Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

04/13/20

Hz. Osman, Rukiyye ile birlikte sıkıntılı, fakat mesut bir hayat yaşamıştı. Şim­di ise hem öyle bir hayat arkadaşını kaybetmiş, hem de Re­sû­lul­lah ile olan akra­balık bağı kesilmişti. Bunun için çok üzülüyordu. Peygamberimiz bir defasında onun bu hâlini görünce, “Ey Osman, niçin bu kadar üzüntülüsün?” buyurdu.
Hz. Osman, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben üzülmeyeyim de kim üzülsün?! Kızınızın ve­fatıyla yalnız kaldım; daha mühimi, sizinle olan akrabalık bağım koptu!” de­di.
Peygamberimiz (a.s.m.), Hz. Osman’ı müjdeledi. Cenâb-ı Hakk’ın Ümmü Gülsüm’ü de kendisine nikâhlamayı emrettiğini haber verdi. Hz. Osman buna çok sevindi.
Kısa zamanda düğün hazırlıkları tamamlandı. Düğün yapıldı. Bu mesut evli­lik Hicret’in 3. yılında gerçekleşti. Böylece Hz. Osman ikinci defa Peygamberi­mize damat olma şerefini kazanıyordu. Bundan böyle “Zinnûreyn [İki Nur Sahi­bi]” unvanıyla çağırılacaktı.
Hz. Osman ile Ümmü Gülsüm (r.anha) altı yıl birlikte mesut bir hayat yaşadılar. Fakat Ümmü Gülsüm de (r.anha) yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak Hicret’in 9. yılında vefat etti. Cenaze namazını Peygamberimiz (a.s.m.) kıldırdı. Ümmü Gülsüm’ün vefatı, Peygamberimizi de, Hz. Osman’ı da mahzun etti. Bu arada Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Şayet 10 kızım olsaydı, hepsini teker teker Os­man’a nikâhlardım!” buyurarak ona olan sevgisini ifade etti. Bu söz Hz. Osman için büyük bir teselli oldu.[1]

______________________________________

[1]Tabakât, 8: 38; Müstedrek, 4: 49.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Rukiyye (r.anha), Peygamberimizin kızlarının ikincisiydi. Peygamberimiz 33 yaşındayken dünyaya geldi. Küçük yaşta Müslüman oldu. Peygamberimiz onu hayâ ve edep incisi Hz. Osman’la evlendirdi.
Mekke’de müşriklerin işkenceleri dayanılmaz bir hâl alınca Hz. Osman hanı­mıyla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Onların hicretleri Peygamberimizi çok duygulandırdı. Yolcu ederken, “Lût’tan sonra ailesini alıp Allah yolunda hicret edenlerin ilki Osman’dır.” buyurdu.
Rukiyye (r.anha) bir yandan sevgili babasından ayrıldığına, bir yandan da vatanın­dan uzak düştüğüne çok üzülüyordu. Bu arada bir erkek çocukları dünyaya gel­di. İsmini “Abdullah” koydular. Bu sevimli yavru, biraz da olsa üzüntülerini unut­turuyordu.
Hz. Osman ile Rukiyye validemiz bir müddet Habeşistan’da kaldıktan sonra Peygamberimizin ayrılığına daha fazla dayanamadılar. Orada karşılaşacakları işkenceleri peşinen kabul ederek Mekke’ye geri döndüler. Medine’ye hicret izni çıkınca da oraya hicret ettiler. Böylece Allah yolunda “iki hicret” sevabı birden kazandılar.
Medine’de günler huzur içerisinde geçiyordu. Artık İslam Devleti kurulmuş, düşmanlarına karşı koyacak güce erişmişti. Bu arada Peygamberimizin sevgili torunu Hz. Abdullah altı yaşına gelmişti. Sağa sola neşe saçıyordu. Peygamberi­miz, Hz. Hasan ve Hüseyin’i sevdiği gibi Abdullah’ı da seviyor, kızının evini es­kisinden daha sık ziyaret ediyordu. Fakat bir gün hiç beklenmedik bir şey oldu: Bir horoz Abdullah’ı gagalayarak yüzünü gözünü yaraladı. Bu sebeple hastala­nan Abdullah kurtulamayarak vefat etti. Cenaze namazını Peygamberimiz kıldırdı. Defnedildikten sonra da mezar taşını dikti. Bu arada gözlerinden akan yaşlar mübarek sakalını ıslatıyordu. Ağlamasının sebebini soranlara, “Yüce Al­lah, kullarından merhametli ve yufka yürekli olanlara merhamet eder.” cevabını verdi. Rukiyye’nin Abdullah’tan başka çocuğu olmadı.
Rukiyye (r.anha), Bedir Savaşı hazırlığı sırasında rahatsızlandı. Hastalığı ciddi olduğu için, Peygamberimiz, Hz. Osman’a “orduya katılmaması”nı emretti. Bu sebeple Hz. Osman çok arzu etmesine rağmen Bedir Savaşı’na katılamadı. Me­dine’de kalarak hanımının iyileşmesi için elinden gelen gayreti gösterdi. Fakat Hz. Rukiye, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefat etti. Cenazesini Re­sû­lul­lah’ın dadısı Ümmü Eymen (r.anha) yıkadı.
Bedir zaferinin müjdesi geldiğinde o defnediliyordu. Biraz sonra Peygambe­rimiz (a.s.m.) geldi. Sevgili kızının kabrinin başında durdu. Dua ve niyazda bu­lundu.[1]

____________________________________
[1]Tabakât, 8: 36; Müstedrek, 4: 46.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Zeyneb, Peygamberimizin en büyük kızıydı. Re­sû­lul­lah 30 yaşındayken dünyamızı şereflendirmişti. Peygamberlikle vazifelendirildiğinde ise 10 yaşın­da bulunuyordu. Hatice validemizle birlikte Müslüman oldu.
Evlenecek yaşa geldiğinde Peygamberimiz onu Hz. Hatice’nin arzusu üzeri­ne Ebû’l-Âs bin Rebi’ ile evlendirdi. Ebû’l-Âs, Hatice validemizin kız kardeşi Hâle’nin oğluydu. Müslüman olmamıştı. O zaman Müslüman bir kadınla müş­rik erkeğin evliliğini yasaklayan hüküm henüz gelmemişti.
Müşriklerin babasına işkence etmesi Hz. Zeyneb’i çok üzüyordu. Fakat Pey­gam­be­rimiz ona üzülmemesini tavsiye ediyordu. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, çok arzu etmesine rağmen Hz. Zeyneb, kocası müsaade etme­diğinden Mekke’de kaldı.
Zeyneb (r.a.) bir yandan babasından ayrıldığına, bir yandan da müşrik biriyle evli bulunduğuna çok üzülüyordu. Fakat tevekkül içerisinde bu sıkıntıya sabre­diyor, Ce­nâb‑ı Hakk’ın bir kolaylık yaratacağına inanıyordu. Bu arada kocası­nın Müslüman olması için dua ve niyazda bulunmayı da ihmal etmiyordu.
Kaderin garip bir tecellisidir ki, Ebû’l-Âs, Bedir Savaşı’nda esir edildi. Müş­rikler esirleri için Müslümanlara “kurtuluş akçesi” gönderdiler.
Ebû’l-Âs müşrik de olsa kocasıydı. Bu sebeple Hz. Zeyneb onu esirlikten kurtarmayı düşündü. Fakat fidye için gönderecek bir şeyi yoktu. Hatırına sevgili annesinin “düğün hediyesi” olarak verdiği gerdanlık geldi. Ufak tefek bir şeyler daha bularak Medine’ye gönderdi.
Bunlar ulaştığında, Re­sû­lul­lah rikkate geldi. Hz. Hatice’nin kendisine ve Müslümanlara yaptığı yardımları düşündü. Gözyaşlarını tutamadı. “Şayet kızı­mın esirini serbest bırakmayı uygun görürseniz onu bırakın, malını da kendisi­ne iade edin.” buyurdu. Sahabiler, “Olur, yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. Hz. Zeyneb’in kocasını serbest bıraktılar, gönderdiği fidyeyi de iade ettiler.
Ebû’l-Âs, doğru sözlü, dürüst ve güvenilir birisiydi. Peygamberimizin bu âli­ce­nap­lığı karşısında mahcup oldu. “Mekke’ye gittiğinde Hz. Zeyneb’i serbest bı­rakacağı” hususunda söz verdi. Peygamberimiz de Zeyd bin Hârise’yi (r.a.) ve Ensar’dan birini göndererek Zeyneb’i (r.anha) alıp getirmelerini istedi.
Bu sahabiler Mekke’ye girmediler, Yecec Vadisi’nde beklemeye başladılar. Mekke’ye giden Ebû’l-Âs, kardeşi Kinâne’yi Hz. Zeyneb’i Yecec Vadisi’ne gö­türmekle vazifelendirdi. Hazırlıklar tamamlandı, iki kişilik kafile yola çıktı.
Müşrikler bunu haber alır almaz harekete geçtiler. Kinâne’ye yetiştiler ve Hz. Zey­neb’in bindiği deveyi ürküttüler. Zeyneb (r.anha) o sırada hamileydi. Deveden düştü. Yüzü gözü kan içerisinde kaldı. Korkudan çocuğunu düşürdü...
