Medineli Müslümanlar, Resûl-i Kibriya Efendimizin Mekke’den Medine’ye gelmek üzere yola çıktığını duymuşlardı. Bunun için her gün sabah namazından sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar yolunu heyecan ve sabırsızlıkla beklerlerdi.
Yine bir gün teşrif-i Nebevîyi uzun uzun beklemişler, gelmediğini ve etrafını da şiddetli sıcaklığın bastığını görünce evlerine geri dönmüşlerdi.
Bu sırada bir işi için evinin damına çıkmış olan bir Yahudi, beyazlara bürünmüş birkaç kişinin çölün sıcaklığını, serap ve sisleri yara yara gelmekte olduğunu gördü. Müslümanların, Hz. Resûlullah’ı günlerden beri beklemekte olduğunu biliyordu. Kendisini tutamayarak, “Ey Arap topluluğu! İşte, beklediğiniz devletliniz geliyor!” diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.[1]
Bu müjde, Medine sokaklarında bir şimşek gibi çaktı. Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü insanlığa huzur ve saadet sunan zât geliyordu! Müslümanlar derhal silahlanıp o tarafa doğru koştular.
Karşılayıcılar, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir’e, bir hurma ağacının gölgesinde dinlenirken kavuştular. Hz. Ebû Bekir, başucunda ayakta duruyordu! Günlerden beri yolunu heyecan, sabırsızlık ve muhabbetle bekledikleri ak maşlaha bürünmüş Kâinatın Efendisini selamladılar, nur saçan mübarek simasını temâşâya başladılar.
Hurma ağacının gölgesinde bir müddet yorgunluğunu gideren Resûl-i Kibriya, daha sonra beraberindekiler ve karşılayıcılar ile birlikte Medine’nin sağ tarafına düşen Kuba köyüne doğru yoluna devam etti.
Rebiülevvel ayının çok sıcak bir Pazartesi günü idi.
Güneş, ateşten oklarını bütün şiddetiyle yeryüzüne gönderiyordu. Kuşluk vakti Resûl-i Kibriya Efendimiz, etrafındaki mü’minler halkasıyla Medine’ye bir saat kadar mesafesi olan Kuba köyüne vardı. Orada Amr b. Avfoğullarının kardeşi Gülsüm b. Hidm’in evine indi. Kızgın kumlar üzerindeki süratli yolculuk Efendimizi oldukça yormuştu. Müslümanlarla görüşmek arzusuna binaen Kuba’da bir müddet ikamet etmeye karar verdi.
Geceleri Medineli Müslümanların eşrafından oldukça yaşlı bir zât olan Gülsüm b. Hidm’in evinde kalan Efendimiz, gündüzleri ise Müslümanlarla konuşmak, sohbet etmek için ashaptan bekâr bir zât olan Sa’d b. Hayseme’nin evine giderdi. Zaten, muhacirlerin bekârları da onun evinde kalırlardı. Bu sebeple evine “Dârü’l-Uzab [Bekârlar Evi] ” denirdi.[2]
Hz. Ali’nin Gelip Efendimize Kavuşması
Hz. Ali, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle, Kureyşlilerin kendisine teslim ettikleri kıymetli eşya ve emanetlerini sahiplerine iade etmek maksadıyla Mekke’de kalmıştı.
Hz. Ali, bu vazifeyi yerine getirmiş ve Efendimizin Mekke’den ayrılışından üç gün sonra da hareket etmişti. Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Kuba’da iken gelip kavuştu. Yürümekten ayakları şişmiş ve kabarmış idi. Peygamberimiz, onu gözyaşları arasında kucakladı ve ayağının iyileşmesi için dua edip eliyle meshetti. Cenab-ı Hak ânında şifa ihsan etti. Hz. Ali’nin ayaklarında ne kabarmadan, ne de ağrı ve sızıdan eser kalmadı.[3]
KUBA MESCİDİ’NİN İNŞASI
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Amr b. Avfoğullarında on küsur gece misafir kaldı. Bu müddet zarfında Kuba Mescidi’ni tesis etti ve bu mescit içinde namaz kıldı.
Efendimizin tesis ettikleri mescitten önce, Müslümanlardan bazıları kendileri için mescit inşa etmişlerse de, İslam cemaati için ilk olarak bina olunan mescit, işte bu Kuba Mescidi’dir.
Gülsüm b. Hidm Hazretlerinin, üzerinde hurma kuruttuğu arsasında bina edilen bu ulvî mâbedin inşasında, Resûl-i Kibriya Efendimiz bizzat çalıştı. Bir seferinde kucağına güçlükle kaldırılabilecek büyükçe bir taş almışlardı. Sahabenin biri yanına varıp, “Yâ Resûlallah! Anam babam sana feda olsun! Elindekini bana ver” deyince, “Hayır vermem! Sen de başkasını al” buyurarak gayret ve faaliyetten büyük zevk aldığını ifade etmişti. Böylece ibadeti, takvâsı, sadâkati, metaneti, cesareti vesâir bütün güzel vasıflarda olduğu gibi gayret ve çalışkanlığı ile de sahabelere en güzel örnek oluyordu.
Kuba Mescidi |
Onun bu gayret ve faaliyetini müşâhede eden Müslümanlar da, aşk ve şevk içinde bıkmadan usanmadan ve zerre kadar fütur eseri göstermeden çalışıyorlardı. Mescit yapılıp bitinceye kadar Peygamber Efendimiz, çalışmaktan bir an olsun geri durmadı ve kendisini sâir Müslümanlardan farklı bir muameleye tâbi tutmadı.
Kuba Mescidi’nin Ehemmiyet ve Fazileti
Kuba Mescidi, Resûl-i Kibriya’nın hicreti ve özellikle Kuba köyüne ulaşmasıyla başlayan nurani ve muazzam bir devrin mübarek bir âbidesidir. Bu sebepledir ki Kur’an lisanıyla “Takvâ Mescidi” adı verilerek şerefli kılınmıştır. İlgili ayet-i kerimede meâlen şöyle buyrulur:
“Muhakkak bu bir mescittir ki onun temeli Medine’ye hicretin ilk gününde takvâ üzere atılmıştır. Aziz Peygamberim! Bu mescit senin, içinde namaz kılmana daha lâyıktır. Bu mescitte son derece temizliği ve nezaheti seven bir cemaat vardır. Allah da, çok temiz ve faziletli olanları sever!”[4]
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, hayatı müddetince her Cumartesi günü yaya veya binitli olarak bu mübarek mescidi ziyaret eder ve içinde namaz kılardı. Ayrıca mü’minleri de teşvik ederek, tam bir temizlik ve nezahetle bu mübarek mescitte namaz kılan kimse için bir umre sevabı olduğunu müjdelerdi.
İslamî gelişmenin önündeki engellerin yavaş yavaş bertaraf olduğu, İslam’ın inkişaf ve teâliye başladığı bir dönemde inşa edilmiş olması, Kuba Mescidi’ne ayrı bir manâ ve ehemmiyet atfeder.
Suheyb b. Sinan’ın Kuba’ya Gelişi
Suheyb b. Sinan, müşriklerin eziyet ve işkencelerine maruz kalan kimsesiz Müslümanlardan biri idi. Medine’ye hicrete Efendimiz tarafından izin verildiği sırada bir türlü fırsatını bulup Mekke’den ayrılamamıştı.
Hz. Ali’nin hicret ettiğini görünce, o da Medine’ye hicret maksadıyla hazırlanıp yola çıkmıştı. Bunu gören Mekkelilerden bazıları arkasına düşüp yetiştiler ve “Sen buraya fakir olarak geldin, yanımızda zengin oldun! Kendinle birlikte bu bol serveti de alıp götürmek istiyorsun. Buna müsaade edemeyiz!” demişlerdi.
İmanından aldığı cesaretle, bu kahraman sahabe, hemen bineğinden inmiş, çantasındaki okları çıkarıp karşısında duran Kureyş topluluğuna, “Benim, içinizde en iyi ok atanlardan biri olduğumu bilirsiniz. Yanımdaki okların hepsini atar, onlar biterse kılıcımı çalarım! Bunlardan biri elimde bulunduğu müddetçe yanıma sizi yaklaştırmam!” diye hitap etmişti.
Müşrikler, bu kahramanca seslenişe cevap vermemişlerdi. Bu İslam kahramanının kolay kolay teslim olmayacağını biliyorlardı. Bir tarafta kalbindeki Allah’a imanın verdiği hadsiz cesaretle duran Suheyb b. Sinan, diğer tarafta gönüllerine şirk ürkekliği hâkim birçok müşrik vardı.
Sonunda Suheyb, şu teklifte bulunmuştu:
“Size, bütün servetimin yerini gösterir, onu size bırakırsam, gitmeme müsaade eder misiniz?”
Gönülleri dünya malı sevgisiyle dolu müşrikler, “Evet...” demişlerdi.
Hz. Süheyb de onlara servetini bırakarak Allah yolunda dini ve imanını serbestçe yaşamak uğrunda hicretine devam etmişti.
Rebiülevvel ayının ortalarına doğru gelip Kuba’da Resûl-i Kibriya Efendimize kavuştu. Yolda gözü ağrımış, karnı ise son derece acıkmıştı. O sırada Efendimiz ve yanında bulunan Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in önünde taze yapraklı salkım halinde hurma vardı. Hz. Suheyb, hemen yaş hurmaları yemeye başladı.
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Suheyb’i görmüyor musun? Hem gözü ağrıyor, hem de yaş hurma yiyor!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Suheyb! Hem gözün ağrıyor, hem de yaş hurma yiyorsun!” buyurunca sahabe, “Yâ Resûlallah! Ben, gözümün sağlam, ağrımayan tarafıyla yiyorum!” diye lâtif bir cevap vererek Efendimizi tebessüme getirdi.
Hz. Süheyb daha sonra, “Yâ Resûlallah! Sen Mekke’den çıktığın zaman müşrikler beni yakalayıp hapsettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi satın aldım!” dedi.
Resûl-i Muhterem Efendimiz, “Suheyb kazandı! Suheyb kazandı! Ebû Yahya! Satış kârlı çıktı! Satış kârlı çıktı”[5]buyurarak, bu kahraman sahabeyi müjdeleyip sevindirdi.
Bunun üzerine şu ayet-i kerime nâzil oldu:
“İnsanlardan, Allah’ın rızasını kazanmak için canını seve seve feda edenler var! Allah ise, kullarına karşı çok şefkatlidir.”[6]
Kuba’dan Hareket
Server-i Enbiya Efendimiz, Kuba’da on küsur gece ikamet buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine’ye doğru hareket etti. Kasvâ adındaki devesinin üzerinde idi. Peşinde Hz. Ebû Bekir, sağ ve solunda ise ana tarafından dayıları olan Neccaroğullarından silahlı yüz kişi ile birçok Medineli Müslüman yer almıştı.
Manzara, düşündürücü olduğu kadar da sevindirici ve ümit verici idi. Mekke’de yalnızlıkla başbaşa bırakılmış bulunan Resûl-i Kibriya’nın etrafını şimdi, içleri nur, dışları nur yüzlerce insan sarmıştı! Dillerinde tekbir, gönüllerinde ise hadsiz sürur vardı. Kendilerine dünya ve ahiret saadetinin kaynağı olan gerçek iman ve İslam’ı sunan bu şerefli zâtın yolunu günlerden beri sabırsızlıkla beklemişlerdi. Şimdi ise ona kavuşmanın eşsiz sevincini duyarak, hissederek yaşıyorlardı.
MEDİNE’DE İLK CUMA NAMAZI
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnasında sol tarafa yönelerek Sâlim b. Avfoğulları yurduna vardı. Ranuna mevkiine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz, Ranuna vadisinin ortasındaki Cuma Mescidi’nin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı.
Bu, Peygamber Efendimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma namazı idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, burada arka arkaya iki hutbe irad buyurdu. İlk hutbesinde Allah’a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitap etti:
“Ey insanlar! Sağlığınızda ahiretiniz için tedarik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenab-ı Hak, ona diyecek. Ama nasıl diyecek? Tercümanı yok, perdedarı yok. Bizzat diyecek ki: ‘Sana benim Resûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin?’ O kimse dahi sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek! Öyle ise, her kim ki kendisini velev ki bir yarım hurmayla olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, bâri kelime-i tayyibe ile [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zira, onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevab verilir. Allah’ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun!”[7]
İkinci Hutbe
Resûl-i Kibriya, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu:
“Allah’a hamdolsun. Allah’a hamdederim ve O’ndan yardım isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın idlâl ettiğine de kimse hidayet edemez.
“Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O, birdir, şeriki yoktur.
Cuma Mescidi |
“Kelâmın en güzeli Kelâmullah’tır. Kimin ki Allah, kalbini Kur’an’la süsler ve onu kâfir iken İslam’a dâhil eder, o da Kur’an’ı sâir sözlere tercih ederse, işte o kimse felâh bulur.
“Doğrusu, Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdiğini seviniz. Allah’ı can ve gönülden seviniz. Allah’ın kelâmından ve zikrinden usanmayınız. Ve Allah’ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelâmullah, her şeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder; helâl ve haramı beyan eder. Artık. Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiçbir şeyi şerik etmeyiniz. O’ndan hakkıyla sakınınız.
“Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de teyit etsin.
“Allah’ın kelâmıyla birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki Allahü Teâlâ ahdini bozanlara gazap eder.
“Allah’ın selamı üzerinize olsun!”[8]
Akabe’deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi beldelerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.
Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet Kuba’da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine’ye girmek üzere bulunduğundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiş demekti.
Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenab-ı Hakk’ın, ahdini bozanlara gazap edeceğini beyan etmekle sözlerine son veriyordu.
________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 137; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 233.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 138; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 233.
[3] Halebî, İnsan, c. 2, s. 233.
[4] Tevbe, 108.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 227-229.
[6] Bakara, 207.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 146.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 147.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 138; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 233.
[3] Halebî, İnsan, c. 2, s. 233.
[4] Tevbe, 108.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 227-229.
[6] Bakara, 207.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 146.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 147.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.