en şakîsi oldu. Kadının, haram yolla kendisini veya başkasını erkeğe teklif etmesi en büyük günahlardandır. Sadûf ve Uneyze'nin durumu böyledir. Allahü teâlâ ikisini de takbih buyurdu. Çünkü bunlar Mısda’ ve Kıdâr'a mubâh olan evliliği teklif etmeyip haram ve gayr-i meşru olanı teklif ettiler. Kudâî, İbn-i Asakir, hazret-i Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte; “Kadınlara itâat, nedâmettir” buyruldu. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 34. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allahü teâlâ bâzı kullarını bâzısından üstün yaratmıştır. Hem de, erkekler, kendi mallarını, onlar için harcederler. Kadınların iyileri Allahü teâlâya itâat eder ve zevclerinin haklarını gözetirler. Zevcleri hazır olmadıkları zaman, onların nâmuslarını ve mallarını, Allah'ın yardımı ile korurlar. Hıyânet etmesinden korktuğunuz kadınlara, zevc haklarını öğretin ve tatlı sözlerle nasîhat edin! Onları yatağınızdan ayırın” buyrularak erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu bildirdi.
8- Cemâl sâhiplerine (güzel kadınlara) rağbetten dolayı, masiyete günaha ve belâya düşmek. Bir kimse sâdece malından ve güzelliğinden dolayı bir kadın ile evlenirse, o kimsenin dînine zarar gelir. Nitekim Kıdâr ile Mısda'ın durumu böyledir.
Evlenebilmek için önce, dînin emir ve yasaklarını öğrenmek, nefsi dîne uyar hâle getirmek, gönül sâhibi olmak, olgunlaşmak lâzımdır. Ondan sonra, sünneti yerine getirmek niyeti ile evlenir. Edebi, hayâsı, ahlâkı olan; dînini, îmânını, İslâmın şartlarını öğrenmiş, dîne uyan, sokakta İslâmiyetin emrettiği gibi örtünen bir kızla nikâhlanır. İffet sâhibi, dînini kayıran bir kız aramalıdır. Malı ve güzelliği çok olanı aramamalıdır. Mal için, güzellik için iffeti ve salâhı elden kaçırmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Kadın,ya malı için, veya güzelliği için, yâhut dîni için alınır. Siz dîni olanı alınız! Malı için alan, malına kavuşamaz. Yalnız cemâl için alan, cemâlinden mahrûm kalır.” Din ile cemâlin (güzelliğin) birlikte olması çok iyi olur.
9- Dünyâ malına aldanmak: Semûd kavmi, ömürlerinin uzunluğuna, rahatlıklarına, mallarının-mülklerinin çokluğuna güveniyorlardı. Ölümün ansızın kendilerine geleceğinden korkmuyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “(Ey kavmim!) Şu bulunduğunuz hâlde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latîf (hoş) tomurcuklanmış hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz, yaptığınız kaşâneler, saraylar içinde ölüm ve azâbdan emîn ve ferah olarak terk olunur musunuz? Öyle bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkun; tûl-i emelde olmayın. Artık bana itâat edin. Zirâ ki benim emrime itâat, Allahü teâlâya itâattir.” (Şuarâ sûresi: 146-150)
Semûdlular sâhip oldukları dünyâlıkları sebebiyle şımarmışlardı. Kavuştukları geçici nîmetler sebebiyle taşkınlık ve azgınlık içinde yaşıyorlardı. Fakat, kendilerine verilen bu nîmetlerde cimrilik ediyorlar, ihtiyaç sâhiplerini gözetmiyorlardı. Dünyâlık kazanmak ve kazandıklarını muhâfaza edip, koruyabilmekte çok dikkatli idiler. Pek çok dünyâ malına sâhip oldukları hâlde, gözleri doymuyor, aşırı derecede düşkünlük gösteriyorlardı. Kendilerini ve yaptıkları iş ne olursa olsun, onları güzel görüyorlar ve beğeniyorlardı. Allahü teâlânın mekrinden yâni hîlesinden emîn bir hâlde idiler. Allahü teâlânın verdiği nîmetlerin şükrünü yapmıyorlar, bilakis nankörlükte bulunuyorlardı. Türlü türlü nîmetlerden faydalandıkları hâlde, isyân içinde idiler. Bir gün gelip ölecekleri, yaptıklarının tek tek hesâbını verecekleri hiç akıllarına gelmiyordu. Semûd kavmi, tûl-i emel ve nîmetlere nankörlük üzere idiler. Tûl-i emel, çok yaşamayı istemektir. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tevbe etmeyi terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Vâz ve nasîhatten ibret almazlar. Hadîs-i şerîfte; “Lezzetlere son veren şeyi (ölümü) çok hatırlayınız.” buyruldu. Hadîs-i şerîflerde; “Ölümden sonra olacak şeyleri bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız.” ve “Gece ve gündüz ölümü hatırlayan kimse, kıyâmet günü şehidler yanında olacaktır.” buyruldu. Tûl-i emel sâhibi, hep dünyâ malına ve mevkîine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhıreti unutur. Yalnız zevk ve sefasını düşünür. Çoluk-çocuğunun bir senelik ihtiyâcını hazırlamak, uzun emel olmaz. Hadîs-i şerîflerde: “İnsanların en iyisi, ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir.” ve “İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır.” ve “Ölmek istemeyiniz. Kabr azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyete uymak, büyük saâdettir.” ve “Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaklardır.” buyruldu.
Tûl-i emelin sebepleri, dünyâ zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutup sıhhat ve gençliğine aldanmaktır. Bu hastalıktan kurtulmak için, sebepleri yok edip, ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin ve gençliğin, ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri, her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur.” buyruldu. Eshâb-ı kirâmdan Berâ bin Âzib diyor ki: “Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir başına oturup, ağlamağa başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra; “Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hazırlanınız.” buyurdu.” Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bir âlimi görünce, nasîhat istedi. O da; Şimdi halîfesin istediğin gibi emredersin. Yarın öleceksin dedi. Biraz daha söyle deyince; “Âdem'e (aleyhisselâm) kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi dedi.” Halîfe uzun zaman ağladı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene kazâ ve kadere îmân etmek yetişir.”, “İnsanların en akıllısı ölümü hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana; dünyâda şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur.”, “Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi gayb etmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyacınızdan fazla binâlar yapmakla hayatınızı harcamayınız.”, (Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dininizin ve dünyânızın harâb olmasına sebep olur.” buyurup, çok sevdiği Üsâme bin Zeyd'in bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince de; “Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sâhibi olmuş.” buyurdu. İhtiyaç maddelerinin veresiye de alınmaları câizdir. Bir hadîs-i şerîfte; “Cennet’e gitmek isteyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahü teâlâdan hayâ etsin.” buyruldu. Haram olan lezzetler içinde yaşamayı düşünerek uzun emel sâhibi olmak haramdır. Çok yaşamayı değil, sıhhat ve âfiyet ile yaşamayı istemelidir.
10- Allahü teâlâya ahd ve mîsâkı bozdular: Semûdlular, Sâlih'e (aleyhisselâm); “Bize kayadan deve çıkarırsan sana îmân edeceğiz. Senin Rabbine itâat edeceğiz” dediler. Sâlih aleyhisselâm da Allahü teâlânın izni ile kayadan deveyi çıkarınca, hak sözden rücu ettiler, yâni döndüler. Sonra da azâba uğradılar.
Hâkim, Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hicr'e uğramıştı. Bu sırada buyurdu ki: “Mûcize istemeyiniz. Muhakkak Sâlih'in kavmi mûcize istedi de, Allahü teâlâ onlara deve gönderdi. Deve bu yoldan suya gelir, şu taraftan giderdi. Sonra onlar, Rablerinin emrinden (hak sözden) dönüp haddi aştılar. Allah'ın hareminde olan bir kişi dışında (ve îmân edenler müstesnâ) Semûd kavminden herkesi helâk eden bir sayha, onları yakalayıverdi.” Eshâb-ı kirâm, o bir kişi kimdi? diye sorduklarında, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ebû Rigâl'dir, Harem'den çıktığında kavmine isâbet eden azâb ona da isâbet etti.”
Tefsîr âlimleri bildirdiler ki; “Sâlih aleyhisselâm ve ona tâbi olanların dışında Semûd zürriyetinden Ebû Rigâl denilen bir kişi hariç, hiç kimse kalmayıp hepsi helâk oldu. Ebû Rigâl, o sırada Mekke-i mükerremede Harem-i şerîfte idi. Bu sebepten ona bu musîbetten bir şey isâbet etmedi. Günlerden bir gün Harem'den çıktığında gökten bir taş düşüp onu öldürdü.”
Abdürrezzak dedi ki: Mamer'in, İsmâil bin Ümeyye'den naklettiğine göre; Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Rigâl'in kabrine uğradı ve Eshâb-ı kirâmına; “Bu kimdir biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar da; “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. O zaman Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bu, Ebû Rigâl'in kabridir. Semûd kavminden birisidir. Allahü teâlânın Harem’inde idi. Bu mekân onu azâbdan korumuştu. Oradan çıkınca, kavminin başına gelen, onun da başına geldi ve burada defnolundu. Onunla birlikte altın bir dal da gömülmüştü” buyurdu. Halk onun kabrini kazmaya ve o altını aramaya koyuldular ve altın dalı çıkardılar.
Buharî, Abdullah bin Dinâr'dan, o da, Abdullah ibni Ömer'den rivâyet ettiğine göre; Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük gazâsında Semûd kavminin helâk olduğu vadide konakladığı zaman, Eshâb-ı kirâmına (radıyallahü anhüm) buranın kuyusundan su içmemelerini ve buradan su almamalarını tembih etti. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) ! Biz bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk ve kaplarımızı da doldurduk” demeleri üzerine, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Öyle ise hamuru atınız, aldığınız suyu da dökünüz” buyurdu.
Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Semûd kavminin vâdisine geldiği vakit; “Nefslerine zulmeden kimselerin meskenlerine girmeyin ki onlara dokunan azâb, size de dokunmasın. Ancak ağlayarak girerseniz bir beis yoktur” buyurarak, bürdesini yâni hırkasını başına alarak oradan uzaklaştığı beyân olunmuştur.
11- Emâneti zâyi etmek (koruyamamak): Deve, Semûdluların yanında Allahü teâlânın emâneti idi. Onlar bu emâneti korumak bir yana, ihânet edip onu boğazladılar. Emâneti gözetmemek münâfıklık alâmetidir ve büyük günahtır. Emânet, malda olduğu gibi sözde de olur. Hadîs-i şerîfte; “Münâfıklık alâmeti üçtür: Yalan söylemek, vâdini îfâ etmemek, emânete hıyânet etmek” buyruldu. Kendisine mal veya söz yâhut sır emânet olunan kimsenin bunlara hıyânet etmesi münâfıklık olur.
“Buharî”de yazılı, Amr ibni Âs'ın (radıyallahü anh) oğlunun bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, vâdini bozmak ve ahdine gadr etmek ve mahkemede doğruyu söylememek” buyruldu. İbn-i Hâcer buyurdu ki: “Nifâk yâni münâfıklık, zâhirîn bâtına uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz. Îtikâd edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, haram olur. Îtikâdda, îmânda münâfıklık, diğer küfürlerden daha fenâdır.
12- Mâsiyet ehlinin (günah işleyenlerin) yaptığı günah ve küfür işlerini tasvip etmek. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri (iyiliği emredip kötülükten menetmeyi) terk etmek: Aslında, deveyi bir veya iki kişi, yedi kişinin yardımı ile boğazlamıştır. Fakat Allahü teâlâ onların hepsine, onu tekzip ettiler, deveyi bağladılar diye nispet buyurdu. Onların hepsine azâbı gönderdi. Çünkü onlar, zâlimlerin o işi yapmasına mâni olmadılar. Üstelik onlar deveyi boğazlayanların bu işinden râzı idiler. Günahın işlenmesine rızâ göstermek, mâsiyetin ta kendisidir.
İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce'nin Cerîr bin Abdullah Beclî'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Bir kavmin arasında mâsiyet işlenir, onlar o mâsiyeti yapandan daha üstün ve kalabalık oldukları hâlde, o mâsiyeti (kötülüğü) değiştirmezlerse, (ona mâni olmazlarsa) Allahü teâlâ o kavmin hepsine umûmi azâb gönderir.”
13- Zarûret olmadan vakıf olan hayvanı boğazlamak ziyân etmektir: Sütünden içmeleri için fakirlere vakfedilen koyun, hac edeceklere vakfedilen katır, cihâda gidecek olanlar için vakfedilen at böyledir. Kimse, bunlara kötülük ile dokunamaz. Kim bunu çiğnerse, deveyi boğazlayan Semûd kavmine benzemiş olur. O devenin sütü onlara sebil idi. Deve, kimsenin mülkiyetinde değildi. Onun sâhibi ancak Allahü teâlâ idi. Aynı şekilde vakıf olan akarât (gelirler) ve diğerleri dînimizde Allahü teâlânın mülküdür. Telef, tahrip, tâmir ve satmak sûreti ile vakıflara hıyânet etmek bu kâbildendir. Yine ihtiyaçların giderilmesi için müslümanların ortak mallarına da hıyânet bu kâbildendir. Bu şekilde davrananlar hâinlik yapmak hususunda Semûd kavmine benzer.
14- Dokuz kişinin fesadda ileri olması: Semûd kavminden dokuz kişinin yapmadıkları fesâd yoktu. Bunlar her türlü kötülüğü yaparlar, başkalarının malını zorla elinden alırlar ve kadınlarına tecâvüz ederlerdi.
Mücâhid ve başkalarından rivâyet edildi ki: “Semûd kavmi deveyi boğazlayınca, Sâlih (aleyhisselâm) onlara üç gün sonra size azâb gelir buyurdu. O zaman bu dokuz kişi ittifâk edip; “Eğer o, tehdidinde yalancı ise, ona lâyık olduğu cezâyı verelim. Doğru ise, azâb bize gelmeden önce işini bitirmekte acele edelim de kendimizi böyle bir azâbdan kurtaralım” diyerek, Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için evine gittiler.
Abdullah ibni Abbâs buyurdu ki: “Dokuz kişi, Sâlih'in (aleyhisselâm) evine geldiler. Kılıçlarını çektiler. Fakat Cebrâil (aleyhisselâm) onları taşlarla öldürdü. Ancak onlar Cebrâil'i görmeyip, sâdece kendilerine atılan taşları görüyorlardı.”
Katâde (radıyallahü anh); “Dokuz kişi sür’atle Sâlih'in (aleyhisselâm) evine geldiler. Allahü teâlâ elinde kaya bulunan bir meleği onlara gönderdi. O, hepsini helâk etti” diye bildirdi.
Dokuz kişi, diğer Semûdlulardan fazla olarak: mekr (hîle), dînar ve dirhemleri kırmak, başkalarının kadınlarına sarkıntılık etmek, öldürmeye azmetmek gibi çeşitli günahları işlemekte çok ileri gitmişlerdi.
Kur’an-ı kerîmde Neml sûresi 50 ve 51. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Onlar bu şekilde (Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için) hîle yaptılar. Biz de onların bu hîlelerinin cezâsını verdik. Halbuki onların bundan haberleri yoktu. İşte bak, o tuzaklarının âkıbeti nice oldu. Çünkü biz onları da kavimlerini de (Cebrâil (aleyhisselâm) ile ve ateşle) helâk ettik.”
Dokuz kişinin, başkalarının yapmadığı ortak husûsiyetlerinden biri de günah işlemekte yardımlaşmaları idi. Bilhassa inananları öldürmek, öldürmeye teşvik ve bunun için hep birlikte yemîn etmek pek kötü ve çok çirkin günahlardır. Bir müslümanın öldürülmesine bir parça söz ile de olsa yardımcı olan kimsenin alnına; “Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir” yazılır. Bu damga ile Allahü teâlânın huzûruna çıkar.
Beyhekî, “Şuâb” adlı eserinde şöyle anlattı: Mâlik bin Dînar, Neml sûresi 48. âyet-i kerîmesini okudu ve; “Bugün yeryüzünde ifsâd yapan ve ıslâh etmeyen nice kimseler vardır” dedi. Mâlik bin Dinâr'ın (rahmetullahi aleyh) zamanının hâli böyle olursa, diğer zamanların nasıl olduğu artık meydandadır. Akıllı kimse, zamanın bozukluğu içerisinde (onun akışına kendini kaptırmaz) dâimâ ölümü hatırlar, ölümün bir müddet sonra da olsa geleceğini aslâ unutmaz. Rabbinin rızâsını kazanmak için gayret sarfeder. Geçmiş milletlerin çok kuvvetli ve pek zengin olmalarına rağmen, ölüme karşı koyamadıklarından ibret alır. Halbuki onların ömürleri pek uzundu. Geniş arâzileri ve mülkleri vardı. Fakat sonunda helâk oldular ve sâhip oldukları hiç bir şey fayda vermedi.”
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.