Kinâne iyi ok atardı. Yengesinin durumunu görünce hemen yayına bir ok yer­leştirip müşriklere doğrulttu ve “Yaklaşanın kalbine saplarım!” diyerek tehdit etti. Müşrikler yaklaşamadılar. Biraz sonra da Kureyş’in reisi Ebû Süfyân geldi. Halkın Zeyneb’in böyle güpegündüz götürülmesini “Müslümanlara verilmiş bir taviz” olarak anlayacağını söyledi. Kinâne’ye dil dökerek bu işi geceleyin yap­ması ricasında bulundu. Kinâne bunu kabul etti. Zeyneb’i geceleyin götürdü, sahabilere teslim etti.
Bu küçük kafile, zor ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı. Hz. Zeyneb, babasına ve kardeşlerine kavuşmanın sevinciyle bütün ağrı ve sızılarını unutuverdi.
Peygamberimiz, damadının bu davranışını takdirle karşıladı. “Benimle ko­nuştu, bana doğruyu söyledi, bana söz verdi, bunu yerine getirdi.” buyurarak onu taltif etti.
Hz. Zeyneb, Medine’de huzur ve saadete kavuşmuştu. Kocası Ebû’l-Âs ise onu gönderdikten sonra sıkıntılı bir hayat yaşıyordu. Bu arada hidayet nuru kal­bini aydınlatmaya başladı. Bir gün iyice düşündü ve Müslüman olmaya karar verdi. Müşriklerden alacaklarını aldı, borçlarını ödedi, sonra da onların toplu bulundukları bir yerde, “Kimsenin bende bir alacağı var mı?” diye sordu. “Ha­yır, hiçbir alacağımız yok.” dediler. Bunun üzerine Ebû’l-Âs, Müslüman olduğu­nu şu sözlerle açıkladı:
“Öyleyse beni dinleyin: Ben şu andan itibaren Müslüman oluyorum. Şahadet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammed, O’nun kulu ve Resûlüdür.”
 Müşrikler birden sarsıldılar. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Ebû’l-Âs (r.a.) onların şaşkın bakışları arasında oradan ayrıldı. Medine’ye geldi, Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıktı ve Müslüman olduğunu açıkladı.
Peygamberimiz buna çok sevindi. Ona iltifatta bulundu. Başkasıyla evlen­meyen Hz. Zeyneb’i de tekrar kendisine verdi. Bu mesut hadise Hicret’in 7. yı­lında gerçekleşiyordu.
Hz. Zeyneb’in “Ümâme” ve “Ali” isminde iki çocuğu oldu. Fakat Ali küçük yaşta vefat etti. Vefat hastalığına yakalandığında Hz. Zeyneb, babasını çağırdı. Peygamberimiz, sevgili kızının evini şereflendirdi. Onun üzüldüğünü görünce, “Şüphesiz Allah’ın aldığı da verdiği de Kendisine aittir. Allah’ın indinde her şe­yin tayin edilmiş bir eceli vardır.” buyurdu. Sonra da torununu kucağına aldı. Ali o sırada can çekişiyordu. Ruhu çıkmak üzereydi. Şefkatinden, Peygamberimi­zin mübarek gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Bunu gören Sa’d bin Ubâde (r.a.), “Yâ Re­sû­lal­lah, bu nedir?” diye sordu. Peygamberimiz, “Allah’ın kulları­nın kalbine koyduğu bir rahmettir. Allah, kullarından ancak merhametli olana rahmet eder.” buyurdu. Biraz sonra da hep birlikte onu defnettiler.
Zeyneb (r.anha), Hicret’in 8. yılında vefat etti. Cenazesini Ümmü Eymen (r.anha) yı­kadı. Peygamberimiz (a.s.m.), belinden kuşağını çıkararak Ümmü Eymen’e ver­di. Sevgili kızı için onu kefen yapmalarını istedi. Cenaze namazını da bizzat kendisi kıldırdı, kabrine indi. Düşünceli ve üzgün idi. Kabirde biraz bekledi, sonra sevinç içerisinde dışarı çıktı. Oradakilere şu müjdeyi verdi:
“Zeyneb’in zayıflığını düşünüp, ona kabir sıkıntısını ve sıcaklığını hafiflet­mesi için Yüce Allah’a dua ettim, O da bunu kabul buyurdu.”[1]

________________________________________
[1]Tabakât, 8: 30-34; Üsdü’l-Gàbe, 5: 237; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 95; İsâbe, 4: 312.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Fâtıma (r.anha), Re­sû­lul­lah’ın biricik kızı, seyyidler neslinin şerefli annesi, Pey­gamberimizin pak neslini devam ettiren iffet ve fazilet semboldür.
Annesi, Re­sû­lul­lah’ın bir türlü unutamadığı, yeryüzünün en şerefli kadınla­rından birisi olan, İslam’ın ilk davetine tereddütsüz uyma ve iman etme bahtiyar­lığına eren Hz. Hatice’dir (r.anha). Hz. Hatice’den doğan altı evladın beşincisi ola­rak, peygamberlik güneşinin doğmasına yakın bir zamanda bu fâni dünyaya gözlerini açtı.[1]
Onun dünyayı tanımaya çalıştığı hayatının ilk yılları, İslam davasının pek çe­tin mücadeleler ve sıkıntılar içinde bulunduğu devreye rastladı. Müşrikler bir türlü davasından vazgeçiremedikleri Hz. Peygamber’e işkence ve eziyet etmeye başlamışlardı. İşte, bu nur topu yavru, böyle çileli günlerinde filizlenmişti. Re­sû­lul­lah, evlatlarının hepsini seviyordu mutlaka, ama Fâtıma’ya ayrı bir ihti­mam ve şefkat besliyordu. Onun kendi mübarek neslini devam ettireceğini, seyyidlere ana olacağını hissedip görüyor ve kıya­mete kadar gelecek o mübarek neslin şefkatiyle Fâtıma’yı kucaklayıp bağrına basıyor­du.
Hz. Hatice 25 yıllık bir evlilikten sonra bu fâni âleme gözlerini kapadığı sıra­da, Hicret’e üç yıl vardı. Bu yüce kadının ardından da Re­sû­lul­lah’ın müşriklere karşı en büyük hamisi olan amcası Ebû Tâlib’in vefatı, Re­sû­lul­lah’a ve müminlere öylesine ağır geldi ki, bu yıla “Hüzün Yılı” adını verdiler. Hz. Hatice’nin ve­fatıyla biricik Fâtıma annesiz kalmıştı. Re­sû­lul­lah, onun küçük kalbinin mah­zun olmaması için elinden geleni yapıyor, ona hem baba hem de anne şefkati göstererek acısını unutturmaya çalışıyordu.
Re­sû­lul­lah onu bir gül goncası gibi istikbale hazırlıyor, âdeta üzerine titri­yordu. Her evden çıkışında ve dönüşünde onu mutlaka öpüyordu.[2]
Fâtıma’nın da nebiler sultanı olan babasına karşı muhabbeti ve bağlılığı çok fazlaydı. Onu biraz kederli görse yüzü solar, sevinçli görse yüzünde tebessüm çiçekleri açardı.
Ebû Tâlib’in ölümünden sonra müşrikler tahkir ve hakaretlerini fiiliyata dök­müş, Yüce Nebi’ye her türlü eza ve işkenceyi yapmaya başlamışlardı. İbadet an­larında üzerine pislik atmak ve taşlamak dâhil her türlü ezayı yapmaktaydılar. İşte yine böyle bir gün Re­sû­lul­lah, üstü başı toz toprak içinde eve dönmüştü. Onu karşılayan Fâtıma boynuna sarılmış, bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan da sevgili babasının üstündeki tozu toprağı silmeye çalışıyordu. Ne ola­caktı? Yoksa bü müşrikler, hayatta biricik varlığı olan babasını da kendisinden koparacaklar mıydı? Bu gibi karanlık düşünceler küçük Fâtıma’nın mahzun gönlünü daha da hüzünlendiriyordu. Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber, şefkatli baba, bu kalbi mahzun yavruyu şu tatlı sözlerle teselli ediyordu:
“Korkma yavrum! Allah, babanı koruyacaktır.”[3]
Müşriklerin eziyetleri yüzünden Mekke, Müslümanlara dar gelmeye başla­mıştı. Bir İlahî tecelli bekleniyordu. Nihayet hicret izni geldi. Müslümanlar bi­rer birer Mekke’yi terk etmeye başladılar. Bu sıralarda müşrikler başka çare ol­madığını görmüş, Re­sû­lul­lah’ın hayatına son vermek için planlar yapmaya baş­lamışlardı. Yine böyle bir planı tatbik edecekleri gece Re­sû­lul­lah, Hz. Ebû Be­kir’le birlikte gizlice Mekke’yi terk etti. Hz. Fâtıma ve diğer aile fertlerini yanına alamadı. Onları Mekke’de bırakmak mecburiyetinde kalmışlardı.
Medine’ye varıp Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yerleştiğinde Re­sû­lul­lah ilk iş olarak, Zeyd bin Hârise ile Ebû Râfı’yi, Mekke’deki aile efradının getirilmesi için vazifelendirdi. Onlar hemen Mekke’ye gittiler ve Hz. Fâtıma ile birlikte Ümmü Gülsüm’ü, Peygamberimizin hanımı Sevde bint-i Zem’a’yı ve Üsâme bin Zeyd’i alıp getirdiler.[4]Böylece karanlık ve sıkıntılı bir devir geride kalmış oldu. Re­sû­lul­lah da, “Fâtıma benden bir parçadır; onu üzen beni üzmüş ve onu sevin­diren beni sevindirmiş olur.”[5]diyerek kıymetini dile getirdiği sevgili yavrusuna kavuşmuştu.
Yıllar akıp geçiyor, İslam davası gittikçe büyüyerek parlak bir istikbale yürü­yordu. Bedir’den sonra Uhud’da Müslümanlar müşriklerle karşı karşıya gelmiş­ler, çetin bir harbe tutuşmuşlardı. Müslümanların dağıldığı bir sırada müşrikler Re­sû­lul­lah’ın yakınına kadar sokularak dişlerinin kırılmasına ve kanlar içinde kalmasına bile sebep olmuşlardı. Hz. Fâtıma, sevgili babasının bu hâlini haber alınca hemen koşmuş, Ashâb’ın bir türlü dindiremediği kanları hasır otlarını yakıp külleriyle dindirmişti.[6]
Ashâb-ı Kirâm da Hz. Fâtıma’ya karşı büyük bir hürmet ve muhabbet besle­mek­tey­di. Hattâ onun Re­sû­lul­lah’a çok benzemesinden dolayı kendisine “Ümmü Ebîha [babasının annesi]” diyorlardı. Hz. Âişe validemiz anlatıyor:
“Fâtıma içeri girdiğinde Re­sû­lul­lah kalkar, onu öper ve yerine oturturdu. Hz. Peygamber onun yanına girdiğinde de o kalkar, babasını öper, ona yerini verir­di. Hâl ve gidiş bakımından, oturuş ve kalkışında Fâtıma kadar Re­sû­lul­lah’a benzeyen birini görmedim.”[7]
İbni Abbas bu eşsiz baba-kız muhabbetine işaret ederek şöyle der:
“Re­sû­lul­lah bir seferden döndüğünde [mutlaka] kızı Fâtıma’yı [ziyaret edip] öperdi.”[8]
Hicret’ten sonra Medine’de Hz. Âişe validemizin yanında kalan Hz. Fâtıma, 15 yaşına gelmişti. Sahabe’nin ileri gelenleri kendisini Peygamber Efendimiz­den istemişler ve bu vasıtayla Re­sû­lul­lah’a daha yakın olmayı, o şerefle şereflen­meyi arzulamışlardı. Ancak Peygamber Efendimiz hepsini nazik bir şekilde reddederek şöyle cevap veriyordu.
“Kızım Fâtıma hakkında Allah’ın kararını bekliyorum.”
İsteği reddedilenlerden birisi de Hz. Ömer’di (r.a.). Hz. Ömer aldığı menfi ce­vap üzerine Hz. Ali’ye (r.a.) şöyle dedi:
“Ey Ali, anlaşılan o ki, Fâtıma senin ola­cak.”[9]
Hz. Ali (r.a.), Fâtıma’yi istiyordu, ama bunu Re­sû­lul­lah’a nasıl ifade edecekti? Bir türlü cesaretini toplayamıyordu. Nihayet bir gün Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıkmaya karar verdi. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
“Fâtıma’yı istemek üzere Kâinatın Efendisi’nin huzuruna çıkmıştım. Fakat yü­züme baktıkları anda dilim tutuldu, tek kelime söyleyemez oldum. Nihayet Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:
“‘Bir ihtiyacın, bir arzun mu var, ey Ali?’
“Aynı soruyu üç defa tekrarlamalarına rağmen bende yine cevap yoktu. So­nunda Re­sû­lul­lah, ‘Öyle sanıyorum ki, sen Fâtıma’yı istemek için geldin!’ bu­yurdu. Bu defa ‘Evet.’ diyebildim. ‘Mehir olarak verebileceğin bir şeyin var mı?’ dediler.
“‘Hayır yok, yâ Re­sû­lal­lah.’ dedim.
“‘Benim sana kuşandırdığım bir zırh vardı, o ne oldu?’ buyurdular.
“‘Duruyor.’ dedim.
“‘İşte o zırhı satıp tutarını bana getir. Fâtıma ile nikâhınız için mehir olarak kâfi gelir.’ buyurdular.”[10]
Elde edilen parayla en iktisatlısından ev eşyası alındı. Bu mübarek, Peygam­ber neslinin çekirdeği yuvanın kuruluşu da bizzat Re­sû­lul­lah’ın mübarek eliyle oldu. Nikâhlarını o kıydı. Kurulan yuvaya giderek kızı Fâtıma’yı bir yanına, Ali’yi bir yanına aldı. İstediği bir miktar su ile abdest aldı. Abdest suyunun bir kısmını Fâtıma’nın, bir kısmını da Ali’nin üzerine serperek şöyle duada bulun­du:
“Allah’ım, onların her ikisine bu evliliği mübarek kıl. Allah’ım, onlardan ge­lecek nesilleri de mübarek eyle. Allah’ım, onları şeytanın şerrinden koru!”
Sonra İhlâs ve Muavvizeteyn Sûrelerini okudu.[11]
Âlemlere nur ve irfan saçacak, seyyidlere beşiklik edecek, feyiz ve fazilet menbaı olacak mukaddes bir yuva, böylece kurulmuş oldu. Artık bu hane Re­sû­lul­lah’ın zaman zaman gidip, cennet köşesinin saadetini duyduğu bir yuva ol­muştu. Hele aradan zaman geçip de Hasan ve Hüseyin gibi iki nur torun dünya­ya gelince, o yuva daha büyük neşe ve sevinç hâline geldi.
Bu mübarek aile artık Âl-i Beyt’in nüvesini teşkil ediyordu. Yüce Peygamber’in kendisinden sonra ümmetinin hidayete ermesine vesile olacağını müjdeledi­ği iki şeyden birisi Kur’ân-ı Kerim, diğeri ise, temeli bu şekilde atılan Âl-i Beyt idi.[12]
Re­sû­lul­lah çok sevdiği nur torunlarını kucağına alır, koklar, öper, onlarla koşar ve eğlenirdi. Hattâ onlara bizzat hizmet etmekten büyük zevk alırdı.
Hz. Ali anlatıyor: “Re­sû­lul­lah bir gün evimizi şereflendirmişti. Hasan ile Hüseyin uyumaktay­dılar. O sırada Hasan uyandı ve süt istedi. Bir koyunumuz vardı. Re­sû­lul­lah he­men kalkarak koyunu sağmaya gitti. Bir de ne görelim? Sütü pek az olan koyun, Re­sû­lul­lah’ın sağmasıyla bol süt verdi! Re­sû­lul­lah sütü Hasan’a içirmeye başla­dı. Bunu gören Fâtıma, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, herhâlde Hasan’ı daha fazla seviyorsun?!’ dedi. Re­sû­lul­lah, ‘İkisini de aynı derecede seviyorum; fakat Hasan önceden süt istemişti!’ buyurdu. Ve şunu ilave etti: ‘Ey Fâtıma, kıyamet günü, ben, sen, şu iki yavru ve Ali, hepimiz ay­nı yerde olacağız.’“[13]
Bir defasında da Re­sû­lul­lah, hazır olan yemeği hep birlikte yedikten sonra abasını Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’in üzerine örterek, “Allah’ım, işte bunlar benim Ehl-i Beyt’im ve Âl-i Abam’dır; Sen onları rızana aykırı şeylerden uzak tut!” buyurmuştur.[14]
Evet, Hz. Fâtıma’ya olan şiddetli muhabbet, sadece evlat şefkati ve muhabbe­ti değil, aynı zamanda davasına hakiki mirasçı olarak sahip çıkacak seyyidler neslinin başı olmasından ileri geliyordu.
Re­sû­lul­lah bu mesut ailenin kederiyle de sevinciyle de her an alakadardı. Bir ­gün Hz. Ali ve Fâtıma arasında çıkan bir tartışma üzerine, onları barıştırmak için evlerine gitmişti. Eve girerken yüzünde keder ifadesi vardı. İçeri girip otur­duktan sonra bir yanına kızı Fâtıma’yı, diğer yanına da Hz. Ali’yi aldı. İkisinin de ellerini tutup önünde birleştirdi. Böylece onları barıştırdı. Dışarı çıktığında sahabiler sordular:
“Yâ Re­sû­lal­lah, içeri girdiğinizde üzgündünüz, şimdi ise sevinçlisiniz; ne­den?”
Re­sû­lul­lah şöyle cevap verdi:
“Çünkü en çok sevdiğim iki insanı barıştırdım.”[15]
Hz. Fâtıma her hâliyle Re­sû­lul­lah’ın kızı olduğunu gösterecek vasıflara ve meziyetlere sahipti.
Bir gün etrafında bulunan sahabilere Re­sû­lul­lah şöyle bir sual tevcih buyur­muştu:
“Kadınlar içinde en hayırlı şey nedir?”
Orada hazır bulunan Hz. Ali de dâhil kimse bu suale cevap verememişti. Hz. Ali oradan ayrılıp evine gitmişti. Aynı soruyu hanımı Fâtıma’ya sordu. Hz. Fâtıma buna hiç düşünmeden şöyle cevap verdi:
“Neden demedin ki, kadınlar için en hayırlı şey, zaruret dışında, onların erkekleri, erkeklerin de onları görmemeleridir.”
Bu hikmetli cevabı alan Hz. Ali, hemen Re­sû­lul­lah’ın huzuruna gitti. Resûl-i Ekrem bu cevabı kendisin­den duyunca, “Bunu sana kim öğretti?” diye sordu. Hz. Ali de, “Kızınız Fâtıma!” cevabını verdi. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah, “Şu bir gerçek ki, o benden bir parça­dır.” buyurdu.[16]
Re­sû­lul­lah’ın bu âleme veda etmesinin yakınlaştığı günlerde geçen bir hadi­seyi de Hz. Âişe validemizden dinleyelim:
“Bir gün yürüyüşü Re­sû­lul­lah’ın yürüyüş gibi olan Fâtıma yönelip geldi. Re­sû­lul­lah onu görünce, ‘Merhaba ey kızım!’ dedi ve sağ veya soluna oturttu. Kula­ğına eğilip bir söz söyledi; bu söz üzerine Fâtıma ağladı. Daha sonra bir söz söy­ledi; bu defa Fâtıma güldü. Bunun üzerine ben Fâtıma’ya, ‘Senin hüzünden se­vince bu kadar çabuk geçtiğin bir ânını görmedim!’ deyip, Re­sû­lul­lah’ın kendisi­ne söylediklerini sordum. O bana, ‘Ben Re­sû­lul­lah’ın sırrını ifşa edemem!’ diye cevap verdi.
“Ne zaman ki Re­sû­lul­lah vefat etti, Fâtıma gizlediği sırrı o zaman bana açık­ladı. Ve Re­sû­lul­lah’ın o zaman kendisine, ‘Cebrâil bu sene iki defa arz etti. Ben bunu ‘ecelimin yaklaştığı’na yoruyorum! Ve sen, bana ulaşacakların ilki olacak­sın…’ Birincisini duyunca üzüldüm, ikincisini duyunca sevindim!”[17]
Re­sû­lul­lah’ın vefatından altı ay gibi kısa bir müddet sonra, “hayatının baharı” de­nilebilecek bir yaşta—28 yaşında—Hz. Fâtıma da en çok sevdiği Resûller Resûlü babasının şefkatli sinesine kavuştu.
Hz. Âişe’nin rivayetine göre, Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra, ona kavuşunca­ya kadar Hz. Fâtıma hiç gülmemiştir.[18]
Bir ara Peygamber torunları Hz. Hasan ve Hüseyin hasta oldular. Onların ra­hatsızlığını duyan Fahr-i Cihan Efendimiz, yanına dostları Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve bazı sahabileri alarak ziyaretine gitti. Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve hizmetçi­leri Hz. Fıdda’nın da bulunduğu evde sahabiler, Hz. Ali’ye bir teklifte bulundu­lar: “Ey Hasan’ın babası! Çocukların iyileşirse Allah rızası için bir vaadin var mı? Onlar için bir adak düşünmüyor musun?” Allah’ın Arslanı, büyük insan şöyle dedi:
“Evet, yavrularıma Allah şifa ihsan ederse, Allah rızası için üç gün oruç tutacağım!”
Kocası Hz. Ali’nin nezrini işiten şefkat timsali anneleri Hz. Fâtıma da, “Eğer gözümün nurları iyileşirse, ben de Allah rızası için üç gün oruç tutacağım!” de­di. Hizmetçileri Hz. Fıdda da aynı fedakârlıkta bulunarak, efendilerinin adakla­rına iştirak etti.
Duaları kabul olmuştu. Kısa zamanda iki asil yavru sıhhate kavuştular. Aile, adaklarını yerine getirmeye başladılar. Sahura kalkıp oruç tuttular. Fakat Ehl-i Beyt’in evinde akşama iftarlarını açacak bir parça kuru ekmekleri dahi bulunmu­yordu.
Hz. Ali, bir Yahudi tüccarı olan Şem’un-el Hayberî’ye giderek dört kilogram kadar ödünç arpa aldı. Eve getirdi, hanımı Hz. Fâtıma’ya teslim etti. Ekmek yap­masını söyledi.
Hz. Fâtıma arpanın bir kısmından ekmek yaparak sofraya koydu. Tam yeme­ğe başlayacakları sırada kapı vuruldu. Kapıya gelen, bir fakirdi: “Ey Muhammed’in evlatları, ben Müslüman bir fakirim. Çocuklarıma yedirecek bir şeyim yok. Bir parça yiyecek verin de, Allah da sizlere cennet nimetlerini ihsan et­sin.”
Fakirin bu sözlerin duyan Hz. Ali, sofradaki ekmeklerinin fakire verilmesini söyledi. Hepsi de gönül rızasıyla aynı teklife katıldılar. Ekmekleri sadaka ola­rak verdiler. Kendileri de iftarlarını suyla yaptılar.
Ertesi gün Hz. Fâtıma, geriye kalan arpanın bir kısmından da ekmek yaptı. Sofraya getirdi. Yine tam yiyecekleri sırada kapı vuruldu. Bu sefer gelen, bir ye­timdi: “Ben muhacirlerden, babası savaşta şehit düşmüş bir yetimim. N’olur bir parça ekmek verin!” Aynı tarzda önlerindeki ekmekleri bu sefer de yetime verdiler. Kendileri oruçlarını suyla açtılar.
Üçüncü günün akşamında Hz. Fâtıma arta kalan arpadan ekmek pişirerek ön­lerine getirdi. Bu defasında kapıyı çalan, müşrik bir esirdi: “Ey Müslümanlar, çok açım, bana bir parça yiyecek verin!” diye sadaka istiyordu. Hakiki imanın zirvesinde taht kuran bu gönül erleri, önlerindeki ekmekleri bu defa da ona tasadduk ettiler. Kendileri iftarlarını o gün de suyla yaptılar.
Dördüncü günün sabahı olmuştu. Hz. Ali, ciğerparelerinin ellerinden tutarak bahtiyar dedelerinin yanına götürdü. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardılar. Peygam­ber Efendimiz, canı kadar sevdiği “göz bebekleri”nin hâlsiz mecalsiz vaziyetle­rini görünce gözleri dolu dolu oldu. Açlığın şiddetinden güvercin yavruları gibi titriyorlardı: “Yâ Ali, nedir bu hâliniz, beni bu kadar üzen şey nedir?” diye sor­duğunda Hz. Ali hadiseyi anlattı.
Evdekilerin aynı durumda olduklarını öğrenen Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) kalkarak kızının evine gitmeye hazırlandı. Eve geldiklerinde Hz. Fâtıma’nın karnının sırtına geçtiğini gördü. Üzüntüsü bir kat daha artmıştı. Fakat öbür taraftan manevi mertebelerini düşünüyordu.
Tam bu hâldeyken Hz. Cebrâil gelerek Peygamberimizin yanına yaklaştı. Bir İlahî müjde takdim etti: “Onlar kendi canlarının çekmesine rağmen, yemeği fa­kire, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan Sûresi, 8.) Bu fedakârlıklarını Cenâb-ı Hak övüyordu...[19]


___________________________________
[1]Sîre, 1: 202.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[3]Sîre, 2: 58.
[4]Tabakât, ?: 237-238.
[5]Tirmizî, Menâkıb: 61.
[6]Buhârî, Cihad: 156.
[7]Tirmizî, Menâkıb: 61.
[8]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[9]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[10]Tabakât, 8: 20.
[11]Tabakât, 8: 21.
[12]Tirmizî, Menâkıb: 32.
[13]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[14]Tirmizî, Menâkıb: 32.
[15]Tabakât, 8: 26.
[16]Hilye, 2: 41.
[17]Tirmizî, Menâkıb: 61; Üsdü’l-Gàbe, 5: 522.
[18]Üsdü’l-Gàbe, 5: 524.
[19]Üsdü’l-Gàbe, 5: 530-531; Tefsir-i Kebir, 30: 224.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hicret’in 4. yılıydı... Mübarek nesli devam ettirecek olan ikinci torun da dünyamızı teşrif buyurdu. Peygamberimiz, doğum müjdesini alır almaz sevgili kızının evine koştu. Torununu kucakladı, İsmini de “Hüseyin” koydu. Onun için de koç kurban edildi. Saçının ağırlığınca gümüş, sadaka olarak dağıtıldı. Ayrıca sünnet ettirildi.
Bundan sonra Hz. Fâtıma validemizin evi Peygamberimizin gözünde daha başka bir değer kazandı. Artık daha sık gidiyor, nur topu çocuklarını kucaklı­yor, öpüyor, seviyordu. “Hasan ve Hüseyin benim dünyada kokladığım iki reyhanımdır.” buyurarak onları kokluyordu.[1]
Peygamberimiz sevgili torunlarının herhangi bir sebeple ağlamasına razı ol­mazdı. Onların ağlatılmasını hoş karşılamazdı. Bir gün Hz. Hüseyin’i kucağına almıştı. Öptü, sevdi, sonra da kucağına oturttu. Bu esnada Hz. Hüseyin, dedesi­nin üzerine akıttı. Peygamberimiz (a.s.m.) onu Ümmü’l-Fadl’a uzattı. “Al oğlu­mu tut, üzerime akıttı!” buyur­du. Ümmü’l-Fadl (r.anha), Hüseyin’e kızdı, canını acıttı. Âlemlere rahmet olarak gönderi­len Yüce Peygamberimiz, torununun ağ­lamasına dayanamadı. Ümmü’l-Fadl’e, “Allah iyiliğini versin! Sen oğlumun ca­nını acıtmakla beni üzdün!” buyurdu. Ümmü’l-Fadl, Peygamberimizden özür di­ledi. Peygamberimiz başka bir gün de Hüseyin’in ağladığını işitti. Hz. Fâtıma’ya, “Onun ağlamasına üzüldüğümü bilmiyor musun?!” buyurdu.[2]
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) her iki torununu da çok seviyordu. Aralarında bir ayırım gözetmiyordu. Her ikisi de bir şey istediğinde önce kim istediyse ona veriyordu. Bir gün yine torunlarını görmek, onları sevmek için gelmişti. Uyuyorlardı. O sı­rada Hz. Hasan uyandı, süt istedi. Evde bir koyun vardı, fakat sütü çok azdı. Pey­gamberimiz koyunun yanına gitti, onu sağdı. Koyun bol süt verdi. Sütü Hz. Ha­san’a vermek üzereyken Hz. Hüseyin de uyandı, süt istedi. Peygamberimiz elin­deki sütü Hasan’a (r.a.) verdi. Fâtıma validemiz, “Yâ Re­sû­lal­lah, her hâlde Hasan’ı daha çok seviyorsunuz!” diye sordu. Pey­gamberimiz, “İkisini de aynı dere­cede seviyorum; fakat Hasan önce istemişti!” buyur­du.[3]
Peygamberimizin sevgili torunları yürüyecek yaşa gelmişlerdi. Artık düşe kalka yürüyorlardı. Bu, onların sevimliliklerine sevimlilik katıyordu. Dedeleri­ni çok seviyorlar, her an onu görmek istiyorlardı. Sanki onun insanlara kurtarıcı olarak gönderildiğini, kâinatın onun hürmetine yaratıldığını hissetmişlerdi.
Yine bir gün onu arıyorlardı. Mescitte olduğunu öğrenince düşe kalka yürü­yerek mescide girdiler. Peygamberimiz o esnada Ashâbına bir şeyler anlatıyor­du. Hz. Hasan ile Hüseyin’in yanına gelirken düştüğünü görünce konuşmasını yarıda kesti ve onları kaldırdı. Sevdi, okşadı, kucağına oturttu. Sonra da şöyle buyurdu:
“Cenâb-ı Hak, ‘Mallarınız, evlatlarınız fitnedir, birer imtihan vesilesidir.’ diye ne doğru buyurmuştur! Bu iki çocuğa baktım; düşe kalka yürüyorlar. Sabrede­medim, konuşmamı kestim, kaldırıp buraya getirdim.”[4]
Peygamberimiz başka bir gün Ashâbıyla birlikte bir yere gidiyordu. Kızının evinin yakınından geçerken Hz. Hüseyin’in kapının önünde oynadığını gördü. Adımlarını hızlandırdı, yaklaştığında kollarını açtı, onu tutmak istedi. Fakat Hz. Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyor, aklı sıra yakalanmak istemiyordu. Peygamberimiz onun bu hareketine tebessüm ediyordu. Sonra onu yakaladı. Bir elini kafasına diğer elini çenesine koydu. Onu öptü sevdi, sonra da, “Hüse­yin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Allah’ı seven Hüseyin’i sever. Hüseyin, torunlardan bir torundur.” buyurdu.[5]
Başka bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) Ashâbıyla sohbet ederken Ümmü Eymen (r.anha) geldi. Heyecanlıydı, “Yâ Re­sû­lal­lah, Hasan ile Hüseyin kayboldu! Bütün aramamıza rağmen bulamadık!” dedi. Peygamberimiz, sahabilere, “Kal­kın, çocuklarımı arayın!” buyurdu. Onlardan her biri bir yöne gittiler. Peygambe­rimiz de Hz. Selmân ile gitti. Bir dağ tepesine vardıklarında Hz. Hasan ve Hüse­yin’i gördüler. Birbirlerine sarılmış vaziyette duruyorlardı. Bir yılan da hemen yanı başlarında duruyor, ağzından kıvılcımlar saçıyordu. Peygamberimiz he­men koştu. Yılan uzaklaştı, bir deliğe sağılıverdi. Peygamberimiz, sevgili torun­larının yanına gitti, onları okşadı ve “Anam babam size feda olsun! Bu size Al­lah’ın büyük bir lütfu.” buyurdu. Sonra da birini sağ omu­zu­na, birini de sol omuzuna aldı. Bunu gören Hz. Selmân, “Ne mutlu size! Bineğiniz ne güzel!” dedi. Peygamberimiz ise, “Binenler de güzel! Babası ise onlardan daha üstün.” muka­belesinde bulundu.[6]
Hz. Hasan ve Hüseyin artık iyice büyümüşlerdi. Birbirleriyle güreş tutabile­cek yaşa gelmişlerdi. Peygamberimiz onları güreştiriyor, sonra da tebessüm ediyordu. Bir gün yine güreşiyorlardı. Peygamberimiz, Hz. Hasan’ı gayrete geti­riyor, “Ha gayret Hasan! Göreyim seni, yakala Hüseyin’i!” buyuruyordu. Hz. Ali de oradaydı. “Yâ Re­sû­lal­lah, siz Hüseyin’i kayırmalı değil misiniz? Çünkü Ha­san daha büyük!” dedi. Peygamberimiz (a.s.m.), “Baksana, Cebrâil de Hüseyin’e ‘Ha gayret Hüseyin, göreyim seni!’ diyor!” buyurdu.[7]
Peygamberimiz (a.s.m.) hemen her gün torunlarını görüyordu. Bunun için bazen kendisi kızının evinin gidiyor, bazen de Hz. Fâtıma onları Peygamberi­mizin yanına getiriyordu. Çocuklarının ondan fazla feyizlenmesini istiyordu.
Bir gün Peygamberimiz hanımı Ümmü Seleme’nin (r.a.) yanında iken Hz. Fâtıma çocuklarının ellerinden tutup dedesinin yanına getirdi. Hz. Ali de oraday­dı. Hep birlikte yemek yediler. Bu sırada, “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden kiri, gü­nahı gidermek ve tertemiz yapmak ister.” Mealindeki, Ahzab Sûresi’nin 35. âyet-i kerimesi nazil oldu. Peygamberimiz kızı Fâtıma’yı, Hz. Ali’yi, Hz. Hasan ve Hüseyin’i (r.a.) elbisesinin altına aldı. Sonra da “Yâ Rab, bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, bunlardan günah kirini gider ve onları tertemiz yap!” diye duada bu­lundu.[8]
Peygamberimizin vefatından sonra, Hz. Ali gibi bir zatın terbiyesi altında bü­yüyen Hz. Hüseyin’in bütün hayatı bir sadelik içerisinde geçti. Bütün insanlığa örnek olabilecek bir hayat yaşadı. Birçok sözü bize kadar ulaştı. Bunlardan iki tanesi şöyledir:
“İnsanların size tevdi edilen işleri birer İlahî emanettir. O işleri kötüye kullan­mayınız; sonra azaba çevrilir!”
“Cömert efendi, cimri hor olur. Bir mümin kardeşinin iyiliğini kendinden ev­vel düşünen, ahirette daha iyisini bulur.”
Hz. Hüseyin, duası Allah indinde kabul edilen bir kuldu. Bir defasında kuyu­sunu temizleyen bir adamın yanından geçiyordu. Hz. Hüseyin’i görünce, “Kuyumu genişletiyorum, fakat ne yapıyorsam suyu bir türlü çoğalmıyor!” dedi. Hz. Hüseyin kuyunun suyundan biraz getirmesini istedi. O zat bir miktar su getirdi. Hüseyin (r.a.) o sudan bir miktar içti, ağzında çalkaladı ve kuyuya püskürttü. Bundan sonra kuyunun suyu hem çoğaldı, hem de tatlılaştı…
Kerbelâ Hadisesi’nde de Yezîd’in adamlarından biri, “Hüseyin aranızda mı­dır?” diye sordu. Sonra da Peygamberimizin, “Cennet gençlerinin efendisidir.” buyurduğu Hz. Hüseyin için, “Onu cehennemle müjdeliyorum!” diyerek edep­sizlik etti. Hz. Hüseyin, ellerini dergâh-ı İlahiyeye kaldırdı ve “Allah’ım, onu cehenneme gönder!” diye beddua etti. Duası biter bitmez adamın atı ürktü, ken­disi de yere yuvarlandı. Ayağı ise üzengide asılı kaldı. Paramparça olarak ce­hennemi boyladı…
Hz. Muâviye’nin vefatından sonra oğlu Yezîd’in halifeliğini kabul etmedi. Çünkü Yezîd zalim ve fasık birisiydi. Allah’ın emirlerine uygun hareket etmi­yordu. Hz. Hüseyin’in böyle birine biat etmesi ise düşünülemezdi. Onun Yezîd’e biat etmediğini gören Kûfeliler, Hz. Hüseyin’i davet ederek kendisine biat edeceklerini söylediler. Yezîd’in yaşayışından onlar da memnun değillerdi. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, Kûfe’ye gitmeye karar verdi. Sahabiler gitmemesini istedilerse de o ısrarlıydı. Yanına yakınlarını ve çocuklarını alarak Kûfe’ye ha­reket etti.
Yezîd, Hz. Hüseyin’in bu hareketine çok kızdı. Kûfe Valisi Ubeydullah bin Ziyad’a emir verdi. Ondan, bir ordu hazırlamasını ve Hz. Hüseyin’e mâni olma­sını istedi. İbni Ziyad da, Hürr bin Yezîd komutasında bir birlik hazırladı ve Hz. Hüseyin’in üzerine gönderdi. Hz. Hüseyin’i susuz, taşsız ve ağaçsız bir yerde konaklamak mecburiyetinde bırakmasını emretti. Hürr, emri yerine getirdi. Hz. Hüseyin’i Kerbelâ’da konaklamak mecburiyetinde bıraktı. Hz. Hüseyin istese yanındaki mücahitlerle Hürr bin Yezîd ve mahiyetindekileri haklayabilirdi; fakat o, boş yere Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. Anlaşma yolunu arı­yordu, fakat anlaşma temin edilemedi. Üstelik bir gün sonra Ömer bin Sa’d ku­mandasında 4 bin kişilik takviye kuvveti geldi. Bunlar Hz. Hüseyin ve mahiye­tindekileri kuşatma altına aldılar. Suyun başını tuttular. Hava bir hayli sıcaktı. Hz. Hüseyin ve beraberindekiler bir hayli susamışlardı. Su talebinde bulundularsa da bu istekleri reddedildi.
Hz. Hüseyin bunların kendisini öldürmeye iyice kararlı olduklarını anlamış­tı. Yanındakilerin ölmelerini istemiyordu. Onlara şu mealde bir konuşma yap­tı:
“Arkadaşlar, görüyorsunuz, dünya değişmiş. İyisi gitmiş, kötüsü kalmış. Ha­yatın bir tadı kalmamış. Ömrümüzün kalan kısmı, kabın dibinde kalan su artı­ğından, havası ağır ve sıkıcı bir otlak hayatından başka bir şey değildir. Artık hak ile amel edilmediğini, batıldan vazgeçilmediğini görmüyor musunuz? Böyle bir durumda kalan kişinin ölümü hayata tercih etmesi gerekir. Ben şahsen ölümü mutluluk, zalimlerin idaresinde yaşamayı ise alçaklık olarak görüyo­rum…”
Hz. Hüseyin bunları söyledikten sonra, yanındakilere, gece karanlığından is­tifade ederek etrafa dağılmaları ricasında bulundu. Fakat onlar bunu kabul et­mediler. “Allah bizi senden sonraya bırakmasın. Vallahi biz senden ayrılma­yız!” diyerek büyük bir sadakat örneği gösterdiler. Hz. Hüseyin onların bu dav­ranışından müteessir oldu.
Biraz sonra her iki taraf da savaş düzeni aldı. Birbirlerine iyice yaklaştılar. Hz. Hüseyin büyük bir faciaya engel olma ümidiyle son olarak çok dokunaklı bir konuşma yaptı. Kûfelilere şöyle hitap etti:
“Ey insanlar, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: ‘Kim insanlara zulümle muamele eden, Allah’ın haram kıldıklarını pervasızca işle­yen, Re­sû­lul­lah’ın yolundan gitmeyen ve Allah’ın kulları arasında zulüm ve haksızlıkla iş gören bir idareciyi görür de ona göz yumar, eliyle veya diliyle karşı çıkmazsa, Cenâb-ı Hakk’ın o kimseyi müstahak olduğu yere göndermesi hak olur.’ Bu adamlar [Yezîd ile Ubey­dul­lah bin Ziyad] devamlı şeytana uymakta­dırlar. Allah’a ibadet etmeyi bırakıp devamlı bozgunculuk ve fesat çıkarmakta­dırlar. Allah’ın kanunlarını işlenemez hâle getirmiş bulunmakta, devletin hazi­nesini kendi aralarında paylaşmaktadırlar. Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını ise haram kılmaktadırlar. Bunu kabul etmeyip karşı çıkmak ise herkes­ten önce benim vazifemdir.
“Bunun böyle olduğu hususunda bana birçok mektup gönderdiniz. Bana biat edeceğinize ve yalnız bırakmayacağınıza dair haberciler yolladınız. Eğer bu sö­zünüzü tutar da bana biat ederseniz doğru bir harekette bulunmuş olursunuz; şayet bu sözünüzden vazgeçtiyseniz, gelişimden hoşlanmadıysanız bırakın ge­ri gideyim.
“Biraz düşününüz: Beni öldürmeniz size bir iyilik getirir mi? Benim kanım si­ze helal olur mu? Ben sizin Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim? Ben si­zin Peygamberinizin amcasının oğlu Ali’nin oğlu değil miyim? Hamza, Abbas, Câfer benim amcalarım değil midir? Re­sû­lul­lah (a.s.m.) benim ve kardeşim hakkında ‘Bunlar cennetlik gençlerin efendisidir.’ buyurmamış mıdır?...”
Fakat gözü dönmüş güruh mutlaka Hz. Hüseyin’i şehit etmek istiyordu. Hiç­bir şey anlayacak hâlde değillerdi. Biraz sonra hep birlikte saldırıya geçtiler. Çok kalabalıktılar.
Hz. Hüseyin’in yanındakiler, şehit oluncaya kadar Re­sû­lul­lah’ın sevgili toru­nunu koruyacaklarına söz vermişlerdi. Kahramanca karşı durdular. Hz. Hüse­yin’in etrafında âdeta etten bir duvar oluşturdular. Biraz sonra da hepsi teker te­ker şehadet mertebesini kazandı.
Hz. Hüseyin’in etrafında sadece birkaç kişi kalmıştı. Onlar da birçok yerin­den yaralanmışlardı. Hz. Hüseyin de çeşitli yerlerden yara almıştı. Bir ara ya­nında bulunan son sudan birkaç yudum içmek için su kabını ağzına götürdü. Tam bu sırada gelen bir ok, mübarek ağzına isabet etti. Kab elinden düştü. Eliy­le ağzının kanını sildi. Bu arada bir ok da böğrüne saplandı. Derken çapulcular güruhu o mübarek insanın üzerine çullandılar. Elini kestiler. Çok geçmeden de Peygamberimizin “Reyhanım.” diye koklayıp sevdiği sevgili torununu şehit et­tiler. Bununla da yetinmeyerek mübarek başını kestiler ve Yezîd’e gönderdiler. Tarih Hicret’in 61. yılını gösteriyordu...
Bu feci hadiseden bir gün sonra Kerbelâ yakınlarındaki Gadiriye köyü halkı, katliam mahalline geldiler ve şehitleri def­nettiler. Hz. Hüseyin’in kabrini kaybetmek istedilerse de, Peygamberimizin to­runundan yayılan hoş koku onun kabrini belirledi.
Kerbelâ katliamından sadece Hz. Hüseyin’in küçük oğlu Ömer ile hasta oğlu Aliy­yü’l-Asgar, kızı Zeyneb ve bazı kadınlar kurtuldu.[9]
Bu hadiseyle Peygamberimizin bir mucizesi daha ortaya çıktı. Çünkü Re­sû­lul­lah (a.s.m.) yıllar öncesinden Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edileceğini haber vermişti. Haber verdiği gibi çıktı. Bu haber verme hadisesi şöyle olmuştu:
Bir gün Cebrâil (a.s.), Peygamberimizin yanına geldi. Peygamberimiz o sırada Ümmü Seleme validemizin yanında bulunuyordu. Ümmü Seleme’ye (r.anha), “Kapıyı üzerimizden kapa, içeriye kimseyi alma.” buyurdu. Onlar içerdeyken Hz. Hüseyin geldi, içeriye girmek istedi. Hz. Ümmü Seleme onu içeriye koy­mak istemediyse de Hüseyin (r.a.) bir fırsatını bulup içeriye daldı ve Re­sû­lul­lah’ın kucağına oturdu. Peygamberimiz sevgili torununu öptü, sevdi. Cebrâil (a.s.), “Onu çok mu seviyorsun?” diye sordu. Peygamberimiz, “Evet, çok sevi­yorum!” buyurdu. Hz. Cebrâil, “İyi, ama ümmetin onu şehit edecek!” dedi. Peygamberimiz, “Demek onu müminler öldürecek?!” diye hayretini belirtti. Cebrâil (a.s.) “Evet.” dedi, “İstersen onun şehit edileceği yeri de sana haber vereyim.” Peygamberimiz bildirmesini isteyince Cebrâil (a.s.) kısa bir müddet için yanın­dan ayrıldı. Kerbelâ’dan getirdiği bir avuç kırmızı ve ıslak toprakla döndü. Bu­nun üzerine Peygamberimizin mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Cebrâil’in ge­tirdiği toprağı da saklaması için Ümmü Seleme’ye (r.anha) verdi.[10]
Hz. Hüseyin’in şehit edildiği gün güneş tutuldu, gökyüzü kıpkırmızı kesildi. Halk kıyametin kopacağını zannetti. Diğer taraftan, onun şehadetine sadece in­sanlar değil, cinler de gözyaşı döktüler. Ümmü Seleme validemiz haber veri­yor: “Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra cinlerin ağladığını hiç duymamıştım. Bir gün yine onların ağlamasını duydum. Oğlum Hüseyin’in şehit edildiğini hissettim! Hizmetçimi göndererek, haber getirmesini istedim. Hizmetçi biraz sonra, Hz. Hüseyin’in şehit edildiği haberiyle geldi…”[11]
Bütün ömrünü İslamiyet’e hizmet yolunda geçiren Hz. Hüseyin, Peygamberi­mizden birkaç tane hadis rivayet etmiştir. Bu hadislerden bazıları şu mealde­dir:
“Malayaniyi [boş konuşmayı ve boş şeyle meşgul olmayı] terk etmek kişinin İslamiyet’inin güzelliğindendir.”[12]
“Asıl cimri, yanında ismim zikredildiği hâlde bana salavat getirmeyendir.”[13]
“Ey insanlar, ölüm bu dünyada sanki bizden başkaları için yazılmış, hakka uygun hareket etmek sanki bizden başkaları için vacip kılınmıştır. Uğurladığı­mız ölüler sanki pek yakında geri dönecek yolcularmış, biz de onlardan sonra dünyada ebediyen kalacakmışız gibi onların miraslarını yiyoruz. Bütün nasihatleri unutmuş bulunuyor, başımıza bir belanın gelmesinden korkmuyoruz. Kendi kusurlarıyla uğraştığı için başkalarının kusurlarını görmeyen kimseye ne mutlu! Kazancı helal, gizli hâli iyi, açık hâli faydalı ve yolu doğru olan kimseye ne mutlu! Kendini küçük düşürmemek şartıyla alçak gönüllülük eden, helal malından Allah yolunda harcayan, ilim ve hikmet sahibi kimselerle oturup kalkan, fakir ve muhtaçlara acıyan kimseye ne mutlu! Malın fazlasını harcadığı hâlde sözün fazlasını tutup fazla konuşmayan, sünnete uygun hareket edip bid’ata dönmeyen kimseye ne mutlu!”[14]
Son olarak Hz. Hasan ve Hüseyin’in faziletine işaret eden iki hadis nakledelim:
“Hasan ve Hüseyin, benim oğullarımdır. Onları seven beni sevmiş olur, beni seven Allah’ı sever, Allah kimi severse onu cennete koyar. Kim onları sevmez ve onlara düş­manlık ederse bana düşmanlık etmiş olur, bana düşmanlık edeni Allah sevmez, Allah kimi sevmezse onu cehenneme koyar!”[15]
(Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için) “Size harp açana ben de harp açarım, sizinle sulh içerisinde olanla ben de sulh içeri­sinde olurum.”[16]

_________________________________________
[1]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[2]Hz. Muhammed ve İslamiyet, 4: 160.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[5]Müstedrek, 3: 177.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 493.
[7]el-İsâbe, 1: 332.
[8]Tirmizî, Menâkıb: 32.
[9]Hz. Muhammed ve İslamiyet, 4: 195-202.
[10]Müstedrek, 3: 777; Üsdü’l-Gàbe, 2: 22.
[11]İsâbe, 1: 135; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 493.
[12]Müsned,1: 201.
[13]Müsned,1: 201.
[14]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 306.
[15]Müstedrek, 3: 166.
[16]İbni Ebî Şeybe, Musannaf, 12: 97.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimiz (a.s.m.), Allah’ın emri üzerine sevgili kızı Hz. Fâtıma’yı, Hz. Ali’ye nikâhladı. Her ikisi de Re­sû­lul­lah’ın terbiyesi altında büyümüşlerdi. Bu sebeple bütün Müslümanlara örnek olabilecek bir hayat yaşıyorlardı. Peygam­berimiz de sık sık onları ziyaret ediyor, çeşitli tavsiyelerde bulunuyor, her türlü problemleriyle ilgileniyordu.
Hicret’in 3. yılıydı... Bu mesut evliliğin üze­rinden bir yıla yakın bir zaman geçmişti. Fâtıma validemiz hamileydi. Bu, baş­ta Peygamberimiz olmak üzere bütün Müslümanları sevindirmişti.
Nihayet Allah’ın takdir ettiği gün geldi. Peygamberimiz, sevgili dadısı Ümmü Ey­men’i (r.a.) Hz. Fâtıma’nın yanına gönderdi. Âyete’l-Kürsî, Felak ve Nâs Sûrelerini okumasını tavsiye etti. Hz. Ümmü Eymen vakit geçirmeden Hz. Ali’nin evinin yolunu tuttu. Eve vardığında Peygamberimizin tavsiyesini aynen yerine getirdi. Çok geçmeden Hz. Hasan, ihtiyar dünyamızı şereflendirdi.
Peygamberimiz doğum haberini alır almaz hemen kızının yanına geldi. Çok sevinçliydi, “Oğlum nerede, onu bana gösteriniz?!” buyurdu. Hz. Hasan’ı kun­dak içerisinde getirdiler, Peygamberimize verdiler. Onu kucağına aldı, sevdi. “İsmini ne koydunuz?” diye sordu. Hz. Ali, “Harp” deyince de şöyle buyur­du:
“Muhakkak siz kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleri ile çağırılacaksınız. Öyle ise çocuklarınıza güzel isimler koyunuz.”
Peygamberi­miz daha sonra torununun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okudu. İs­mini de “Hasan” olarak değiştirdi.[1]
Hz. Hasan’ın doğumunun yedinci gününde iki koç kurban edildi. Saçı tıraş edilerek, ağırlığınca gümüş, sadaka olarak verildi. Aynı zamanda sünnet ettiril­di.
Artık Hz. Fâtıma’nın evi Peygamberimizin yanında bambaşka bir manaya bürünmüştü. Seyyidler nesline beşiklik ediyordu. Peygamberimiz kızının evi­ne daha sık gidiyor, torununu seviyor, onu kokluyor, omuzuna alıyordu.
Bir gün yine Hz. Hasan’ı sırtına almıştı. Bunu gören bir sahabi, “Ey çocuk, se­nin binitin ne güzeldir!” dedi. Peygamberimiz (a.s.m.), “O da ne güzel bir binici­dir!” buyurdu.[2]
Bir başka gün de Peygamberimiz, Hz. Hasan’ı severken Akra bin Habis (r.a.) yanlarına geldi. “Yâ Re­sû­lal­lah, siz çocukları seviyor musunuz? Benim 10 ço­cuğum var, onlardan hiçbirisini öpmem!” dedi. Peygamberimiz ona baktı ve “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurdu.[3]
Zaman zaman da Hz. Hasan, sevgili dedesinin yanına gider, onun sohbetinde bulunurdu. Yine bir gün Peygamberimizin ziyaretine gitmişti. Vakit bir hayli geç oldu. Hava kararmıştı. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Haydi eve git.” buyurdu. Ebû Hüreyre de (r.a.) oradaydı. “Yâ Re­sû­lal­lah, ben götüreyim mi?” dedi. Peygam­berimiz müsaade etmedi. Bu esnada bir ışık parladı. Hz. Hasan o ışık sayesinde rahatça eve gitti.[4]
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) kendisi Hz. Hasan’ı çok sevdiği gibi, ümmetine de onu sevmeyi vasiyet etti. “Allah’ım, ben onu seviyorum, Sen de sev; onu seveni de sev!”[5]buyurarak, onu seveni Allah’ın seveceğini bildirdi. Peygamberimizin Hz. Hasan’a karşı olan bu derin sevgisi şüphesiz sadece akrabalık cihetiyle değildi, bunun daha ehemmiyetli hikmetleri de vardı. Bediüzzaman Hazretleri bu hu­susla ilgili olarak şöyle der:
“Evet, Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Hz. Hasan’ı (r.a.) kemal-i şefkatinden ku­cağına alarak başını öpmesiyle Hz. Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nurani nesl-i mübarekinden Gavs-ı Âzam olan Şâh-ı Geylânî gibi çok mehdî-misal verese-i Nübüvvet ve Hamele-i Şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kutsiyelerini nazar-ı Nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teş­vike alamet olarak Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş... Evet, Hz. Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azimesi var.”[6]
Peygamberimizin, “Dünyada sevip kokladığım reyhanımdır.”, “Cennet genç­lerinin efendisidir.” buyurduğu Hz. Hasan (r.a.) sekiz yaşına kadar Re­sû­lul­lah’ın terbiyesi altında büyüdü. Ondan çok şeyler öğrendi. Sekiz yaşında dedesini, on­dan altı ay sonra da annesini kaybetmesi, Hz. Hasan’ın kalbini hüzne boğdu. Fa­kat ölümün yok olmak demek olmadığını, onları cennette tekrar görebileceğini bilmiş olması kendisine teselli verdi.
Hz. Hasan’ın başından göbeğine kadar olan kısmı Peygamberimize benziyor­du. Bu­nun içindir ki Fâtıma validemiz onu “Peygamber’e benzeyen, Ali’ye ben­zemeyen yavru” diye severdi.
Hz. Hasan cömertliğiyle temayüz etmiş bir sahabiydi. İki defa malının tama­mını, üç defa da servetinin yarısını tasadduk etti. Peygamberimizin sevgili toru­nu, iki ayakkabısı olsa birini mutlaka sadaka verirdi. Sadaka vermeden dura­mazdı. Bununla beraber bir şey satın alacağı zaman pazarlık eder, mümkün ol­duğu kadar ucuz almaya çalışırdı. Bu durum Müslümanların dikkatini çekiyor­du. Bir defasında, “Binlerce dirhemi sadaka veriyorsunuz, fakat bir şey satın alırken uzun uzadıya pazarlık edip yoruluyorsunuz!” denildi. Hz. Hasan böyle yapmasının sebebini şöyle izah etti:
“Sadakayı Allah rızası için veriyoruz. Ne kadar fazla versek yine azdır. Alış verişte aldatma söz konusudur; pazarlık yapmamız, aldanmak istemediğimizdendir. Çünkü aldanmak, aklın noksan olmasındandır ve malın azalmasına se­beptir.”
Hz. Hasan ibadete düşkün bir sahabiydi. Çok namaz kılar, çoğu günler oruç tutardı. Medine’den Mekke’ye yaya olarak 25 defa hacca gitti.
Hasan (r.a.) gurur ve kibirden uzak, mütevazi bir zattı. Fakir-zengin ayırt et­meden herkesin davetine icabet ederdi. Bir gün bir grup bedevinin yanından ge­çiyordu... Kuru ekmek yiyorlardı. Onlara selam verdi. Bedeviler selamını aldı­lar, “Ey Re­sû­lul­lah’ın torunu, buyur, bizimle birlikte yemek ye!” dediler. Hz. Ha­san, “Elbette. Allah, kibirlenenleri sevmez.” dedi ve hemen yere oturup onlarla birlikte kuru ekmek yedi. Ayrılaca­ğı zaman da, “Ben sizin davetinizi kabul ettim; siz de bana buyurun!” dedi. Onları ye­meğe davet etti.
Hz. Hasan, zaman zaman müminlere nasihatte bulunur, onlara öğüt verirdi. O bir öğdünde şöyle der:
“Dünyayı isteyen kimseyi dünya yere vurur! Dünyaya kalbini bağlamayan kimse ise dünyadan kim yerse yesin umursamaz. Dünyayı seven kimse zenginlerin kölesi olur. Dünü ile bugünü eşit olan ziyandadır; dü­nü bugününden iyi olan kimse de zarardadır. Kendini mükemmel gören kimse­nin noksanı çoktur. Yumuşak huyluluk insan için ziynettir. Vefakârlık servettir. Acelecilik hafifliktir. Kalbini dünyaya bağlayan kimselerle oturup kalkmak le­kedir. Kötü insanlarla beraber olmak ise şüphe doğurur.”
Peygamberimizin sevgili torunu, cesaretiyle de temayüz etmişti. Hz. Osman zamanında ortaya çıkan fitne hareketlerinde babasının isteği üzerine, kardeşi Hüseyin (r.a.) ile birlikte onun kapısında nöbet bekledi. Fitnecilerin kapıdan içeriye girmelerine engel oldu. Fakat gözü dönmüş adamların bacadan girerek Hz. Osman’ı şehit etmelerine mâni olamadı…
Bu hadiseden yıllar sonra babasının yaralanması, Hz. Hasan’ı derinden üzdü. Ağlayarak baş ucuna gitti. Babası niçin ağladığını sorunca, “Nasıl ağlamam?! Sen dünyanın son, ahiretin ilk günündesin.” cevabını verdi. Hz. Ali ağlamaması­nı söyledi. Sonra da kendisine bazı öğütleri olacağını, bunları iyi muhafaza et­mesini, bunu yaptığı müddetçe her zaman faydasını göreceğini söyledi.
Hz. Hasan’ın, “Nedir onlar babacığım?” demesi üzerine de bunları şöyle sıra­ladı:
“En büyük zenginlik akıldır. En büyük fakirlik ahmaklıktır. Bilgisizliğin en büyüğü kendini beğenmektir. Üstünlüğün en büyüğü de güzel ahlaktır. Sana ah­maklarla arkadaşlık yapmamanı tavsiye ederim; çünkü ahmak biri sana yar­dım edeyim derken seni zarara sokar. Yalancılarla da arkadaşlık etme; çünkü böylesi uzağı yakın, yakını uzak gösterir. Cimrilere de yaklaşma; çünkü cimri, muhtaç olduğun bir şeyi en çok muhtaç bulunduğun bir sırada senden esirger. Kötü kimselerle de arkadaşlık etmemeni tavsiye ederim; çünkü kötü adam seni ucuza satar.”[7]
Bu konuşmadan biraz sonra Hz. Ali ruhunu teslim etti. Dünya zindanlarından cennet bahçelerine gitti. Başta Peygamberimiz olmak üzere Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a kavuştu...
Onun vefatı Müslümanları teessüre boğdu. Halk bundan sonra ne yapacağının şaşkınlığı içerisindeydi. Derken Hz. Hasan ayağa kalktı. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şu tesirli konuşmayı yaptı:
“Ey insanlar! Bu gece öyle bir zat aramızdan ayrıldı ki, ne ondan öncekiler onu geçmişler, ne de ondan sonra gelenler ona yetişebileceklerdir. Re­sû­lul­lah onu savaşlara gönderirdi. Cebrâil onun sağında, Mikail solunda dururdu. Almak is­tediği bir yeri Allah’ın izniyle fethedinceye kadar savaştan yılmazdı. O öyle bir gecede şehit edildi ki, İsâ (a.s.) bu günde göğe çekilmiştir. İsrâiloğullarının tövbesi bugün kabul edilmiştir...
“Beni tanıyan tanır, tanımayan da bilsin ki, ben Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) oğlu­yum. Ben müjdecinin oğluyum. Ben Allah’ın azabıyla korkutucunun oğluyum. Ben insanları Allah’ın yoluna davet edenin oğluyum. Ben daima yanan kandilin oğluyum. Ben insanlara rahmet olarak gönderilen kimsenin oğluyum… Ben öyle bir aileye mensubum ki, Allah o ailenin günahlarını gidermiş, tertemiz yapmış­tır. Cenâb-ı Hak bu aileyi sevmeyi Müslümanlara farz kılmıştır. Peygamberine indirdiği âyetlerin birinde, ‘Ey Muhammed, de ki: Ben sizi hidayete davetim için ücret istemiyorum. Ancak Ehl-i Beyt’ime, akraba ve taallukatıma muhabbe­tinizi, salih amellerle Allah’a yaklaşmanızı isterim.’ buyuruyor.”
Hz. Hasan’ın bu güzel konuşmasından sonra Müslümanlar, Hz. Hasan’a biat ederek onu kendilerine halife seçtiler. Sonraki günlerde Hz. Hasan’a biat eden­lerin sayısı 40 bi­ni buldu. Böylece Peygamberimizin sevgili torunu Irak, Hicaz, Horasan, Yemen, Mek­ke, Medine şehirlerinde yaşayan Müslümanların halifesi oldu. Ancak Mısır ve Şam halkı onun halifeliğini tanımadılar. Zaten onlar daha önce Hz. Muâviye’ye biat etmişlerdi.
Müslümanlar arasında birlik yine temin edilememişti. Savaş olacak, yine Müslüman kanı dökülecekti. Hz. Hasan’ın halifeliğinin yedinci ayında, iki ordu Medâyin’de karşı karşıya geldi. Muâviye tarafında bulunan Amr ibni Âs (r.a.), Hz. Hasan’ın ordusunu görünce, “Ben karşımda öyle bir ordu görüyorum ki, karşısındaki orduyu yok etmedikçe geri dönmez!” diyerek Hz. Hasan’ın gücünü itiraf etmekten kendini alamadı.
Fakat Hz. Hasan, Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. Onun makamda mevkide gözü yoktu. Zaten Hz. Osman zamanından beri ortaya çıkan fitne ha­reketleri sebebiyle Müslümanların İslamiyet’e hizmeti bırakıp birbirleriyle sa­vaşması kendini çok rahatsız ediyordu. Bugün eline büyük bir fırsat geçmişti. İstese Muâviye’nin (r.a.) ordusunu mağlup ederek Müslümanları bir bayrak al­tında toplayabilirdi. Fakat o böyle yapmayacak, büyük bir fedakârlık örneği göstererek hilafet davasından vazgeçecekti. Böylece Müslümanlar yeniden es­ki safvetine kavuşacaktı. Yeni yeni ülkeler fethedilecek, birçok kimse İslamiyet’le müşerref olacaktı.
Aslında Muâviye de (r.a.) Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. O da sulh taraftarıydı. Hz. Hasan’a elçi göndererek sulh teklifinde bulundu. Halifelik davasından vazgeçtiği takdirde bütün tekliflerini kabul edeceğini bildirdi. Hz. Hasan bazı şartlar ileri sürdü. Bunlardan biri, Müslümanların halifelerini kendi­lerinin seçmeleriydi. Bu sebeple, Muâviye’nin kendinden sonra oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmemesini şart koşuyordu.
Peygamberimizin sevgili torununun bir diğer teklifi de, fakirlere tasadduk için her yıl bir miktar para göndermesiydi. Muâviye bunların hepsini kabul etti.
Daha sonra Hz. Hasan, taraftarlarına hitaben, halifeliği niçin devretmek istediği­ni veciz bir şekilde şöyle ifade etti:
“Takvaya uygun hareket etmek akıllılıktır. Fitne ve kötülük, ahmaklıktan kaynaklanır. Halifelik eğer benim hakkımsa, Müslümanların birliğini sağla­mak ve kanlarının dökülmesini önlemek için ben bu hakkımdan feragat ediyo­rum; eğer benden daha layık birinin hakkı ise devrederek gereğini yapmış olu­yorum!”
Bu konuşmadan sonra Hz. Hasan’ın taraftarları Muâviye’ye biat etti­ler.[8]
Böylece, Peygamberimizin (a.s.m.) bir mucizesi daha ortaya çıkıyordu. Çün­kü Peygamberimiz bir defasında Hz. Hasan’a hitap ederek, “Bu benim oğlumdur, şeref sahibi bir efendidir. Yakında Allah’ın oğlum vasıtasıyla Müslüman­lardan iki büyük fırkanın arasını ıslah edeceğini umuyorum.” buyurmuştu.[9]
Hz. Hasan, Peygamberimizden 13 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan bi­risi şu mealdedir:
“Ey insanlar! Ben size Allah’ın emrettiği şeylerden başkasını emretmediğim gibi, O’nun nehyettiği şeylerden başkasını da yasaklamıyorum. Sizler rızkınızı ararken güzellikle arayınız. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eceleniz sizi arayıp bulduğu gibi rızkınız da arar bulur. Sizler rızkınızı bulmakta güçlükle karşılaşıyorsanız, onu ararken Allah’a itaatten ayrılmayınız.”[10]
Hz. Hasan, Hicret’in 49. yılında zehirlenerek şehit edildi. Vefatından önce kendisini kimin zehirlediğini sordular. “Kimseyi itham edemem. Suçsuz birinin benim yüzümden canının yanmasını istemem!” dedi. Sonra da Hz. Hüseyin’i Âişe validemize göndererek, Re­sû­lul­lah’ın yanına defnedilmek için izin istedi. Hz. Âişe izin verdi, fakat Medine Valisi Mervan bin Hakem buna müsaade et­medi. Hz. Hasan, Baki Kabristanı’na defnedildi.
Allah ondan razı olsun!

____________________________________________________
[1]Müstedrek, 3: 165; Üsdü’l-Gàbe, 2: 10; Müsned, 5: 194.
[2]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[3]et-Tergîb, 3: 203.
[4]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 451.
[5]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 56.
[6]Lem’alar, s. 18.
[7]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 370.
[8]Müstedrek, 3: 372; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 350.
[9]Buhârî, Sulh: 9; Tirmizî, Menâkıb: 31.
[10]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 292.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget