Resûl-i Ekrem, Taiflilerin insafsız ve âdice hücum ve hakaretlerine hedef olduğunda ve Mekke’ye döndüğünde müşriklerin daha da şiddetli muhalefet ve eziyetleriyle karşı karşıya kaldığı halde, iman ve İslam’ı tebliğden bir an bile geri durmadı. Aksine, Taif dönüşü, İslam’a davet dairesini daha da genişletti ve kabileleri İslam’a davete başladı.
Bir davanın hızla intişarı, şüphesiz, sağlam ve seviyeli müntesiplerinin çokluğuyla doğru orantılıdır. Resûl-i Ekrem de bu gerçeği göz önünde bulundurarak, hem imana davet etmek, hem de Kureyş müşriklerine karşı bir kuvvet olarak kullanmak gayesiyle hac mevsiminde Mekke etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri arasında dolaşıyordu.
Görüştüğü kabile ileri gelenlerinin her biri, ayrı ayrı bahaneler ileri sürerek İslam’a girmekten uzak duruyorlardı. İçlerinde Müslüman olma arzusunu izhar edenler var idiyse de, bunların İslam safına katılmalarına engel olunuyordu.
İslam’a davet edilen bazı kabileler ise, davete icabet etmedikleri gibi, Efendimize hakaretvâri sözler de söylüyorlardı.
Resûlullah’ın dolaştığı yerlere müşrikler de gidiyor, onu adeta bir gölge gibi takip ediyorlardı. Kabile fertlerinin İslamiyetten uzak durmalarında, şüphesiz, müşriklerin menfi, yalan ve iftira üzerine kurulu propagandalarının büyük rolü vardı.
Resûl-i Ekrem, her sene belirli mevsimlerde kurulan Ukaz, Mecenne, Zü’l-Mecaz panayırlarını (bir nevi fuar) gezmeyi, buraya gelmiş bulunan kabilelerle görüşmeyi, halkına Kur’an okuyup onları İslam’a davet etmeyi asla ihmâl etmezdi. Ne var ki o, bu kutsî gayeyle halk arasında dolaşırken, Ebû Leheb de ardı sıra geziyor ve “Muhammed, atalarının dininden döndü, yalanlar uyduruyor; ona kanmayın!” diyor, halkın kendisiyle temas etmesine mani olmaya çalışıyordu.
Peygamber Efendimiz, kabileler arasında dolaşıp tebliğ vazifesinde bulunurken, kabilenin bütün fertleriyle değil, çoğu zaman sadece ileri gelenleri, reisleriyle görüşüyor, konuşuyor ve İslam’ı onlara anlatıyordu. Çünkü kabile fertlerinin, reislerine sarsılmaz bir bağlılık ve hürmetleri vardı. Reislerinin İslam’ı benimsemesi demek, tamamının mü’minler safında yer alması demekti. Bu bakımdan Allah Resûlü, kısa yoldan netice elde edebilecek metodu takip ediyordu.
Resûl-i Ekrem’in bu tarz bir usûl takip etmesinde, hak ve hakikati tebliğde mühim bir prensibi tespit etmiş oluyoruz: Hak ve hakikate davete, mümkünse önce beldenin ileri gelenlerinden, hatırı sayılır ve herkesin saygısını kazanmış kimselerden başlamalıdır. Bir beldenin veya bir kabilenin ileri gelenlerinin hak ve hakikati kabul etmesi, şüphesiz halkın da süratle aynı davayı benimsemesini kolaylaştıracaktır!
MEDİNELİ İLK MÜSLÜMANLAR
Bi’setin 11. senesi hac mevsimi idi.
Mekke’ye yarımadanın muhtelif yerlerinden birçok hacı namzedi gelmişti. Bunlar arasında Medine halkından da bazı kimseler vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hac mevsiminde âdetleri olduğu üzere kabileler arasında dolaşıp onları İslam dinine davet ederken, Akabe mevkii yakınında altı kişiden ibaret olan bu Medineli kafileye rastgeldi. Onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordu.
“Hazreç kabilesindeniz” diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz, “Yahudilerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?” diye sordu.
“Evet...” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Otursanız da, sizinle biraz konuşsak olmaz mı?” dedi.
“Olur” deyip oturdular.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, onları Allah’ın varlık ve birliğine imana çağırdı. İbrahim Suresi’nden bir bölüm tilavet buyurdu ve onları İslam dinine davet etti.[1]
Onlar, “Gâlib İbn Fihr (Peygamberimizin 9. dedesi) evladından bir peygamber gelecek” diye kendi ihtiyarlarından işitirlermiş.
Ayrıca Medine’de oturan Yahudiler ile iki kardeşten türemiş Hazreç ve Evs kabileleri arasında eskiden beri devam edegelen bir husumet ve anlaşmazlık vardı. Kâh barışırlar, kâh bozuşurlardı.
Yahudiler, ehl-i kitap ve ilim sahibi idiler; Evs ve Hazreçliler ise Allah’a şerik koşar, puta taparlardı.
Ne zaman Yahudilerle araları açılsa, Yahudiler onlara, “Beklenen peygamber gelmek üzeredir. Gelince, biz ona tâbi olacak, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız!” der, dururlardı.
Bu sefer Resûl-i Kibriya Efendimiz, onları İslam’a davet edince, birbirlerine bakıştılar ve aralarında, “Vallahi, bu bize, Yahudilerin geleceğini haber verdikleri peygamber olsa gerektir! Sakın, Yahudiler ona inanmakta bizi geçmesinler!” diye konuşarak hemen iman ettiler ve Peygamber Efendimizin huzurunda kelime-i şehâdet getirdiler.[2]
Sonra da Resûl-i Kibriya Efendimize hitaben şöyle konuştular:
“Kavmimiz birbirlerine kin ve düşmanlık besledikleri gibi, başka bir kavimle de aralarında kötülük ve düşmanlık vardır. Umulur ki Allah, onları da sâyenizde bir araya toplar. Biz hemen dönüp, onları da senin anlattıklarına davet edeceğiz. Eğer Allah, onları bu din üzerinde bir araya getirir, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olamaz!”[3]
Resûl-i Kibriya Efendimizin davetine icabet edip İslamiyetle müşerref olan Medineli ilk altı zât şunlardı:
Ebû Ümâme Es’ad b. Zürâre
Avf b. Hâris,
Rafi’ b. Mâlik,
Ukbe b. Âmir,
Cabir b. Abdullah b. Riab.[4]
Bu altı zât, kabileleri tarafından hatırı sayılır ve sevilir kimselerdi. Bu sebeple, Medine’ye dönüp, akrabalarına Peygamber Efendimizi anlatıp, onları İslam’a davet edince İslamiyet, Medine içinde bir anda yankı yaptı. Allah ve Resûlullah sadâsı şehrin ufuklarını sardı. Şehirde, Peygamberimiz ve İslam’ın anılmadığı ev hemen hemen kalmamış gibiydi!
Böylece, Medine’ye, İslam nurundan parıltılar götürme bahtiyarlığına bu altı zât ermişti. Medine’ye parıltıları ulaşan ebedî nur, artık birdenbire burada parlayacak ve kısa bir zaman sonra şehri, İslam devletinin merkezi haline getirecekti.
______________________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 70; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 217; Taberî, Tarih, c. 2, s. 234.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 70; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 217; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 71; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 71; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 218-219; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234-235.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 70; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 217; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 71; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 71; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 218-219; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234-235.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.