Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

04/06/20

Her peygamber gibi Yûsuf aleyhisselâmın da kendisine mahsus bâzı husûsiyetleri vardı. Bu husûsiyetler birçok şekillerde imtihân edilmesinden sonra onda teberruz etti. İmtihânların hepsinde Allahü teâlânın izniyle muvaffak oldu. Allahü teâlâ, ona kullarının idâresini verdi. İnsanların ihtiyaçlarını güzel bir şekilde karşıladı. Mısır kadınları tarafından çirkin işler yapması teklif edildi. Fakat o, zindanı tercih etti. Kendisine iyilikte bulunan Mısır Azîzi'nin hakkını gözeterek, küfrân-ı nîmetten kaçındı. Züleyhâ'nın tekliflerini reddedip, iyilik gördüğü kimseye ihânet etmedi. Hiçbir menfeat ve zarar, onun doğruyu söylemesine mâni olamadı. Allahü teâlâ onu yüce kitabı Kur'ân-ı kerîmde “Sıddîk=çok doğru sözlü” olmakla övdü. Kendisine zulüm ve hıyânet edenleri af edip, onların bağışlanması için Allahü teâlâya duâ etti. İnsanların rüyâlarını doğru olarak tâbir etti. Allahü teâlâ, Yûsuf aleyhisselâmı; insanlara hizmet etmek ve onların ihtiyaçlarını tedârik etmekle, vazifelendirdi. O, insanları sıkıntıdan kurtarmak için, hükûmet reîsi bâtıl bir dinde olduğu hâlde ona giderek vazife istedi. İnsanlara güzel bir şekilde hizmet edip, onların ihtiyaçlarını gördü.
İnsanlara hizmet ederek servet sâhibi olmak, yemek, içmek helâldir. Allahü teâlânın Peygamberleri bile böyle çalışmışlardır.
Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı ve güzel işler yapmağı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasîb etmesi, insanların ona sığınması, bu kul için büyük bir nîmettir. Allahü teâlâ; kullarına iyâlim demiş, çok merhametli olduğundan herkesin rızkını, nafakasını üzerine almıştır. O'nun iyâlinden bâzısının rızıklarını ve nafakalarını vermek, bunların yetişip rahat yaşamaları için birisini görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân da bulunmuş demektir. Bu nîmete kavuşarak şükür etmesini bilen kimse, çok tâlihli ve pek bahtiyârdır.
İmâm-ı Ali Nakî hazretleri, bir gün Samarra civarında bir köye gitmişti. Bir köylü kendisini aradı. Falan köye gitti dediler. Köylü de o köye gitti ve huzûruna vardı. Nakî hazretleri köylüye; “Bir isteğin mi var?” diye sordu. O da; “Seyyidlerin sevenlerindenim. Çok borcum var. Bir hayli zaman geçmesine rağmen ödeyemedim. Bu borcun ağır yükünü kaldıracak sizden başka kimse de bilmiyorum” diyerek, arama sebebini anlattı. İmâm-ı Nakî üzülmemesini söyleyip, köylüyü misâfir etti. Sabahleyin buyurdu ki; “Sana bir söz söyleyeceğim, o sözü aynen yerine getireceksin.” Köylü; “Baş üstüne efendim” dedi. İmâm-ı Ali Nakî, bir kâğıda; “Bu köylünün borcu benim borcumdur” diye yazıp eline verdikten sonra buyurdu ki: “Ben yakında Samarra'ya döneceğim, bir cemâat içinde otururken bu kâğıdı getir. Borcunu benden yavaşça iste!” Bunun üzerine köylü oradan ayrıldı. Bir müddet sonra İmâm-ı Nakî, Samarra'ya döndü.
Bir gün halîfe ve yakınları ile otururken, köylü geldi. Kâğıdı çıkarıp borcunu istedi. İmâm-ı Nakî hazretleri çok yumuşak konuşup özürler beyân etti ve ilerideki bir günde ödeyeceğini söyledi. Bunu halîfe Mütevekkil duydu. Otuzbin akçeyi hemen İmâm'a gönderdi. Vâdedilen gün gelince, köylü, imâmın yanına geldi. İmâm hazretleri de otuzbin akçeyi köylüye vererek, sıkıntıdan kurtardı.
Ebû Abdullah Kâdî, babasından şöyle nakleder: Bağdat'ta çok zengin olan bir tüccar arkadaşım vardı. Bir gün baktım, bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış. Bunun sebebini sorduğumda şöyle anlattı: “Bir gün Bağdat'ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra Bişr-i Hafî'nin câmiden çıktığını gördüm. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime zühd ve takvâ sâhibi bir zât böyle acele acele nereye gidiyor diye merâkla tâkib ettim. Bir fırından ekmek, bir kebapçıdan da kebap aldığını gördüm. Daha sonra da helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime, böyle bir zâtın bunları alıp yemesini düşünerek, kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merâk ederek tâkibe devam ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Câmideki yatalak bir hastaya, aldıklarını lokma lokma yedirdi. Ben bu arada köyü merâk edip, neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Ona, Bişr-i Hafî'yi sorunca; “Üç saat evvel Bağdat'a gitti” dedi. Bu köyün Bağdat'a uzaklığını sorduğumda, bana; 240 km. dir dedi. Ben bunu duyunca; “Benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu kadar uzun yolu da yürüyemem” dedim. Hasta şahıs; “Bekle, haftaya Bişr-i Hafî yine gelir” deyince, bir hafta orada kaldım. Cumâ günü Bişr-i Hafî yine geldi. Aynı şekilde hastayı doyurdu. Giderken o hasta şahıs, Bişr-i Hafî'ye; “Bu adam Bağdat'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar götür” dedi, Bişr-i Hafî bana; “Sen benimle niye buraya geldin?” diye sordu. Ben özür dileyerek hatâmı söyledim ve af diledim. “Haydi kalk ve yürü” dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; “Sen Bağdat'ın hangi mahallesinde oturursun?” dedi. Oturduğum mahalleyi söyleyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Buyurdukları gibi arkama bakmadan evime gittim. Bunun üzerine bütün malımı fakirlere ve ihtiyaç sâhiblerine dağıttım. Ömrümün kalan kısmını insanlara hizmetle geçireceğime dâir söz verdim.”
Ebû Abdullah (radıyallahü anh) buyurdu ki: “İnsanlara hizmet ederken aralarında fark gözetmekten sakının! Çünkü, kendisine hizmet etmek için fark gözetilecek olanlar, geçip gitmişlerdir. Şimdi öyle birisini bulmak çok zordur. Muradına kavuşmak ve maksadının da elinden kaçıp gitmemesini istiyorsan, herkese hizmet et!”
Birgün Ebû Osman, sınır boylarındaki müslümanların ihtiyaçlarını görmek için halktan yardım istedi. Kimse bir şey veremeyince, Ebû Osman çok üzüldü ve ağladı. Yatsı namazından sonra İbn-i Nüceyd, içinde ikibin dirhem olan bir kese getirip Ebû Osman'a verdi ve; “Bu paraları istediğiniz yere harcayınız” dedi. Ebû Osman buna çok sevinip hayır duâda bulundu. Sabahleyin sohbetinde bulunanlara; “Dün gece İbn-i Nüceyd bizi çok sevindirdi. Sınır boyundaki müslümanların ihtiyâcı için ikibin dirhem getirdi” deyince, İbn-i Nüceyd ayağa kalkarak; “O dirhem annemin idi. Onun rızâsını almadan onları size getirmiştim. Onları geri verin de iâde edeyim” dedi. Ebû Osman dirhemleri geri verdi. Akşam olduğu zaman, İbn-i Nüceyd dirhemleri tekrar geri getirerek, Ebû Osman'a; “Bu malı öyle bir şekilde sarf ediniz, ki, bizden başka hiç kimse bilmesin” dedi.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hadîs-i şerîflerde buyurdular ki: “Zâlim de olsa, mazlum da olsa müslüman kardeşine yardım et.”
Allahü teâlâ, malının fazlasını Allah yolunda harcayan; sözünün fazlasını tutan kimseye rahmet eylesin.”
“Ümmetimin sâlihlerinin Cennet’e girmeleri, yalnız namaz ve oruçları sebebiyle değil; cömertlik, gönüllerinde kimseye karşı kin duymamaları ve müslümanlara nasîhatleri sâyesindedir.”
Allahü teâlâ bir takım insanları iyilik için yarattı, iyiliği onlara sevdirdi ve iyilik ile uğraşmayı da onlara sevdirdi. Yardım ve iyilik isteyenleri de onlara sevk etti. Kıtlık olan kurak yerlere yağmuru gönderip, kurumuş toprakları ve oralarda yaşayanları hayata kavuşturduğu gibi, vermek sebeplerini de onlara kolaylaştırdı.”
“İnsanların en hayırlısı, iyisi, insanlara fâidesi dokunandır.”
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, kendisine zulmedenleri affetmesidir. Meselâ kendisine zulmedip sıkıntı veren kardeşlerini ve Azîz'in hanımı Züleyhâ'yı af edip onlara iyilik yaptı. Hiç bir zaman onların günâhlarını yüzüne vurmadı. Onların Allahü teâlâ tarafından da bağışlanmaları için duâ etti. Dinimizde de zâlimi af etmek efdâldir. Uhud Gazâsı’nda Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek yüzü yaralanp, mübârek dişi kırılınca, Eshâb-ı kirâm (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) çok üzüldüler; “Dua et, Allahü teâlâ, cezâlarını versin” dediler. Peygamber efendimiz “Lanet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için, gönderildim” ve “Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet et, tanımıyorlar, bilmiyorlar” buyurdu. Düşmanlarını affetti. Lanet etmedi.
Hadîs-i şerîfte; “Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, af edenleri azîz eder. Allah rızâsı için af edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyruldu. Gülâbâdî diyor ki: “Bu hadîs-i şerîfte bildirilen sadaka, farz olan sadaka demektir. Yâni zekât demektir.” Tevâzû edenin tâatlarına, ibâdetlerine, daha çok sevâb verilir. Günâhları, daha çabuk af olunur. İnsanın yaratılışında, hayvânî rûhun arzuları bulunmaktadır. Malı, parayı sever. Gadab, intikâm, kibir sıfatları görünmeye başlar. Bu hadîs-i şerîf, bu kötü huyların ilacını bildiriyor. Sadakayı, zekâtı emrediyor. Af ederek, gadabı, intikâmı temizliyor. Hadîs-i şerîfte, affetmek, mutlak olarak, şartsız olarak bildiriliyor. Mutlak olan emir, mukayyedi göstermez. Yâni, bir şarta bağlamaz. Mutlak olan emir, umûmidir. Birkaç şeye mahsus değildir. Hakkını almak mümkün değilse de, affetmek iyidir. Mümkün ise, daha iyidir. Çünkü hakkını geri almaya kudreti var iken affetmek, nefse daha güç gelir. Zulüm edeni affetmek, hilmin, merhametin ve şecâatin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmeyene hediye vermek de, ihsânın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsânda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Şeyh İbn-ül Arabî (rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Kötülük edene iyilik yapan kimse, nîmetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse küfrân-ı nîmet etmiş olur.” Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak fazlasını almamak, “İntisar” olur. Affetmek, adâletin yüksek derecesi, intisâr ise aşağı derecesidir. Adâlet, sâlihlerin en yüksek derecesidir. Affetmek, bâzan zâlimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisâr, her zaman zulmün azalmasına, hattâ yok olmasına sebep olur. Böyle zamanlarda intisâr etmek, affetmekten daha efdâl, daha sevâb olur. Hakkından fazlasını geri almak “Cevr”, zulüm olur. Cevr edenlere azâb yapılacağı bildirilmiştir. Zâlimi affeden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Zâlimden hakkı kadar geri almak, adâlet olur. Kâfirlere karşı adâlet yapılır. Fakat gücü yettiği hâlde affetmek, güzel ahlâktır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir kimsenin zâlime bedduâ ettiğini görünce; “intisâr eyledin” buyurdu. Af eyleseydi, daha iyi olurdu. Hadîs-i şerîfte; “Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennet’e dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra onbir defâ ihlâs sûresini okuyan, kâtilini af ederek ölen” buyruldu. “Zülkarneyn, peygamber değildi” diyen âlimler; “Fakat ona peygamberlerde bulunan sıfatlardan dördü verilmişti. Bunlar; gücü var iken affederdi. Vâdettiğini yapardı. Hep doğru söylerdi. Rızkını bir gün evvelden hazırlamazdı” buyurmuşlardır. Zulmün çokluğu kadar affın sevâbı da çok olur.
Hazret-i Ömer devrinde müslümanlar, İran içlerine kadar İslâmiyeti yaydılar. O sırada Tüster şehri, Müslüman mücâhidlere teslim olmamak için çok direndi. Fakat sonunda meşhûr kumandanları Hürmüzân, her şeyin bitmek üzere olduğunu farketti. İslâm başkumandanına bir teklifte bulundu. “Eğer beni sağ olarak Halîfenizin huzûruna götürürseniz, şehri teslim ederim” dedi. Teklifi kabûl edildi. Tüster şehri teslim alındı. Hürmüzân da ganîmetlerle (savaş kazançlarıyla) birlikte; Halîfeye gönderildi. Onu ve ganîmetleri götüren, hazret-i Enes bin Mâlik ve bir arkadaşıydı. Medîne'ye giderken, Hürmüzân'a en süslü ve yaldızlı elbiseleri giydirdiler. Sokaklardan geçirilirken müslümanlar hem şükrediyor, hem de ibret alıyorlardı. Nihâyet hazret-i Ömer'in huzûruna vardılar. Enes bin Mâlik hazretleri, kısaca vaziyeti arzetti. Ganîmetleri takdim etti.
Halîfe, komutana; “Konuş bakalım. Bize ne söyleyeceksin?” dedi. Hürmüzân; “Ölecek miyim, kalacak mıyım?” diye mırıldandı. Oradakiler hayretle “Ne demek istiyorsun?” gibilerden yüzüne bakınca; “Çünkü öleceksem başka, kalacaksam başka türlü konuşacağım” dedi. O zaman hazret-i Ömer; “Konuş, sana zarar gelmez” buyurdu. Tüster şehrinin mağrur kumandanı ferahladı ve şunları söyledi: “Ey büyük halîfe! Cenâb-ı Hak, siz Araplar ile biz İranlıları, serbest bıraktığı günlerde, bizler bâzılarını (köle) olarak kullanıyorduk. Sizleri öldürüyor ve mallarınızı zorla elinizden alıyorduk. Ne zaman ki yüce Allah size, “Peygamber Muhammed aleyhisselâmı” yolladı. Sizinle berâber oldu, işte o zaman bizim üstünlüğümüz sona erdi.”
Bu sözleri duyan halîfe, biraz düşündü. Sonra arkadaşına danıştı. “Onu ne yapalım? Ne tavsiye edersin?” Hazret-i Enes cevap verdi; “Ey Mü’minlerin emîri! Onu öldürmenizi tavsiye etmem. Çünkü arkasında, büyük bir düşman kalabalığı bıraktı. Belki galeyâna gelirler de, tekrar müslümanlara saldırırlar.”
Hazret-i Ömer kızdı; “Fakat onlar Resûlullah'ın en kıymetli arkadaşlarını (Eshâbını) şehid ettiler. Ben de onu sağ bırakmaktan utanıyorum” diye söylendi. O zaman hazret-i Enes şunları ilâve etti: “Fakat ya Ömer! Onu öldürmemen gerekir. Çünkü: “Konuş! Sana zarar gelmez” demiştin.” Halîfe daha da hiddetlendi. “Sana herhâlde birşeyler verdi ki, böyle konuşuyorsun” diye çıkıştı. Sonra da: “O adamın sana bir şey vermediğine dâir şâhid isterim. Yoksa ondan önce, gerekeni sana yapacağım” dedi.
Hazret-i Ömer'in şakası olmadığını bilen hazet-i Enes, çıkıp şâhid aradı. Yolda rastladığı Zübeyr bin Avvâm hazretleri kendisini dinledi. Sonra da halîfeye gelip, şahitlik etti. Hazret-i Zübeyr, sevgili Peygamberimizin halasının oğlu ve “Cennetle müjdelenmiş on büyük müslümandan biri” idi. Onun şâhidliği sâyesinde Hürmüzân'ın hayatı kurtuldu. Bir müddet sonra da müslüman oldu.
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, iffet sâhibi olup, iffetini korumakta çok gayretli olmasıdır. Mısır kadınları ile arasında geçen hâdise malûmdur.
İnsânî rûha âit hareket gücünün şehvânî tarafı iyi olursa, o huya iffet denir. İffet, insanlarda bulunan ve bütün iyi huyların kaynağı olan dört ana huydan biridir. Diğerleri ise hikmet, adâlet ve şecâattir. Herkes bu dört huy ile öğünür.
İffetten oniki iyi huy meydana gelir. Bunlar: Hayâ, rıfk, hidâyet, müsâlemet, nefse hâkimiyet, sabır, kanâat, vakâr, verâ, intizam, hürriyet ve sehâvettir. Hayâ, kötü iş yapınca utanmak; rıfk, İslâmiyete uymaktır. Kelime mânâsı ile acımak, iyilik etmek demektir. Hidâyet, iyi huylu olmaya çalışmak; müsâlemet ise, fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman, münâkaşa etmemek, sertliği, bölücülüğü, ayırıcılığı istemeyip, uyuşmak, barışmak istemektir. Nefse hâkim olmak, şehvet zamanında nefse uymayıp, irâdesine hâkim olmaktır. Sabır; kişinin haramdan sakınıp, nefsin kötü isteklerini yapmamasıdır. Kısacası, sonu pişmanlık olan lezzetlerden yüz çevirmektir. Sabır, ikiye ayrılır. Biri, günâh işlememek için sabretmektir. Şeytan ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günâh işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevâbdır. Burada bildirilen sabır, işte bu sabırdır. İkincisi, dertlerin, belâların acılarına sabredip, bağırıp çağırmamaktır. Çok kimse sabır deyince yalnız bu sabrı anlar. Bu sabır da sevaptır. Yâni sabrın ikisi de farzdır. Kanâat; nafakada, yâni, yeme, giyinme ve barınacak yerde zarûret miktarına râzı olup daha çok istememektir. Yoksa mal ve para biriktirmek için, bir şey almamak demek değildir. Bu kötü huya taktîr denir. Aklın ve İslâmiyetin beğenmediği bir şeydir. Kanâat ise, iyi huydur ve çok sevaptır. Vakâr; ihtiyaçları ve kıymetli şeyleri elde ederken sürat ve acele etmeyip, yavaş hareket etmektir. Yâni ağır başlı olmaktır. Yoksa, fırsatı kaçıracak, menfaatini kaptıracak şekilde uyuşuk olmak değildir. Verâ; İslâmiyetin haram ettiği şeylerden sakınarak, emrettiği, herkese yarar işleri yapmaktır. Kusurlu ve gevşek olmaktan uzak durmaktır. İntizam; işleri bir sıraya düzene koyarak yapmaktır. Hürriyet; malı, parayı helâlden kazanmak ve iyi yerlere vermek, herkesin hakkını gözetmektir. Hürriyet; başı boş olup, her istediğini yapmak demek değildir. Sehâvet; parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almaktır. İslâmiyetin emrettiği yerlere seve seve vermektir ve iyi huyların en yükseklerindendir. Kısaca, cömerd olmak demektir. Cömerd olana da sakî denir. Cömerd olanlar âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle övülmüştür.
Üstünlükleri, İslâm âlimlerinin eserlerinde bahsedilen iffete dâir haberler de nakledilmiştir.
Süleymân bin Yesâr (rahmetullahi aleyh), bir arkadaşı ile Medîne'den Ebva'ya gitmişti. Bir ara arkadaşı onu çadırda bırakıp, bir iş için yanından ayrıldı. Yakınlarındaki çadırdan bir kadın onu görüp, güzel sûretine hayran kalarak çadıra geldi. Bir şeyler istiyor zannederek yiyecek, öteberi vermek üzere iken, kadın kötü düşüncesini söyledi. Süleymân bin Yesâr, kadına; “Seni şeytan saptırmış” deyip, başını ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. Kadın onun ağladığını görünce şaşırdı. Geldiğine pişman olup, hemen geri döndü. Arkadaşı gelip, onun ağladığını görünce; “Hayrola çocuklarını mı hatırladın” dedi. Durumu öğrenince o da ağlamaya başladı. Bunun üzerine Süleymân bin Yesâr; “Peki sen niçin ağlıyorsun” deyince, arkadaşı; “Sen böyle bir tehlikeden kurtuldun. Acabâ böyle bir şeyde, ben kurtulabilir miydim diye ağlıyorum” dedi. Bundan sonra Kâbe'yi ziyâret için Mekke'ye gittiler. Mekke'ye varıp, tavâf ettiler. Süleymân bin Yesâr, tavâftan sonra bir köşeye çekilip, biraz uyudu. Rüyâsında Yûsuf aleyhisselâmı gördü. Hazret-i Yûsuf, Ebva'daki kadından sakınması sebebiyle onu medhetti ve o hâlini çok beğendiğini söyledi.
Mensûr bin Ammâr, Münkedir bin Muhammed'den, o da babasından, o da Câbir'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder: “Ensârdan Sa’lebe bin Abdurrahmân adlı bir genç vardı. Bu genç sevgisinden dolayı, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından bir an bile ayrılmaz ve dâimâ hizmet ederdi. Bir gün Ensârdan birisinin kapısının önüne geldi. İçeriye baktı. Bu sırada içerde bir hanım yıkanıyordu. Sa’lebe birkaç defâ içeriye baktı. Sonra bu hareketine pişman oldu. Yaptığı bu kötü hareketten dolayı, Resûlullah'a vahy gelmesinden korktu. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı utancından Medîne'den kaçtı. Mekke ile Medîne arasında bir dağa gitti ve orada yaşamaya başladı. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kırk gün Sa’lebe'yi sordu. Nihâyet Cebrâil aleyhisselâm gelerek peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: “Rabbin sana selâm ediyor ve sana haber veriyor ki; Ümmetinden firar eden (Sa’lebe) dağlardadır. O kaçan kişi, azâbımdan bana (Allahü teâlâya) sığınıyor.”
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine Hazret-i Ömer ve Hazret-i Selmân-ı Fârisî'ye; “Gidin Sa’lebe bin Abdurrahmân'ı getirin” buyurdu. Hazret-i Ömer ve Selmân (radıyallahü anhümâ) Medîne'nin kenar evlerinin sonunda, koyun çobanlığı yapan Züfâfe ile karşılaştılar. Hazret-i Ömer çobana; “Buralarda dağda yaşayan bir genç biliyor musun?” diye sordu. Züfâfe; “Herhâlde sen Cehennem’den kaçanı soruyorsun” dedi. Hazret-i Ömer; “Cehennem’den kaçtığını nereden biliyorsun?” deyince, Züfâfe; “Gece yarısı olunca, şu taraftan elini başına koyarak ve ağlayarak gelir ve şöyle söyler; “Keşke rûhum âlem-i ervahda, cesedim âlem-i ecsadda kabzolsaydı ve rûhum bu iki âlemden ayrılmasaydı.” derdi.
Hazret-i Ömer; “Biz onu bulmak istiyoruz” deyince, Züfâfe; “Benimle berâber gelin. Sizi ona götüreyim” dedi. Gece yarısına doğru, genç aynı şeyleri söyleyerek geldi. Hazret-i Ömer gence yaklaştı. Genç onu hissedince; “El-Emân, ateşten (azabtan) kurtuluş ne zaman” dedi. Hazret-i Ömer ona; “Ben Hattâb oğlu Ömer'im” dedi. Sa’lebe bunun üzerine; “Resûlullah benim günâhımı biliyor mu?” diye sorduğunda, Hazret-i Ömer; “Bilmiyorum. Ancak dün akşam seni bulmak üzere bizi gönderdi.” Sa’lebe; “Yâ Ömer! Beni, Resûlullah'ın huzûruna, O namaz kılarken veya Hazret-i Bilâl kamet getirdiği zaman götürün” dedi. Hazret-i Ömer, Sa’lebe'nin söylediklerini kabûl ederek onu Medîne'ye getirdi ve Resûlullah namaz kılarken mescide girdiler. Sa’lebe, Resûlullah'ın mescidde kırâatini (Kur'ân-ı kerîm okumasını) işitince, bayılıp düştü. O baygın hâlde iken Hazret-i Ömer ve Selmân-ı Fârisî de namaza durdular. Resûlullah selâm verince, Hazret-i Ömer ve Selmân'a; “Sa’lebe'yi ne yaptınız?” buyurdu. Onlar da; “Ey Allah'ın Resûlü! Sa’lebe buradadır” dediler. Sa’lebe'yi ayıltarak Resûlullah'ın yanına getirdiler. Resûlullah efendimiz ona; “Yâ Sa’lebe! Seni benden uzaklaştıran nedir?” diye sorduklarında, Sa’lebe: “Günâhımdır” diye cevap verdi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; “Sana öğretmedim mi? Allahü teâlâ hatâ ve günâhları bağışlıyor” buyurunca, o da; “Evet yâ Resûlallah!” dedi; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; “Ey Rabbimiz, bize dünyâda iyi hâl ver, âhırette merhamet ihsân et ve Cehennem azâbından koru” (Bakara sûresi: 201) âyet-i kerîmesini oku” buyurdu. Sa’lebe; “Yâ Resûlallah! Günâhım bundan büyüktür” deyince, Resûlullah efendimiz“Bilakis Allah'ın kelâmı en büyüktür” buyurdular. Bundan sonra Resûlullah ona evine gitmesini emretti. Sa’lebe evine gitti ve hastalandı. Üç gün hasta yattı. Selmân-ı Fârisî, Resûlullah'a gelerek; “Yâ Resûlallah! Sa’lebe yapmış olduğu şeyin üzüntüsünden hastalandı” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Kalkınız Sa’lebe'ye gidelim” buyurdu. Resûlullah onun yanına geldi. Başını kucağına alınca, Salebe başını mübârek kucağından çekti. Resûlullah“Niçin başını kucağımdan çektin?” diye suâl ettiklerinde, Sa’lebe; “Yâ Resûlallah! O baş günâhla doludur. Onu sizin mübârek kucağınıza lâyık görmedim” dedi. Resûlullah“Ne hissediyorsun?” buyurdu. Sa’lebe; “Derimin ve kemiklerimin arasında karıncanın sessiz yürüyüşünü hissediyorum” dedi. Resûlullah“Ne arzu ediyorsun?” diye buyurduklarında, Sa’lebe; “Rabbimin mağfiretini” dedi. Bunun üzerine ResûlullahCebrâil aleyhisselâm şimdi geldi ve; “Ey kardeşim, Rabbin sana selâm ediyor ve; Şâyet kulum yer (dünyâ) dolusu hatâ ile bana kavuşursa ben de onu yer dolusu mağfiret ile karşılarım” buyuruyor dedi” buyurdu. Resûlullah bunu Sa’lebe'ye söyler söylemez, Sa’lebe bir bağırış bağırdı ve vefât etti. Resûlullah kalktı, onu gasl etti, teçhiz ve tekfini yaptı. Namazını kıldı. Sonra kabrine taşıdı. Kabir dönüşü Peygamber efendimizi parmaklarının ucuna basarak yürüdüğünü gören Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah! Siz niçin ayak parmaklarınızın ucuna basarak yürüyorsunuz?” diye sorduklarında, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Sa’lebe'yi karşılayan melekler o kadar çok ki, onların kanadına basmayayım diye bu şekilde yürüyorum” buyurdu.
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de doğruluktur. Allahü teâlâ, onu, Kur'ân-ı kerîmde “Sıddîk” diye zikretmektedir.
Yalan, günâhların en çirkini, ayıpların en fenâsı, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Yalan, rızkı azaltır.”
“Muhakkak ki yalan, nifak kapılarından biridir.”
“Îmân sâhibi her hatâya düşebilir. Fakat hâinlik yapamaz ve yalan söyleyemez.”
“Doğru olun! Doğruluk iyiliğe, iyilik ise, Cennet’e çeker. Yalandan sakının! Yalan fücûra, fücûr ise Cehennem’e götürür.”
“Üç şey vardır ki bunlardan biri kimde bulunursa, namaz kılsa da, oruç tutsa da münâfıktır. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine verilen emânete hıyânet eder.”
“İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere yazıklar olsun!”
“Yalan yere yemîn ederek, birinin malını alan kimse, kıyâmet günü Allahü teâlâyı gadablı görür.”
Abdullah bin Âmir hazretleri anlatır:
“Ben küçüktüm. Resûl-i ekrem evimize gelmişti. Ben oynamaya gidiyordum. Annem bana; “Abdullah gel sana bir şey vereceğim” dedi. O zaman Resûl-i ekrem“Ona ne verecektin?” buyurunca, o da; “Hurma vereceğim” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Dikkat et, eğer bir şey vermeyip aldatmak için söyleseydin, sana bir yalan günâhı yazılırdı.”
Dil, iyi kullanıldığı zaman saâdete, kötü kullanıldığı zaman felâkete götürür. Lokman aleyhisselâma; “Sen bu makâma nasıl yükseldin?” diye sorduklarında; “Doğru konuşup, emânete riâyet etmekle ve faydasız sözü terk etmekle” buyurdu.
Adamın biri Peygamber efendimize dedi ki: “Üç günâha tutuldum. Onları yapmadan duramıyorum. Bunlar, zinâ, yalan ve içki.” Peygamber efendimiz de buyurdu ki: “Yalanı benim için terket!”
Adam gitti. Bir günâhı işleyeceği zaman, kendi kendine; “Eğer bu günâhı yaparsam, Resûlullah sorduğunda, evet dersem suçum meydana çıkar. Hayır yapmadım dersem, yalan söyleyerek verdiğim sözü tutmamış olurum” diye düşündü. Diğer günâhları işleyeceği zaman da aynı şekilde düşünerek kötü huylarını terk etti.
Hazret-i Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: “Oğlum, yalandan sakın, zirâ o serçe eti kadar tatlıdır. Ondan az kimseler kurtulabilir.”
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Allah indinde en büyük hatâ, yalan konuşmaktır.”
Şa’bi hazretleri buyurdu ki: “Yalancı ile cimri Cehennem’e gidecektir. Fakat, hangisinin daha derine atılacağını bilmiyorum.”
Mâlik bin Dinâr hazretleri buyurdu ki: “Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalbde boğuşurlar.”
Hasen-i Basrî hazretleri buyurdu ki: “İçi dışına, sözü işine uymamak nifaktandır. Nifakın temeli ise yalandır.”
Görüldüğü gibi bütün kötülüklerin esası yalandır. Peygamber efendimizin en sevmediği huydur. Hazret-i Âişe vâlidemiz; “Eshâb-ı kirâm indinde yalandan daha kötü bir şey yoktu. Çünkü, yalanla îmânın bir arada bulunmadığını bilirlerdi” buyurdu.
Yalan söylemek haramdır. Ancak üç yerde câizdir: Harbde, iki Müslümanı barıştırmak için, hanımı ile iyi geçinmek için. Zâlimden, bir müslümanın bulunduğu yeri, malını, günâhını saklamak câizdir. İki müslümanın, karı-kocanın arasının açılmasını önlemek için, malını korumak için, müslümanın aybının meydana çıkmaması için ve bunlar gibi haramları önlemek için, yalan câiz olur. Ölmemek için leş yemeye benzer.
İyiliğe vesîle olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan makbûl olduğundan, insanlığın faydası için bâzı yerlerde yalan söylemekle, insan yalancı olmaz.
Bir kimse, hükümdârın şahsına karşı büyük bir suç işler. Îdâma mahkûm olur. Bu kimse, nasıl olsa öldürüleceğim diye, hükümdâr şöyledir, hükümdâr böyledir diye ağzına gelen kötü sözleri haykırmağa başlar. Biraz sonra hükümdâr gelir. Oradaki iki vezirden birine sorar. “Bu adam deminden beri ne söylüyordu?” Birinci vezir der ki: “Hükümdârım, bu adam; “Affedenlerin yeri Cennet’tir” diyerek sizden af talebinde bulunuyordu.” Bunun üzerine hükümdâr suçluyu affeder. Fakat ikinci vezir, ortaya atılıp der ki: “Hükümdârım, bu vezir yalan söylüyor. Bu adam size kötü sözler söylüyordu.” Hükümdâr, doğru söyleyen vezire der ki: “Ey vezir! öteki vezir yalan söylemekle bu mahkûmu kurtarmıştı. Sen ise yersiz doğru söylemekle hem mahkûmun, hem de vezirin ölümüne sebep olmak istiyorsun.” Hükümdâr, yersiz doğru söyleyen veziri azleder. Yalan söyleyerek bir suçluyu kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
Büyükler, yalan söylemek icâbettiği yerde, sözün mânâsını değiştirerek, doğru söylemeyi tercih etmişlerdir. Mu’âz ibni Cebel hazretleri, vazifesinden dönünce, hanımı; “Bu kadar çalıştın, zekât topladın, bize ne getirdin?” dedi. O da; “Beni gözeten vardı, bir şey getiremedim” dedi. O, bu sözle Allahü teâlâyı kastetti. Hanımı ise, hazret-i Ömer'in onu kontrol eden birisini gönderdiğini sandı ve üzülerek hazret-i Ömer'in evine gidip, “Mu’âz, Resûlullah'ın ve Ebû Bekr-i Sıddîk'ın yanında emîn idi. Siz niçin onun peşine adam takıyorsunuz?” dedi. Hazret-i Ömer, hazret-i Mu’âz'dan işin aslını öğrenince güldü ve hanımına vermesi için ona bir miktar hediye verdi.
İhtiyâr bir kadına Resûlullah efendimiz“İhtiyâr kadın Cennet’e girmez” buyurdu. Kadın ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz“Sen o gün ihtiyâr olmazsın” buyurdu. Yâni herkesin genç olarak Cennet’e gireceğini bildirdi.
Böyle şakalar ve kinâyeli sözleri söylemek arada bir olursa câizdir. Ama devamlı olmamalıdır. Bunlara devam etmek, alay etmeye ve fazla gülmeğe sebep olur. Fazla gülmek ise kalbi öldürür.
Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve fazîletlidir. Peygamber efendimize olgunluğun alâmeti sorulduğunda, “Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır” buyurdu.
Sadâkat (doğruluk) hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki:
“Amelin en güzeli doğruluk, en çirkini de yalancılıktır.”
“Dünyâda doğru insan görmedim diyen kimsenin, kendisi doğru olsaydı, doğru olanları bulurdu.”
“Bir insanda üç şey bulunduğu vakit, onun sâlih bir insan olduğu anlaşılır. Bunlar; nefsânî arzulardan uzak olmak, Allah rızâsı için doğruluk, helâl ve temiz yemektir.”
“Günâhların içinde bocalayan kimsenin, doğruluğu bulması çok zordur.”
Her şeyin başı doğruluktur. Her işin nizâm ve intizamı doğruluk iledir. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Şüphelendiğin bir şeyden uzaklaş! Şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk, sükûn ve huzûrdur.”
“Tehlikenin doğruluk içinde olduğunu görseniz dahî, doğruyu arayınız! Çünkü doğrulukta kurtuluş ve selâmet vardır.”
“Doğru olunuz, doğruluk gerçeği, gerçek de Cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstur edinirse, Allah indinde o kimse sıddîklardan olur.”
“Doğru olan, iyi davranır, iyi davranan emîn olur. Emîn olan da Cennet’e girer.”
Tam sâdık, tam doğru, yâni sıddîk olabilmek için;
1- Doğru sözlü olmalıdır. Zarûret olmadıkça târizli ve îmâlı konuşmamalıdır.
Hasen-i Basrî hazretleri, zâlimlerden kaçıp, Habîb-i Acemî hazretlerinin bir odasına girip saklandı. Zâlimin zulmünden kurtulmak için yalan söylemek câiz olduğundan; “Soran olursa yok dersin” dedi. Biraz sonra zâlimler gelip sordular; “İçerde” diye cevap verdi. İçeriyi iyice aradılar. Bulamayınca, Habîb-i Acemî hazretlerine; “Seni yalancı” diyerek oradan uzaklaştılar. Hasen-i Basrî hazretleri; “Senin yaptığın uygun muydu?” diye sordu. Habîb-i Acemî hazretleri; “Yalan söyleseydim, ikimiz de helâk olmuştuk. Doğru söylemenin bereketiyle ikimiz de kurtulduk” diye cevap verdi.
2- Doğruluk için niyette ihlâs şarttır. Şâyet davranışlara nefsin arzuları karışırsa, bu niyetten ihlâs kalkar. Böyle kimse yalancı olur.
3- Azminde doğru olmalıdır. Meselâ, “Allah bana şu malı verirse veya şu makâma geçersem, şu hizmeti yaparım” diyen kimse, o mala veya o makâma sâhip olunca, zarûretsiz sözünde durmazsa, azminde doğru değildir.
4- Verdiği sözde durmalıdır.
Hazret-i Enes bin Mâlik anlatır:
“Amcam Nadr'ın oğlu Enes, Bedir savaşında Resûl-i ekremin yanında savaşa katılamadığına çok üzüldü. Kendi kendine; “Eğer Allahü teâlâ, beni bir savaşa kavuşturursa, bütün gücümle savaşacağım” diye karar verdi. Ertesi yıl Uhud savaşına katıldı. Sa’d bin Mu’âz kendisini gördü ve; “Ne o, nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda; “Uhud dağının ardında Cennet’in kokusunu aldım. Cennet’e gidiyorum” dedi. Öyle savaştı ki, şehîd olduğunda vücûdunda seksen küsur yara görüldü. Hemşiresi, “Kendisinde tanınacak bir nişân kalmamıştı, elbisesinden tanıyabildim” dedi.
5- Doğru iş yapmalıdır. İç ile dışın bir olması adâlettir. İçinin dışından iyi olması fazîlettir. İçi dışına uymayan insana doğru denmez.
6- Bütün işlerde doğru olmalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
“Bir mü’minin kalbi doğru olmayınca, îmânı doğru olmaz. Dili doğru olmayınca da kalbi doğru olmaz.”
Ebû Abdullah Mağribî'ye annesinden bir ev mîras kalmıştı. Evi elli altına sattı. Altınları bir keseye koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda bir eşkıya yolunu kesip; “Neyin var?” dedi. “Elli altınım var” buyurdu. Eşkıya; “Altınları ver!” dedi. Ebû Abdullah (radıyallahü anh) çıkarıp altınları verdi. Eşkıya altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra altınları geri verip, devesini çöktürdü ve; “Buyurunuz efendim, deveme bininiz” dedi. Ebû Abdullah hayret edip; “Sana ne oldu?” buyurdu. O kimse; “Siz, bu altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size karşı muhabbet hâsıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup, tevbe ettim. Sizinle berâber gelmek istiyorum” cevâbını verdi. Berâberce hacca gittiler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Her peygamber gibi Yûsuf aleyhisselâmın da bir çok mûcizeleri görüldü. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Yûsuf aleyhisselâmın lisânı çok tatlıydı. Sözünü duyanın kalbi ona meylederdi. Onun tatlı dili sebebiyle bir çok kimse îmânla şereflendi.
2- Yûsuf aleyhisselâmın mübârek yüzünde, güneş gibi nûr parlardı. Yüzüne bakan fazla bakamayıp, hemen gözünü indirirdi. Huzûruna gelen bir â’mânın Yûsuf aleyhisselâmın yüzünün nûru ile görmeye başladığı rivâyet edilmiştir.
3- Hazret-i Yûsuf'un huzûruna gelen nüfûzlu bir kimse, yaprakların bir araya gelerek kumaş olmasını mûcize olarak istedi. Yûsuf aleyhisselâm da duâ etti. Ağaçların yaprakları birleşerek paha biçilmez bir kumaş oldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mısır'da görülen kıtlık, Ken’ân iline ve Şam taraflarına da isâbet etmişti. Başkaları gibi, Ya’kûb aleyhisselâmın evi de kıtlığın sıkıntısını çekiyordu.
Hiç bir yerde tedbir alınmadığından, Mısır'dan başka hiç bir ülkede buğday kalmadı. Bunu öğrenen insanlar, akın akın Mısır'a gelmeye başladılar. Ne kadar kıymetli mal ve elbiseleri varsa buğdayla değiştiler.
Kıtlık bu şekilde devam ederken, Ya’kûb aleyhisselâm oğullarına; “Mısır'a gidip biraz buğday getirin. İşittim ki Mısır sultânının bir hazînedârı varmış, tahıl ambarlarının hepsi onun elinde imiş, İbrâhim aleyhisselâmın dînî üzere imiş. Nasıl bir kimsedir gidip görün ve biz İbrâhim oğullarındanız deyin. Belki İbrâhim aleyhisselâmın soyundan olduğunuzu bilir de size kolaylık gösterir” dedi. Bünyamin haricindeki diğer on oğlunu gönderdi. Bünyamin, Yûsuf'un (aleyhisselâm) yâdigarı olup, onu yanından hiç ayırmazdı. Çünkü o, Yûsuf'la (aleyhisselâm) ana bir kardeştiler.
Ya’kûb aleyhisselâmın Yûsuf aleyhisselâma kavuşması ve ayrılığın sona ermesi yaklaşınca, Allahü teâlâ, insanlara kıtlık musîbetini verdi. Bu hâl, Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarının yiyecek bulmak için evlerinden ayrılmalarına vesîle olacaktı. Fakat Allahü teâlâ Ya’kûb'a (aleyhisselâm), Yûsuf'un (aleyhisselâm) yerini gizlemiş, Yûsuf aleyhisselâma da babasını kendi durumundan haberdâr etmesine, nezdinde bilinen vakte kadar izin vermemişti. Böylece Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, sözde yiyecek için Mısır'a kadar gelmişlerdi.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları Mısır'a varınca, Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna çıktılar. Yûsuf aleyhisselâm onları tanıdı. Bu husûs Yûsuf sûresi 58. âyetinde meâlen şöyle haber verilmektedir: “Kardeşleri Yûsuf'un (aleyhisselâmhuzûruna girince, Yûsuf onları tanıdı. Onlar ise kendisini tanımıyorlardı.”
Yûsuf aleyhisselâmın onları hemen tanımasının, onların Yûsuf aleyhisselâmı tanımamasının birkaç sebebi vardı: 1- Yûsuf aleyhisselâmın zekâsı fevkalâde idi. 2- Kardeşlerinin sîmaları, görünüşleri hiç değişmemişti. Birbirlerinden ayrıldıklarındaki hâlleri ile şimdiki durumları arasında pek fark yoktu. 3- Yûsuf aleyhisselâmın, çocukluğunda gördüğü rüyâ da, bir gün kardeşlerinin huzûruna gelip, boyun eğeceklerini gösteriyordu. Yûsuf aleyhisselâm böyle bir durumun vukûunu bekliyordu. Onun için, uzak yerlerden yanına gelen herkesin hâlini soruyor, bunlar arasında kardeşlerinin olup olmadığını araştırıyordu. 4- Yûsuf aleyhisselâm hizmetçilerine, onların uzakta bekletilmesini emretti. Onlarla, yalnız ve birisinin vâsıtasıyla konuşuyordu. Ayrıca Yûsuf aleyhisselâm makâmında heybetli olduğundan huzûruna gelenler mübârek yüzüne bakamazlardı. Yüzüne bakıp göremedikleri için onu tanımaya imkanları yoktu. 5- Yûsuf aleyhisselâm kuyuya bırakıldığı zaman daha küçük idi. Aradan bir hayli zaman geçip görünüşü değişmişti. Kendisi de tahtta oturmakta, bir devletin başında bulunmakta idi. Onlar, Yûsuf aleyhisselâmdan ayrıldıktan sonra hiç haber alamamışlardı. Hattâ onun, böyle bir devlete kavuşacağını akıllarından bile geçirmemişlerdi. 6- Tanımak ve hatırlamak, Allahü teâlânın yaratması ile olur. Halbuki Allahü teâlâ kuyuda iken Yûsuf aleyhisselâma meâlen şöyle bildirmişti; “Onlar (senin mevkîinin yüksekliği, şânının üstünlüğü sebebiyle) hatırlarına bile getirmedikleri hâlde, sen bu yaptıklarını (kötülüklerini) kendilerine haber vereceksin diye vahyettik” buyurmuştu. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmenin haber verdiği hâli hakîkat olarak ortaya çıkarmak için onların kalblerinde Yûsuf aleyhisselâmı tanımalarını ve hatırlamalarını yaratmadı.
Yûsuf aleyhisselâm onlara: “Siz kimsiniz? Ne maksatla geldiniz?” diye sorunca, onlar; “Şam tarafından buğday almaya geldik” diye cevap verdiler. Yûsuf aleyhisselâm; “Yalan söylüyorsunuz. Siz buğday alıcıları değil, câsuslara benziyorsunuz. Maksadınız neyse haber veriniz” dedi. Bunun üzerine kardeşleri; “Biz Ken’ân vilayetindeniz. İhtiyâr bir babanın on evlâdıyız. Babamızın ismi Ya’kûb'dur. Beldemizde kıtlık var. Mısır'dan başka yerde buğday bulunmadığını ve senin iyi bir kimse olduğunu duyan babamız, bizi buraya gönderdi” diye cevap verdiler. Yûsuf aleyhisselâm; “Şimdi babanız nerede ve kiminle berâberdir?” diye sorunca, onlar da; “Ken’ân ilinde bizim en küçük kardeşimizle berâber kaldı. Babamızın küçük kardeşimizle aynı anadan olan çok sevdiği bir oğlu daha vardı. Kırda telef oldu. Onun derdinden Bünyamin adındaki küçük oğlunu yanından hiç ayırmaz. Yûsuf aleyhisselâma olan hasret ve üzüntüsü sebebiyle gözleri de görmez oldu” dediler. Yûsuf aleyhisselâm, âdeti veçhile şahıs başına bir deve yükünden fazla buğday vermezdi. Onlara da birer deve yükü verip paralarını aldı. Onlar babalarının hizmetinde kalan kardeşleri Bünyamin için de bir deve yükü buğday istediler. Onun için de bir deve yükü verdikten sonra, Yûsuf aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Sizin sözünüzden, babanızın yanında bıraktığı kardeşinizi daha çok sevdiği anlaşılıyor. Bu ise, insanı hayrette bırakıyor. Çünkü sizin bu kadar cemâl ve kemâl (olgunluk) sâhibi olmanıza rağmen, babanızın o kardeşinizi daha çok sevmesi onun akıl, fazîlet ve edeb bakımından kâmil birisi olduğunu gösteriyor. Bu yüzden onu görmek istiyorum, onu bana getiriniz. Eğer getirmezseniz size zâhire vermem” dedi. Onlara ikrâmda bulundu. Paralarını da gizlice zâhirenin arasına koydurdu. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle haber verildi: “Vaktâ ki Yûsuf (aleyhisselâm) onların zâhirelerini yükletip hazırladı. (Onlara ve babalarının yanında bulunan Bünyamin'e birer deve yükü zâhire verip, azıklarını ellerine teslim etti.) Onlara dedi ki: (Bir daha gelirken) baba bir kardeşinizi (Bünyamin'i) de getirin. (Yûsuf sûresi: 59) Yûsuf aleyhisselâm, kardeşlerine konuşurken ilk önce Bünyamin'i getirmelerini tenbih etti. Sonra da, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Görmüyor musunuz ki (yani işte görüyorsunuz) size tam ölçek veriyorum. (Babanızın yanında kalan kardeşiniz adına da zâhire veriyorum.) Ben misâfirperverlerin hayırlısıyım. (Sonra onları korkutarak); “Eğer onu bana getirmezseniz artık benim yanımda size hiç bir zâhire yoktur. Yanıma da gelmeyiniz, diyârıma da girmeyiniz” dedi. (Yûsuf sûresi: 59-60)
Onların yiyeceğe son derece ihtiyaçları vardı. Bunu da ancak Yûsuf aleyhisselâmdan te’min edebilirlerdi. Ayrıca Yûsuf aleyhisselâmın onları yanına yaklaştırmaması, kendilerini son derece korkutmuştu. Bu sebeple Yûsuf aleyhisselâmdan bu sözleri dinleyince meâlen; “Onu babasından istemeye çalışırız ve her hâlde bunu yaparız dediler.” (Yûsuf sûresi: 61) Sözlerini kuvvetlendirmek için de; “Bize emrettiğini, bu husûsta gücümüzün yettiğini yapacağız” dediler.
“Yûsuf (aleyhisselâm) onların zâhire yüklerini hazırladı. Uşaklarına da; “Sermâyelerini yüklerinin içine koyuverin. Olur ki, âilelerine döndükleri zaman bunun farkına varırlar da belki yine (kardeşleri Bünyamin ile berâber buraya) dönerler dedi.” (Yûsuf sûresi: 62)
Yûsuf aleyhisselâm, onların paralarını yüklerine koymakla, tekrar geri dönmeleri için acele etmelerini istemişti.
Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, Ya’kûb aleyhisselâmın yanına varınca, daha yüklerini açmadan, babalarına, Mısır'da gördükleri izzet ve ikrâmı, kendilerine gösterilen iyi muâmeleyi etrâflıca anlattıktan sonra; “Mısır Mâliye nâzırını (Azîzi'ni) çok iyi bir insan olarak gördük, bize ikrâmda bulundu. Akrabâmız olsa o kadar ikrâmı bize yapamazdı” dediler. Ya’kûb aleyhisselâm; “Eğer bir daha giderseniz, ona benden selâm söyleyin. Babamız sana duâ ediyor, deyin” buyurdu. Bunun üzerine oğulları, Ya’kûb aleyhisselâma; “Bir daha Mısır'a gittiklerinde Bünyamin'i götürmezlerse zâhire verilmeyeceğini” söylediler. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilir: “Vaktâ ki babalarına (Ken’ân iline) döndüler. Dediler ki: “Ey babamız! (Eğer Bünyamin'i bizimle berâber göndermezsen) bizden zâhire men olundu. Şimdi kardeşimizi bizimle (Mısır'a) gönder ki zâhire alalım. Biz onu koruyucularız.” Ya’kûb (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Bundan önce, kardeşi Yûsuf'u size (emanet husûsunda) inandığım gibi, onu (Bünyamin'i) da inanır mıyım? (İnanmam. Kardeşi Yûsuf'a yapacağınızı yaptınız. Halbuki siz onun için de böyle söylemiştiniz. Onu koruyacağınıza söz vermiştiniz. Biz onu muhakkak muhâfaza edicileriz demiştiniz. Fakat ahdinizde durmadınız. İşte sizin hakkınızda bende o zaman îtimâd hâsıl olmadı. Şimdi Bünyamin'i nasıl emânet edebilirim) Allahü teâlâ en hayırlı koruyucudur ve tevekkül edip, işlerimi O'na bıraktım. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. (Ben, O'nun Bünyamin'i muhâfaza etmek sûretiyle bana merhamet edeceğini ve iki musîbeti birden bende toplamayacağını umarım)” (Yûsuf sûresi: 63-64)
Ya’kûb aleyhisselâmın bu sözünden, onun gitmesinde fayda gördüğü için oğullarının Bünyamin'i götürmelerine izin verdiği anlaşılmaktadır.
Ka’b-ül-Ahbâr (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Ya’kûb aleyhisselâmAllahü teâlâ en hayırlı koruyucudur” deyince, Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “İzzetim hakkı için, mâdemki sen bana tevekkül ettin, îtimâd ettin, ben de her ikisini (Yûsuf ve Bünyamin'i) de sana iâde edeceğim.” İşte hakîkî mü’mine lâyık olan başkalarının himâyesini bir tarafa bırakıp sâdece Allahü teâlâya tevekkül etmesidir. Çünkü Allahü teâlâdan başka her şey, sebeplere, âletlere ve başka vâsıtalara muhtâçtır. Halbuki Allahü teâlâ, her zaman ve her işte vâsıtalara, aletlere ve başkasına muhtâç olmaktan çok uzaktır.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları yüklerini açınca zâhire karşılığında verdikleri bedellerin kendilerine iâde edildiğini gördüler. (Karşılaştıkları bu manzara, babalarına Mısır Azîz’i hakkında arz ettiklerini teyit eder mahiyette olduğu için sevindiler. Babalarının huzûruna varıp nâzik ve hürmetkar bir ifâde ile); “Ey babamız! Daha ne istiyoruz. (Bundan ziyâde iyilik olur mu?) İşte sermâyemiz de bize iâde edilmiş. Biz onunla tekrar âilemize zâhire getiririz. Kardeşimizi de koruruz. (Kardeşimiz Bünyamin'i götürmekle) bir deve yükü zâhire de fazla alırız. Bu (seferki aldığımız zâhire) az bir ölçektir, bizi idâre etmez dediler.” (Yûsuf sûresi: 65)
Ya’kûb aleyhisselâm; “O akçeyi geri götürün. Belki yanılmışlardır. Yâhud bizi denemişlerdir. “Peygamber oğullarıdır. Görelim, helâli haramı seçerler mi?” demiş olabilirler” dedi. Sonra Bünyamin'i geri getireceklerine dâir onlardan söz aldı. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Etrâfınız kuşatılıp çâresiz kalmanız (hep birlikte ölmeniz yâhut gâlib bir kuvvetin te’siri altında kalmanız) müstesnâ, onu (Bünyamin'i) geri getireceğinize dâir Allahü teâlâdan bana sağlam bir taahhüt verinceye (Vallahi Bünyamin'i yine sana getireceğiz diye Allahü teâlâ adına yemîn edinceye) kadar sizinle berâber göndermem dedi.” (Yûsuf sûresi: 66)
Burada ibret alınacak bir husûs vardır. Hadîs-i şerîfte; “Belâ, (bazen) insanın konuştuğu söze bağlıdır” buyrulduğu gibi, Ya’kûb aleyhisselâmın daha önce oğullarına; “Onu (Yûsuf'u) kurt yemesinden korkuyorum” buyurmuş, kendisine musîbet bu cihetle gelmiş, oğulları; “Yûsuf'u kurt yedi” demişlerdi. Burada da; “Etrâfınızın kuşatılıp çâresiz kalmanız müstesnâ” buyurdu. Yine bu yönden musîbete düçâr oldu. Allahü teâlânın hikmeti, Bünyamin Yûsuf aleyhisselâm tarafından alıkonulunca, kardeşlerinin hiç bir şey yapmaya, Bünyamin'i alıp babalarına getirmeye güçleri yetmedi.
Aynı âyet-i kerîmenin devamında oğullarının te’minatına Ya’kûb aleyhisselâmın verdiği cevap meâlen şöyle bildirildi: “Onlar da babalarına (istediği) te’minatlarını verince o da; “Allahü teâlâ benim ve sizin bu dediklerinize vekil (şahit olsun)” dedi.” (Yûsuf sûresi: 66)
Ya’kûb aleyhisselâm oğullarının Yûsuf aleyhisselâma yaptıklarını bilmesine rağmen Bünyamin'i onlarla berâber gönderdi. Çünkü artık onlarda Yûsuf aleyhisselâma karşı gördüğü hasedi, Bünyamin'e karşı görüp sezmemişti. Onların, ona karşı iyi niyet sâhibi olduklarını görüyordu. Bir de kıtlık bütün şiddeti ile sürüyordu. Mısır Azîzi'nden zâhire alabilmek için buna mecbûrdu.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarına Mısır'a yolculuğa çıkmadan önce bâzı tavsiyelerde bulundu. Çünkü oğulları, yakışıklı, cemâl ve kemâl sâhibi, boylu-poslu ve kuvvetli olup, hepsi de bir babanın oğlu idiler Yûsuf aleyhisselâmın onlara ikrâmda bulunduğunu Mısır halkı biliyordu. Bu sebeple orada şöhretleri vardı. Ya’kûb aleyhisselâm, Mısır'a hep birlikte girerken, nazar değmesinden endişe ettiği için onlara, Kur'ân-r kerîmde bildirildiği gibi meâlen; “Ey oğullarım! Mısır'a varınca hepiniz bir kapıdan girmeyin. Her biriniz ayrı ayrı kapılardan girin. (Bununla berâber bu sözümle) Allah'ın kazâsından hiç bir şeyi sizin üzerinizden gideremem. Hüküm ve kazâ ancak Allahü teâlâdandır. (Size, gözdeğmesini dilerse değer, dilemezse değmez.) Ben ancak O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de O'na güvenip dayanmalıdır dedi.” (Yûsuf sûresi: 67) Bu sözüyle onlar üzerine nazar isâbet edeceğinden korktu. Halbuki Mısır'a ilk gidişlerinde böyle bir tavsiyede bulunmamıştı. Çünkü o zaman kimse onları tanımıyordu.
Bu âyet-i kerîme göz değmesinin hak olduğuna delâlet etmektedir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de; “Muhakkak nazar, göz değmesi insanı kabre, deveyi de tencereye sokar” buyurdu.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle rivâyet buyurdu ki: “Bir gün Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip; “Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Seni gamlı görüyorum?” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Hasen ile Hüseyin'e nazar isâbet etti” buyurdu. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm; “Doğru söyledin. Çünkü göz değmesi haktır” dedi.
Göz değmesi ile meydana gelen te’sir, Allahü teâlânın fiilidir. Ancak, bu te’sir göz değmesinden sonra ortaya çıktığı için, göz değmesine nisbet edilmiştir.
Bâzı kimseler, bir şeye bakıp, beğendiği zaman, gözlerinden çıkan şuâ zararlı olup, canlı ve cansız herşeyin bozulmasına yol açar. Bunun misâlleri, çok olup, insanlar arasında bilmeyen yoktur. Fen, belki bir gün bu şuâları ve te’sirlerini anlayabilecektir. Nazarı değen kimse, hattâ herkes beğendiği bir şeyi görünce; “Mâşâallah” demelidir. Önce Mâşâallah deyince, nazar değmez. Nazar değen veya korkan çocuk için, çöp yakıp etrâfında döndürerek tütsülemek veya ergimiş mumu başı üzerinde suya dökmek ve kurşun dökmek câiz olduğu, “Fetavâ-yı Hindiyye”de yazılıdır. Nazar değen kimseye şifâ için Âyet-el-kürsî, Fatihâ, Mu’avvizeteyn ve Nûn sûresinin son kısmını okuyup üflemek muhakkak iyi gelir. Fatihâ, Ayet-el-kürsî, Kâfirûn, İhlâs ve Mu’avvizeteyn yedişer defâ okunup hastaya üflenirse iyi geldiği, “Fevâid-i Osmâniye” adlı eserde yazılıdır.
Mevâhib-i Ledünniyye'de buyruldu ki; “Göz değen kimseye Peygamber efendimizin bildirdiği şu ta’vizi okumalıdır; “E'ûzü bi-kelimâtillahittammâti min şerri külli şeytânin ve hâmmetin ve min şerri külli aynin lâmmetin.” Bu ta’viz her sabah ve akşam üç defâ okunup, kendi üzerine veya yanındakilerin üzerine üflenirse, gözdeğmesinden, şeytanların ve hayvanların zararından korur. Bir kimseye okurken, E'ûzü yerine “Ü'îzüke” denir. İki kişiye okurken “Ü'îzü-kü'mâ” denir, İkiden fazla kimseye okurken, “Ü'îzü-küm” demelidir.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh); “Göz değmesinin devâsı, Kalem sûresinin sonundaki “Ve in yekûdüllezîne” (Kalem sûresi: 41-42) âyet-i kerîmesini okumaktır buyurmuştur.
Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi Ya’kûb aleyhisselâm meâlen; Allahü teâlâ, benim ve sizin bu söylediklerimize vekildir” buyurmakla îtimâdının yalnız Allahü teâlâya olduğunu beyân etti. Bununla berâber oğullarını sözlerini yerine getirmeye dâvet etti. “Ahde vefâ eder, Bünyamin'i sağ sâlim geri getirirseniz, cenâb-ı Hakk sizi en güzel sûrette mükâfâtlandırır. Eğer sözünüzü yerine getirmezseniz, size büyük bir cezâ verir” demek istenmiştir.
Bu âyet-i kerîmede zâhirî sebeplere tevessül etmekle, onlara yapışmakla, berâber tevekkülün sahih olduğuna işâret vardır.
İnsan bu âlemde ne kadar tevessül edilebilecek sebep varsa yapışmalı, fakat onlara dayanıp güvenmemelidir. Ancak, sebeplere riâyet etmek, onlara yapışmak, sâdece kulluğun icâbını yerine getirmek için olmalıdır. Kalbi, bütün sebepleri yaratan ve onlara gönderen Allahü teâlâya, O'nun takdirine ve tedbirine bağlamalı, O'ndan başka hiç bir şeye ümîd bağlamamalıdır.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarına nazar değmesin diye, bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini tavsiye etti. Bununla berâber, nazar değmemesini, Allahü teâlâdan dileyip; “Bu nasîhati yapmakla Allahü teâlânın kazâsından hiç bir şeyi sizin üzerinizden gideremem. Çünkü hüküm ve kazâ ancak Allahü teâlâdandır. Her zaman O'nun dediği olur. Sizi O'na emânet ediyorum. O'na güveniyorum. Herkes de, her işinde, yalnız O'na güvenmelidir. Herkesin, vâsıtadan başka bir şey olmadığını düşünerek, yalnız O'na güvenenlerin imdadına elbette yetişir” dedi.
Ya’kûb aleyhisselâm bu sözleriyle, oğullarına karşı olan babalık şefkâtini göstermiş, bu âlemde mûteber olan (yapışılabilecek) sebeplere yapışmış hem de ilminin icâbı Allahü teâlâya tevekkül etmişti. İmâm-ı Muhammed Ma’sûm, Mektûbât'ının birinci cildi, yüzonuncu mektubunda bu husûsta buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kendi kudretini sebepler altında gizledi. Kudret sâhibinin yalnız kendisi olduğunu bildirdiği gibi, sebeplere yapışmayı da emir buyurdu. Tam müslümanın sebeplere yapışmasını ve sebeplere kuvvet veren yaratana güvenmesini bildirdi. Ya’kûb aleyhisselâmın bu ikisini birlikte yaptığını Kur'ân-ı kerîmde haber vererek, onu övdü. Yûsuf sûresinde meâlen; “Ya’kûb (aleyhisselâm), bizim bildirdiğimizi bilir. Fakat insanların çoğu, takdirin tedbire gâlib olduğunu bilmezler” buyurdu. “Tibyân tefsîri”nde, bu âyet-i kerîmeye; “Müşrikler, Allahü teâlânın evliyâsına ilham ettiği şeyleri bilmezler” demiştir. Te’siri sebeplerden bilip, Allahü teâlânın kuvveti ile te’sir ettiklerini bilmeyenler sapıktır. Sebepleri ortadan kaldırmak isteyen de, Allahü teâlânın hikmetini anlamamış, O'nun, mahlûkları boş yere, faydasız yarattığını söylemiş olur. Bu, insanları tembelliğe sürükler. Sebeplere te’sir kuvvetini Allahü teâlânın verdiğine inanan kimse ise hak yola kavuşur ve her iki tehlikeden kurtulmuş olur.
Tez olma teemmül kıl,
Her hâle tahammül kıl,
Allah'a tevekkül kıl,
Tedbîri bozar takdir.
İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdiri bilmez, Allah'ın takdiri, kulun tedbîri ile değişmez.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde:
“İnsan bu âlemde mûteber olan sebeplere riâyet etmek, onlara yapışmakla vazifeli olduğu gibi, Allahü teâlânın kendisi için takdir buyurmuş olduğu şeyin başına geleceğine îtikâd etmek ve sakınmanın, tedbîrin, kaderde olacak şeye mâni olamayacağına inanması da insanın vazifesidir” buyurmuştur.
İnsan, kendisine zararlı olan gıdâlardan sakınmalı, faydası olan ve zararı uzaklaştıran husûslarda da gereken gayret ve dikkati göstermelidir. Zâten bu bir emirdir.
İşte Ya’kûb aleyhisselâmın; “Mısır'a bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz” diye oğullarına yaptığı tenbih, âlemde mûteber olan sebeplere uymanın gereğini göstermektedir.
Bu tedbîr ile berâber; “Allahü teâlânın kazâsından hiç bir şeyi sizden gideremem, ona mâni olamam” buyurması da, âlemdeki bu sebeplere güvenilmemesi, Allahü teâlâdan başka her şeyden berî ve uzak olunmasına işârettir.
Birbirine zıt gibi görünen bu iki mes’eleyi birleştirmek için şöyle denir: Tâatlare devam ve mâsiyetlerden (günahlardan) sakınmamız lâzım olduğu gibi, “Saîd, anasının karnında saîd; şakî de, anasının karnında şakî” diye îtikâd ederiz.
İşte hem yeriz içeriz, hem de zehirden ve ateşe girmekten sakınırız. Halbuki ölüm ve hayat ancak Allahü teâlânın takdiri ile olur.
Netîcede göz değmesinden sakınmakla berâber, “Hakîkî müessir, dilerse, göz değmesi ile hâsıl olan te’siri yaratan dilemezse yaratmayan Allahü teâlâ olup, sakınmak kadere mâni olmaz” diye îtikâd etmemiz de böyledir.
Nitekim Ömer (radıyallahü anh) Şam'a teşrîf edecekleri zaman, şehirde tâun hastalığı olduğunu duyunca, şehre girmeyip başka tarafa döndüler. Şam bölgesi başkumandanı olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hazret-i Ömer'e; “Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlânın kazâsından mı kaçıyorsun?” dedi. Hazret-i Ömer; “Allahü teâlânın kazâsından yine O'nun kaderine kaçıyorum” buyurdu. “Kader, (takdir-i ilâhî) kazâ sûretini almadıkça yâni ortaya çıkmadıkça Allahü teâlânın onu değiştirmesi umulur” demek istedi.
Demek ki insan, faydalı olanı almak, zararlı olanı kendisinden gidermek husûsunda, tedbir alıp bütün gücünü sarfetmekle berâber, var olan her şeyin mutlak sûretle, Allahü teâlânın kazâsı, dilemesi, hüküm ve hikmeti ile var olduğunu kesin olarak bilmelidir.
Ya’kûb aleyhisselâm; “Tedbirimle berâber, hakkınızda vâki olan Allahü teâlânın kazâsından hiç bir şeyi sizden gideremem. Hakkınızda kadere âit hüküm ne ise elbette olur. Her şey Allahü teâlânın takdirine bağlıdır. Tedbîr takdiri değiştirmez. Hüküm ve kazâ ancak Allahü teâlânındır. Hükmünde tekdir. O'na hiç bir şey ortak olamaz ve kazâsını yerine getirmekte hiç bir şey de mâni olamaz. Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmek tedbîri o kazâyı değiştiremez. Onun için size aslâ faydası olamaz” buyurmak sûretiyle önceki söylediğini te’kid buyurdu.
Ya’kûb aleyhisselâm bundan sonra: “Ben ancak O'na güvenip, dayandım. (Başkasına değil) Tevekkül edenler de O'na güvenip dayanmalıdır” dedi.
Mâdem ki, her şey Allahü teâlâdandır, mâdem ki her şey cenâb-ı Hakkın hükmü ve kazâsına, irâdesine dayanır. Tevekkül de yalnız O'na olur.
İşte her hayrın meydana gelmesi, her afetin def’i yâni giderilmesi, kat’î olarak Allahü teâlânın lütûf ve inâyetine bağlıdır. Bundan da, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül edilemiyeceği kesinlikle anlaşılmaktadır.
Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâmın sözünü tasdik ile meâlen şöyle buyurdu; “Vaktâ ki onlar, babalarının emrettiği şekilde ayrı ayrı kapılardan şehre girdiler. Bu (Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmeleri) Allahü teâlânın hüküm ve kazâsından hiç bir şeyi uzaklaştırmadı, (değiştirmedi.) Lâkin Ya’kûb (aleyhisselâm) nefsindeki hâceti (yani hatırına gelen rey ve tedbiri, mahdumlarına) izhâr edip (şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini) tavsiye etti. Muhakkak o, (vahyle) öğrettiğimizi (kazâ ve kaderimizi) bilir. Fakat, insanların çoğu (kaza ve kaderimin değişmeyeceğini) sakınmanın kadere mâni olmadığını bilmiyorlar.” (Yûsuf sûresi: 68)
Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi; “Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları, Mısır'a vardıkları zaman, babalarının emrine uyarak ayrı ayrı kapılardan şehre girdiler. Sözlerinde durarak, Bünyamin'i, Yûsuf aleyhisselâmın yanına getirdiler. Sonra; “İşte o küçük kardeşimiz budur, getirdik” dediler. Yûsuf aleyhisselâm onları huzûruna aldı, gereken ikrâm ve iltifâtta bulundu. Rivâyete göre öncekinden daha çok ikrâmda bulundu. Onları yemeğe dâvet etti. Her bir sofraya ikişer kişi oturttu. Onbir kişi olduklarından Bünyamin yalnız kaldı. Bu sırada kardeşi Yûsuf aleyhisselâmı hatırlayıp ağladı. “Kardeşim Yûsuf (aleyhisselâm) sağ olsa idi, sultân beni de onunla berâber oturturdu” diye kendi kendine söylendi. Yûsuf aleyhisselâm; “Bu kardeşiniz yalnız, kaldı” deyince, onlar; “Onun bir kardeşi vardı, öldü” dediler. Yûsuf aleyhisselâm; “Öyleyse onu yanıma oturtayım” diyerek, Bünyamin'le aynı sofraya oturdu. Bünyamin, sofrada hem yemek yer, hem de sık sık Yûsuf aleyhisselâma bakardı. Yûsuf aleyhisselâm; “Niçin bana böyle dikkatli dikkatli bakıyorsun?” diye sordu. Bünyamin; “Vefât eden kardeşim size çok benzerdi de onun için” diye cevap verdi. Akşam olunca, yatıp istirâhat etmek için iki kişiye bir oda gösterildi. Fakat Bünyamin yine tek kaldı. Bunun üzerine ağladı ve; “Kardeşim Yûsuf sağ olsa idi, ben de onunla aynı odada kalırdım” dedi. Bu hâli gören Yûsuf aleyhisselâm; “Gel sen de benim odamda misâfir ol" dedi. Fakat Bünyamin, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşi olduğunu hâlâ anlayamamış ve kardeşlerinden ayrı kaldığına bile üzülmüştü. Bunun farkına varan Yûsuf aleyhisselâm, bulundukları odada kimseyi bırakmadı ve Bünyamin'e; “Ölen kardeşin yerine, benim sana kardeş olmamı ister misin?” diye sordu. Bünyamin; “Senin gibi eşsiz bir kardeşi kim bulabilir. Fakat senin baban Ya’kûb aleyhisselâm değil, sonra seni annem doğurmadı” deyince, Yûsuf aleyhisselâm ağladı ve kalkıp Bünyamin'in boynuna sarıldı. “Ben senin kardeşin Yûsuf'um” diyerek kendisini tanıttı.
Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle haber verilmiştir; (Kardeşleri) Yûsuf'un huzûruna girince o, kardeşini (Bünyamin'i) kendi yanına aldı; Ben senin hakîkî kardeşinim. Onların (geçmişte hakkımızda) yapmış oldukları şeyler için mahzûn olma! (Çünkü Allahü teâlâ bize ihsânda bulundu. Bizi helâk olmaktan kurtardı. Bizi birbirimize kavuşturdu) dedi.” (Yûsuf sûresi: 69)
Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerini affetti. Onlar hakkında kalbinde hiçbir kötülük yoktu. İntikâm alma gibi bir düşüncesi de bulunmuyordu. Kardeşi Bünyamin'in kalbinin de onlara karşı, kendisininki gibi tertemiz olmasını istedi. Bu sebeple; “Onların (geçmişte hakkımızda) yapmış oldukları şeyler için üzülme” dedi.
Yûsuf aleyhisselâm sonra, Bünyamin'e; “Sana söylediklerimi kardeşlerine söyleme” diye tembih etti. Bünyamin ayrılmak istemediğini söyleyince, Yûsuf aleyhisselâm; “Fakat babamızın benim yokluğuma ne kadar üzüldüğünü bilirsin. Sen de, bir sebep olmadan burada kalırsan, üzüntüsü daha da artar. Buna başka bir yol bulalım” dedi. Bünyamin'de; “Karar senindir. İstediğini yap!” cevâbını verdi.
İbrâhim aleyhisselâmın dînînde, bir kimsenin bir şeyi çalınsa, mal sâhibi de malını hırsızın elinde yakalasa, malı çalan, mal sâhibine kölelik ederdi. Mûsâ aleyhisselâm zamanına kadar, bu hüküm aynen devam etmişti.
Yûsuf aleyhisselâm da bunu bildiği için Mısır melîkinin altından yapılmış su tasını, kardeşi Bünyamin'in yükünün içine koymalarını emretti. Tası, Bünyamin'in yükü içerisine koydular. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Vaktâ ki Yûsuf (aleyhisselâmkardeşlerinin (her birine birer deve yükü olmak üzere) yüklerini hazırladı. (İhtiyaçlarının hepsini yerine getirdi ve onların haberi yok iken) su kabını (öz) kardeşinin (Bünyamin'in) yükü içine koydurdu. (Kâfile şehirden ayrılıp, biraz yol aldıktan) sonra, bir münâdî yetişip bağırarak; “Ey kâfile ehli! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız” dedi. (Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri şanlarına yakışmayan böyle bir suçun üzerlerine atılmasından üzülüp, rahatsız olup) geriden gelenlere dönerek; “Ne koyboldu. Aradığınız nedir?” dediler.” (Yûsuf sûresi: 70-71)
Münâdînin; “Ey kâfile ehli muhakkak siz hırsızlarsınız” sözünü, Yûsuf'un (aleyhisselâm) emri ile söylemiş olduğu Kur'ân-ı kerîmde bildirilmemiştir. Ancak durumdan haberi olmayan me’murlar, hükümdârın tasını arayıp bulamayınca; “Burada şu kâfiledekilerden başkası yok idi. Demek ki tası bunlar aldılar” diye düşündüler. Hemen arkalarından koşup, Yûsuf'un (aleyhisselâm) hiç bir emri olmaksızın, onlara böyle söylediler.
Sırr-i Girîdî hazretleri “Ahsen-ül-Kasas” adındaki kitabında bu husûsta şöyle buyurdu: Konuşma âdâbına riâyet etmek herkese nasîb ve müyesser olmayan fazîletlerdendir. Münâdînin, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine; “Ey kâfile halkı! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız” şeklindeki hitâbı ile, onların; “Ne kayboldu? Aradığınız nedir?” diye cevap vermeleri arasında çok fark vardır. Kâfiledekiler, şeref sâhibi idiler. Sonra, melîkin kaybolan tasını onlar mı, yoksa başkası mı çaldı henüz belli değildi. Bu sebeple Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine münâdînin böyle hitâb etmesi hiç uygun düşmemişti. Onlara lâyık olan; “Melik'in tası zâyî oldu. Durun onu bir araştıralım” demek idi.
Kervan ehli olan Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri ise münâdîye; “Hayır biz çalmadık” demeyip, “Ne kayboldu? Aradığınız nedir?” demeleri ile; “Bizim hırsız olmamız şöyle dursun, sizden zâten bir şey çalınmamıştır. Bu bir kayıp olabilir” demek istediler.
Münâdî ve yanındakiler, onların sözündeki inceliği anladıklarından, ikinci defâ; “Melik'in tasını çaldınız. Yâhud, Melik'in su kabı çalındı” demeyip; “Melik'in su kabını zâyî ettik. Onu arıyoruz” demeye mecbûr oldular. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu; “Dediler ki: “Melik'in su kabını arıyoruz. Onu getirene bir deve yükü (zahîre) var. Ben de buna kefilim.” (Yûsuf sûresi: 72) buyrularak haber verildi.
Bu âyet-i kerîme şu husûsa delildir. Bir iş mukâbilinde verilmesi şart koşulan ücret, işçi o işi tamamlamadan belki de o işe başlamadan önce, birisinin kefil olması câizdir. Bu sebeple işçi, o işi tamamladıktan sonra kararlaştırılan ücreti (kefilden) isteyebilir. Kefil olan kimse; “Ben kefil olduğum zaman, sen daha o ücrete hak kazanmamıştın” diyemez. Dese de mûteber değildir. İşçinin ücretini vermeye zorlanr.
Hanefî mezhebi âlimleri, kefâleti, şartlara bağlamanın câiz olduğuna bu âyet-i kerîmeyi delil getirmişlerdir.
Münâdinin konuşmasından sonra Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, meâlen; “Vallahi muhakkak siz de bilirsiniz ki, biz buraya fesad çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz dediler.” (Yûsuf sûresi: 73)
Tefsîr âlimlerine göre bunlar iki şeye yemîn etmişlerdir: İlk önce fesad çıkarmak için gelmediklerini hem hâlleri ile göstermişler, hem de yemîn ederek böyle bir fiilin kendilerinden uzak olduğunu anlatmışlardır. Çünkü onlar, dâimâ ibâdet ve tâat üzere bulunan güvenilir ve doğru kimselerdi. Kendilerinin yemek için başkasının malına dokundukları aslâ görülmemişti. Hattâ, hayvanlarına da sâhip olmuşlar, başkalarının ekinlerini yememeleri için ağızlarını bir şeyle kapatmışlardı. Bu şekilde insanların hakkı üzerine titreyen kimselerin fesad çıkarması mümkün değildi.
İkincisi, hırsızlık yapmadıklarına yemîn ettiler. Çünkü onlar, Ken’ân iline varıp, yüklerini çözdüklerinde, aldıkları zâhirenin bedellerini yükleri arasında buldukları hâlde, geri Mısır'a gelince iâde etmişlerdi. Böyle olan kimsenin hırsızlık yapması mümkün değildi.
Bu sebeplerden dolayı; “Vallahi muhakkak siz de bilirsiniz ki...” dediler. Münâdî ve yanındakiler meâlen; “Eğer (hırsız değiliz) sözünüzde yalancı çıkarsanız (sizin dînînizde) hırsızlığın (su kabını çalanın) cezâsı nedir?” dediler. (Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları)(Su kabını çalmanın) cezâsı, kimin yükünde bulunursa odur, (yani mal sâhibinin kölesi olur. Hırsızın kendisinin mal sâhibinin kölesi olması, işlemiş olduğu hırsızlık suçunun cezâsıdır.) Biz zâlimleri (hırsızlık yapanları) böyle cezâlandırırız dediler.” (Yûsuf sûresi: 74-75) Yûsuf aleyhisselâmın adamları; “O hâlde, sizin yüklerinizi arayacağız” dediler ve onları Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna getirdiler.
Yûsuf aleyhisselâm aratmaya kardeşi Bünyamin'den başlatmadı. Onun yükünü sonraya bıraktı. Böylece, diğer kardeşlerinin kalbinde herhangi bir şüphe doğarak îtirâz edilmesini önlemek istedi. Yoksa işin hakîkati ortaya çıkacak, maksat hâsıl olmayacaktı. Arama, Bünyamin'in yüküne gelince, Yûsuf aleyhisselâm; “Bunun bir şey almış olacağını zannetmem” deyip, aramakta tereddüt gösterdi. Fakat kardeşleri, ısrârla, onun yükünün de aranmasını istediler; “Böyle olursa, hem siz, hem biz vicdânen rahat oluruz” dediler. Bunun üzerine Bünyamin'in yükü de arandı ve su kabı oradan çıktı. Bunu gören kardeşleri utançlarından başlarını önlerine eğdiler. Bünyamin'e dönerek onu ayıplamaya ve kınamaya başladılar “Bizim başımıza sen neler getirdin? Bizi rezil ettin. Yüzümüzü kara çıkardın” diye serzenişte bulundular.
Kur'ân-ı kerîmde bu mevzu, meâlen şöyle bildirildi:(Yûsuf aleyhisselâm) derhal kardeşinin (Bünyamin'in) yükünden önce, diğerlerinin yüklerini aramaya başladı. Nihâyet onu (su kabını) kardeşinin (Bünyamin'in) yükünden çıkardı.” (Yûsuf sûresi: 76)
Yûsuf aleyhisselâmın maksadı; kardeşi Bünyamin'i yanında alıkoymaktı. Bu ise, ancak babası Ya’kûb aleyhisselâmın dînîne göre mümkündü. Çünkü Fir’avn’ın hırsız hakkındaki kanunu, kardeşini esir olarak yanında bırakmaya müsâit değildi. Allahü teâlâ Yûsuf aleyhisselâma bu tedbiri vahy ile öğretti.
Allahü teâlâ, bu husûsu Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirdi: “(Onlar daha önce Yûsuf'a hîle yaptıkları gibi) İşte biz Yûsuf’a böyle bir tedbiri (vahiyle) öğrettik. Yoksa Mısır melikinin dînîne göre kardeşini (Bünyamin'i yanında) tutmak ve esir almak mümkün değildi. Ancak Allahü teâlâ onu (Babası Ya’kûb'un dînî üzere yanında tutmasını) murâd etti. (Bu iş tamâmen Allahü teâlânın izni, irâde ve tedbiri ile meydana geldi. Allahü teâlâ böyle olmasını murâd etti. Netîcede Yûsuf aleyhisselâmın maksadı da hâsıl oldu.)” (Yûsuf sûresi: 76)
Fir’avn'ın hırsız hakkındaki kanunu, hırsızın dövülüp, çaldığı malın iki katı ile ödetilmesi şeklinde idi. Bu kanuna göre, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşini yanında alıkoyması mümkün değildi.
Rûh-ul-Beyân müellifi İsmâil Hakkı Bursevî (rahmetullahi aleyh); “Allahü teâlâ, Yûsuf aleyhisselâma öğrettiği bu tedbiri büyük faydalara ve birtakım hoş olmayan işlerden uzak kalmaya vesîle kıldı” buyurdu.
Âyet-i kerîmenin devamında meâlen şöyle buyrulmaktadır: “(Yûsuf aleyhisselâmı kardeşlerine üstün kıldığımız gibi) dilediğimiz kimseyi (ilimle) nice derecelere yükseltiriz.” Burada, ilmin en yüksek derece ve mertebe olduğu bildirilmektedir. Çünkü, Allahü teâlâ Yûsuf, aleyhisselâmı medh buyurdu. İlim ile, maksadına ulaşması için, ona bu işin tedbir ve çâresini bildirdi. Bütün işlerinde doğruya isâbet ettirmek sûretiyle onu kardeşlerinden üstün kıldı.
Sonra Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurdu: “Her ilim sâhibinin üstünde bir âlim vardır” (Yûsuf sûresi: 76) İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: “Her âlimin üstünde ondan daha iyi bilen bir âlim vardır. Bu üstünlük Allahü teâlâya varıncaya kadar devam eder. Allahü teâlânın ilminin nihâyeti olmayıp sonsuzdur. Bu âyet-i kerîmenin burada getirilmesinden murâdın, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerinin ilim ve fazîlet sâhibi olduklarını, ancak Yûsuf aleyhisselâmın ilim ve irfân bakımından onlardan daha üstün olduğunu bildirmek için söylenmiştir.” İbn-ül-Enbarî (rahmetullahi aleyh); “Âlim olan kimse, Allahü teâlânın kendisine bahşettiği lütûf ve ihsânlarını düşünerek mütevazi olmalı, gâlib ve üstün görünmek cihetine gitmemelidir. Çünkü, her âlimin üstünde, ondan daha âlim birisi vardır” buyurmuştur.
Zâyi olan (kaybolan) su kabı, umduklarının aksine Bünyamin'in yükünde çıkınca diğer on kardeş telâşlandılar. Hepsi hiç hoşa gitmeyen bu manzara karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Bunun üzerine on kardeş; “Su kabının Bünyamin'in yükünden çıkması hayret edilecek bir şey değildir. Daha önce kardeşi de çalmıştı” dediler. Onlar böyle söylemekle “Biz Bünyamin'e benzemeyiz. Hırsızlık ona ve kardeşi Yûsuf'a mahsus bir iştir. Çünkü, onların anneleri aynıdır. Anaları bir olduğu için, huyları da benzemektedir” demek istiyorlardı.
Bu husûs Kur"ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır: (Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları) dediler ki: Eğer o (Bünyamin) hırsızlık yaptıysa, bundan önce onun kardeşi (Yûsuf) de hırsızlık yapmıştı. (Yûsuf sûresi: 77)
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarının; “Eğer o (Bünyamin) hırsızlık yaptıysa...” demeleri, böyle bir hırsızlığın kendi kanaatlerine göre sâbit olmamasından dolayıdır. Çünkü, bir peygamber âilesinden hakîkaten hırsızlık yapacak birisinin çıkacağına aslâ ihtimâl vermiyorlardı. Ayrıca Bünyamin'in yükünden tasın çıkması, onun tası çaldığına delâlet etmez. Zâten daha önceki gelişlerinde, aldıkları zâhirenin bedelleri de yüklerine konulmuştu. Halbuki onlar hırsızlık yapmamışlardı. Bünyamin'in yüküne de tas bu sûretle konmuş olabilirdi.
Yûsuf aleyhisselâma nisbet ettikleri hırsızlık, Ya’kûb aleyhisselâmın kız kardeşinin Yûsuf aleyhisselâmı yanında alıkoymak için başvurduğu çâre idi. İbrâhim aleyhisselâmın kemerini Yûsuf aleyhisselâmın üzerine bağlayarak onu yanında alıkoymuştu.
Gerek Yûsuf aleyhisselâmın ve gerekse Bünyamin'in durumlarında hırsızlık yoktur. Ancak hırsızlığa benzer bir görünüş bulunduğu ve başlarına gelen bu hâdiseden canları sıkıldığı için kardeşleri böyle söylemişlerdir.
Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerinden “Bundan önce onun kardeşi (Yûsuf) de hırsızlık yapmıştı” sözünü işittikten sonrası meâlen şöyle bildirildi: “O, onların bu sözünü (yâhut, onların kendisine hırsızlık nisbet etmelerini) içine gizledi. (Duymamış gibi göründü. Onları affettiği için ve hilminden dolayı ne sözle ve ne de fiille) bu sözün (hakîkatini, nisbet ettikleri hırsızlığın nasıl olduğunu, onda kendisinin zem olunmasını îcâbettirecek bir şeyin bulunmadığını) onlara açıklamadı. (Kendi kendine); “Sizin durumunuz daha kötüdür. (Siz benim gibi masum bir kardeşinizi çaldınız, pederinden ayırdınız, götürüp, kuyuya bıraktınız. Sonra da, kıymetsiz bir fiyatla sattınız.) Allahü teâlâ sizin söylediğiniz şeyin hakîkatini en iyi bilendir. (İşin hakîkatinin sizin söylediğiniz gibi olmadığını Allahü teâlâ çok iyi bilmektedir. Yâni benden hırsızlık meydana gelmemiştir) dedi.” (Yûsuf sûresi: 77)
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları, yükleri aranmadan önce kendi dinlerinde hırsızlığın hükmü sorulunca, çalanın mal sâhibine köle olacağı hükmünü beyân etmişlerdi. Tabiî ki onlar, kendilerinden böyle bir şeyin vâki olacağını tahmin etmiyorlardı. Ancak beklediklerinin aksine su kabı Bünyamin'in eşyası arasında çıkınca; Bu defâ affetmenin de, fidye almanın da câiz olduğunu beyân ettiler. Yûsuf aleyhisselâmın şefkât ve merhametini celbetmek için Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle dedikleri bildirilmektedir: “Ey Azîz! Hakîkat onun (Bünyamin'in) ihtiyâr (ve çok muhterem) bir babası vardır. (Kaybolan kardeşimizin acısını onunla unutur ve onu bizden çok seviyor, biz onun yerini dolduramayız.) Onun yerine birimizi alıp onu âzâd eyle. Biz muhakkak seni ihsân edenlerden görüyoruz. Bu ihsânını tamamla.”
Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını (günahı olmayanı) alıkoymaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü bu takdirde, (dîninize, uygun olarak verdiğiniz fetvâya göre) biz de elbette zâlimlerden oluruz. (Çünkü, fetvânıza göre onun yerine sizden günâhsız birini tutmak zulümdür. Başkasından meydana gelen bir suçtan dolayı bir kimseye ezâ edersem, verdiğiniz fetvâya göre zulüm yapmış olurum. Bu sebeple teklifinizi kabûl etmem. Onların verdikleri fetvâya göre, hırsızlık yapanın yerine rızâsı ile de olsa başkasını esir almak zulümdür. İi tarafın muvafakati ile de olsa, dînîn hükmünü kimse değiştiremez) dedi.” (Yûsuf sûresi: 78-79)
Yûsuf aleyhisselâm yalan söylemiş olmaktan sakınmak için; “Eşyâmızı yanında bulduğumuz...” dedi. “Eşyamızı çalan” demedi. Çünkü kardeşinin hırsızlık yapmadığını biliyordu.
Yûsuf aleyhisselâmın, babasına bulunduğu yeri haber vermeyip, kendisini gizlemesi, babasının pekçok üzüleceğini bildiği hâlde, Bünyamin'i yanında alıkoyması ve kardeşlerine bu şekilde muâmele etmesinde bir hikmet vardır. İslâm âlimleri, bu hikmetle alâkalı çok şeyler buyurmuşlardır. Ancak, bunun en güzeli ve en sahîh olanı şudur; “Yûsuf aleyhisselâm, bütün bunları kendiliğinden değil, Allahü teâlânın emri ile yaptı. O'nun kullarından hiç kimsenin bilmediği sırları vardır. Yarattıkları hakkında dilediği şekilde tasarruf sâhibidir. Allahü teâlânın Ya’kûb aleyhisselâmın mihnet, acı ve sıkıntılarını arttırması, sıkıntılara karşılık, derecesini daha da yükseltmek içindi. Böylece, mesâfenin yakın olmasına rağmen, bu zaman içinde, Yûsuf aleyhisselâmın durumunu Ya’kûb aleyhisselâmdan gizledi.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları, kardeşleri Bünyamin'i kurtarmak için Yûsuf aleyhisselâma çok yalvardılar. hattâ; “Onun yerine birimizi alıkoy” diye büyük bir fedâkarlıkta bulundular. Fakat Yûsuf aleyhisselâm kesin olarak bilinemeyen bir hikmetle onların bu dileklerini kabûl etmedi. Netîcede ümîdlerini iyice kestiler.
Onların bu hâli, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Ya’kûb'un (aleyhisselâmoğulları, ondan (Bünyamin'i alabilmekten) ümîdlerini kestiler. Fısıldaşarak bir yana çekildiler.” (Yûsuf sûresi: 80)
Bir müddet aralarında mes’eleyi müzâkere ettikten sonra, en doğrusunun, babalarına dönüp, hâdiseyi aynen anlatmak olduğuna karar verdiler. Âyet-i kerîmenin devamında bu husûs şöyle bildirilmektedir:
“Büyükleri (Robîl veya Şem’ûn veya Yehûda) dedi ki: “Babamızın sizden Allahü teâlânın adıyla te’minat almış olduğunu, daha evvel de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmez misiniz (muhakkak bilirsiniz). Artık ben, babam bana izin verinceye (yanına çağırıncaya) veya Allahü teâlâ (kardeşimi kurtararak iâdesine) hükmedinceye kadar buradan (Mısır'dan) ayrılmam. O, (Allahü teâlâ) Hâkimlerin (hükmedenlerin) hayırlısıdır, hakkın gayrı ile hükmetmez, (O, bu sözüyle, babasının mâzeretini kabûl etmesi için Allahü teâlâya ilticâ etmeyi, sığınmayı kasdetti. Diğer kardeşlerine şöyle dedi): “Siz babanızın yanına dönün (hadiseyi olduğu gibi anlatın) ve deyiniz ki; “Ey babamız! Muhakkak ki oğlun (Bünyamin bizim gördüğümüze göre) hırsızlık yaptı. Biz ancak gördüğümüze şâhidlik ederiz. (Su kabının Bünyamin'in yükünden çıktığını gördük) Biz gaybı (Onun hâlinin hakîkatini, onu gerçekten çaldı mı, yâhut onun haberi olmadan eşyası arasına mı kondu) bilmeyiz. (Gaybı Allahü teâlâdan başkası bilmez.) (Yûsuf sûresi: 80-81)
Yûsuf aleyhisselâma yaptıklarından dolayı, babaları yanında suçlu olduklarından Mısır'da kalmaya niyetlenen büyükleri, üzerlerinden töhmeti atmakta daha te’sirli olması için, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen şunları da söylemelerini emretti: “Eğer bize inanmazsan, içinde bulunduğumuz (ve kendisinden döndüğümüz) şehre (Mısır halkına) da aralarında geldiğimiz kervana da (su kabının onun yükünde nasıl bulunduğunu) sor. Biz, hakîkaten doğru söyleyicileriz.” (Yûsuf sûresi: 82)
Büyüklerini ve Bünyamin'i Mısır'da bırakan dokuz kardeş, babalarının yanına döndü. Mısır'da kalan büyüklerinin tâlimatı üzere başlarından geçenleri ve olup bitenleri babalarına anlattılar. Ya’kûb aleyhisselâm, bu habere çok üzülüp anlatılanlara inanmadı.
Aslında oğulları bu defâ yalan söylememişlerdi. Bünyamin'in Mısır'da alıkonulmasına gerçekten onlar sebep olmamıştı. Fakat bir kere Yûsuf aleyhisselâmın kuyuya bırakılması hâdisesinde yalan söyledikleri ve suçlu oldukları için, doğru söylemelerine rağmen Ya’kûb aleyhisselâm inanmak istemedi. Âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi: “Onlara dedi ki: Hayır! (İş sizin dediğiniz gibi değil. Aranızda kararlaştırdığınız) bu işi (peşin bir menfeat elde etmek için onu Mısır'a götürmeyi) nefsleriniz size aldatıp süsleyerek kolay gösterdi. (Yoksa Mısır Azîzi, bizim dînîmizde hırsızın esir edileceğini ne bilsin) (Yûsuf sûresi: 83)
Kısaca, bu işte kasıtları bulunmasa bile, onların fetvâları netîcesi Bünyamin'in Mısır'da tutulması, Ya’kûb aleyhisselâmın sitemine sebep oldu.
Âyet-i kerîmenin devamında Ya’kûb aleyhisselâmın meâlen şöyle buyurduğu haber verildi: “Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. (Benim sabrım, kendisinde insanlara şikâyet bulunmayan güzel bir sabırdır) Umulur ki, Allahü teâlâ (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire. Şüphesiz Allahü teâlâ âlimdir, hâkimdir.”
Ya’kûb aleyhisselâmın üzüntü ve kederi son aldığı haberle daha da artmıştı. Zâten uzun zamandan beri üzüntü ve elem içerisindeydi. Fakat, Allahü teâlânın kendisini bu sıkıntıdan yakında kurtaracağına da inanıyordu. Çünkü belâ ve sıkıntı pek şiddetlenip son hadde geldiği vakit, ondan kurtulmak daha çabuk olur. İşte Allahü teâlâ hakkındaki bu hüsn-i zannından (iyi ve güzel zannından) dolayı “Umulur ki Allahü teâlâ (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire” buyurdu.
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîme hakkında şöyle de bildirmişlerdir: Ya’kûb aleyhisselâm daha başlangıçta kendisinin ve oğullarının başına gelecekleri farketmiş, Yûsuf aleyhisselâm rüyâsını anlatınca ona; “Oğulcağızım! Rüyânı kardeşlerine anlatma! Sonra sana hîle yaparlar” buyurmuştu. İşte önceki bildiklerine göre, başına gelen işler sonuna doğru yaklaşınca, “Umulur ki, Allahü teâlâ (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire” buyurmuştur.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarından Bünyamin'in acı haberini alınca, çok üzüldü. Acı ve kederi daha da arttı ve âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Onlardan yüz çevirdi ve Yûsuf'un firâkıyla beni kaplayan (şiddetli) hüzün ve hasretim! Gel, işte şu an senin tam gelme zamanındır” dedi.” (Yûsuf sûresi: 84)
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarından Bünyamin'in haberini öğrenince, sâdece Yûsuf aleyhisselâma olan hüznünü açıkladı. Halbuki Bünyamin'in hâdisesi daha yeni idi. Tefsîr âlimleri başka sebepler zikretmişlerse de, bu hâli diğer iki oğlunun hayatta olduğunu bilmesine, Yûsuf aleyhisselâmdan ise hiç haber alamamasına bağlamışlardır.
Ya’kûb aleyhisselâm, son derece üzüntülü ve kederli olmasına rağmen, hâlini Allahü teâlâdan başkasına arzetmedi. Nitekim âyet-i kerîmede onun şu meâldeki sözü bildirildi: “Ben kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, yalnız Allahü teâlâya arz ediyorum. (Size bir şikâyetim yoktur.)” (Yûsuf sûresi: 86)
Ya’kûb aleyhisselâm; başına gelen ağır ve büyük bir musîbete rağmen, dâimâ sabırlı oldu. Aslâ feryâd ve figân etmedi. İnsanlara da şikâyette bulunmadı. Rivâyete göre, Azrâil aleyhisselâm Ya’kûb aleyhisselâmın yanına gelmişti. Ya’kûb aleyhisselâm, Azrâil'e (aleyhisselâm); “Yûsuf'umu görmeden benim rûhumu almaya mı geldin?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâm da “Hayır, senin hüzün ve kederine iştirâk etmek için geldim” dedi.
Belâ ve musîbete uğrayan kimsenin; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” demesi evlâdır. Çünkü Bakara sûresi 156. ve 157. âyet-i kerîmelerinde meâlen: “Musîbet zamanında istircâ edenler (Allahü teâlânın kazâsına rızâ gösterenler) üzerine, Rablerinden rahmet, nîmet ve Cennet vardır. Onlar hidâyete erenlerdendir.” İstircâ; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn: Muhakkak biz Allahü teâlânın kullarıyız, (vefât ettikten sonra diriltilmek ve neşir ile yine) ona döneceğiz demektir.
Bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bir belâ gelince; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” demek, bu ümmete mahsus bir ihsândır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine verilmemiştir. Yoksa Ya’kûb aleyhisselâm Yûsuf'un ayrılığı musîbeti başına gelince; “Ey Yûsuf'un firâkıyla beni kaplayan hüzün ve hasretim” demez; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” derdi.” Bu hadîs-i şerîfi, Taberânî, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhekî, Sa’îd bin Cübeyr’den (radıyallahü anh) rivâyet etmişlerdir.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerifde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Allahü teâlâ, hakkında hayır murâd ettiği kimseye belâ ve musîbet verir.”
Sa'd (radıyallahü anh) şöyle anlattı: Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem, insanlardan başına belâ ve musîbete en fazla kimlerin uğradığı sorulunca; “Peygamberlerdir. Şiddeti onların rütbelerine göredir. Her mü’min, dînîndeki derecesine göre belâ ve musîbete düçâr olur. Eğer dinde kuvvetli ve metânetli ise, (bela ve musîbet de) o derece olur. Eğer dinde zayıf ise hafif ve kolay olur” buyurdu. Enes (radıyallahü anh) de; “Mükâfâtın büyük olması, belâ ve musîbetin büyüklüğüne göredir. Allahü teâlâ sevdiği kimselere belâ ve musîbet verir. Eğer rızâ gösterilirse Allahü teâlâ da onlardan râzı olur. Şâyet uğradıkları belâdan dolayı isyân ederlerse, Allahü teâlâ onlara gazâb eder” buyurdu.
Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Mü’minin her hâli hayrete şâyândır! Ona hayır isâbet etse, Allahü teâlâya hamd ve şükür eder. Musîbet gelse, Allahü teâlâya hamd edip belâya sabreder. Mü’min her hâli ile sevâb alır, hattâ hanımının ağzına (Allah için) koyduğu lokma ile de” buyruldu.
İşte Ya’kûb aleyhisselâm, devamlı gözleri yaşlı bir şekilde derin bir gam ve keder içerisindeydi. Bu husûsta Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyuruldu: “Hüzün ve kederinden gözlerine ak düştü.”
Tefsîr âlimleri içinde, Ya’kûb aleyhisselâmın gözünün görmez hâle geldiğini söyleyenler de vardır. Hüznün devamlılığı, hiç durmadan ağlamayı icâbettirir. Devamlı ağlamak ise gözün görmemesine sebep olur. Çünkü devamlı ağlamak gözün siyahında perde meydana getirir. Mukâtil (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Ya’kûb aleyhisselâmın iki gözü altı sene görmedi. Nihâyet Allahü teâlâ, Yûsuf, aleyhisselâmın gömleği ile onun gözlerine görmeyi nasîb etti.”
Yûsuf aleyhisselâmın babasından ayrılması ile ona kavuşması arasında uzun bir zaman (40 veya 80 yıl) geçti. Bu müddet içerisinde Ya’kûb aleyhisselâmın gözlerinden yaş hiç dinmedi. Halbuki o zaman yeryüzünde Allahü teâlânın katında Ya’kûb aleyhisselâmdan daha kıymetli kimse yoktu.
Âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “(Evlâdına hasretten kalbi üzüntü ile dolu olup, kalbinde) onu tamâmen tutar, izhar etmezdi.” (Yûsuf sûresi: 84) buyruldu. İnsanın en şerefli âzâları, dili, gözü ve kalbidir. Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâmın bu üç âzâsının da gama battığını beyân eyledi. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâmın; “Ey Yûsuf'un firâkı (ayrılığı) ile beni kaplayan hüzün ve üzüntüm!” demesi, çok ağladığını ve kalbinin şiddetli gam ile dolduğunu haber vermektedir.
Bütün bunlar onun bir an olsun Allahü teâlâyı anmasına mâni olmadı. Çünkü daralan ve sıkıntıda olan, üzülen kalbler Allahü teâlâya daha yakındır ve onunla meşgûldur. Böyle acı ve sıkıntılar, Allahü teâlâdan başka düşünceleri kalbden çıkarır. Netîcede kul, Allahü teâlâya daha çok yönelir, daha çok duâ eder. Yalvarıp yakarma ile meşgûl olur.
Tefsîr-i Mazharî’de bildirildiğine göre; Burada tasavvufla alâkalı bir husûs vardır. Tasavvuf büyükleri şöyle buyurmuşlardır: Tasavvufta kalb fenâ mertebesine ulaşınca, artık Allahü teâlâdan başkası ile meşgûl olmaz. O kalbde hiç bir mahlûkun sevgisi bulunmaz. Durum böyle olunca, Allahü teâlânın seçilmiş kullarından ve aynı zamanda peygamberi olan Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmı çok sevdiğinden, sevgisi tâ kalbine işlemişti. hattâ onun ayrılığının verdiği hüzün ve kederinden devamlı ağlıyordu.
Kalbin, Yûsuf aleyhisselâm gibi bir peygamberin sevgisi ile meşgûl olması, Allahü teâlâ ile meşgûl olmasına mâni değildir. Çünkü, peygamberleri aleyhimüsselâm sevmek, Allahü teâlâyı sevmek gibidir. Nitekim hadîs-i şerîfte Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem“Sîzden birine ben, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o, îmânı kâmil bir mü’min olamaz” buyurmuştur.
Bu âyet-i kerîme; bağırıp çağırmak, yüzüne vurmak, elbisesini yırtmak gibi durumlar olmadığı müddetçe, musîbet ve belâya uğranıldığı zaman üzülmenin ve ağlamanın câiz olduğunu göstermektedir. Hüzün ve üzülmek, insanın elinde olmayan hâllerdendir. Çünkü musîbet, belâ ve şiddetli sıkıntı zamanlarında insan kendisine sâhip olamaz. Nitekim Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de, oğulları İbrâhim'in vefâtı üzerine hüzünlenip merhametlerinden dolayı ağlamışlardır.
Ya’kûb aleyhisselâmın çok ağladığını gören oğulları yâhut evdeki torunları ve hizmetçilerinin, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle dedikleri bildirilmektedir: “Oğulları, Ya’kûb'a (aleyhisselâm); “Yûsuf'u anmaktan geri durmuyor, onun sevgisinde gevşeklik göstermiyorsun. Vallahi sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yâhut helâk olacaksın” dediler.” (Yûsuf sûresi: 85) Onlar böyle söylemekle Ya’kûb aleyhisselâmın çok ağlamasına mâni olmak istiyorlardı. Yemîn etmeleri ise, Ya’kûb aleyhisselâmın âkıbetinin ne olacağını kat’î olarak bilmedikleri hâlde, işin sonunda buraya varacağını kuvvetle zannettikleri içindi.
Ya’kûb aleyhisselâm onların bu sözleri üzerine âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ben, kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, ancak Allahü teâlâya arz ediyorum. (Size ve başkasına şikâyetim yok. Beni şikâyetim ile başbaşa bırakın. Şikâyetimi Rabbime arz edeyim) Ben, sizin bilemeyeceğiniz nice şeyleri, Allahü teâlâ tarafından (vahiyle) biliyorum” dedi.” (Yûsuf sûresi: 86)
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), şöyle buyurmaktadır: Bu âyet-i kerîmede Ya’kûb aleyhisselâmın Yûsuf aleyhisselâma kavuşacağını beklediğine işâret olunmaktadır. Ya’kûb aleyhisselâmın bu bekleyişinin birkaç sebebi vardır:
1- Rivâyete göre Azrâil aleyhisselâm Ya’kûb aleyhisselâma gelince, ona; “Ey Melek-ül mevt! Oğlum Yûsuf'un rûhunu aldın mı?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâm da; “Hayır, oğlunun rûhunu almadım yâ Nebîyyallah!” diye cevap verdi. Sonra Mısır tarafını işârete ederek; “Onu orada ara” dedi.
2- Yûsuf aleyhisselâm rüyâsının, rüyây-ı sâdıka olduğunu biliyor, onun gibilerin rüyâsının doğru çıkacağına inanıyordu. Çünkü, Yûsuf aleyhisselâmda rüşd ve kemâl alâmetlerini görmüştü.
3- Allahü teâlâ, Yûsuf'a (aleyhisselâm) kavuşturacağını ona vahyetmiş, fakat vaktini bildirmemiş olabilir. Ondan ayrılığın hasretinden Ya’kûb (aleyhisselâm) acı ve ızdırap içinde kalmıştı.
4- Süddî’nin (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, Ya’kûb aleyhisselâma oğulları, o sırada Mısır'ın başında bulunan kimsenin gidişâtını, işlerinde ve sözlerindeki kemâlini, fazîletini anlatınca, onun Yûsuf aleyhisselâm olabileceğini ümîd etti. Çünkü, müslüman olmayanlar arasında böyle birisinin bulunmasının uzak bir ihtimâl olduğunu söyledi. “Olsa olsa Yûsuf aleyhisselâmdır” dedi.
5- Bünyamin'in hırsızlık yapmadığını kesin olarak biliyordu. Mısır melikinin yakalayınca ona eziyet yapmadığını, onu dövmediğini de duyunca, kuvvetli ihtimâlle onun Yûsuf aleyhisselâm olduğuna kanâat getirdi.
Ya’kûb aleyhisselâm bu alâmetlere istinâden, Yûsuf aleyhisselâmı bulmak ümîdi ile, oğullarına yumuşak ve hoş bir şekilde; “Ey oğullarım! (Mısır'a) gidin. Yûsuf ile kardeşlerinden haber sorun. Allahü teâlânın fadl ve rahmetinden ümîd kesmeyin. Çünkü, hakîkat kâfirler gürûhundan başkası, Allahü teâlânın fadl ve rahmetinden ümîd kesmez dedi.” (Yûsuf sûresi: 87) Mü’min, belâ, musîbet ve darlık zamanında Allahü teâlânın fadl ve rahmetinden ümidini kesmez, sabreder ve bu yüzden hayıra nâil olur. Bolluk ve genişlik zamanında da Allahü teâlâya hamd eder. Yine bu yüzden hayra kavuşur. Kâfir ise bunun aksini yapar.
Bir insan, Allahü teâlânın kemâliyle kâdir olmayıp âcizliğine, her şeyi bilmediğine, kerîm değil, bâhil olduğuna îtikâd ettiği zaman, tamâmen O'nun lütûf ve merhametinden ümîd keser. Bu üç husûs ise, küfrü (îmânsızlığı) icâbettirir. Böyle bir îtikâd da ancak îmânsız olanlarda bulunur.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları: “Vallahi sen Yûsuf diye diye hasta olacaksın, yâhut öleceksin” demişlerdi. “Rûh-ul beyân”da buyurulur ki: Bu âyet-i kerîmede muhabbet ehlinden hiç birinin kınanmaktan kurtulamayacağına işâret vardır. Sâdık ve samîmi olan muhabbet ehlinin alâmeti, Allah için kınayanın (ayıplayanın) ayıplamasından korkmamasıdır. Bunun için; “Halka sırrını açarsan, hor ve hakîr; Hakk'a yalvarırsan azîz olursun” demişlerdir.
Ya’kûb aleyhisselâm, hâlinden Allahü teâlâya şikâyette bulundu. Bu câizdir. Eyyûb aleyhisselâm kendisine gelen musîbet sırasında; “Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” demiş (Enbiyâ sûresi: 83), buna rağmen Allahü teâlâ da; “Onu (belalara) sabredici bulduk. O ne iyi kuldur” buyurmuştur. (Sâd sûresi: 44) Çünkü, Eyyûb aleyhisselâmın şikâyeti Hakk'dan yine Hakk'a idi. Bu sebeple Allahü teâlânın nezdinde mâzur idi. Çünkü, sabrın hakîkati, nefsi Allahü teâlâdan başkasına şikâyette bulunmaktan men etmek, Hak'dan başkasına meyli terketmek, Allahü teâlânın kazâ ve kaderinden meydana gelmesi bakımından eza, belâ ve musîbete tahammül etmektir.
İlâhî aşk ve muhabbet lisânı, niyâz ve anlatma lisânıdır. Bu, naz ve şikâyet lisânı değildir. Ârif-i billâhın şikâyet gibi görünen hâli naz değil; sevdiğine yüksek bir tazarru ve yakarışın, kısacası bir niyâzın arzıdır.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları, babalarının tavsiyesi üzerine Mısır'a döndüler. Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna varmadan aralarında anlaştılar. “Önce ona çok sıkıntıda olduğumuzu, bize şiddetli açlık isâbet ettiğini, söyleyerek hâlimizi arzedelim. Eğer kalbinde bir incelik ve yumuşaklık görürsek, asıl maksadımızı açıklarız. Yok, eğer böyle umduğumuz gibi olmazsa ondan bahsetmeyiz” dediler. Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna varınca meâlen şöyle dedikleri Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir: “Ey Azîz! Bize ve âilemize darlık (kıtlık, fakirlik ve açlık) ulaştı. Çok az ve ehemmiyetsiz bir sermâye ile geldik. Bize (daha önce tam sermâye ile, tam bedelle verdiğin gibi) tam ölçek ver (sermâyemizden eksik olan bu mikdara karşılık olan zâhireyi vermekle veya kardeşimizi iâde etmek sûretiyle) hakkımızda ayrıca tasaddukda bulun. Zirâ Allahü teâlâ, sadaka verenleri (dünyâda ve âhırette en güzel şekilde) mükâfâtlandırır. (Yûsuf aleyhisselâm onlara); “Siz (sonunun neye varacağını) bilmeden Yûsuf'a ve kardeşine yaptığınız işin kötülüğünü anlayıp ondan tevbe ettiniz mi?” dedi.” (Yûsuf sûresi: 88-89)
Yûsuf aleyhisselâm, onların yalvarışlarını çâresiz kaldıklarını ve açlık içinde bulunduklarını görünce, kalbi inceldi. Merhametinden dolayı onlara kendisini tanıtmak, kendisinin Yûsuf olduğunu bildirmek istedi. Ancak Allahü teâlânın hakkını kendi hakkına tercih etti. Onlara, gerek kendisine yaptıkları zulmün ve gerekse kardeşi Bünyamin'i kendisinden ayırmanın, onu aralarında hor ve hakîr tutmanın çirkinliğini sordu. Bunu, şefkâtinden dolayı onlara din husûsunda nasîhat etmek maksadıyla yapmıştı. Böyle yapmakla onların günâhlarını ikrâr ile, tevbe ve istiğfârda bulunmalarını sağlamak istiyordu. Yoksa maksadı, onları paylamak ve kınamak değildi.
Bu âyet-i kerîme ile aynı sûrenin; “Onlar (senin, mevkîinin yüksekliği, şânının üstünlüğü sebebiyle) hatırlarına bile getirmedikleri hâlde, sen bu yaptıklarını (kötülüklerini) kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik” meâlindeki 15. âyet-i kerîmesi tasdik edilmekte ve vâdin gerçekleştiği anlatılmaktadır.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarına verdiği ve Mısır Azîzi'ne hitâben yazdığı mektubu alınca, Yûsuf aleyhisselâmın okuyarak, hislendiği ve kendisini tutamayıp, durumu açıkladığı da bildirilmiştir. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.
Yûsuf aleyhisselâmın sözleri üzerine; bu izzet ve ikrâm sâhibi kimsenin kardeşleri olabileceğini düşündüler. Sonunda şaşkınlık içinde ona Yûsuf olup olmadığını sordular. Onların bu hayretleri ve Yûsuf'un (aleyhisselâm) cevâbı, âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi:
“(Kardeşleri) Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun?” dediler. Yûsuf (aleyhisselâm)(Evet) “Ben Yûsuf’um ve bu kardeşim (Bünyamin) dir. Allahü teâlâ (birbirimize kavuşturmakla) bize ihsânda bulundu” dedi (Yûsuf sûresi: 90)
Yûsuf aleyhisselâm, böyle buyurunca, bundan gurur ve övünme anlaşılmaması için, Allahü teâlâya şükretmek, O'nun nîmetini anmak ve kardeşlerine nasîhat etmek için âyet-i kerîmede meâlen şöyle söylediği bildirildi: “Muhakkak ki, kim (farzları yerine getirmek, günâhlardan sakınmak sûretiyle) Allahü teâlâdan korkar ve belâlara (musîbetlere, tâatları yapıp, günâhları terketmenin meşakkatine) sabrederse, şüphesiz Allahü teâlâ muhsinlerin (sabır ve takvâ sâhiplerinin) ecrini zayi etmez.” (Yûsuf sûresi: 90)
Âyet-i kerîmede Yûsuf aleyhisselâmın, kardeşlerine; “Ben Yûsuf'um” diye bizzât ismini söyleyerek cevap verdiği bildirildi. Bununla kardeşlerinin kendisine yaptığı zulmün ve buna karşılık Allahü teâlânın lütfettiği zafer ve nusretin (yardımın) büyüklüğünü açıkladı. Sanki şöyle demek istedi: “Ben, zulümlerin en büyüğü ile zulmettiğiniz, buna karşılık da Rabbimin en yüksek makâm ve mertebeyi verdiği kimseyim. Beni öldürmeye teşebbüs ettiğiniz ve kuyuya attığınızda âciz bir kimseydim. Şimdi ise, gördüğünüz gibiyim.”
Yine Yûsuf aleyhisselâm, kardeşleri tanımalarına rağmen; “Bu da kardeşim” dedi. Böylece onun da kendisi gibi mazlum olduğunu, görüldüğü gibi Allahü teâlâ tarafından nîmete ve ihsâna kavuşturulduğunu anlatmak istedi.
Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine böyle söyleyince, onlar bu sözlerini tasdik ettiler. Yûsuf aleyhisselâmın fazîlet ve meziyetini îtirâf ettiler. Âyet-i kerîmede bu husûs meâlen şöyle bildirildi. “Vallahi Allahü teâlâ (zikrettiğin yüksek sıfatlar, güzel ahlâk, ilm, hilm ve saltanatla) muhakkak seni bizden üstün kıldı. Muhakkak ki, biz sana yaptığımız muâmeleden dolayı günâhkâr olduk dediler.” (Yûsuf sûresi: 91)
Onlar, Yûsuf aleyhisselâmın kendilerine olan üstünlüğünü, ona yaptıklarından dolayı günâhkâr olduklarını îtirâf edince, Yûsuf aleyhisselâmın onlara söyledikleri, âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; Bugün (den sonra günâhınızı zikretmek sûretiyle benim tarafımdan) size, bir kınama ve ayıplama yoktur dedi.” (Yûsuf sûresi: 92)
Yûsuf aleyhisselâm, dünyâya âit kınama ile kınamayacağını kardeşlerine söyleyerek, âyet-i kerîmenin devamında haber verildiği gibi, âhıret azâbını da onlardan gidermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Meâlen; Allahü teâlâ sizi mağfiret buyursun, (affetsin). O, merhametlilerin en merhametlisidir” dedi.
Tefsîr âlimlerinden bâzıları, âyet-i kerîmenin mânâsının; “(Benim tarafımdan) size, bir kınama ve ayıplama yoktur. Bugün Allahü teâlâ sizi (günahlarınızı) af ve mağfiret eyler” olduğunu da bildirmiştir. Yûsuf aleyhisselâm kendi tarafından onlara hiç bir başa kakma ve kınamanın olmadığını bildirdi. Sonra Allahü teâlânın, günâhlarını af ve mağfiret buyurduğunu onlara müjdeledi. Çünkü onlar, Yûsuf aleyhisselâmın karşısında çok mahcup düştüler. Gönülleri ziyâdesiyle kırıldı. Yaptıkları işin kötülüğünü ve günâhkâr olduklarını da îtirâfla, tevbe ve istiğfârda bulundular. Allahü teâlâ da onların tevbelerini kabûl edip, günâhlarını af ve mağfiret buyurdu. İşte Yûsuf aleyhisselâm onlara; “Bugün Allahü teâlâ sizi (günahlarınızı) af ve mağfiret eyler” buyurarak onlara ilâhî müjdeyi verdi.
Rivâyete göre, Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine çok izzet ve ikrâmda bulundu. Onlar da; “Siz bizi sabah-akşam yemeğe dâvet ediyorsunuz. Biz ise yaptıklarımızdan ve kusurumuzdan dolayı utanıyoruz” dediler. Yûsuf aleyhisselâm da cevâbında; “Mısırlılar, şimdiye kadar hakkımda; Az dirheme satılmış bir köleyi, bu mertebeye kavuşturan Allahü teâlâyı tenzih ederiz diyorlardı. Şimdi ise sizin sâyenizde şeref buldum. Herkesin nazarında yükseldim. Çünkü onlar, sizin benim kardeşlerim olduğunuzu, benim de İbrâhim aleyhisselâmın torunlarından Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarından olduğumu öğrendiler” dedi.
Yûsuf aleyhisselâmın kendisine zulmeden kardeşlerine gösterdiği bu asîl davranış; Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke-i mükerremenin fethinde, kendisini ve eshâbını yurtlarından çıkaran Mekkelilere gösterdiği âlicenaplığa benzemektedir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği gün Kâbe-i muazzamanın kapısının iki tarafından tutarak, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerine; “Benden ne umarsınız, size ne yapacağımı zannedersiniz?” buyurdular. Onlar da; “Senden hayır umarız. Kerîm kardeş oğlu kerîmsin, istediğini yapabilirsin” dediler. Bunun üzerine âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); (Size) kardeşim Yûsuf'un söylediğini söylerim: Bugün (benim tarafımdan) size hiç bir kınama ve ayıplama yoktur” buyurdular.
Yine o şanlı Mekke'nin fetih gününde, öldürülmesinde bir beis görülmeyen Ebû Süfyân bin Hâris (radıyallahü anh) gizlendiği yerden çıkıp, müslüman olmak için gelmişti. O zaman Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası Abbâs (radıyallahü anh) ona; “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin huzûru seâdetlerine varınca; “Bugün (benim tarafımdan) size hiç bir kınama ve ayıplama yoktur” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumasını söyledi. Ebû Süfyân da, Resûlullah efendimizin huzûr-ı seâdetlerine varınca böyle yaptı. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâ seni ve sana (bunu) öğreteni af ve mağfiret etsin” diye duâ edip, talebini kabûl buyurdu.
Âyet-i kerîmenin sonunda Yûsuf aleyhisselâmın meâlen; “O (Allahü teâlâ) merhametlilerin en merhametlisidir.” yâni; “Ben zayıf ve âciz bir kul iken sizi af edince, Gafûr ve Rahim olan Allahü teâlâ elbet küçük ve büyük günâhları af ve mağfiret eyler. Tevbe edenlere lütûf ve ihsânı ile muâmele de bulunur. Onların tevbesini kabûl eder” buyurduğu bildirilmektedir.
Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine kendisini tanıttıktan sonra, hemen babası Ya’kûb aleyhisselâmın hâlini, kendisinin yokluğundan sonra ne durumda olduğunu sordu. Onlar da; “Senin için üzüldü ve çok ağladı. Bu sebeple gözleri görmez oldu” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Yûsuf aleyhisselâm, derhal gömleğini çıkarıp onlara verdi ve; “Bunu babama götürün yüzüne sürsün” dedi.
Bâzı İslâm âlimleri; “Yûsuf aleyhisselâma, gömleğinin babasının gözüne sürülmesi sâyesinde gözünün göreceği vahy ile bildirilmiştir. Yoksa bilemezdi” demişlerdir.
Bâzı âlimler de; “Ya’kûb aleyhisselâmın gözünün görmemesi iç sıkıntısı ile, çok ağlamaktan meydana gelen bir görme zayıflığı idi. Gömlek, gözünün üzerine konunca, oğlunun hayatta olduğunu anlayıp, gönlünde bir genişlik, kalbinde bir rahatlık hâsıl oldu. Bu vesîle ile gözündeki görme zayıflığı da gitti” buyurmuşlardır.
Yıllar süren ayrılığın sona ermesini ve babasının sevinmesini isteyen Yûsuf'un, kardeşlerine söylediği sözler, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildiriliyor: “Yûsuf (aleyhisselâm) kardeşlerine; “Şu gömleğimi babama götürün ve yüzüne sürün. O, benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine sürsün. O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün âilenizi de bana getirin (Babam ve siz, bütün evlâd ve iyalinizle birlikte geri bana gelin) (Yûsuf sûresi: 93)
Sonra Yûsuf aleyhisselâm, kardeşlerinin bütün sefer ihtiyaçlarını hazırladı. Babası Ya’kûb aleyhisselâma verilmek üzere, onun bütün hânedanı ile birlikte Mısır'a teşrîflerini isteyen bir mektub da verdi. Kardeşleri gömleği de alarak yola çıktılar. Bu sırada Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Hazret-i Yûsuf'un kokusunu aldığını yanındakilere haber verdi. Fakat onlar, Ya’kûb aleyhisselâmın sözüne inanmadılar. Yûsuf aleyhisselâma duyduğu aşırı muhabbetten dolayı böyle bir koku duyduğunu zannedebileceğini söylediler. Bunlar Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle haber verildi;
“Vaktâ ki kâfile (Yûsuf aleyhisselâmın gömleği de berâberlerinde olarak) Mısır'dan ayrıldı. (Ya’kûb aleyhisselâm yanındakilere); Eğer bana yaşlılık sebebiyle noksan akıllılık nisbet etmezseniz, ben muhakkak Yûsuf'un kokusunu buluyorum (duyuyorum) dedi. (Yanında bulunanlar); Vallahi sen (Yûsuf'a olan) aşırı muhabbetinde devam ediyorsun. (Onu unutamıyor, hâlâ ona kavuşacağını umuyorsun) dediler.” (Yûsuf sûresi: 94-95) Yâni; “Sen hâlâ Yûsuf'a karşı eski muhabbetini sürdürüyorsun. Yûsuf senden ayrılalı uzun zaman oldu. Hâlâ sen Yûsuf'u unutmazsın ve dilinden düşürmezsin” dediler.
Ya’kûb aleyhisselâmın yanındakiler, Yûsuf aleyhisselâmın çoktan vefât etmiş olduğunu zannettiklerinden, onun; “Muhakkak ben Yûsuf'un kokusunu buluyorum (duyuyorum)” demesine hayret ediyorlardı. Bu sebeple de; “Vallahi sen (Yûsuf'a olan) aşırı muhabbetinde devam ediyorsun (onu unutamıyor ve hâlâ kavuşacağını umuyorsun)” dediler.
Yûsuf aleyhisselâmın kokusunun Ya’kûb aleyhisselâma nasıl ulaştığı mevzuuna gelince, Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) bu husûsta şöyle buyurur: “Bu işin hakîkati şudur: Allahü teâlâ Yûsuf aleyhisselâmın latîf ve has kokusunu mûcize olarak ulaştırmıştır. Çünkü o kadar uzak bir mesâfeden bu kokunun Ya’kûb aleyhisselâma ulaşması harikulade bir hâl olup, mûcizedir. Netîce Ya’kûb aleyhisselâmın buyurduğu gibi çıkmıştır.”
Bu hâdise Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Vaktâ ki müjdeci geldi. Yûsuf'un gömleğini (Ya’kûb aleyhisselâmın) yüzüne sürdü. Gözleri açılıverdi. (Yâhud Ya’kûb aleyhisselâm bizzât kendisi yüzüne sürdü. Eski hâline döndü)” (Yûsuf sûresi: 96)
Tefsîr âlimlerinin çoğu, müjdecinin Yehûda olduğunu bildirmişler ve daha yola çıkmadan; “Babama; Yûsuf'u kurt yedi diye kanlı gömleğini götürerek, üzülmesine sebep olmuştum. Şimdi de onun gömleğini ben götürüp sevindireyim” dediğini zikretmişlerdir.
Ya’kûb aleyhisselâmın gözleri açılınca oğullarına söyledikleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ben size, sizin bilmeyeceğiniz şeyleri, Allahü teâlâ tarafından biliyorum demedim mi? dedi.” (Yûsuf sûresi: 96) Onların bilmediği şeyden murâd, Yûsuf aleyhisselâmın hayatta olduğu ve Allahü teâlânın birbirlerine kavuşturacağıdır. Rivâyet olunur ki, Ya’kûb aleyhisselâm, müjdeyi getiren Yehûda'ya, Yûsuf aleyhisselâmın ne durumda olduğunu sordu. O da; “Mısır azîzidir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâm; “Mülk ve saltanatı ben ne yapayım. Ben hangi din üzere olduğunu soruyorum” dedi. Yehuda'dan; “Elhamdülillah İbrâhim aleyhisselâmın dînî üzeredir” cevâbını alınca; “İşte şimdi nîmet tamam oldu” buyurdu. Oğullarının da babalarına verdikleri cevap, aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen şöyle bildirildi: “Oğulları; “Ey bizim babamız! Allahü teâlâdan bizim için günâhlarımızın mağfiretini iste. Gerçekten biz günâhkârlardan olduk” dediler.
(Ya’kûb aleyhisselâm da); “Sizin için, Rabbime, sonra istiğfâr ederim. Hakikat şudur ki, çok günâh örtücü, çok merhamet edici ancak O'dur” dedi.” (Yûsuf sûresi: 96-97)
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) bu husûsta şöyle buyurmaktadır; “Bu âyet-i kerîmenin zâhirî, Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları için, istiğfârı hemen o sırada yapmadığını, bilakis, sonra Allahü teâlâdan onlar için af ve mağfiret dileyeceğini vâdettiğini göstermektedir.” Tefsîr âlimleri Ya’kûb aleyhisselâmın, bu te’hiri için, değişik sebepler bildirmişlerdir:
1- Ya’kûb aleyhisselâm, istiğfârı seher vaktine te’hir etti. Çünkü seher vakti duâların kabûl olması için en uygun zamandır.
Çünkü Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin; “Gecenin son üçte biri olunca Allahü teâlânın; Bana duâ eden yok mu onun duâsını kabûl edeyim? İsteyen yok mu vereyim? Benden af ve mağfiret dileyen yok mu? Onu af ve mağfiret edeyim buyurduğunu” bildirmişlerdir.
Ya’kûb aleyhisselâm, duâ edeceği gece seher vaktinde kalkıp namaz kıldı. Namazını bitirince; “Allah'ım Yûsuf için, üzüldüğüm, onun için tahammülsüzlük gösterdiğim için beni ve Yûsuf'a yaptıklarından dolayı da oğullarımı af ve mağfiret eyle” diye duâ etti. Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâma onları af ve mağfiret ettiğini vahiyle bildirdi.
2- Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları için mağfiret dilemeyi Cumâ gecesine bıraktı. Zirâ Cumâ gecesi, duâ ve tevbelerin kabûlü için en uygun zamandır.
3- Ya’kûb aleyhisselâm; oğullarının hakîkaten günâhlarına pişman olup, tevbe edip etmediklerini ve tevbelerinin ihlâsla olup almadığını anlamak için istiğfâr etmeyi geciktirmiştir.
4- Ya’kûb aleyhisselâm“Sizin için sonra istiğfâr ederim” dedi. Bu, mazlumun affetmesi şartını bildiğinden; “Ancak Yûsuf'la görüştükten sonra sizi affederse istiğfâr ederim” demektir. İstiğfarı, Yûsuf'la (aleyhisselâm) görüştükleri vakte kadar te’hir etti.
5- Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları için hemen istiğfâr etti. “Sizin için sonra istiğfâr edeceğim” demesi; “Gelecekte de istigfar etmeye devam edeceğim” mânâsınadır diyen âlimler de vardır.
Bir rivâyete göre, Ya’kûb aleyhisselâm, 20 seneden fazla her Cumâ gecesi oğullarını af ve mağfiret buyurması için Allahü teâlâya yalvarmıştır.
Rivâyete göre, Yûsuf aleyhisselâm kardeşleri ve babasından başka öteki âile ve akrabâlarını Mısır'a getirmek üzere yüz binek ve ayrıca sefer için gerekli şeyleri eksiksiz yollamıştı. Kardeşleri Ken’ân iline varınca, bir müddet, Mısır yolculuğu için hazırlık yaptılar. Ya’kûb aleyhisselâm âile ferdlerini topladı. Tabiînden Mesruk bin Ecda'nın (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre, kadın-erkek hepsi 73 kişi idiler. Hazırlıklarını bitirip, yola çıktılar. 8 veya 10 gün süren bir yolculuktan sonra Mısır'a yaklaştılar. Yûsuf aleyhisselâm bu haberi alınca, Mısır sultânı Reyyan'la görüştü. Babasının ve akrabâlarının, Mısır'a yakın bir yerde olduklarını söyledi. Yûsuf aleyhisselâm ve Reyyan berâberlerinde askerleri ve Mısır halkından da pekçok kişi olmak üzere Ya’kûb aleyhisselâm ve yanındakileri karşılamaya çıktılar. İki taraf birbirine yaklaştı. Ya’kûb aleyhisselâm gelenlere baktı. En önde bulunan, kılık ve kıyafeti ile dikkatini çeken Yûsuf aleyhisselâmı işâret ederek, yanında bulunan Yehûda'ya; “Bu kimdir?” diye sordu Yehûda; “Yûsuf aleyhisselâmdır” diye cevap verdi. Birbirlerine iyice yaklaşınca, Ya’kûb aleyhisselâm; “Esselâmü aleyküm. Ey hüzün ve kederleri gideren Yûsuf” diye selâm verdi. İkisi de bineklerinden yere inip, birbirlerine sarıldılar.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu; “Vaktâ ki onlar (Ya’kûb aleyhisselâm ve yanındakiler, Yûsuf aleyhisselâmın) huzûruna girdiler. O (Yûsuf aleyhisselâm), babasını ve annesini (üvey annesini) yanına aldı (kucakladı. Bütün sıkıntılardan, istenmeyen durumlardan) inşaallah emîn olarak Mısır'a giriniz, dedi.” (Yûsuf sûresi: 99)
Yûsuf aleyhisselâmın saltanat tahtı vardı. Babası ile üvey annesini tahtının üstüne çıkarıp, oturttu. Babası ile üvey annesine yaptığı ikrâm, kardeşlerine yaptığından daha fazlaydı. Çünkü, tahta sâdece o ikisini çıkarmıştı.
Bu husûs âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirilmektedir; “Babasını ve anasını (üvey annesi veya teyzesini) tahtının üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için (ona kavuştukları için) secde ettiler.” Beydâvî (rahmetullahi aleyh) tefsîrinde Yûsuf aleyhisselâmın ebeveynini tahta çıkarmasının hakîkatte secdeden önce olduğunu, ancak âyet-i kerîmede Yûsuf aleyhisselâmın ebeveynini tahta çıkarmasının önce bildirilmesi, Yûsuf aleyhisselâmın onlara tâzim ve hürmete verdiği ehemmiyeti bildirmek içindir. Hem böyle yerlerde secde, tahta çıkmaktan önce gelir.
Ebüssüud Efendi ve “Tefsîr-i Mazharî” müellifi Senâullah-ı Pani-püti (rahmetullahi aleyhima), secde edenlerin Yûsuf aleyhisselâmın ebeveyni ve kardeşleri olduğunu bildirmişlerdir. Ayrıca onların yaptıkları secde hakkında da şu malûmatı vermişlerdir; “Yûsuf aleyhisselâma yapılan secde, selâmlama secdesi idi. O zamanlar secde, şimdiki el öpmek, ayağa kalkmak gibi bir tâzim ve hürmet şeklinde idi. Yoksa Allahü teâlâdan başkasına, ibâdet kasdıyla secde etmek haramdır. Onların dinlerinde tâzim ve hürmet için secde câiz idi. Muhammed aleyhisselâmın dînînde tâzimin bu şekli kaldırılmıştır.”
Bâzı müfessirler; “Âyet-i kerîmedeki secdeden murâd, alnı yere koymak değildir. Eğilmek ve tevâzûdur. Yâni Yûsuf aleyhisselâma, ebeveyni ve kardeşleri, tevâzû etmişlerdir buyurmuşlardır.”
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) ise; “Âyet-i kerîmede, onların Yûsuf aleyhisselâma kavuştukları için Allahü teâlâya şükür secdesinde bulunduklarını zikretmiştir. Yûsuf aleyhisselâma secde ettikleri bildirilmemiştir” buyurdu.
Sonra Yûsuf aleyhisselâm babasına, nâil olduğu lütûf ve ihsânlardan birinin de zindandan kurtulması olduğunu anlattı ve; “Rabbim bana ihsân etti. Çünkü beni zindandan çıkardı” dedi. Yûsuf aleyhisselâm, zindana düşmeden önce kuyuya atılmıştı. Halbuki kuyuya atılmak, zindana atılmaktan daha şiddetlidir. Yûsuf aleyhisselâm bu sırada, Allahü teâlânın kendisini sağ-sâlim olarak kuyudan çıkarmasından bahsetmedi. Çünkü orada kardeşleri de vardı. Onları utandırmak, ayıplamak istemedi. Hem daha önce; “Bugün (benim tarafımdan) size bir kınama ve ayıplama yok” buyurmuştu. Yûsuf aleyhisselâm böyle yapmakla kardeşlerine ihsânda bulundu.
Bundan sonra Kur'ân-ı kerîmde Yûsuf aleyhisselâmın babasına meâlen şöyle dediği bildirildi: “Ey Babam! İşte bu evvelce gördüğüm rüyânın te’vîlidir (açıklamasıdır.) Hakîkaten Rabbim, o rüyâyı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsân etti. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını (hased ile) bozduktan sonra, (Allahü teâlâ) sizi çölden (Ken’ân diyârından) getirdi. Muhakkak ki, Rabbim dilediği şeyleri (çok güzel ve) çok ince tedbir edendir. Şüphesiz ki (kullarının menfaatlerine olan şeyleri) hakkıyla bilen, her şeyi hikmetinin icâb ettirdiği vakit ve şekilde yapan O'dur” (Yûsuf sûresi: 100)
Rivâyete göre, Ya’kûb aleyhisselâm Yûsuf aleyhisselâmın yanında 24 sene yaşadı. Ömrünün sonuna gelince Yûsuf aleyhisselâma, vefât ettiğinde, babası İshak aleyhisselâmın yanına defnedilmesini vasiyet etti. Ya’kûb aleyhisselâm vefât edince, Yûsuf aleyhisselâm babasının vasiyetini yerine getirdi. Cenâzesini tabutla Hâlilürrahmâna götürdü. Bu sırada Ya’kûb aleyhisselâmın kardeşi Iys'da vefât etti. Yûsuf aleyhisselâm her ikisini de defnederek Mısır'a döndü.
Dünyâ nîmetlerinin çok çabuk elden çıktığını, hepsinin geçiciliğini çok iyi bilen Yûsuf aleyhisselâm, sonunun iyi ve âkıbetinin güzel olması için Allahü teâlâdan hüsn-i hâtime istedi. Âyet-i kerîmede Rabbine meâlen şöyle duâ ettiği bildirildi. “Yâ Rabbî bana mülkden (Mısır sultânlığından) bir nasîb verdin, rüyâ tâbirini öğrettin. (Ey) gökleri ve yeri yaratan Rabbim! Sen, dünyâda da âhırette de yardımcım ve işlerimin velîsisin. Benim canımı müslüman olarak al. Beni sâlihler zümresine kat.” (Yûsuf sûresi: 101)
Duâ edecek bir kimsenin duâdan önce, Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunması lâzım gelir. İşte Yûsuf aleyhisselâm da duâ etmek isteyince, bu şekilde duâ etti.
Katâde (rahmetullahi aleyh), bu duâsıyla Yûsuf aleyhisselâmın; “Hemen Allahü teâlâya kavuşmayı arzu ettiğini”, İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ) ise; "Benim rûhumu alacağın zaman, İslâm dînî üzere al!” demek istediğini bildirmiştir.
Yûsuf aleyhisselâm, babasının vefâtından sonra bir müddet daha yaşayıp vefât etti. Mısır'da herkes Yûsuf aleyhisselâmı kendi mahallesine defnetmek istiyordu. İş kavgaya kadar yaklaştı. Sonunda mermer bir sandukaya koyup, Nil Nehri kıyısına (veya Nil Nehri’nin ortasına) gömmekte anlaştılar. Bir rivâyete göre, ondan dörtyüz sene sonra gelen Mûsâ aleyhisselâm, kabrini bulup, mübârek cesedini oradan alarak Ya’kûb aleyhisselâmın da medfûn bulunduğu Hâlilurrahmân'daki yere defnetti.
Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmin 12. sûresi olan Yûsuf sûresine “Ahsen-ül-Kasas” buyurmuş ve bu sûrede onun ibretli kıssası anlatılmıştır. Sûrede, Yûsuf aleyhisselâmın kıssası bittikten sonra, Allahü teâlâ Resûl-i ekremine (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen şöyle'buyurmuştur: “Habîbim! Bu (Yûsuf aleyhisselâmın kıssası) sana vahy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Zirâ Yûsuf'un kardeşleri işlerini (Yûsuf'u kuyuya atarak babalarından uzaklaştırmayı) kararlaştırdıkları ve (Ya’kûb aleyhisselâma) hîle yaptıkları zaman sen yanlarında değildin.” (Yûsuf sûresi: 102)
Resûlullah efendimiz, hiç kitap okumadığı ve âlimlerden ders görmediği, yetiştiği muhîtten başka yerlere gitmediği, ilimden habersiz bir cemiyet arasında yetiştiği hâlde; Yûsuf aleyhisselâmın kıssasını en güzel bir tertip ve ifâde ile anlattı. Allahü teâlâ tarafından vahyedilen bu kıssa, Resûlullah efendimizin kıyâmete kadar devam edecek bir mûcizesidir.
Yûsuf aleyhisselâmın kıssasının anlatıldığı Yûsuf sûresi için İslâm âlimleri şöyle buyurmuşlardır:
“Ahsen-ül-kasas olan Yûsuf sûresini okuyan kimse, Yûsuf aleyhisselâmın, kemâlini, ihsânını, sabrını, iffetini, keremini (ikrâmını), ilmini, siyâsetini, hayatını, tedbirini, rüyâ tâbirini nasıl yaptığını öğrenir.”
“Yûsuf kıssasını ibret olarak dikkatlice okuyan kimse, Allahü teâlânın kazâsını def etmeğe gücünün yetmeyeceğini, O'nun takdirine mâni olamayacağını iyice anlar. Allahü teâlâ, bir insan için hayır ve iyilik murâd ettikten sonra, isterse dünyâda herkes ona düşman olsun, bütün insanlar aleyhine çalışsın, hattâ onun hakkındaki takdiri, kaderde yazılan hükmü değiştirmeye kalkışarak, bütün güçlerini ortaya koysunlar, küçük bir zarar veremezler.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget