Zeyd b. Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında küçük bir çocuk iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının yanında, bir başka kabilenin baskını sırasında esir alınmıştı. Esirler pazarından da, Hz. Hatice’nin yeğeni Hâkim b. Hizan tarafından dört yüz dirheme satın alınıp Mekke’ye getirilmişti.[1]Hz. Hatice, Zeyd’i yeğeninden almış ve evinde barındırıyordu.
Bu sırada Efendimiz, Hz. Hatice’yle evli bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem, bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple, Hz. Hatice’den onu kendisine bağışlamasını istedi. Muhterem zevceleri, Peygamberimizin bu arzusunu yerine getirdi.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, onu alır almaz azat etti.[2]
Her zaman hürriyeti benimseyen ve seven bir büyük insandı o... Her yaşında insanlara, onların vazgeçilmez hak ve hürriyetlerine son derece hürmetkâr ve riayetkârdı. Fani hayatının son ânına kadar bu eşsiz ulvî duygusu ve hasleti her zaman kemâl derecesinde tecelli edecektir!
Zeyd, belirttiğimiz gibi, henüz küçük bir çocuktu.
Ebeveyni, onun nereye götürüldüğünü, kime satıldığını bilmiyordu. Harise ailesi, çocukları için her gün gözyaşı döküyordu.
Babası Harise, evde duramaz olmuştu. Diyar diyar dolaşıyor, sormadık kabile ve uğramadık yurt bırakmıyordu. Biricik oğlu Zeyd için şiirler söylene söylene geziyordu.
Küçük Zeyd ise, sanki anne babasını unutuvermişti. Mesut ailenin saadeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarmış ve adeta onun ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Rahatı yerindeydi, Kâinatın Efendisiyle kaynaşmıştı. Onun şefkatli kanatları arasında mesuttu, sevinçli ve huzurlu idi.
Zeyd’in Yeri Tespit Edildi!
Günün birinde Kelb kabilesinden birkaç kişi, Kâbe’yi ziyarete geldi. Bu arada, Zeyd’i gördüler ve kendisiyle sohbet edince de tanıdılar.
Babasının, annesinin durmadan kendisi için gözyaşı döktüklerini, hasretiyle yanıp tutuştuklarını Zeyd’e anlattılar.
Fakat Zeyd, gayet sâkin ve rahat idi. Anne şefkati ve baba sevgisinden daha ulvî ve kutsî şeylere mazhar olmanın gönül rahatlığı içinde, onlara cevabı şu oldu:
“Annemin babamın benim için gözyaşı döktüklerini biliyorum. Sadece sizden, şu söyleyeceklerimin onlara ulaştırılmasını istiyorum:
“‘Ben, her ne kadar uzaklarda bulunuyor isem de, kavmimle haber gönderdim ki hac merasimi yapılan belli yerler yanındaki Beytullah’ta oturuyor, hizmet ediyorum. Artık aradığınızı elde etmek için son gücünüzü harcamaktan, uzun uzun yollar katetmekten, develeri yeryüzünde koşturup durmaktan vazgeçin! Allah’a hamdederim ki ben şimdi, öyle hayırlı, öyle şerefli bir aile içinde bulunuyorum ki Maad’ın sulbünden —uludan uluya geçerek gelmiş olan— en şerefliler, bu ailedendir!’”[3]
Bu haberi alan Harise, kardeşi Kâ’b’la birlikte yanına fazla miktarda akçe de alarak Zeyd’i kurtarmak için derhal Mekke’ye geldi. Sorup soruşturup Resûl-i Ekrem Efendimizi buldu ve “Ey Kureyş Kavminin Efendisi, efendisinin oğlu! Siz, Harem halkı ve Harem-i Şerif’in komşususunuz! Beytullah’ın yanında esirlerin esaret bağlarını çözer ve karınlarını doyurursunuz!” diye konuştuktan sonra, asıl maksadını şöyle arz etti:
“Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Sen bizi memnun ve râzı edecek bir fidye-i necat [kurtuluş akçesi] iste; biz sana onu verelim, oğlumuzu serbest bırak!”
Nebiyy-i Ekrem, “Oğlunuz kimdir?” diye sordu.
“Zeyd b. Hârise...” dediler.
Peygamberimiz, “Bundan başka bir istediğiniz var mı?” dedi.
Onlar, “Hayır, başka isteğimiz yok” cevabını verdiler.
Bunun üzerine, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Zeyd’i çağırın! Dilediğini yapmakta serbest bırakın! Eğer, sizi tercih ederse fidye-i necat almaksızın o sizindir, alın götürün; yok, eğer beni tercih ederse vallahi ben, beni tercih edene, kimseyi tercih etmem!”[4]diye konuştu.
Harise ve kardeşi, Efendimizin bu konuşmasından memnun oldular ve “Sen” dediler. “Bize karşı çok insaflı davrandın!”
Huzura gelen Zeyd’e Efendimiz, “Şunları tanıyor musun?” diye sordu.
Zeyd, “Evet, tanıyorum” dedi.
Peygamberimiz tekrar, “Kimdir onlar?” dedi.
Zeyd, “Bu babamdır, şu da amcamdır” cevabını verdi.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Zeyd’e, “Sen, benim kim olduğumu öğrendin. Sana olan şefkat ve sevgimi de gördün. O halde ya beni tercih et, yanımda kal; ya onları tercih et, git” diyerek, onu tercihinde serbest bıraktı.
Zeyd’in cevabı şu oldu:
“Ben hiçbir kimseyi sana tercih etmem! Sen, benim için anne ve baba makamındasın!”
Oğlunun bu cevabı karşısında şaşıran ve sarsılan baba Harise hiddetle, “Yazıklar olsun sana!” dedi. “Demek ki sen köleliği; hürriyete, anne babana, amcana ve ev halkına tercih ediyorsun!”
Fakat Zeyd, babasıyla aynı kanaatte değildi. “Babacığım!” dedi. “Ben, bu zâttan öyle şeyler gördüm ki kendisine hiçbir zaman bir kimseyi tercih edemem!”[5]
Küçük Zeyd böylece Resûl-i Ekrem Efendimize olan sadâkat ve bağlılığını ispatlamıştı. Kader, ona nurlu ve parlak bir istikbâl hazırlıyordu. Bu hali, onun ilk müjdesiydi.
Efendimizin, Zeyd’i Evlat Edinmesi!
Peygamber Efendimiz, Zeyd’e bu eşsiz bağlılığın mükâfatını vermede gecikmedi. Hemen elinden tutarak, onu Kureyş’in oturduğu Hıcır mahalline götürdü ve halka şöyle hitap etti:
“Ey hazır bulunanlar! Şahit olunuz ki bundan böyle Zeyd, benim oğlumdur. Ben ona vârisim, o da bana vâristir.”
Mekkeliler, birini evlat edinmek istedikleri zaman böyle yaparlardı. Efendimiz de onların bu âdetlerine uyarak, Zeyd’i böylece kendisine evlat edinmiş oldu.
Peygamber Efendimizin bu güzel davranışı, şaşkın ve dalgın duran Harise’nin mahzun gönlünde sevinç rüzgârı estirdi: Demek ki oğlu emin bir elde bulunuyordu!
Gönül huzuru içinde Harise, oğlunu Kâinatın Efendisinin yanında bırakarak yurduna döndü.[6]
Bundan sonra, Mekke’de herkes Zeyd’i, “Muhammed’in oğlu Zeyd...” diye çağırmaya başladı.
Efendimiz, peygamberlik vazifesiyle memur edilip vahiy gelmeye başlayınca, evlatlıkların kendi öz babalarının adlarıyla çağrılmaları emredildi.[7]Bunun üzerine Hz. Zeyd, babasının ismiyle, “Harise oğlu Zeyd” diye çağrıldı.
Bu konuda ayet-i kerimede meâlen şöyle buyrulur:
“Evlatları, babalarına nisbet ederek çağırın! Allah katında, bu, daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar (Kendilerini “kardeşim” veya “dostum” diye çağırın).[8]
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.), bu hususu şöyle ifade etmiştir:
“Biz, ‘Evlatları babalarının adıyla çağırın’ ayeti ininceye kadar Zeyd’i ‘Harise oğlu Zeyd’ diye değil, ‘Muhammed oğlu Zeyd’ diye çağırırdık.”[9]
Ayrıca bu ayetle, evlatlıkların, evlat edinen kimseye vâris olması hükmü de ortadan kaldırıldı.
Hz. Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi müteakip derhal İslam’ın sînesine koşacak ve “üçüncü Müslüman” olma şerefine erecektir.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyd’i fazlasıyla severdi. Zaman zaman kendisine, “Ey Zeyd! Sen, kardeşimiz ve azatlımızsın”[10]diyerek iltifatta bulunurdu.
Resûl-i Ekrem, daha sonra çok sevdiği bu büyük insanı, dadısı Ümmü Eymen’le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Üsame Hazretleri dünyaya gelecektir!
_________________________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 497; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 224; İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 563.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 497.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 41; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 563.
[7] Ahzab, 5, 40.
[8] Ahzab, 5.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43; Buharî, Sahih, c. 3, s. 174; Müslim, Sahih, c. 3, s. 131.
[10] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 303.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 497.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 41; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 563.
[7] Ahzab, 5, 40.
[8] Ahzab, 5.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43; Buharî, Sahih, c. 3, s. 174; Müslim, Sahih, c. 3, s. 131.
[10] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 303.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.