Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Articles by "Peygamberler Ansiklopedisi"

Birincisi; şartlarına ve farzlarına uygun olarak, her gün beş kere, vakti gelince, namaz kılmaktır. Namazları; farzlarına, vâciblerine ve sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Hakk'a vererek, vakitleri geçmeden kılmalıdır. Kur'ân-ı kerîmde, namaza; “Salât” buyuruluyor. Salât, lügatte insanın duâ etmesi, meleklerin istiğfâr etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demektir. İslâmiyette salât demek; ilmihal kitaplarında bildirildiği şekilde, belli hareketleri yapmak ve belli şeyleri okumak demektir. Namaz kılmağa iftitâh tekbiri ile başlanır. Yâni erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına indirirken; "Allahü ekber" demeleri ile başlanır. Son oturuşta, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm vererek bitirilir.
İkincisi; malın zekâtını vermektir. Zekâtın mânâsı, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle gelmek demektir. İslâmiyette zekât demek; ihtiyâcından fazla ve nisâb denilen belli bir sınır miktarında zekât malı olan kimsenin, malından belli miktarını ayırıp, Kur'ân-ı kerîmde vasıfları bildirilen müslümanlara, başa kakmadan vermesi demektir. Zekât, sekiz çeşit insana verilir. Dört mezhebde de, dört türlü zekât malı vardır. Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlayan dört ayaklı kasap hayvanlarının zekâtı ve yerden biten her çeşit ihtiyaç maddesi zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta, Uşr denir. Yerden mahsul alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb miktarı olduktan bir sene sonra verilir.
Üçüncüsü; Ramazân-ı şerîf ayında, her gün oruç tutmaktır. Oruç tutmağa Savm denir. Savm, lügatte, bir şeyi bir şeyden korumak demektir. İslâmiyette; şartlarını gözeterek, Ramazân ayında, her gün üç şeyden kendini korumak demektir. Bu üç şey; yemek, içmek ve cimâdır. Ramazân ayı, gökte hilali (yeni ayı) görmekle başlar. Takvimle önceden hesap etmekle başlamaz.
Dördüncüsü; gücü yetenin, ömründe bir kere hac etmesidir. Yol emin ve beden sağlam olarak Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, ihrâmlı olarak, Kâbe-i muazzamayı tavâf etmesi ve Arafat meydanında durması farzdır.
Beşincisi; Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraşmak, yâni cihâd etmektir. Cihâda hazırlanmak ibâdettir.
Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka... gibi bölümleri vardır.
Muâmelât: Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîras... gibi bölümleri vardır.
Ukûbât: Cezalar olup başlıca beşe ayrılmaktadır. Kısas, sirkat, zinâ, kazf, riddet yâni mürted olmak cezâlarıdır.
Ahlâk: İslâmiyet, güzel ahlâk ile ahlâklanmayı, nefsi kötü huylardan temizlemeyi, iyi huylu olmayı, her cihetten iffeti ve hayâyı emreder. Bu bilgileri ve yolları öğreten ilme, tasavvuf denir.
Beden sağlığına âit bilgileri tıb ilmi öğrettiği gibi, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını da tasavvuf ilmi öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar.
İslâmiyet, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını, kısaca; ilim, amel ve ihlâsı emretmektedir. İnsanın mânen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşması, bir tayyârenin uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi yâni benzinidir. Maksada ulaşmak için tayyâre elde edilir. Yâni îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, yâni tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.
Tasavvufun iki gâyesi vardır. Birincisi; imanın vicdânileşmesi, yâni kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde Ra'd sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur." Zikr, her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O'nun rızâsına uygun iş yapmak demektir.
Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmareden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günâh olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rüyâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen marifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimize tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, O'nu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de; O'nun düşmanlarını düşman bilmek ve O'nu beğenmeyenleri sevmemektir.
Bu birkaç günlük hayat; eğer dünyâ ve âhıretin sultânı olan Muhammed aleyhisselâma tabi' olarak geçirilirse; saâdet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa O'na tâbi olmadıkça, herşey hiçtir. O'na uymadıkça her yapılan hayr, iyilik burada kalır, âhırette ele bir şey geçmez.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu ve O'nun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek, inanarak söylemek, O'nun, Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca, geniş bildirdiklerine etrâflıca inanmak ve gücü yettikçe Kelime-i şehâdeti dil ile de söylemektir. Kuvvetli îmân şöyledir ki; ateşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçtığı gibi, gönülden tam olarak Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek, O'nun rızâsına ve cemâline koşmak, gazâbından, celâletinden kaçmak ve îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleştirmektir.
Mutlaka inanmamız lâzım gelen îmânın altı şartı vardır: Birincisi; Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî mâbud ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhıret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O'dur. O'nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O'nundur. O'nda, hiç bir kusur, hiç bir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütûflar, ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olan, yarar olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Asîlerin, günâh işleyenlerin hepsini Cennet’e koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem’e atsa, adâlete muhalif olmaz. Fakat, müslümanları, ibâdet edenleri Cennet'e sokacağını, bunlara, sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennem’de sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itâat etse, O'na hiç bir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O'na hiç bir zarar vermez. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günâhı işleyip, tevbesiz ölen kimseyi dilerse affeder. Küçük günâh için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmeyeceğini, bunlara sonsuz, azâb edeceğini bildirmiştir.
Müslüman ve ehl-i kıble olup, ibâdet edip, fakat, îtikâdı Ehl-i sünnet îtikâdına uymayan ve tevbe etmeden ölen kimseye, Cehennem’de azâb edecek ise de, böyle bid’at sâhibi müslümanlar, Cehennem’de sonsuz kalmayacaktır.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde kâfirlere ve günâhı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü’minlere ise, lütûf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennet’te, cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir.
Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi, düşünülemez. Allahü teâlâda, hiç bir bakımdan, hiç bir değişiklik olmayacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir, denemez. Allahü teâlâ, hiç bir şeye hulûl etmez. Hiç bir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Her zaman, herkes ile hâzır ve her şeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihâta etmesi, beraber ve yakın olması bizim anladığımız gibi değildir. O'nun yakınlığı; âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların içyüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiç birinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhûrdur. Yâni, isimlerinden binbir tanesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksandokuzu bildirilmiştir. Bunlara; Esmâ-i hüsnâ denir.
Îmânın altı esasından ikincisi; meleklere inanmaktır. Melekler, cisimdir. Latîftir. Gaz hâlinden daha latîftirler. Nûrânîdirler. Diridirler. Akıllıdırlar. İnsanlardaki kötülükler, meleklerde yoktur. Her şekle girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, şekil aldığı gibi, melekler de güzel şekiller alabilirler. Melekler, büyük insanların bedeninden ayrılan rûhlar değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle rûh sanıyor. Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı, böyle zannetti.
Melek; elçi, haber verici veya kuvvet demektir. Çoğulu; "Melâike"dir. Melekler, her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplara îmândan önce, meleklere îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur'ân-ı kerîmde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir.
Meleklere îmân şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle sandılar. Allahü teâlâ, meleklerin hepsinden râzıdır. Allahü teâlânın emirlerine itâat ederler. Günâh işlemezler. Emirlere isyân etmezler. Erkek ve dişi değildirler. Evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sâhibi yâni diridirler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman; “Yâ Rabbî! Yeryüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?" gibi meleklerin, zelle denilen soruları, bunların masum, suçsuz olmalarına zarar vermez.
Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükû veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Bâzıları, başka meleklerin âmiridir. Bâzıları, insanların peygamberlerine haber getirir. Bâzıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna İlhâm denir. Bâzılarının, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemâli karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Her birinin belli yeri vardır. Oradan ayrılamazlar. Cennet melekleri, Cennet’tedir. Bunların büyüklerinin adı Rıdvân'dır. Cehennem meleklerine Zebânî denir. Bunlar, Cehennem’de emrolunan vazifelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez. Deniz, balığa zararlı olmadığı gibidir. Cehennem zebânîlerinin büyükleri ondokuz tanedir. En büyüğünün adı Mâlik'dir.
Her insanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe, Kirâmen kâtibin veya Hafaza melekleri denir. Hafaza meleklerinin, bunlardan başka olduğu da rivâyet edilmiştir. Sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri yazar. Soldaki, kötülükleri yazar. Kabirlerde, kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine Münker ve Nekîr denir. Mü’minlere soranlara, Mübeşşir ve Beşîr de denir.
Meleklerin birbirlerinden üstünlükleri vardır. En üstünleri dört tanedir. Bunların birincisi Cebrâil aleyhisselâmdır. Bunun vazifesi, peygamberlere vahy getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. İkincisi sûr denilen boruyu üfürecek olan İsrâfil aleyhisselâmdır. Sûru iki defâ üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. Üçüncüsü, Mikâil aleyhisselâmdır. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak ve her maddeyi hareket ettirmek, bunun vazifesidir. Dördüncüsü, Azrâil aleyhisselâmdır. İnsanların rûhunu alan budur. Bu dört melekten sonra üstün olan, dört sınıftır. Hamele-i Arş denilen melekler, dört tanedir. Kıyâmette sekiz olacaktır. Huzûr-i ilâhîde bulunan meleklere Mukarrebîn denir. Azâb meleklerinin büyüklerine Kerûbiyân denir. Rahmet meleklerine Rûhâniyân denir. Bunların hepsi, meleklerin havâssı yâni üstünleridir. Bunlar peygamberlerden başka bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından, daha efdâl, daha üstündür. Meleklerin avâmı, müslümanların avâmından, yâni âsî ve fâsıklardan efdâldir.
Îmânın altı esasından üçüncüsü; Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır. Allahü teâlâ, bu kitapları, bâzı peygamberlere, melekle okutarak, bâzılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ebedî ve ezelîdirler. Mahlûk değildirler. Bunlar, meleklerin veya peygamberlerin kendi sözleri değildir.
Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur.
Kur'ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş, hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur'ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiç bir zaman, yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmiş ve gelecekteki bütün ilimler, Kur'ân-ı kerîmde vardır. Bunun için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin en büyük mûcizesi Kur'ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cinler bir araya gelse, hepsi Kur'ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyleyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler.
Semâvî kitapların bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şit) aleyhisselâma, otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.
İnanılacak altı esastan, dördüncüsü; Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. Peygamberler, insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Yaratılış, huy, ilim ve akıl bakımından zamanlarında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem kimselerdir. Hiç bir kötü huy ve beğenilmeyecek hâlleri yoktur. Peygamberlerde ismet sıfatı vardır. Yâni peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiç bir günâh işlemez. Peygamber olduğu bildirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzeri ayıp ve kusurları da olmaz. Her peygamberde şu yedi sıfatın bulunduğuna inanmak lâzımdır: Emânet, sıdk, tebliğ, adâlet, ismet, fetanet ve emn-ül-azl. Yâni peygamberlikten azl edilmezler. Fetanet çok akıllı, çok anlayışlı demektir.
Yeni bir din getiren peygamberlere Resûl denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne dâvet eden peygamberlere Nebî denir. Emirleri tebliğ etmekte ve insanları, Allah'ın dînine çağırmakta, resûl ile nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiç bir fark görmeyerek, hepsinin, sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse hiç birine inanmamış olur.
Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhıretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması ve onları zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata kavuşturmak için, peygamberler vâsıtası ile dinler göndermiştir. Peygamberler, düşmanların çokluğuna, inanmayanların alay etmelerine, üzmelerine rağmen, Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, peygamberlerin sıdk sâhibi oldukları, doğru söylediklerini göstermek için, onları mûcizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mûcizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o peygamberin ümmeti denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günâhı çok olanlara şefâat etmeleri için izin verilecek ve şefâatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, velî olanlarına da, şefâat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefâatlerini kabûl buyuracaktır. Peygamberler aleyhimüssalevatü vetteslimat, mezârlarında, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücudlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfte; “Peygamberler, mezârlarında, namaz kılarlar" buyruldu.
Peygamberlerin aleyhimüsselâm mübârek gözleri uyurken, kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazifelerini görmekte, peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsâvîdir. Yukarıda bildirilen yedi sıfat hepsinde vardır. Peygamberler, peygamberlikten azledilmez. Velîler ise, evliyâlıktan ayrılabilir. Peygamberler aleyhimüssalevatü vetteslimat insandan olur. Cinden, melekten ve kadınlardan insanlara peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez. Peygamberlerin birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve marifetlerinin büyük olması, ilim ve marifetlerinin çok yerlere yayılması, mûcizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstündür. Ülü'l-azm olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller, resûl olmayan nebîlerden daha üstündürler.
Peygamberlerin aleyhimüsselâm sayısı belli değildir. Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüç veya üçyüzonbeş adedi resûldür. Bunların içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara "Ülü’l-azm" peygamberler denir. Ülü’l-azm peygamberler; "Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafa aleyhimüssalâtü vesselâm" hazretleridir.
İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah'dır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiç bir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullah'dır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. Îsâ aleyhisselâm, Rûhullah ve Kelimetullah'dır. Çünkü, babası yoktur. Yalnız “Ol" kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, vâz vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.
Mahlûkların yaratılmasına sebeb olan ve Âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunun Muhammed aleyhisselâm, Habîbullah'dır. O'nun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için O'na; "Mağlub olmak", "Bozguna uğramak" gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennet’e herkesten önce girecektir. Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve anlatmaya insan gücü yetişmez.
Kıyâmet günü, bütün peygamberler, O'nun sancağı altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her peygambere emir buyurdu ki: Mahlûklarımın içinde, seçip sevdiğim, habîbim Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu zamana erişirseniz, O'na îmân ediniz ve yardımcı olunuz! Bütün peygamberler de, ümmetlerine böyle vasiyet ve emreyledi. Muhammed aleyhisselâm, "Hâtem-ül-enbiyâ" dır. Yâni O'ndan sonra hiç peygamber gelmeyecektir.
Îmân edilmesi lâzım olan esaslardan beşincisi; âhıret gününe inanmaktır. Âhıret gününün başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamanını kimse anlayamadı. Fakat, Peygamber efendimiz bir çok alâmetlerini ve başlangıçlarını şöyle haber verdi: Hazret-i Mehdî gelecek. Îsâ aleyhisselâm gökten Şam'a inecek. Deccal çıkacak. Ye’cüc Me’cüc denilen kimseler her yeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, nâmussuz kimseler emîr olacak. Allahü teâlânın emirleri yaptırılmayacak. Haramlar her yerde işlenecek. Yemen'den ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır.
Günâh işleri yapan müslümanlara fâsık denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezâra gelip suâl soracaklarını hadîs-i şerîfler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, bâzı âlimlere göre, bâzı akâidden olacak, bâzılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. Bunun için çocuklara; "Rabbin kim? Dinin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda ve amelde mezhebin nedir?" suâllerinin cevaplarını öğretmelidir! Ehl-i sünnet olmayanın doğru cevap veremiyeceği, "Tezkire-i Kurtubî"de yazılıdır. Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennet’ten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennet’teki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennem’deki yerini görüp, mezârda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.
Öldükten sonra, yine dirilmeğe inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, rûhlardan bedenlerine girip, herkes mezârdan kalkacaktır. Bunun için, bu zamana Kıyâmet günü denir.
Bütün canlılar, Mahşer yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerlerin, göklerin, zerrelerin, yıldızların yaratanı, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz haber vermiştir. O'nun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.
Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların, kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde bulunacaktır. Kirâmen kâtibin meleklerinin bilmediği işler bile, azanın haber vermesi ile Allahü teâlânın bilmesi ile ortaya çıkarılacak, her şeyden suâl ve hesap olunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere; "Yerlerde, göklerde neler yaptınız?", Peygamberlere; "Allahü teâlânın hükümlerini kullara nasıl bildirdiniz?" herkese de; "Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazifeleri nasıl yaptınız? Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz?" diye sorulacaktır. Mahşerde, îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfat ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezâlar verilecektir.
Allahü teâlâ, adâleti ile, bâzı küçük günâhlar için de azâb yapacak, dilediği mü’minlerin büyük ve küçük bütün günâhlarını fadlı ile, ihsânı ile affedecektir. Şirkden ve küfürden başka, her günâhı dilerse affedecek, dilerse, küçük günâh için de azâb edecektir. Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç affetmeyeceğini bildirmektedir. Kitaplı ve kitapsız kâfirler yâni Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara peygamber olduğuna inanmayan, O'nun bildirdiği ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan birisini bile beğenmeyenler, bu hâlde ölürlerse, elbette Cehennem’e sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.
Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir Mîzân, bir ölçü âleti, bir terâzi vardır. Yer gök bir gözüne sığar. Sevâb gözü, parlak olup, Arş'ın sağında Cennet tarafındadır. Günâh tarafı ise, Arş'ın solunda Cehennem tarafında, karanlıktadır. Dünyâda yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terâzide tartılacaktır. Bu terâzi, dünyâ terâzilerine benzemez. Ağır tarafı yukarı kalkar, hafif tarafı aşağı iner denildi. Âlimlerin (rahmetullahi aleyhim) bir kısmına göre, çeşitli terâziler olacaktır.
Sırât köprüsü vardır. Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem’in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. O gün, bütün peygamberler; "Yâ Rabbî! Selâmet ver" diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet’e gideceklerdir. Bunlardan bâzısı şimşek gibi, bir kısmı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi geçeceklerdir. Sırât köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda İslâmiyete uymak da böyledir. İslâmiyete tam uymağa uğraşmak, sırât köprüsünden geçmek gibidir Burada nefs ile mücâdele güçlüğüne katlananlar, orada sırâtı kolay ve rahat geçecektir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ İslâmiyetin gösterdiği doğru yola; "Sırât-ı müstakîm" adını verdi. Bu isim benzerliği de, İslâmiyet yolunda bulunmanın, sırât köprüsünü geçmek gibi olduğunu göstermektedir. Cehennemlik olanlar, sırâttan Cehennem’e düşeceklerdir.
Peygamber efendimizsallallahü aleyhi ve sellem mahsus olan Kevser havuzu vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir. Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan daha çoktur. Bir içen, Cehennem’de olsa bile, bir daha susamaz.
Şefâat haktır. Tevbesiz ölen mü’minlerin küçük ve büyük günâhlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecek ve kabûl edilecektir.
Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, her şeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır. Cennet, yer küresinden, güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de güneşten büyüktür.
İnanılması lâzım olan esaslardan altıncısı; kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır. İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Allahü teâlânın, bir şeyin varlığını dilemesine Kader denilmiştir. Kaderin, yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına Kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri bir biri yerine de kullanlır.
Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların, katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektromagnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik hâdiseleri, kimya tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler, her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların cezâsını görmeleri ve her şey, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak; eşyayı, özellikleri, hareketleri, hâdiseleri, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O'dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O'dur. Her şeyi bir sebeb ile yaratmaktadır.
Meselâ, ateş yakıcıdır. Halbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin yakmakta, hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir ki, bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmıştır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse; "Ateş yakıyor" sözünü beğenmez. "Hava yakıyor" der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabûl etmez; "Havadaki oksijen yakıyor" der. Liseyi bitiren; "Yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır" der. Üniversiteli ise; madde ile birlikte enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin iç yüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tam gören peygamberler ve o büyüklerin izinde giderek ilim deryâlarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri (rahmetullahi aleyhim), bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zavallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını, hakîkî yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduğunu bildiriyor. Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat, ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde de yakmaz. İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu.
Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Fakat lütfederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O'nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lambayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennet’e gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca çeken, zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günâh işleyen, küfre düşen de Cehennem’e gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen din câhili olur. Din câhillerinin çoğu îmânsız olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.
Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâç olmazdı. Herkes, herşeyi Allahü teâlâdan ister, hiç bir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, me’mur, işçi, san’atkar, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhıretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve muti' ile âsî arasında fark kalmazdı.
İslâmiyet, müslumanlardan; Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamberimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, O'nun bildirdiği gibi inanmış, îtikâdda (inançta) hiç bir ayrılıkları olmamıştır. Peygamber, efendimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti, Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygamberimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna Ehl-i sünnet îtikâdı denilmiştir. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsânî arzularını, siyâsî görüşlerini ve buna benzer başka şeyleri, aslâ karıştırmadılar. Eshâb-ı kirâm, hepsinde kemâl derecede mevcût bulunan Allahü teâlâyı tenzîh ve takdis etmek, O'nun bildirdiklerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih (manâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak... gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler. İslâmiyetteki îmân esaslarını insanlara soranlara; saf, berrak ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.
Eshâb-ı kirâmın Resûlullah'dan naklen bildirdikleri bu tebliği, olduğu gibi, hiç bir şey eklemeden ve çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası, bu doğru ve asıl (hakiki) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da; Bid’at fırkaları (dalâlet fırkaları, bozuk- sapık yollar) denildi.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah'dan aldılar. O'nu bizzat görmenin, O'nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemâllere, olgunluklara ve üstünlüklere erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, her biri ihlâs, edeb, ilim ve irfânda Eshâbdan olmayanlardan hiç bir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı derecelere kavuştular. Her birinin hidâyet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, îtikâdı bir idi. Haklarında nass (âyet ve hadis) bulunmayan mes’elelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezheb sâhibi idiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirlerine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tabiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i Tabiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezheb sâhibi idiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir. Üçüncüsü İmâm-ı Muhammed bin İdris Şafiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel'dir.
Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı âzamın yoluna Hanefî Mezhebi, İmâm-ı Mâlik'in yoluna Mâliki Mezhebi, İmâm-ı Şafiînin yoluna Şafiî Mezhebi, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in yoluna da Hanbelî Mezhebi denilmiştir. Bu gün bir müslümanın Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet ve iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhebden birine uyması ile mümkündür.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Allahü teâlânın, Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhırette rahat ve mes’ûd olmalarını sağlayan, usûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Eski dinlerin, görünür-görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendinde toplamıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir.
Yaratılışında kusursuz olanlar, onu reddetmez ve nefret etmezler, İslâmiyetin içinde hiç bir zarar, dışında da hiç bir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyetin haricinde bir menfaat düşünmek, serâbdan içecek beklemek gibidir. İslâmiyet, memleketleri îmâr, insanları terfih etmeği, refâha kavuşturmağı emreylemekte, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeği ve mahlûklara merhameti istemektedir.
İslâmiyet; zirâati, ticâreti ve san’atı, kat’î olarak emreder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini ehemmiyetle istemektedir. Kendi idâresi altında bulunan insanların, evlâdın, âilenin ve milletlerin haklarını ve idârelerini öğretmekte; dirilere, geçmişlere, geleceklere karşı bir hak ve mes’ûliyet gözetmektedir. Seâdet-i dâreyn yâni dünyâ ve âhıret saâdetini kendisinde toplamıştır.
İslâmiyet, insanların rûhî ve maddî refâhını en mükemmel şekilde te’min edecek prensipler getirmiştir. İnsan hak ve vazifelerini en geniş şekilde düzenlemiştir. Kısaca İslâm dîninin; îmân, ibâdet, münâkehât, muâmelât, ukûbât esâsları vardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Muhammed aleyhisselâmın fazîletlerini bildiren yüzlerce kitap vardır. Fazîlet, üstünlük demektir. Üstünlüklerinden bâzıları aşağıda bildirilmiştir:
1- Mahlûklar içinde, ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın nûru ve rûhu yaratılmıştır.
2- Allahü teâlâ, O'nun ismini arşa, Cennetlere ve yedi kat göklere yazmıştır.
3- Hindistan'da yetişen bir gülün yapraklarında, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullahyazılıdır.
4- Basra şehrine yakın bir nehirde tutulan balığın sağ tarafında "Allah", sol tarafında "Muhammed" yazılı olduğu görülmüştür.
5- Muhammed aleyhisselâmın ismini söylemekten başka vazifesi olmayan melekler vardır.
6- Meleklerin hazret-i Âdem'e karşı secde etmeleri için emrolunması, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru bulunduğu için idi.
7- Allahü teâlâ, bütün peygamberlere, Muhammed aleyhisselâmın geleceğini; ayrıca, ümmetlerine, zamanına yetişdikleri takdirde O'na inanmalarını emretmeyi bildirdi.
8- Dünyâya geleceği zaman, çok büyük alâmetler görülmüştür. Târih ve mevlîd kitaplarında yazılıdır.
9- Dünyâya geldiği zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü.
10- Dünyâya gelince, şeytanlar göğe çıkamaz, meleklerden haber çalamaz oldular.
11- Dünyâya geldiği zaman, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü devrildiler.
12- Beşiğini melekler sallardı.
13- Beşikte iken gökdeki ay ile konuşurdu. Mübârek parmağı ile işâret ettiği tarafa meylederdi.
14- Beşikte iken konuşmaya başladı.
15- Çocuk iken, açıklarda gezerken, başı hizasında bir bulut da birlikde hareket ederek gölge yapardı. Bu hal, peygamberliği başlayıncaya kadar devam etti.
16- Her peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed aleyhisselâmın ise, mübârek sırtı ortasında sol küreğe yakın, kalbi üzerinde idi.
17- Önünden gördüğü gibi, arkasından da görürdü.
18- Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü.
19- Tükürüğü, acı suları tatlı yaptı. Hastalara şifâ verdi. Bebeklere süt gibi gıda oldu.
20- Gözleri uyurken, kalbi uyanık olurdu. Bütün peygamberler de böyle idi.
21- Ömründe hiç esnemedi. Bütün peygamberler de böyle idi.
22- Mübârek teri, gül gibi güzel kokardı. Bir fakir kimse, kızını evlendirirken, kendisinden yardım istemişti. O ânda verecek şeyi yoktu. Küçük bir şişeye terinden koyup verdi. O kız, yüzüne, başına sürünce, evi misk gibi kokardı. Evi, (güzel kokulu ev) adı ile meşhûr oldu.
23- Orta boylu olduğu hâlde, uzun kimselerin yanında iken, onlardan yüksek görünürdü.
24- Güneş ve ay ışığında yürüyünce, gölgesi yere düşmezdi.
25- Bedenine ve elbisesine sinek, sivri sinek ve başka böcekler konmazdı.
26- Çamaşırları, ne kadar giyerse giysin, hiç kirlenmezdi.
27- Her yürüdüğü zaman, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını önden yürütür; "Arkamı meleklere bırakın" buyururlardı.
28- Taş üstüne basınca, taşta ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken hiç iz bırakmazdı. Abdest bozduğu zaman, yer yarılıp bevl ve benzerleri toprak içinde kalırdı. Oradan etrâfa güzel kokular yayılırdı. Bütün peygamberler de böyle idi.
29- İnsanlar ve melekler içinde en çok ilim O'na verildi. Ümmî olduğu hâlde, yâni kimse den bir şey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ O'na her şeyi bildirmiştir. Âdem aleyhisselâma her şeyin ismi bildirildiği gibi, O'na, her şeyin ismi ve ilmi bildirilmiştir.
30- Ümmetinin isimleri, cisimleri ve aralarında olacak şeylerin hepsi kendisine bildirildi.
31- Aklı, bütün insanların aklından daha çoktur.
32- insanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi O'na ihsân olundu. Büyük şâir Ömer İbn-il-Fârıd'a; "Resûlullah'ı niçin medhetmedin?" dediklerinde; "O"nu medhetmeye gücüm yetmeyeceğini anladım. O'nu medhetecek kelime bulamadım" demiştir.
33- Kelime-i şehâdette, ezânda, ikâmetde, namazdaki teşehhüdde, birçok duâlarda, bâzı ibadetlerde ve hutbelerde, nasîhat yapmakta, sıkıntılı zamanlarda, kabirde, mahşerde, Cennet’te ve her mahlûkun lisânında Allahü teâlâ O'nun ismini kendi isminin yanına koymuştur.
34- Üstünlüklerinin en üstünü, Habîbullah olmasıdır. Allahü teâlâ O'nu kendisine sevgili, dost yapmıştır. O'nu herkesten, her melekten daha çok sevmiştir, “İbrâhim'i Halîl yaptım ise, seni kendime Habîb yaptım" buyurmuştur.
35- “Sana râzı oluncaya kadar, (yeter deyinceye kadar) her dilediğini vereceğim" (Duhâ sûresi: 5) meâlindeki âyet-i kerîme, Allahü teâlânın Peygamberine bütün ilimleri, bütün üstünlükleri, ahkâm-ı İslâmiyyeyi, düşmanlarına karşı yardım ve galebe ve ümmetine fetihler, zaferler ve kıyâmette her türlü şefâat ve tecelliler ihsân edeceğini vâd etmektedir. Bu âyet-i kerîme geldiği zaman, Cebrâil aleyhisselâma bakarak; “Ümmetimden birinin Cehennem’de kalmasına râzı olmam" buyurdu.
36- Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde, her peygambere kendi ismi ile; Muhammed aleyhisselâma ise; "Ey Resûlüm! Ey Peygamberim!" diye hitâb etmiştir.
37- Gayet açık, kolay anlaşılır bir şekilde Arabî lisânının her lehçesi ile konuşurdu. Çeşitli yerlerden gelip soranlara onların lügati ile cevap verirdi. İşitenler hayran olurlardı; Allahü teâlâ beni çok güzel yetiştirdi" buyururdu.
38- Az kelimelerle çok şey anlatırdı. Yüzbinden ziyâde hadîs-i şerîfi, O'nun "Cevâmi-ül kelîm" olduğunu göstermektedir. Bâzı âlimler dediler ki; "Muhammed aleyhisselâm, İslâm dininin dört temelini, dört hadisle bildirmiştir. “Ameller niyyete göre değerlendirilir" ve “Helâl meydandadır, haram meydandadır" ve “Dâvâcının şâhid göstermesi ve dâvâlının yemîn etmesi lâzımdır" ve “Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, îmanı kâmil olmaz." Bu dört hadisten birincisi, ibâdet; ikincisi, muâmelât; üçüncüsü, husûmât, yâni adâlet işleri ve siyâset; dördüncüsü de, âdâb ve ahlâk bilgilerinin temelidir."
39- Muhammed aleyhisselâm, mâsun ve mâsûm idi. Bilerek ve bilmeyerek, büyük ve küçük, kırk yaşından evvel ve sonra hiçbir günâh işlememiştir. Çirkin hiç bir hareketi görülmemiştir.
40- Müslümanların namazda otururken "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi" okuyarak, Muhammed aleyhisselâma selâm vermeleri emrolundu. Namazda başka bir peygambere ve meleklere karşı selâm vermek câiz olmadı.
41- Allahü teâlâMuhammed aleyhisselâmın, kendisinden râzı olmasını istemiştir.
42- Başka peygamberler, kâfirlerin iftirâlarına kendileri cevap vermiştir. Muhammed aleyhisselâma yapılan iftirâlara ise, Allahü teâlâ cevap vererek, O'nun müdâfâsını yapmıştır.
43- Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin sayısı, başka peygamberlerin ümmetlerinin sayıları toplamından daha çoktur. Onlardan daha üstün ve daha şereflidirler. Cennet’e gideceklerin üçte ikisinin bu ümmetten olacağı, hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
44- Resûlullah'a verilecek sevâblar, diğer peygamberlere verilecek sevâblardan kat kat ziyâdedir.
45- Kendisini; ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzaktan kendisine seslenmek, yolda önüne geçmek haram edilmiştir. Başka peygamberlerin ümmetleri, kendilerini isimleri ile çağırırlardı.
46- Cebrâil aleyhisselâmı melek şeklinde iki kere görmüştür. Başka hiç bir peygamber onu asıl şeklinde görmemiştir. Kendisine, Cebrâil aleyhisselâm yirmidörtbin kere gelmiştir. Başka peygamberlerden en çok Mûsâ aleyhisselâma, gelmiştir. Bu geliş dörtyüz defâ vâki olmuştur.
47- Allahü teâlâya, Muhammed aleyhisselâm ile and vermek câiz olup başka peygamberlerle ve meleklerle câiz değildir.
48- Muhammed aleyhisselâmdan sonra, zevcelerini başkalarının nikâhla almaları haram edilmiş, bu bakımdan mü’minlerin anneleri oldukları bildirilmiştir.
49- Nesep ve sebep bakımından, yâni kan ve nikâh bakımından olan akrabâlığın, kıyâmetde faydası yoktur. Resûlullah'ın akrabâsı bundan müstesnâdır.
50- Resûlullah'ın ismini almak, dünyâda ve âhırette faydalıdır. O'nun ismini taşıyan hakîkî mü’minler Cehennem’e girmeyecektir.
51- O'nun her sözü, her işi doğrudur. Her ictihâdı, Allahü teâlâ tarafından doğrulanır.
52- O'nu sevmek herkese farzdır. “Allahü tedlayı seven, beni sever" buyurmuştur. O'nu sevmenin alâmeti, dînine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymaktır. Kur'ân-ı kerîmde; “Bana uyarsanız, Allahü teâlâ sizi sever" demesi emrolundu.
53- O'nun Ehl-i beytini sevmek vâcibdir. “Ehl-i beytime düşmanlık eden münâfıktır" buyurmuştur. Ehl-i beyt, zekât alması haram olan akrabâsıdır. Bunlar, zevceleri ve dedesi Hâşim’in soyundan olan mü’minlerdir ki, Ali'nin, Ukayl'in, Ca'fer Tayyâr'ın ve Abbâs'ın (radıyallahü anhüm) soyundan olanlardır.
54- Eshâbının hepsini sevmek vâcibdir. “Benden sonra Eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onları sevmek, beni sevmektir. Onlara düşman olmak, bana düşman olmaktır. Onları inciten, beni incitmiş otur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ, kendisini incitene azâb yapar" buyurdu.
55- Allahü teâlâMuhammed aleyhisselâma, gökte iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır. Bunlar; Cebrâil, Mikâil, Ebû Bekr ve Ömer'dir "radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în."
56- Erkek, kadın, büyük yaşta vefât eden herkese, kabrinde Muhammed aleyhisselâm sorulacaktır. "Rabbin kimdir?" denildiği gibi; "Peygamberin kimdir?" de denilecektir.
57- Muhammed aleyhisselâmın hadîs-i şerîflerini okumak ibâdettir. Okuyana sevâb verilir.
58- Mübârek rûhunu almak için, Azrâil aleyhisselâm insan şeklinde geldi. İçeri girmek için izin istedi.
59- Kabrinin içindeki toprak her yerden ve Kâbe'den ve Cennetlerden daha efdâldir.
60- Kabirde, bilmediğimiz bir hayatla diridir. Kabirde Kur'ân-ı kerîm okur, namaz kılar. Bütün peygamberler de böyledir.
61- Dünyânın her yerinde, Resûlullah'a salevât okuyan müslümanların selâmlarını işiten melekler, kabrine gelip haber verirler. Kabrini her gün binlerce melek ziyâret eder.
62- Ümmetinin amelleri ve ibâdetleri her sabah ve akşam kendisine gösterilir. Bunları yapanları da görür, günâh işleyenlerin affolması için duâ eder.
63- Kabrini ziyâret etmek, kadınlara da müsteâbdır. Başka kabirleri ise, yalnız tenhâ zamanlarda ve müslümana yakışan kıyafetle ziyâret etmeleri câizdir.
64- Diri iken olduğu gibi, vefâtından sonra da, dünyânın her yerinde, her zaman O'na tevessül edenlerin, yâni O'nun hatırı ve hürmeti için isteyenlerin duâsını Allahü teâlâ kabûl eder.
65- Kıyâmet günü kabirden ilk önce Resûlullah kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır. Burâk üzerinde mahşer yerine gidecektir. Elinde Liva-ül-hamd denilen bayrak olacaktır. Peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracaktır. Hepsi, bin sene beklemekten, çok sıkılacaklardır. İnsanlar sıra ile; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ peygamberlere aleyhimüsselâm gidip, hesâba başlanması için şefâat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, özür bildirerek, Allahü teâlâdan utanıp korktuklarını söyleyecekler ve şefâat etmekten çekinecekler. Sonra, Resûlullah'a gidip yalvardıklarında, O, secdeye varıp, duâ edecek ve şefâati kabûl olacaktır. Önce, O'nun ümmetinin hesâbı görülecek, en önce sırâttan onlar geçip Cennet’e girecekler bunlar olacaktır. Her gittiği yeri nûrlandıracaklardır. Hazret-i Fâtıma, sırâtdân geçerken; "Herkes gözlerini kapasın! Muhammed aleyhisselâmın kızı geliyor" denecektir.
66- Altı yerde şefâat edecektir. Birincisi, “Makâm-ı Mahmûd" denilen şefâati ile, bütün insanları mahşerde beklemek azâbından kurtaracaktır. İkincisi; şefâati, çok kimseyi Cennet’e sokacaktır. Üçüncüsü, azâb çekmesi lâzım olanları azâbdan kurtaracaktır. Dördüncüsü, günâhı çok olan mü’minleri Cehennem’den çıkaracaktır. Beşincisi, sevâbı ve günâhı müsavi olup, A’râf denilen yerde bekleyenlerin, Cennet’e gitmelerine şefâat edecektir. Altıncısı, Cennet’te olanların derecelerinin yükselmesine şefâat edecektir.
67- Resûlullah'ın Cennet’te bulunduğu makâmın ismi Vesile dir. Burası Cennet’in en yüksek derecesidir. Cennet’te bulunan herkese, birer dalının uzandığı Sidret-ül müntehâ ağacının kökü oradadır. Cennet’tekilere nîmetler bu dallardan gelecektir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Resûlullah'ın ilmi, irfânı, fehmi, îkânı, aklı, zekâsı, cömertliği, tevâzûu, şefkâti, sabrı, gayreti, hamiyyeti, sadâkati, emâneti, şecâati, mehâbeti, belâgatı, fesâhati, fetaneti, melâheti, verâı, iffeti, keremi, insâfı, hayâsı, zühdü, takvâsı bütün peygamberlerden daha çoktu. Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları, eziyetleri affederdi. Hiç birine karşılık vermezdi. Uhud gazâsında kâfirler, yanağını kanatıp, mübârek dişlerini şehîd ettikleri zaman, bunu yapanlar için; “Yâ Rabbî, bunları affet! Câhilliklerine bağışla" buyurmuştur.
2- Kendisini kimseden üstün tutmazdı. Bir yolculukta, bir koyun kebabı yapılacağı zaman, biri; "Ben keserim" dedi. Bir başkası. "Ben derisini yüzerim" dedi. Diğeri, “Ben pişiririm" dedi. Resûlullah da; “Ben odun toplarım" deyince; "Yâ Resûlallah! Sen istirâhat buyur! Biz toplarız” dediler. “Evet! Sizin her şeyi yapacağınızı biliyorum. Fakat, iş görenlerden ayrılarak oturmak istemem. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez" buyurdu ve odun toplamaya gitti.
3- Eshâbının oturdukları yere gelince, baş tarafa geçmezdi. Gördüğü aralığa otururdu. Elinde bastonu olduğu hâlde, bir gün sokağa çıktıkta, görenler ayağa kalktılar. “Başkalarının birbirlerine saygı duruşu yaptıkları gibi, benim için ayağa kalkmayınız! Ben de, sizin gibi bir insanım. Herkes gibi yerim. Yorulunca otururum" buyurdu.
4- Çok zaman diz çökerek otururdu. Dizlerini dikip, etrâfına kollarını sararak oturduğu da görülmüştür. Yemekte, giymekte ve her şeyde hizmetçilerini kendinden ayırmazdı. Onların işlerine yardım ederdi. Kimseyi dövdüğü, kötü söz söylediği hiç görülmedi. Her zaman hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik; "Resûlullah'a on sene hizmet ettim. O'nun bana yaptığı hizmet, benim ona yaptığımdan çok idi. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim" demiştir.
5- Sabah namazlarını kıldırdıktan sonra, cemâata karşı oturup; “Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyâretine gidelim " buyururdu. Hasta yoksa; “Cenâzesi olan var mı? Yardıma gidelim!" buyururdu. Cenâze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenâze yoksa; “Rüyâ gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tabir edelim!" buyururdu.
6- Misâfirlerine, Eshâbına hizmet eder; “Bir topululuğun en üstünü, hizmet edenidir" buyururdu.
7- Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi. Sessizce tebessüm ederdi. Bazen gülerken mübarek ön dişleri görünürdü.
8- Lüzumsuz ve faydasız bir şey söylemezdi. Lâzım olunca, kısa, faydalı ve mânâsı açık olarak söylerdi. İyi anlaşılması için bâzan üç kere tekrar ederdi.
9- Heybetinden kimse yüzüne bakamazdı. Biri gelip mübârek yüzüne bakınca, terlerdi; “Sıkılma! Ben melik değilim, zâlim değilim. Et suyu yiyen bir kadıncağızın oğluyum" derdi. Bunun üzerine adamın korkusu gidip derdini söylemeye başlardı.
10- “İçinizde Allahü teâlâyı en iyi anlayan ve O'ndan en çok korkan benim", “Benim gördüğümü görseydiniz, az güler, çok ağlardınız" buyururdu. Havada bulut görünce; “Yâ Rabbî! Bu bulutla bize azâb gönderme!”, rüzgâr esince; “Yâ Rabbî! Bize hayırlı rüzgâr gönder" gök gürleyince; “Yâ Rabbî! Bize incinib de, öldürme. Azâbını gönderme. Afiyet ihsân eyle." diye duâ ederdi. Namaza dururken, ağlayan kimsenin içini çektiği gibi, göğsünde ses işitilirdi. Kur'ân-ı kerîm okurken de böyle olurdu.
11- Kalbinin kuvveti, şecâati şaşılacak kadar çoktu. Huneyn gazâsında, Müslümanlar dağılıp, üç dört kimse ile kalmıştı. Bir kaç defâ, kâfirlerin hücûmuna, tek başına karşı koydu ve aslâ gerilemedi.
12- Çok cömert idi. Yüzlerce deve ve koyun bağışlar, kendisine bir şey bırakmazdı. Nice katı kalbli kâfirler, bu ihsânlarını görerek îmâna gelmişlerdir.
13- Zevcelerine ve bir kaç hizmetçisine bâzan bir senelik arpa ve hurma ayırır, bundan fakirlere de sadaka verirdi.
14- Yiyeceklerden; koyun etini, et suyunu, kabağı, tatlıları, balı, hurmayı, sütü, kaymağı, karpuzu, kavunu, üzümü ve hıyarı severdi.
15- Suyu yavaş yavaş, Besmele ile başlayaak üç yudumda içer, sonunda; “Elhamdülillah" der ve duâ ederdi.
16- Giyilmesi câiz olanlardan her bulduğunu giyerdi. Kalın kumaştan ihrâm şeklinde dikilmemiş şeylerle örtünür, peştamal sarınır, gömlek ve cübbe de giyerdi. Bunlar pamuktan, yünden veya kıldan dokunmuştu. Ekseriya beyaz, bâzan yeşil giyerdi. Dikilmiş elbise giydiği de olurdu. Cumâ ve bayramlarda ve yabancı elçiler geldikte ve cenk zamanlarında kıymetli gömlekler, cübbeler, yeşil, kırmızı, siyah da giyerdi. Kollarını bileklerine kadar, mübârek ayaklarını baldırın yarısına kadar örterdi.
17- Arabistan'daki âdete uyarak saçlarını kulaklarının yarısına kadar uzatır, fazlasını kestirirdi. Saçlarına özel olarak hazırlanmış, güzel kokulu yağ sürerdi.
18- Ellerine, başına, yüzüne misk veya başka kokular sürer, ud ağacı, kâfuri ile buhurlanırdı.
19- Yatağı, içi hurma iplikleri ile dolu, dabağlanmış deriden idi. İçi yünle dolmuş bir yatak getirdiklerinde, kabûl etmedi ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer istesem, Allahü teâlâ her yerde altın ve gümüş yığınlarını yanımda bulundurur" buyurdu. Bazen hasır, tahta, döşek, yünden dokunmuş keçe veya kuru toprak üzerinde yatardı.
20- Her gece gözlerine üç kere sürme çekerdi.
21- Evinde; ayna, tarak, sürme kabı, misvâk, makas, iğne, iplik eksik olmazdı. Yolculukta bunları beraberinde götürürdü.
22- Yatsıdan sonra gece yarısına kadar uyuyup, sonra sabah namazına kadar ibâdet yapardı. Sağ yanına yatar, sağ elini yanağı altına kor, bâzı sûreler okuyup uyurdu.
23- Tefe'ül ederdi. Yâni, ilk gördüğü, birden bire gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz saymazdı.
24- Üzüntülü zamanlarında sakalını tutar, düşünürdü.
25- Üzüldüğü zaman, hemen namaza başlardı. Namazın lezzet ve safâsı ile gamı giderdi.
Peygamber efendimizin, Allahü teâlâdan korkması, O'na itâat ve ibâdet etmesi o kadar çoktu ki, O'nun bu hâline hiç kimse tâkât getiremezdi. Mübârek ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. "Yâ Resûlallah! Sizin gelmiş geçmiş bütün günâhlarınız affedildiği hâlde, neden bu kadar kendinize zahmet veriyorsunuz?" denildiğinde; “Ben, Allahü teâlânın en çok şükreden kulu olmayayım mı?" diye cevap buyurdular.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget