Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

12/15/19

Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye hicretleriyle, on üç senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslam tebliğ tarihinde mühim bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Pey­gamber Efendimizin bu dev­redeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte birçok fayda vardır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Milâdî 610 yılında Cenab-ı Hak tarafından pey­gam­ber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti bütün dün­yay­la birlikte tarihi­nin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu. İçinde bulun­du­ğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi edili­yordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenab-ı Hak, aynı zamanda İslam’ı neş­retme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildi­riyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tayin ve tespit ediyordu.
Hayata her yönüyle yepyeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir teb­ligatın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşî âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olaca­ğın­da şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususîyetlerini, mizaç ve efkârını çok iyi bilen Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendi­rilmez ortaya atı­lıp açıktan davete girişmedi; peygamberliğini ve İslam di­nini açıktan ilan etmedi. Bunun yapılabilmesi için zama­na ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartların doğma­sı gerekiyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, iman ve İslam’a davete ilk ön­ce en yakınlarından başladı. İlk defa davasını zevcesi Hz. Hatice-i Kübra’ya anlattı. Hz. Hatice, onun peygamberliğini tasdik ederek derhal Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali’yi İslam’a davet etti. O da İslam’la müşerref oldu. Bundan sonra ailesi dı­şında en çok güvendiği kimselere iman ve İslam’ı anlattı. Bunların başında Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslam’a gir­di.
Gizli davet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göster­melerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerr-i Gıfarî Müslüman olduğu zaman, ona tavsiyesi şu olmuştu:
“Yâ Ebâ Zerr! Sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”[1]
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, imanından gelen coşkun­lukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescid-i Ha­ram’a gidip açık­tan açığa Müslümanlığını ilan ederken, müşriklerin öl­dürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas’ın yardımıyla kur­tulabilmişti.[2]
Hz. Re­sû­lul­lah, tam üç sene böyle gizlice tebligatına de­vam etti. Bu zaman zarfında, safında yer alanların sayısı ancak otuz kadardı.
Bu devre, “En yakın akrabalarını ahiret azabıyla korkut!”[3]me­â­li­ndeki ayet-i kerimenin nâzil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emr-i İlâ­hî gereğince en yakın akrabalarını İslam ve imana davet etmeye başladı. Önce, Ab­dül­mut­ta­liboğullarını bir araya toplayıp onlara davasını anlattı.
Bundan sonra tebliğ dairesini biraz daha genişletti ve ilk defa Safâ te­pe­sin­den Mekkelilere seslendi. Onları Allah’­ın birliğine imana ve peygamberli­ğini tasdike davet etti. Bu davete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb, işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yel­tendi. Fakat Pey­gamber Efendimiz, iman ve İslam’ı anlatmaktan, insanları Allah’ın birliğine imana ve ri­sâ­le­ti­ni tasdike davete ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.
Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerle, İslam’ı neşretme ve yaşayıp ya­şat­ma vazifesinde Pey­gam­be­ri­mizin hareket tarzını da tespit ediyordu.
Mekke’de nâzil olan ayetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: 1) Allah’ın var­lık ve birliğine, 2) Ba’se, yani öldükten sonra tekrar dirilmeye imanı akıl, kalp ve ruhlara nak­şetmek...
Peygamber Efendimiz de, mesaisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah’ın varlık ve birliğine imana davet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını ha­ber veriyordu.
Bunlardan başka da, Pey­gam­be­ri­mizin karşı karşıya bulunduğu ve hallet­mesi gerekli meseleler vardı. Fakat en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilme­dikçe, halkın zihninde, kalp ve ruhunda bu iki muazzam mesele tespit edilme­dik­çe diğer içtimaî meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhare bu meseleleri teker teker halletmek yo­lunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.
Pey­gam­be­ri­miz, her şeyden önce Allah’tan aldığı emir gereği bütün enerji­sini, cemiyetin esasında noksan bulunan temel anlayışı tesis etmeye, bütün in­sanlığı Allah’a imana ve O’na mutlak itaate hasretti. Çünkü şirk inancını ka­fa­lardan sökmedikçe hak ve hakikati kalplere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiçbir İslam davası muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegâne Hâlık ve Mâlik’inin Allah oldu­ğunu telkinle işe başladı. O’nun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiçbir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de davasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâ­kim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğrudan doğruya insanlığa “tevhid” inancını sundu. “‘Lâ ilâhe illallah’ deyiniz, kurtulunuz” di­ye insanlığa hitap etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu daveti, haliyle cemiyete hâkim du­rumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zâhi­ren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru lezzetlerinden vazgeçmek is­temiyorlardı. Açıkçası, menfaatlerinin devamını, eski yaşayışları­nın idamesinde görüyorlardı. Bu sebeple Efendimize muhalefete başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bı­rakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki onun telkin ettiği muazzam hakikatlerin etrafındaki mü’­min­ler hal­kası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telâşlandılar. Bu sefer taktik de­ğiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftira ve isnatlara kal­kıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize “sâhir, kâhin, şâir” dediler. Fakat bunların hiçbirisi tutmadı. Bu iftira ve isnatlarına rağmen hak ve hakikate inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendi­mizle Müslümanları Kâbe’de namaz kıl­mak­tan menediyorlar; üzerlerine mur­dar şeyler atıyor; na­maz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yol­lara dikenler saçıyorlardı. Zayıf, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, iş­ken­ce altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şe­hâ­det mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere kar­şı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını ne­tice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Re­sû­lul­lah, durmadan dinlenmeden İslam dini­ni tebliğ ediyordu. Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat bu­na rağ­men Allah’tan aldığı emir gereği sabrediyor ve davasını tebliğden asla vaz­geç­miyordu.
Cenab-ı Hak, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz kalan Müslümanlara, gönderdiği ayet-i kerime­lerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. Mesela, ilk nâzil olan surelerden biri, Asr Suresi’dir. Bu surede “birbirlerine hak ve hakikatle birlikte sabrı da tav­siye edenler” övülür.
Bazen Cenab-ı Hak, doğrudan doğruya Resûl-i Kibriya Efen­dimize sabrı emir ve tavsiye ediyordu: “(Ey Habi­bim!) Sen, şimdi sabret! Şüphe yok ki Al­lah’ın vaadi mutlaka tahakkuk edecektir! Sakın, ahirete imanı olmayanlar (se­ni sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler.”[4]
Bir başka ayet-i kerimede, Efendimize şöyle hitap ediliyordu:
“(Ey Resûlüm!) Sen şimdilik (o kâfirlerin eziyetlerine karşı) güzel bir sabırla mukabele et.”[5]
Bütün bu emirler gereği, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Mekke devrinde kendi­sine yapılan haksız muamelelere ay­nıyla cevap vermediği, mukabele-i bilmisil­de bulunmadığı gibi, mü’minle­re de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevrî ha­reket etmemelerini ve herhangi bir maddî mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu. Bunun en açık bir misâli, Yasir ailesine yap­tığı tavsi­yedir.
Bir gün, Yasir ailesine toptan işkence ediliyordu. O sırada Efendimiz, onları görünce, “Sabredin ey Yasir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir”[6]demişti. Yine bir gün, uğradığı eziyet ve işkencelerden adeta bunalan Habbâb b. Eret (r.a.), kendisine şikayette bulunduğunda, Efendimiz şu cevabı vermişti:
“Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardır ki bazılarının vücutları ke­miklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının or­ta­sından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara yine de sabretti­ler, imanlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak, İslamiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır! Öyle ki hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek ba­şına giden bir kimse Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hak­kında da kurt saldırmasından başka hiçbir kor­ku duymayacaktır. Fakat siz acele edi­yorsunuz!”[7]
Yine İkinci Akabe Biatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, “Yâ Re­sû­lal­lah! İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır, Mina’da bulunan halkın üzerine yürürüz!” dediği zaman Peygamber Efendimiz, “Hayır! Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emro­lun­ma­dı” cevabını vermişti.
Görülüyor ki Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silahları her şeye rağmen “sabır”dı. Nitekim bu sabrın müspet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müspet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslam’la şereflenmişti.
Bir gün Ebû Cehil ve birkaç müşriğin, Pey­gam­be­ri­mize hakaret ettiğini duy­muştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kâbe’nin yanında bir toplu­luk içinde oturan Ebû Cehil’in yanına vararak, yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve “Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinin­deyim! Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıkla­rını bana da yap, göreyim!” demişti. Sonra, Pey­gam­be­ri­mizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.[8]
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işken­celerini öylesine artırdılar ki Peygamber Efendimiz, Mekke’nin münasip bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve İslamiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zo­runda kaldı. Bunun için Erkâm b. Ebî’l-Erkâm’ın evini merkez yaparak hizme­tine burada devam etti. Burada birçok kimse Müslüman oldu.
Peygamber Efendimizin herşeye rağmen davasını anlatmaktan vazgeçme­diğini gören müşrik ileri gelenleri, bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi hal­letme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, “Yâ Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğ­lunu ya bu davasından vazgeçir, bizim ilâhlarımızı kötüle­mesin ya da onunla aramızdan çekil!” dediler. Ebû Tâlib durumu anlatınca Kâinatın Efendisi şu ce­vabı verdi:
“Amca! Vallahi, bu işi bırakmak için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam! Ya Allah Teâlâ onu bütün cihana ya­yar, vazifem biter ya da bu yolda ölür, giderim!”[9]
Müşrikler, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dava­sından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı. Yine taktik değiştirdi­ler. Efendimize, mal mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat Re­sû­lul­lah’ın bunların hiçbirine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslamiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.
Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve suikastlerine sabırla mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki sab­rın da bir hududu vardı. Müslümanlara revâ görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma rad­desine gelmişti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efen­dimiz, Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: “Habeşistan’a gi­din; zi­ra, orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedil­mez. Orası adâlet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu du­rumdan bir çıkış yolu ya­ra­tın­caya kadar orada kalın!”[10]
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle, Müslümanlar iki kafile halinde Habeşistan’a hicret ettiler. Her zaman olduğu gibi, bu saf­hada da Peygamber Efendimiz, kemmiyetten ziyade keyfiyete, tâbiri câizse va­sıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: “Allahım! Bu dini Ömer İbni Hattab veya Amr b. Hişam’la [Ebû Cehil] kuvvetlendir” dua­ları, bunun açık bir misâlidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer b. Hattab da, Ebû Cehil de İslamiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslam davası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim bu du­adan kısa zaman sonra Hz. Ömer, Müslümanlar safında yer alınca, İslamiyetin ilan ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerinde­ki bas­kı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kal­dı­lar. Müslü­manlar da, artık kenarda köşede saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yap­maya lüzum hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, Efendimizi himâyesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib’in vefatını, müşrikler fırsat bildiler. Tecavüzlerini kat kat ar­tır­dılar. Hz. Re­sû­lul­lah’ın durumu, aleyhinde artan bu gayretler netice­sinde son derece müşkîl bir hal almıştı. Evinden nâdiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neş­retmek için, Mekke’den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taif’e gitti. Ne var ki buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Davetine icabet etmeyen Taifliler, üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen, âlemlere rahmet olarak gönderilen Pey­gamber Efendimiz, onlara beddua etmedi ve “Rabbimden iste­diğim, müşrikle­rin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir” diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin Mekke’de, İslam’ın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer bir hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabilelerle gizlice görüşerek, onlara Kur’an okuması ve İslam dininin esaslarını telkin et­mesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Ku­reyş­li müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnatlarla halkı onu dinlemekten vaz­geçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Re­sû­lul­lah’ın gönüllerin fet­hiy­le büyüyen davası gittikçe yayılıp Mekke’nin dışına taştı ve ve Medine ufuk­la­rında parlamaya başladı.
Hicretle de Müslümanlar için yepyeni bir devir başlamış oldu.

______________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 214-219; Müslim, Sahih, c. 7, s. 156.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 219.
[3] Şuarâ, 214.
[4] Rum, 60.
[5] Mearic, 5.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 342.
[7] Buharî, Sahih, c. 2, s. 321.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 311-312; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 9-12.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 244-245; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 170-171.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 344; Taberî, c. 2, s. 222.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber Efendimiz, Ranuna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında Hz. Ebû Bekir, et­ra­fında ise Neccaroğulları yiğitleri ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Ki­mi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden ade­ta yer gök inliyordu.
Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı. İslam’a merkez olma şerefine ere­cek bu kutsî şehir, sürurundan adeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sîne­sine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşı­yordu.
Kadınlar, çocuklar, söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katı­yorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:
Veda yokuşundan doğdu dolunay bize...
Allah’a yalvaran oldukça şükretmek gerekir mes’ud hâlimize

Ey bize gönderilen Yüce Peygamber, sen,
İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize![1]

Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Re­sû­lul­lah’ın mübarek yü­zünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.
Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler, ona “Hoş geldin!” diyor­lardı: “Muhammed geldi! Yâ Muhammed, Yâ Re­sû­lal­lah! Yâ Muhammed, Yâ Re­sû­lal­lah!”[2]
Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamber Efen­dimiz tevâzu ve vakarı birleştiren müstesna bir eda için­de Kasvâ’nın üstünde yoluna devam ediyordu.

Medinelilerin Daveti

Resûl-i Kibriya Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi, ken­disini evinde misafir etme şerefine nâil olmak istiyor ve devesinin yularını tu­tup, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bize buyurun!” diyordu.
Efendimiz ise, mübarek tebessümleri arasında, “Hayra erin! Deveye yol ve­rin; ona, gideceği yer buyrulmuştur” diye cevap veriyordu. O mübarek hayvan da, sağa ve sola bakarak kendiliğinden gidiyordu.

Kasvâ Çöküyor!

Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Mâlik b. Neccaroğullarına âit ev­lerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya çöktü.
Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve, az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere gel­di. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzata­rak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola deprenmeye başladı.
Dikkatler Kasvâ’nın üzerine çevrilmişti: Resûl-i Ekrem, onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz kimsenin bu hususta bil­gisi yoktu.
O sırada Neccaroğullarının mini mini masum kız çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize şöyle “hoşâ­me­dî” ediyorlardı:
“Biz, Neccaroğulları kızlarıyız.
Muhammed’in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur!”[3]

Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimi duygu ve sevinçlerini gülüm­seyerek karşıladı ve “Beni seviyor musunuz?” diye sordu.
Hep bir ağızdan, “Evet, seni seviyoruz yâ Re­sû­lal­lah!” de­diler.
Kâinatın Efendisi ise, “Allah biliyor ki ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyo­rum!” buyurdu.
Medineli Müslümanlardan her biri, Fahr-i Âlem Efendimizin, hânesine şeref vermesini can-ü gönülden istiyordu. Hatta bir ara Kasvâ çöktüğü zaman, Ceb­bâr b. Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu fark eden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî hiddete gelerek, “Ey Cebbar! Sen, benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Re­sû­lul­lah’ı hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki İs­la­mi­yet mani olmasaydı sana kılıçla vururdum!” demekten kendini alama­mıştı.

Pey­gam­be­ri­miz, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin Evini Şereflendiriyor!

Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca Peygamber Efendimiz, “İn­şallah menzilimiz burasıdır” buyurarak indi.
Böylece, İslam ve cihan tarihinin kaydettiği en parlak hadiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (a.s.m.), bu inişle sona eriyordu.
Müslümanlar, merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba kâinatın me­dar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriya, kimin evini şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince, Kâinatın Efendisini evle­rin­de misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.
Peygamber Efendimiz, etrafını saranlara, “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu.
Neccaroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri, se­vinç ve heyecanla or­taya atıldı. “Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır! İşte, şu evim, şu da ka­pısı” diyerek gösterdi. Sonra da, “Müsaade buyurursanız, devenizin üze­rin­de­kileri oraya taşıyayım” dedi; Kasvâ’nın yükünü indirip palanını soydu ve evi­ne taşıdı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, “Kişi, bineğinin ve ağırlığının ya­nında bulunur” buyurdu ve Ebû Ey­yûb el-Ensarî’ye, “Git, bizi kabul için yer ha­zırla!” diye em­retti.[4]
Bu esnada Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan Esa’­d b. Zürâre Hazretleri de, teberrüken Kasvâ’yı alıp kendi evine götürdü.
Hz. Eyyûb el-Ensarî, derhal gidip evini hazırladı ve gelip Efendimize, “Yâ Re­sû­lal­lah! İkinize de yer hazırladım. Al­lah’ın bereketiyle ikiniz de yerinize buyurunuz” dedi.[5]
Sevgi tezahürleri arasında Resûl-ü Ekrem Efendimiz de kal­kıp Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin hânesine gitti. Böylece, Kâinatın Efendisini ağırlama eş­siz şerefi bu aziz sahabeye nasip oluyordu!
Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine’ye teşrifiyle, vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri mahzun olan muhacirlere taze can geldi, ensarın yüzü ve gönlü sü­rura gark oldu. Medine ise sevinçten çalkalandı ve adeta bir bayram havasına büründü.
Ashab-ı kiramdan Bera b. Azib, o müstesna gündeki sevinç ve heyecanı şu cümlelerle anlatmak ister:
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Medine’ye gelince, Medinelilerin, onun gelişine sevin­dikleri kadar hiçbir şeye öylesine sevindiklerini görmedim! Kadınların, çocuk­ların, ‘İşte, Re­sû­lul­lah geldi. İşte, Muhammed (a.s.m.) geldi!’ diyerek sevinçten coştuklarını müşâhede ettim.”[6]
O zaman henüz bir çocuk olan ensardan Enes b. Mâlik ise, şu sözlerle o gü­nün azamet ve parlaklığını nazara ver­mek ister:
“Ben, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.), Medine’ye girdiği günden daha güzel, daha parlak ve daha azametli hiçbir gün görmedim!”[7]

Ebû Eyyûb el-Ensarî Der ki...

Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri der ki:
“Re­sû­lul­lah, evime şeref verdiği zaman, alt kata inmişti. Ben ve zevcem Üm­mü Eyyûb ise, yukarı katta bulunuyor­duk.
“‘Anam babam, sana feda olsun Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, be­nim yukarıda ol­ma­mı, senin ise altta bulunmanı hoş gör­müyorum. Bu durum bana çok ağır geli­yor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aşağı inelim, orada oturalım’ de­dim.
“Re­sû­lul­lah, ‘Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunma­mız, bize daha uygun ve münasiptir’ dedi ve alt katta otur­du. Biz de meskende onun üstünde bulu­nuyorduk. O sıra­da, içinde su bulunan testimiz kırıldı. Re­sû­lul­lah’ın üzerine damlayıp onu rahatsız etmesinden korkarak, zevcem­le tek örtüneceğimiz ka­dife yorganımızı hemen suyun üze­rine bastırdık.”[8]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceği ve onlarla rahat görüşüp konuşabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasip görmüştü.
Ancak büyük iman sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin gönlü bir türlü ra­hat etmiyordu. “Fahr-i Âlem alt katta, bizler üst katta! Bu nasıl olur?” diye dü­şünüyor ve bundan son derece sıkılıyorlardı.
Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriy­le bir türlü uyuya­madı. Ufak tefek eşyalarını evin başka tarafına taşıdılar ve orada uykusuz sa­bahladılar.
Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı. Peygamber Efen­di­miz yine “Aşağısı bana daha uygundur” dedi.
Fakat büyük sahabe buna daha fazla tahammül edemedi ve “Yâ Nebiyyal­lah! Ben yukarıda, siz aşağıda olmaz!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata taşındılar.[9]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin mütevazı evinde tam yedi ay ikamet buyurdu. Bu zaman zarfında Medineli Müslüman­lar (ensar), bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getir­mede birbirleriyle adeta yarışırlardı.

Resûl-i Ekrem’in Soğan ve Sarımsak Kokusundan Hoşlanmaması

Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evine yerleşen Fahr-i Âlem Efendimize, Medi­neli Müslümanlar her gün muntaza­man yemek getirirlerdi.
Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise, devamlı akşam yemeklerini hazırlar­lardı. Ha­zır­ladıkları yemeklerden geri kalanını ise teberrüken yerlerdi.
Yine bir gece, soğanlı veya sarımsaklı bir yemek yapıp gönder­mişlerdi.
Re­sû­lul­lah yemeği geri çevirdi!
Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Re­sû­lul­lah’ın parmaklarının izini görmeyince feryat ederek yanına gitti ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Anam babam sana feda olsun! Sen akşam yemeğini ge­ri çevirdin!” dedi.
Re­sû­lul­lah, “O sebzede bir koku hissettim, ondan yeme­dim. Ben, arkadaşım Cebrail’i rahatsız etmek istemem!” buyurdu ve ilave etti: “İnsanı rahatsız eden şeyden, me­lekler de rahatsız olurlar.”
Bunun üzerine Ebû Eyyûb, “Yâ Re­sû­lal­lah! Yoksa o ye­mek haram mıdır?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı ondan hoş­lanmadım”[10]buyurdu.
Ebû Eyyûb Hazretleri de, “Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlan­mam!” dedi.[11]

Mucizeli Bir Yemek Ziyafeti

Resûl-i Kibriya Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinde kaldığı sı­ra­daydı.
Hz. Ebû Eyyûb, Nebiyy-i Muhterem Efendimizle Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’a kâfi gelecek iki kişilik yemek yapıp ge­tir­mişti.
Peygamber Efendimiz ona, “Git, ensarın eşrafından ba­na otuz kişi çağır!” diye emretti.
Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip yediler.
Sonra yine ferman etti: “Altmış kişi daha çağır!”
Hz. Ebû Eyyûb, altmış kişi daha davet etti. Onlar da gelip yediler.
Efendimiz sonra tekrar, “Yetmiş kişi daha çağır!” diye fer­man etti.
Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip yediler.
Ve Hz. Eyyûb der ki:
“Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize karşısında İslamiyete girip bîat ettiler. O iki kişi için yaptığım yemeğimden yüz seksen adam ye­di!”[12]
Bu, Resûl-i Kibriya Efendimizin, mucizeli bir yemek ziyafetiydi. Berekete dair olan bu mucizeler gösteriyor ki “Muhammed-i Arabî (a.s.m.), umuma rızık veren ve rı­zık­ları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerim’in sevgili memuru­dur, pek hürmetli bir abdidir ki rızkın envaında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybtan ziyafetler gönderiyor.”[13]

HİCRÎ TARİH

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye hicret ettiklerinde, Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun üzerine Efendimi­zin hicretini başlangıç kabul ederek, “Re­sû­lul­lah’ın gelişinden bir ay, iki ay sonra...” diye hicrî tarih kullanmaya başladılar.
Hz. Resûl-i Ekrem’in dar-ı bekaya irtihaline kadar da bu suretle kullanıldı. Fa­kat sonra kesildi, kullanılmadı. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer’in hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra resmî muameleler ve me­denî münâsebetlerin vakitlerini belli etmeye ve tayinine ciddi gerek duyuldu.
Bunun üzerine Hz. Ömer ashabı topladı, onlarla istişare etti.
Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri, Pey­gam­be­ri­mizin vefatı za­manının esas alın­masını; Talha b. Ubeydullah Hazretleri, Efendimizin peygamber olarak gön­de­riliş tarihini; Hz. Ali, Resûl-i Kibriya’nın Medine’ye hicretlerini; başka­ları ise, Efendimizin doğum gününün tarihe başlangıç olarak kabul edilmesini teklif et­tiler.
Hicret’in on yedinci veya on altıncı yılında toplanan bu şûranın müzâkere­leri neticesinde, Hz. Ali’nin teklifi üzerine ittifak edildi. Ancak hangi ayın baş­lan­gıç olarak kabul edileceği hususunda bir mutabakata varılmadı. Abdurrah­man b. Avf Hazretleri, “haram aylar”ın ilki olduğu için Receb’i; Talha b. Ubey­dullah, Müslümanların mübarek ayıdır diye Rama­zan’ı; Hz. Ali (r.a.) ise, sene başıdır diye Muharrem’i baş­langıç olarak teklif etti. Bu hususta da yine Hz. Ali’nin tek­lifi kabul edildi.
Böylece, kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç ka­bul edilerek, Müslü­manlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular.[14]

_____________________________________________________________

[1] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 58.
[2] Müslim, Sahih, c. 8, s. 236; Taberî, Tarih, c. 2, s. 248.
[3] İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 612.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 235; Buharî, Sahih, c. 2, s. 335.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 236; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 335.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 234; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 337.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 234.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 143-144.
[9] Müslim, Sahih, c. 6, s. 127.
[10] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 144.
[11] Müslim, Sahih, c. 6, s. 126-127.
[12] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 563; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 117.
[13] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 123.
[14] ez-Zebidî, Tecrid-i Sarih, Terc., c. 10, s. 120-121


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Medineli Müslümanlar, Resûl-i Kibriya Efendimizin Mek­ke’den Medine’ye gelmek üzere yola çıktığını duymuşlardı. Bunun için her gün sabah namazın­dan sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar yolunu heyecan ve sabırsızlıkla beklerlerdi.
Yine bir gün teşrif-i Nebevîyi uzun uzun beklemişler, gelmediğini ve etra­fını da şiddetli sıcaklığın bastığını görünce evlerine geri dönmüşlerdi.
Bu sırada bir işi için evinin damına çıkmış olan bir Yahudi, beyazlara bü­rünmüş birkaç kişinin çölün sıcaklığını, serap ve sisleri yara yara gelmekte ol­duğunu gördü. Müslümanların, Hz. Re­sû­lul­lah’ı günlerden beri beklemekte olduğunu biliyordu. Kendisini tutamayarak, “Ey Arap topluluğu! İşte, bekle­diğiniz devletliniz geliyor!” diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.[1]
Bu müjde, Medine sokaklarında bir şimşek gibi çaktı. Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü insanlığa huzur ve saadet sunan zât geliyordu! Müslümanlar derhal silahlanıp o tarafa doğru koştular.
Karşılayıcılar, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir’e, bir hurma ağacı­nın gölgesinde dinlenirken kavuştular. Hz. Ebû Bekir, başucunda ayakta du­ruyordu! Günlerden beri yolunu heyecan, sabırsızlık ve muhabbetle bekledik­leri ak maşlaha bürünmüş Kâinatın Efendisini selamladılar, nur saçan mübarek simasını temâşâya başladılar.
Hurma ağacının gölgesinde bir müddet yorgunluğunu gideren Resûl-i Kib­riya, daha sonra beraberindekiler ve karşılayıcılar ile birlikte Medine’nin sağ tarafına düşen Kuba köyüne doğru yoluna devam etti.
Rebiülevvel ayının çok sıcak bir Pazartesi günü idi.
Güneş, ateşten oklarını bütün şiddetiyle yeryüzüne gön­deriyordu. Kuşluk vakti Resûl-i Kibriya Efendimiz, etrafındaki mü’minler halkasıyla Medine’ye bir saat kadar mesafesi olan Kuba köyüne vardı. Orada Amr b. Avfoğullarının kardeşi Gülsüm b. Hidm’in evi­ne indi. Kızgın kumlar üzerindeki süratli yolcu­luk Efendimizi oldukça yormuştu. Müslümanlarla görüşmek arzusuna binaen Ku­ba’­da bir müddet ikamet etmeye karar verdi.
Geceleri Medineli Müslümanların eşrafından oldukça yaşlı bir zât olan Gül­süm b. Hidm’in evinde kalan Efendimiz, gündüzleri ise Müslümanlarla konuş­mak, sohbet etmek için ashaptan bekâr bir zât olan Sa’d b. Hayse­me’­nin evine giderdi. Zaten, muhacirlerin bekârları da onun evinde kalırlardı. Bu sebeple evine “Dârü’l-Uzab [Bekârlar Evi] ” denirdi.[2]

Hz. Ali’nin Gelip Efendimize Kavuşması

Hz. Ali, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle, Ku­reyşlilerin kendisine teslim ettikleri kıymetli eşya ve emanet­lerini sahiplerine iade etmek maksadıyla Mekke’de kalmıştı.
Hz. Ali, bu vazifeyi yerine getirmiş ve Efendimizin Mek­ke’den ayrılışından üç gün sonra da hareket etmişti. Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Kuba’da iken gelip kavuştu. Yürümekten ayakları şişmiş ve kabarmış idi. Pey­gam­be­ri­miz, onu gözyaşları arasında kucakladı ve ayağının iyileşmesi için dua edip eliyle meshetti. Cenab-ı Hak ânında şifa ihsan etti. Hz. Ali’nin ayaklarında ne ka­barmadan, ne de ağrı ve sızıdan eser kalmadı.[3]

KUBA MESCİDİ’NİN İNŞASI

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Amr b. Avfoğullarında on küsur gece misafir kal­dı. Bu müddet zarfında Kuba Mescidi’ni tesis etti ve bu mescit içinde namaz kıl­dı.
Efendimizin tesis ettikleri mescitten önce, Müslümanlardan bazıları kendi­le­ri için mescit inşa etmişlerse de, İslam cemaati için ilk olarak bina olunan mes­cit, işte bu Kuba Mescidi’dir.
Gülsüm b. Hidm Hazretlerinin, üzerinde hurma kuruttu­ğu arsasında bina edilen bu ulvî mâbedin inşasında, Resûl-i Kibriya Efendimiz bizzat çalıştı. Bir seferinde kucağına güçlükle kaldırılabilecek büyükçe bir taş almışlardı. Saha­benin biri yanına varıp, “Yâ Re­sû­lal­lah! Anam babam sana feda olsun! Elinde­kini bana ver” deyince, “Hayır vermem! Sen de başkasını al” buyurarak gayret ve faaliyetten büyük zevk aldığını ifade etmişti. Böylece ibadeti, takvâsı, sadâ­kati, metaneti, cesareti vesâir bütün güzel vasıflarda olduğu gibi gayret ve ça­lışkanlığı ile de sahabelere en güzel örnek oluyordu.
Kuba Mescidi
Onun bu gayret ve faaliyetini müşâhede eden Müslümanlar da, aşk ve şevk içinde bıkmadan usanmadan ve zerre kadar fütur eseri gösterme­den çalışıyor­lardı. Mescit ya­pılıp bitinceye kadar Peygamber Efendimiz, ça­lışmaktan bir an olsun geri dur­madı ve kendisi­ni sâir Müslü­manlardan farklı bir muameleye tâbi tutmadı.

Kuba Mescidi’nin Ehemmiyet ve Fazileti

Kuba Mescidi, Resûl-i Kibriya’nın hicreti ve özellikle Kuba köyüne ulaşma­sıyla başlayan nurani ve muazzam bir devrin mübarek bir âbidesidir. Bu se­bepledir ki Kur’an lisanıyla “Takvâ Mescidi” adı verilerek şerefli kılın­mış­tır. İl­gili ayet-i kerimede meâlen şöyle buyrulur:
“Muhakkak bu bir mescittir ki onun temeli Medine’ye hicretin ilk gününde takvâ üzere atılmıştır. Aziz Peygamberim! Bu mescit senin, içinde namaz kıl­mana daha lâyıktır. Bu mescitte son derece temizliği ve nezaheti seven bir ce­maat vardır. Allah da, çok temiz ve faziletli olanları sever!”[4]
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, hayatı müddetince her Cumartesi günü ya­ya veya binitli olarak bu mübarek mescidi ziyaret eder ve içinde namaz kı­lar­dı. Ayrıca mü’min­leri de teşvik ederek, tam bir temizlik ve nezahetle bu mü­barek mescitte namaz kılan kimse için bir umre sevabı olduğunu müjde­lerdi.
İslamî gelişmenin önündeki engellerin yavaş yavaş bertaraf olduğu, İs­lam’ın inkişaf ve teâliye başladığı bir dönemde inşa edilmiş olması, Kuba Mes­cidi’ne ayrı bir manâ ve ehemmiyet atfeder.

Suheyb b. Sinan’ın Kuba’ya Gelişi

Suheyb b. Sinan, müşriklerin eziyet ve işkencelerine maruz kalan kimsesiz Müslümanlardan biri idi. Medine’ye hicrete Efendimiz tarafından izin verildiği sırada bir türlü fırsatını bulup Mekke’den ayrılamamıştı.
Hz. Ali’nin hicret ettiğini görünce, o da Medine’ye hicret maksadıyla hazır­la­nıp yola çıkmıştı. Bunu gören Mekkelilerden bazıları arkasına düşüp yetişti­ler ve “Sen buraya fakir olarak geldin, yanımızda zengin oldun! Ken­dinle bir­lik­te bu bol serveti de alıp götürmek istiyorsun. Buna müsaade ede­meyiz!” de­miş­lerdi.
İmanından aldığı cesaretle, bu kahraman sahabe, hemen bineğinden inmiş, çantasındaki okları çıkarıp karşısında duran Ku­reyş topluluğuna, “Benim, içi­nizde en iyi ok atanlardan biri olduğumu bilirsiniz. Yanımdaki okların hepsini atar, onlar bi­terse kılıcımı çalarım! Bunlardan biri elimde bulunduğu müddetçe yanıma sizi yaklaştırmam!” diye hitap etmişti.
Müşrikler, bu kahramanca seslenişe cevap vermemişlerdi. Bu İslam kahra­manının kolay kolay teslim olmayacağını biliyorlardı. Bir tarafta kalbindeki Al­lah’a imanın verdiği hadsiz cesaretle duran Suheyb b. Sinan, diğer tarafta gö­nüllerine şirk ürkekliği hâkim birçok müşrik vardı.
Sonunda Suheyb, şu teklifte bulunmuştu:
“Size, bütün servetimin yerini gösterir, onu size bırakırsam, gitmeme müsa­ade eder misiniz?”
Gönülleri dünya malı sevgisiyle dolu müşrikler, “Evet...” demişlerdi.
Hz. Süheyb de onlara servetini bırakarak Allah yolunda dini ve imanını serbestçe yaşamak uğrunda hicretine devam etmişti.
Rebiülevvel ayının ortalarına doğru gelip Kuba’da Resûl-i Kibriya Efendi­mize kavuştu. Yolda gözü ağrımış, karnı ise son derece acıkmıştı. O sırada Efendimiz ve yanında bulunan Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in önünde taze yap­raklı salkım halinde hurma vardı. Hz. Suheyb, hemen yaş hurmaları ye­me­ye başladı.
Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Suheyb’i görmüyor musun? Hem gözü ağrıyor, hem de yaş hurma yiyor!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Suheyb! Hem gözün ağrıyor, hem de yaş hurma yiyor­sun!” buyurunca sahabe, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, gözümün sağlam, ağrımayan ta­rafıyla yiyorum!” diye lâtif bir cevap vererek Efendimizi tebessüme getirdi.
Hz. Süheyb daha sonra, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen Mekke’­den çıktığın zaman müşrikler beni yakalayıp hapsettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ai­le­mi satın aldım!” de­di.
Resûl-i Muhterem Efendimiz, “Suheyb kazandı! Su­heyb kazandı! Ebû Yah­ya! Satış kârlı çıktı! Satış kârlı çıktı”[5]buyurarak, bu kahraman sahabeyi müj­de­leyip sevin­dir­di.
Bunun üzerine şu ayet-i kerime nâzil oldu:
“İnsanlardan, Allah’ın rızasını kazanmak için canını se­ve seve feda edenler var! Allah ise, kullarına karşı çok şef­katlidir.”[6]

Kuba’dan Hareket

Server-i Enbiya Efendimiz, Kuba’da on küsur gece ika­met buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine’ye doğru ha­reket etti. Kasvâ adındaki devesinin üzerinde idi. Peşinde Hz. Ebû Bekir, sağ ve solunda ise ana tarafından dayıları olan Neccaroğullarından silahlı yüz kişi ile birçok Medineli Müslüman yer al­mıştı.
Manzara, düşündürücü olduğu kadar da sevindirici ve ümit verici idi. Mek­ke’de yal­nızlıkla başbaşa bırakılmış bulunan Resûl-i Kib­riya’nın etrafını şimdi, içleri nur, dışları nur yüzlerce insan sarmıştı! Dillerinde tekbir, gönülle­rinde ise had­siz sürur vardı. Ken­dilerine dünya ve ahiret saadetinin kaynağı olan gerçek iman ve İslam’ı sunan bu şerefli zâtın yolunu günlerden beri sabır­sızlıkla bek­le­miş­lerdi. Şimdi ise ona kavuşmanın eşsiz sevincini duyarak, his­sederek yaşı­yor­lardı.

MEDİNE’DE İLK CUMA NAMAZI

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnasında sol tarafa yöne­lerek Sâlim b. Avfo­ğulları yurduna vardı. Ranuna mev­kii­ne geldiklerinde Cuma namazı vakti gir­di. Efendimiz, Ranuna vadisinin ortasındaki Cuma Mescidi’nin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı.
Bu, Peygamber Efendimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma na­mazı idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, burada arka arkaya iki hutbe irad buyurdu. İlk hutbesinde Allah’a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitap etti:
“Ey insanlar! Sağlığınızda ahiretiniz için tedarik görünüz. Muhakkak bilir­siniz ki kıyamet gününde birinin başı­na vurulacak ve çobansız bıraktığı koyu­nundan sorulacak. Sonra Cenab-ı Hak, ona diyecek. Ama nasıl diyecek? Ter­cümanı yok, perdedarı yok. Bizzat diyecek ki: ‘Sana benim Resûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin?’ O kimse dahi sağına soluna bakacak, bir şey gör­me­ye­cek. Önüne bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek! Öyle ise, her kim ki kendisini velev ki bir yarım hurmayla olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, bâri kelime-i tayyibe ile [güzel sözle] kendi­sini kurtarsın. Zira, onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevab verilir. Allah’ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun!”[7]

İkinci Hutbe

Resûl-i Kibriya, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu:
“Allah’a hamdolsun. Allah’a hamdederim ve O’ndan yar­dım isterim. Ne­fis­le­rimizin şerlerinden ve kötü amelleri­miz­den Allah’a sığındık. Allah’ın hi­da­yet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın idlâl ettiğine de kimse hidayet ede­mez.
“Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O, bir­dir, şeriki yoktur.
Cuma Mescidi
 “Kelâmın en güzeli Kelâmullah’tır. Kimin ki Allah, kalbini Kur’an’la süsler ve onu kâfir iken İslam’a dâhil eder, o da Kur’an’ı sâir sözlere tercih ederse, iş­te o kimse felâh bu­lur.
“Doğrusu, Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdi­ğini seviniz. Allah’ı can ve gönülden se­viniz. Allah’ın kelâmından ve zikrinden usan­mayınız. Ve Allah’ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelâ­mul­lah, her şeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kul­ların güzidesi olan peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder; helâl ve ha­ra­mı beyan eder. Artık. Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiçbir şeyi şerik etme­yi­niz. O’ndan hakkıyla sakınınız.
“Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de teyit etsin.
“Allah’ın kelâmıyla birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki Allahü Teâlâ ahdini bozanlara gazap eder.
“Allah’ın selamı üzerinize olsun!”[8]
Akabe’deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi bel­delerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına dair söz vermiş­ler­di.
Önce, Re­sûl-i Ekrem onların yur­duna gelip bir müddet Kuba’da ika­met bu­yur­duktan sonra, bu sefer bizzat Medine’ye girmek üzere bulunduğun­dan, ar­tık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiş demekti.
Bu sebeple Re­sû­lul­lah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenab-ı Hakk’ın, ahdini bozanlara gazap edeceğini be­yan etmekle sözlerine son veri­yor­du.

________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 137; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 233.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 138; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 233.
[3] Halebî, İnsan, c. 2, s. 233.
[4] Tevbe, 108.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 227-229.
[6] Bakara, 207.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 146.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 147.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Ku­reyş müşrikleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin vücudunu ortadan kaldır­mak için kat’î karar almışlardı ve bunun için faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu sırada Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne hicret emrini verdi.
Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in evine her gün sabah veya akşam vakitlerinde uğrardı. Fakat hicret emrini aldığı gün, öğle vakti sıcağında, âdeti olmadığı bir saatte başını sararak Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Efendimizin gel­diği haber verilence, Hz. Ebû Bekir şaşırdı ve “Vallahi, Re­sû­lul­lah bu saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var!” diye konuştu. Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu ve “Anam babam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Ne haber var?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve Me­di­ne’ye hicret etmeye izin verdi” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir merakla, “Senin refakatinle şereflenecek miyim yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz “Evet...” deyince, gönlüne sürur, gözlerine sevinç gözyaşları doldu.
Hz. Âişe, “O güne kadar, bir insanın sevincinden böylesine ağladığını gör­memiştim!”[1]diyerek, muhterem babasının o andaki sevincini dile getirmek is­temiştir.
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir, Medine’ye kadar kendilerine kılavuzluk et­mek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde dur­masıyla tanınmış biri olan Abdullah b. Üreykit’le anlaştılar. İki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gece sonra Sevr dağı eteğinde buluşmak üzere sözleştiler.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in yanından ayrılarak Hâne-i Sâadetine döndü.[2]

Hz. Cebrail’in İhbarı

Bu sırada vahiy meleği Cebrail (a.s.) gelip, Peygamber Efendimize müşrik­lerin kararını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle açıkladı:
“Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı ve “Yatağımda bu gece yat, uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiç­bir zarar erişmeyecektir!” dedi.
Ayrıca Hz. Ali’ye, kendisine teslim edilen emanetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmasını emretti.
Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emin” lakabını verdikleri Resûl-i Kibriya Efen­dimize, son derece güvenirler ve en kıymetli eşyalarını, saklayamamaktan kork­tukları için ona teslim ederlerdi. Ku­reyş ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da kendilerinde emanet olarak birçok kıymetli eşya vardı. Ama o, bu karara rağmen, emanetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali’ye emretmekle, bir kere daha büyüklüğünü ve emanete sadâkatini ortaya ko­yuyordu.

Pey­gam­be­ri­mizin Evinin Kuşatılması

Plân gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriya Efendimizin evinin önünde toplandılar. İçle­rinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye b. Halef gibi azılıları ve elebaşıları da var­dı. Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahr-i Âlem’in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, âdetlerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek, korkaklığın en âdisi sayılırdı!

Pey­gam­be­ri­mizin Hâne-i Saadetinden Çıkması

Resûl-i Kibriya Efendimiz, eli kılıçlı katillerin Hâne-i Saadetinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı başlarına attı ve Yasin Suresi’nin ilk sekiz ayetini okudu. Hiçbiri onu görmedi ve içlerinden çı­kıp gitti.
Bir müddet sonra yanlarına bir hemşehrileri uğradı; “Bu­rada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu.
“Muhammed’i bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed, sizin başınıza top­rak saçıp içinizden çıkıp gideli hayli vakit olmuş. Hele bir kere üstünüze başı­nıza bakınız!” diyerek, gözü dönmüş katillerle adeta alay etti!
Birbirlerine baktılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördü­ler. Şaşırıp kaldılar. Derhal Hâne-i Saadetin içe­risine baktılar. İçeride birinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce, “İşte, Muhammed yatıyor!” diyerek beklemeye devam ettiler; ta ortalık ağarıncaya kadar!
Sabahleyin Resûl-i Kibriya Efendimiz yerine Hz. Ali’­nin yataktan doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar ve “Vallahi, bize söylenen doğru imiş!” dediler.
Sonra da Hz. Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular.
Hz. Ali, “Bilmem!” diye cevap verince, hayrette kalıp ne yapacaklarını şaşır­dılar.
Cenab-ı Hak, bu münâsebetle indirdiği ayet-i celîlede şöyle buyurdu:
“Hani bir zamanlar o küfredenler, seni tutup bağlamaları, ya seni öldür­me­leri yahut seni (yurdundan zorla) çıkarmaları için sana tuzak kuru­yor(lar)du. Onlar bu tuzağı kurarlarken Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah, tu­zak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır.”[3]

SEVR MAĞARASINA GİDİŞ

Hâne-i Saadetinden çıkan Resûl-i Ekrem Efendimiz, doğruca Hz. Ebû Be­kir’in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir dağar­cığa bir miktar azık kondu.
Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir, evin arkasındaki küçük ka­pıdan çıktılar ve Mekke’nin aşağısındaki, güneybatısına düşen, şehre üç mil (takriben bir saat) uzaklıkta bulunan Sevr dağına doğru yol aldılar.
Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriya Efendimizin kâh önüne ge­çerek yürüyor, kâh arkasında kalarak yol alıyordu. Efendimiz, “Yâ Ebû Bekir! Niçin böyle yapı­yorsunuz?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Önünüzü arkanızı gözetlemek, sizi korumak için yâ Re­sû­lal­lah!” diye ce­vap verdi.
sevr dağı
Sevr Dağı
sevr mağarası
Sevr Mağarası

Cuma gecesi Sevr mağarasına vardılar.
Hz. Ebû Bekir’i Yılanın Sokması
Mağara oldukça ıssızdı. Önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Yeri temizleyip dü­zeltti. Mağaradaki delikleri, izarını yırtarak tıkadı. İzarı yetmeyince, geriye ka­lan bir deliğe de ayağını dayadı. Sonra Fahr-i Âlem Efendimizi içeriye davet et­ti. Resûl-i Ekrem içeri girdi ve mübarek başını Sıd­dık-ı Ek­ber’in dizine daya­yarak uyudu.
Az sonra, Hz. Ebû Bekir, deliğe dayadığı ayağında müt­hiş bir acı hissetti. Yı­lan ısırması olduğunu anladı. Fakat delikten ayağını çekmedi. Hatta Kâina­tın Efendisi uykudan uyanabilir diye yerinden bile kımıldanmadı! Canı öyle­sine acıdı ki gözlerinden ister istemez yaş aktı. Akan gözyaşlarının birkaç dam­lası mübarek yüzlerine damlayınca Resûl-i Kibriya Efendimiz uyandı ve “Ne var yâ Ebû Bekir?” diye sordu.
Sadâkat timsâli Hz. Ebû Bekir, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ayağımı bir şey sok­tu. Ama mühim değil! Anam babam sana feda olsun!” diye cevap verdi.
Resûl-i Kibriya, yılanın soktuğu yeri mübarek tük­rü­ğüy­le mes­hetti. Allah’ın lûtfuyla acı derhal kayboldu ve Sıd­dık-ı Ekber şifa buldu.

Örümceğin Ağ Germesi, Güvercinlerin Yuva Kurması

O anda Allah’ın emriyle bir örümcek gelip mağaranın ağzına ağını gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu.[4]Bu hayvanlar, Resûl-i Kibriya ve Hz. Ebû Bekir’i bütün Ku­reyş’e karşı korumak için nöbettarlık etmeye başlıyor­lardı!

Mekke’nin Köşe Bucak Aranması

Resûl-i Kibriya Efendimizi Hâne-i Saadetinde bulamayan müşrikler, fazla­sıyla sıkılıp üzüldüler. Derhal Mekke’nin her tarafını didik didik aramaya ko­yuldular. Hz. Ebû Bekir’in evine vardılar. Onu da bulamayınca büsbütün öfke­lendiler.
Mekke’de Resûl-i Kibriya Efendimizi bulamayınca, bu se­fer tellal çağırttılar: “Muhammed’i veya Ebû Bekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve veri­riz!”
İçlerinde ne kadar hırsız, cani ve gözü dönmüş var ise, bu ilanı duyunca, kimi eline kılıç, kimi de sopalar alarak Mekke’nin dışına çıktılar ve etrafta ko­şuşturmaya başladılar.
Arayıcılar, yanlarına Müdlicoğullarından iki iz takip edici de almışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Be­kir’in izlerini buldular. Takip ede ede ge­lip Sevr dağının eteklerine dayandılar.
İzcilerden biri, “Vallahi” dedi. “Onlar, şu mağaradan ileri geçmemişlerdir! İz burada kesiliyor!”
İçlerinden bir kısmı, Ümeyye b. Halef’le beraber mağaranın ağzına kadar gel­diler.

Hz. Ebû Bekir’in Hüznü

Bu sırada Sevgili Pey­gam­be­ri­miz ile Hz. Ebû Bekir onları görüyor, fakat müş­rikler onları göremiyorlardı.
Hz. Ebû Bekir, fazlasıyla telâşa kapıldı ve üzüldü. “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Beni öldürseler de gam çekmem! Ben, ni­hayet bir ferdim. Ama, Allah göster­mesin, sana bir zarar ve ziyan eriştirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helâkine sebep olur!”
Resûl-i Kibriya, kemâl-i emniyet içinde,ا“Üzülme, Al­lah bizimle beraberdir” buyurarak ona teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir yine “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Onlardan birisi eğilip de ayakla­rı­nın dibinden bir bakıverse, bizi görür!”
Fahr-i Âlem Efendimiz, yine emin ve mütevekkil bir şekilde, “Yâ Ebû Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen âkıbetin ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanırsın?”[5]buyurdu. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in iç ferah­lığa kavuşması için Cenab-ı Hak­k’a dua etti.[6]
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’inde bu hadiseye şu ayetiyle işaret eder:
“Eğer siz ona (Resûlüme) yardım etmezseniz, (hatırlayın ki) kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman bizzat Allah ona yardım etmişti. Yine de O, nusretini esirgemez. O öyle bir zamandı ki Re­sû­lul­lah (ancak) ikinin ikincisin­den ibaretti (bir tek yanında Ebû Bekir vardı). O zaman onlar, (Sevr dağının tepe­sindeki) mağaradaydılar. Peygamber o vakit arkadaşına, ‘Mahzun olma! Allah, hiç şüp­he yok, bizimle beraberdir’ diyordu. Allah o (arkadaşının) üze­rine (kalbine) sekînetini (kuvve-i mânevîyesini) indirmiş, onu (ha­bi­bini) gör­mediğiniz (mânevî) ordularla teyit etmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) al­çaltmıştı. Allah’ın kelimesi (tevhid kelimesi) ise, çok yücedir. Allah, mutlak gâlibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”[7]

Örümcek ve Güvercinlerin Nöbettarlığı

Sevr mağarasına oldukça yaklaşan müşrikler, “Şu mağarayı da arayalım” dediler.
Konuşulanları Fahr-i Kâinat Efendimizle Sıddık-ı Ek­ber duyuyorlardı.
İçlerinden biri mağaranın ağzına geldi; fakat içeri girip bakma lüzumu his­setmeden geri döndü.
“Neden girip içeri bakmadın?” diye sordular.
“Mağaranın ağzında iki yabanî güvercinin yuva kurduğunu gördüm. Ora­da olduklarına asla ihtimal vermem!” diye cevap verdi.
Azılı müşrik Ümeyye b. Halef ise, arkadaşlarına hiddetli hid­detli şöyle ses­lendi:
“Hâlâ mağaranın orada ne dolaşıp duruyorsunuz? Orada örümceğin ağ bağladığını görmüyor musunuz? Vallahi ben, bu ağın Muhammed doğmadan önce gerilmiş olduğu kanaatindeyim!”[8]
Bunun üzerine mağaranın yanından uzaklaştılar.
Böylece Cenab-ı Hak, nöbetçi tayin ettiği bir örümcek ve iki yabanî güver­cinle, Sevgili Resûlünü bütün Ku­reyş’e karşı korumuş oluyordu!

Mağarada Geçen Günler

Perşembe günü geceleyin Sevr mağarasına, Hz. Ebû Bekir’le birlikte giren Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, Cuma, Cumartesi ve Pazar gecelerini orada geçirdi. Üç gün üç gece mağarada gizlenmeleri, tedbir içindi. Müşrikler bu zaman zar­fında, onların Mekke civarından uzak­laşmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece takiplerini gevşetmiş olacaklardı. Nitekim de öyle oldu.
Mağarada gizlendikleri zaman zarfında, Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, al­dığı tâlimat üzere gündüzleri Ku­reyşliler arasında dolaşıyor, ne konuştukla­rını, neler düşündüklerini öğ­rendikten sonra, geceleri gelip Resûl-i Ekrem’e haber veriyordu. Geceyi oraya geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke’ye geri dönüyordu.
Diğer taraftan, Hz. Ebû Bekir’in kölesi Âmir b. Fuheyre de, o civarda ko­yunla­rını güdüyor, hem Abdullah’ın izlerini yok ediyor, hem de onlara süt gö­türüyordu.
Böylece, üç gün üç gece hayat da geride kalmış oluyordu. Ku­reyşlilerin Re­sûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir hakkındaki ara­ma tara­maları da bir derece gevşe­mişti. Hz. Abdullah’ın Mekke’den getirdiği haber bu meyandaydı!
Bu arada, daha evvel kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak tutulan Abdullah b. Üreykit de, kendisine teslim edilen iki deveyle birlikte kendi devesi de ya­nında bulunduğu halde Pazartesi günü seher vakti Sevr dağının eteğinde gö­ründü.

Hz. Esmâ’nın Yol Azığı Getirmesi!

Peygamber Efendimiz ve beraberindekilere yol azığı olarak bir koyun ke­silmiş, eti pişirilmişti. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.anha), bunu bir dağarcığa ko­yup bir tulum suyla birlikte mağaraya getirdi.
Hz. Esmâ, dağarcık ve tulumun ağzını bağlamak için bağ getirmeyi unut­muştu. Mağaradan hareket edileceği sırada civarda bağlayacak bir şey bula­mayınca belindeki kuşağı yırtıp iki parçaya ayır­dı. Bir parçasıyla yemek dağar­cığının, diğer parçasıyla su tulumunun ağzını bağladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Esmâ’ya cennette iki kuşak var!” buyurdu.
Bu sebeple, Hz. Esmâ’ya “Zatü’n-Nıtakayn [İki Kuşak Sahibi]” denilmiş­tir.[9]

SEVR MAĞARASINDAN AYRILIŞ!

Rebiülevvel ayının dördüncü Pazartesi günü idi.
Mağaradan hareket saati gelmişti.
Hz. Ebû Bekir, iki devesinden en üstün olanını Resûl-i Kibriya Efendimize takdim ederek, “Anam babam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah, buyur bin!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ben, benim olmayan deveye binmem!” diye karşılık verdi.
Hz. Ebû Bekir tekrar, “O senindir! Babam anam sana feda olsun, buyur bin!” dedi.
Resûl-i Ekrem, yine “Binmem” dedi. “Satın aldığın bedeli bana söyleme­dik­çe binmem!”
Mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin fiyatını söyledi ve Pey­gam­be­ri­miz de onu kabul etti.
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir develerine bindiler. Hz. Ebû Bekir, yolda ken­dilerine hizmet etsin diye terkisine azatlı siyah kölesi Amir b. Füheyre’yi de aldı.
Yol göstermekte oldukça mâhir olan Abdullah b. Üreykit önlerine düştü. Sevr mağarasından ayrıldılar.

Pey­gam­be­ri­mizin Mekke’ye Hitabı

Resûl-i Kibriya Efendimiz, doğup büyüdüğü mübarek şehirden ayrılıyordu. Aşağısından geçerken Hezreve nâm mevkide devesini durdurdu. Kutsî bel­deye mahzun mahzun baktı ve “Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en ha­yırlısı, Allah katında en sevgili olanısın! Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur! Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım”[10]diyerek ona olan sevgisini dile getirdi.
Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, Habib-i Edibini teselli eden şu ayeti inzal bu­yurdu:
“Elbette, o Kur’an’ın tebliğini üzerine farz kılan Allah, seni yine döneceğin yere (Mekke’ye) döndürecektir!”[11]
Düşmanın takibini zorlaştırmak ve onu şaşırtmak gayesiyle Medine’ye doğ­ru, herkesin gittiği yoldan ayrı bir yol takip edildi. Önce, güney istikame­tinde Kızıldeniz’e yakın Tiha­me’ye gittiler. Sonra kuzeye döndüler. Denizden uzak çöl için­den sahile paralel yol aldılar. Salı günü öğleye kadar durup din­len­me­den deve sırtında yol ka­tettiler. Salı günü öğle üzeri bir gölgelikte bir nebze din­lenmek için konakladılar. Peygamber Efendimiz, isti­ra­hate çekildi. Hz. Ebû Be­kir ise, başında bir muhâfız gibi bekliyordu. Bir taraftan da etrafa göz gezdi­ri­yordu. Uzakta bir çoban gördü. Yanına gitti. Çobanın koyunundan sağdığı bir miktar sütü alıp getirdi. Resûl-i Ekrem uyanınca kendisine takdim etti. Efen­dimiz kanasıya içti.[12]

Sütsüz Keçinin Süt Verişi

Yolculuk esnasında garip hadiseler cereyan ediyordu.
Yanına varıp süt istedikleri bir çoban onlara, “Yanımda süt verecek şu keçi­den başkası yok. Fakat o da hamile oldu ve sütü çekildi” dedi.
Resûl-i Kibriya’nın şifalı ve bereketli eli keçinin memelerine uzandı. Müba­rek elleriyle, onları sığadı ve dua etti. Memeler, ânında sütle doldu. Sağılan sütü hepsi kana kana içti.
Hayretler içinde kalan çoban, “Allah aşkına, sen kimsin? Şimdiye kadar se­nin gibisine rastlamadım!” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim oduğumu söylerim; ama gördüğünü, duy­duğunu gizli tutmak şartıyla!” dedi.
Çoban, “Olur, gizli tutarım” diye söz verince, Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ben, Allah’ın Resûlü Muhammed’im!” buyurdu.
Hayreti bütün bütün artan çoban, “Demek, Ku­reyş’in ‘Yo­lunu sapıttı!’ de­diği zât sensin, öyle mi?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Onlar böyle söylüyorlar!” buyurdu.
Bunun üzerine çoban, “Ben şehâdet ederim ki sen bir peygambersin! Getir­diğin de haktır. Senin yaptığını ancak bir peygamber yapabilir! Ben, sana tâbi oldum” dedi ve orada İslamiyetle şereflendi.
Çoban, ayrıca kendileriyle gitme arzusunu da izhar etti. Fakat Resûl-i Ek­rem Efendimiz, “Senin buna bugün gücün yet­mez. Benim muvaffak olduğumu haber aldığın zaman bize gel, katıl” buyurdu.[13]

Kısır Keçinin Süt Vermesi

Fahr-i Âlem Efendimiz, beraberindekilerle üçüncü uğrak yerleri olan Ku­deyd mevkiine geldiler. Orada oturan Ebû Mâ­bed’in çadırı önünden geçer­ken, sa­tın almak maksadıyla, “Hur­ma veya yiyecek başka bir şey var mı?” diye sor­dular.
Ebû Mâbed o anda orada yoktu. Hanımı Âtike Ümmü Mâ­bed, “Hayır, yiye­cek bir şey yok” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tarafta zayıf bir keçi gördü. “Bunda süt yok mu?” diye sordu.
Ümmü Mâbed, “Onun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz, “İzin verirsen sağarım” dedi.
Ümmü Mâbed, sürüyle otlamaya gidemeyecek kadar zayıf olan keçiden süt çıkmayacağını biliyordu. Fakat misafire “Olmaz” deme­nin uygun düşmeyece­ğini düşünerek, “Pekâlâ, onda süt bulursan sağıver!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, gidip keçinin beline elini sürdü ve me­mesini de mübarek eliyle meshetti. Sonra, “Bismillahirrah­mâ­nir­rahîm” diyerek dua etti. Daha sonra, “Bir kab getiriniz, sağınız” buyurdu.
Sağdılar. Getirdikleri kocaman kap doldu!
Peygamber Efendimiz, önce Ümmü Mâbed’e, sonra da orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi. En sonunda kendileri içti. Tekrar sağıp içtiler. Üçüncü defa da sağıp, onu Ümmü Mâbed’e bıraktılar.
Sonra da oradan ayrılıp yollarına devam ettiler.
Az sonra, Ebû Mâbed geldi. Kab içindeki sütü görünce, “Bu ne?” diye sor­du.
Ümmü Mâbed, “Buraya mübarek bir zât geldi. Şöyle şöyle söyledi, keçiyi böyle sağdı” diyerek olup bitenleri tafsilâtıyla anlattı.
Ebû Mâbed, “Bunda bir hikmet var! O zâtın şekli ve siması nasıldı?” diye sor­du.
Ümmü Mâbed, “Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve gayet nurani yüzlü, lâtif bir adamdı” diyerek Peygamber Efendimizin şekil ve şemâilini birer birer beyan etti.
Bunun üzerine Ebû Mâbed, “Vallahi” dedi. “Bu senin tarif ettiğin zât, Ku­reyş içinde zuhur eden peygamberdir! Eğer ben burada bu­lunsaydım ona tâbi olur, beraberinde gitmeyi ondan dilerdim!”[14]
Re­sû­lul­lah’tan “Bu keçiyi (veya koyunu) kesme” diye de emir alan Ümmü Mâbed demiştir ki:
“Re­sû­lul­lah’ın memesini meshettiği o keçi (veya koyun) Hz. Ömer’in hilâfe­tinde meydana gelen, Hicret’in 18. yılındaki kıtlık ve kuraklığa kadar sağ kaldı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken, biz onu sabah ve ak­şam sağardık!”[15]

Süraka’nın Başına Gelenler

Ku­reyş’in Peygamber Efendimizi ele geçirenlere yüz deve vadettiği, Kinâne ka­bilesinden olup o havalide yaşayan Benî Müd­lic aşireti tarafından da du­yul­muştu. Sahil yolundan iki deveyle dört kişinin geçip gittiğini de işitmiş­lerdi.
Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip eden Süraka b. Mâlik de, bu mükâfatın tatlılığına kanarak, Resûl-i Ekrem Efendimizi takibe koyul­muştu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Süraka, kısa zamanda izlerini buldu. Dörtnala koşturduğu atıyla gittikçe Resûl-i Ekrem Efen­dimiz ve beraberinde­ki­lere yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Hz. Ebû Bekir, Süra­ka’nın geldiğini görünce telâşlandı.
Peygamber Efendimiz, mağarada dediği gibi, “Üzülme, Allah bizimle bera­ber­dir” dedi ve dönüp Süraka’ya baktı. Süra­ka’nın atının ayakları bir anda diz­le­rine kadar yere battı. Kurtulunca, tekrar takip etti. Fakat yine atının ayakları ye­re saplandı ve atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. O vakit anladı ki ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin!
“Yâ Muhammed!” dedi. “Dua et, kurtulayım! Sana hiç dokunmayacağım! Seni takip edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceğim!”[16]
Server-i Kâinat Efendimiz dua etti. Cenab-ı Hak, duasını kabul etti ve Süra­ka’yı o müşkîl durumdan kurtardı.
Süraka, Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardı. Kendisini tanıttı. İleride İslamiyetin her tarafa hâkim olacağı mülâhazasıyla bir emanname istedi. Re­sûl-i Kibriya Efendimiz, kendisine yazılı bir emanname verdi.
Bir rivayete göre, bu emannameyi Hz. Ebû Bekir,[17]diğer bir rivayete göre ise Âmir İbni Füheyre yazdı.[18]
Emannameyi alan Süraka, “Ey Allah’ın peygamberi! Emret, istediğini yapa­yım!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Git, öyle yap ki başkası gel­me­sin!” diye ferman etti.
Peygamber Efedimizden bu tâlimatı alan Süraka, derhal geri döndü. Arka­dan gelen Ku­reyş’in takipçilerine de, “Ben buraları arayıp taradım, kimseyi bu­lamadım. Başka tarafa bakalım” diyerek onları geri çevirdi.[19]
Kaderin tecellisine bakınız ki günün başlangıcında Sevgili Pey­gam­be­ri­mizi ele geçirmek veya öldürmek için atına atlayıp takibe çıkan Süraka, günün so­nunda aynı zâtın bir muhâfızı oluyor ve onu düşman takipçilerden korumaya çalışıyor!
Sonraları Ebû Cehil, Süraka’nın bu haline vâkıf olunca, pek ziyade gadaba geldi ve onun gayretsizliğinden bahsederek, hakkında bir kıt’a hicviye söyledi.
Mucize-i Ahmediyye’ye şahit olan Süraka da ona, “Eğer atımın ayaklarının nasıl yere gömüldüğünü göreydin, sen de Muhammed’in peygamberliğine iman ederdin!” kıt’asıyla cevap verdi.[20]
Aynı Süraka, Hicret’in 8. senesinde Resûl-i Ekrem Efen­dimizin Huneyn Ga­zâ­sı’ndan dönüşü sırasında huzur-u risâlete eman­na­mey­le gelecek ve İslami­yet­le müşerref olup, Pey­gam­be­ri­mizin iltifatına mazhar olacaktır!

Bir Çoban

Süraka döndükten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya başladı. Sanki gökten alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar fışkırıyordu!
Bu sırada onları bir çoban gördü. Ku­reyş’e haber vermek üzere son sürat Mekke’ye geldi. Fakat şehre girer girmez ne için geldiğini birden unutuverdi! Ne kadar çalıştıysa bir türlü hatırlayamadı. Mecbur olup geri döndü. Sonra an­ladı ki ona unutturulmuş![21]

Hz. Zübeyr’in Pey­gam­be­ri­mizle Karşılaşması

Hz. Zübeyr b. Avvam, Şam ticaret kafilesiyle Medine’den Mekke’ye git­mekte idi. Yolda Resûl-i Kibriya Efendimizle karşılaştı. Pey­gam­ber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’e birer beyaz Şam maşlahı giydirdi. Medineli Müslümanlar­dan birinin, “Re­sû­lul­lah ve arkadaşları geciktiler” dediğini haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, hareketini süratlen­dirdi.[22]
Mekke’ye gelip işlerini yoluna koyan Hz. Zübeyr b. Avvam da Me­dine’ye hic­ret etmiştir.

Büreyde’nin Müslüman Olması

Deve sırtında süratle yol alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, beraberindekilerle gelip Amim denilen mevkiye ulaştı.
Sehmoğulları yurdu buraya yakın idi. Reislerinden Bü­reyde b. Husayb, Ku­reyş’in yüz deve vaadini işitmiş olduğundan yanına seksen kadar adamını da alarak gelip Peygamber Efendimize kavuştu.
Resûl-i Ekrem ona, “Sen kimsin?” diye sordu.
“Ben, Büreyde’yim” deyince, Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir! İşimiz, serinledi ve düzeldi” dedi.
Pey­gam­be­ri­miz tekrar Büreyde’ye, “Kimlerdensin?” diye sordu:
“Eslem kabilesindenim” cevabını verdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, yine Hz. Ebû Bekir’e dönerek, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Selamete erdik!”
Peygamber Efendimiz, “Eslem’in hangi kolundansın?” diye sordu.
Büreyde, “Sehmoğullarındanım” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, Hz, Ebû Bekir’e, “Yâ Ebû Be­kir! Okun çıktı” bu­yurdu.
Fahr-i Kâinat, kat’iyyen tatayyur[23]etmezdi. Yalnız güzel şeylerde, hase­nat­ta tefeül ederdi, yani hayra yorardı. Onun için Bü­rey­de’ye rastlamasını iyi bir hal ve alâmet saydı.
Bu sefer Fahr-i Kâinat’ın akvâl ve etvarındaki metanet ve ağırbaşlılığa, lisa­nındaki düzgünlüğe musahhar ve hayran olan Bürey­de, “Peki, ya sen kimsin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Ben, Ab­dül­mut­ta­lib’in oğlu Abdullah’­ın oğlu Mu­ham­med’im ve Allah’ın Resûlüyüm” dedi ve onu İslam’a davet etti.
Büreyde, davete derhal icabet etti ve beraberindekilerle birlikte şehâdet ke­li­mesi getirerek Müslüman oldu.[24]
Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirdi.
Sabah olunca Büreyde, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Yanında bir bayrak olmadan Medine’ye girmen doğru olmaz!”
Sonra da sarığını çıkarıp mızrağının ucuna bağladı. Me­dine’ye girinceye kadar Peygamber Efendimizin önünde onu taşıyarak yürüdü.
Resûl-i Kibriya Efendimiz Büreyde hakkında, “Ashabımdan bir zât, bir mem­lekette vefat edecektir. O, kıyamet gününde, o memleketin nuru ve o memleket halkının önderi olacaktır” buyurmuştur.[25]
Hakikaten Büreyde Hazretleri, İslam uğrunda büyük fedakârlıklarda bu­lundu, İslam mücahitleriyle Horasan’a kadar gitti ve Merv’de vefat etti.[26]

______________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 128-129.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 128-129; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 227-228; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332; Taberî, Tarih, c. 2, s. 245; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181.
[3] Enfâl, 30.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 228; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 182.
[5] Müslim, Sahih, c. 7, s. 106; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 4.
[6] İsfahanî, Delâil, s. 278.
[7] Tevbe, 40.
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 229; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 332; Taberî, Ta­rih, c. 2, s. 247.
[10] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176.
[11] Kasas, 85.
[12] Müslim, Sahih, c. 8, s. 236; İsfahanî, Delâil, s. 279.
[13] İsfahanî, a.g.e., s. 279.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 230-231; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 259; İbn Sey­yid, a.g.e., c. 1, s. 188.
[15] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 220.
[16] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 134; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 232; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332-333; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 184-185.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 135; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[18] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333; İbn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 185.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 232; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 219-22; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[20] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 220.
[21] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 688; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 145.
[22] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333.
[23] “Tatayyur”, eşya ve hadiseler ile bilhassa kuşların uçuş tarzları ve ötüşleri ile te­şe­üm etmek, yani uğursuz saymak demektir.
[24] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 241-242; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 471; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 1, s. 176.
[25] İbn Esir, a.g.e., c. 1, s. 176.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 242; İbn Esir, a.g.e., c. 1, s. 175.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget