Hz. Fâtıma (r.anha), Resûlullah’ın biricik kızı, seyyidler neslinin şerefli annesi, Peygamberimizin pak neslini devam ettiren iffet ve fazilet semboldür.
Annesi, Resûlullah’ın bir türlü unutamadığı, yeryüzünün en şerefli kadınlarından birisi olan, İslam’ın ilk davetine tereddütsüz uyma ve iman etme bahtiyarlığına eren Hz. Hatice’dir (r.anha). Hz. Hatice’den doğan altı evladın beşincisi olarak, peygamberlik güneşinin doğmasına yakın bir zamanda bu fâni dünyaya gözlerini açtı.[1]
Onun dünyayı tanımaya çalıştığı hayatının ilk yılları, İslam davasının pek çetin mücadeleler ve sıkıntılar içinde bulunduğu devreye rastladı. Müşrikler bir türlü davasından vazgeçiremedikleri Hz. Peygamber’e işkence ve eziyet etmeye başlamışlardı. İşte, bu nur topu yavru, böyle çileli günlerinde filizlenmişti. Resûlullah, evlatlarının hepsini seviyordu mutlaka, ama Fâtıma’ya ayrı bir ihtimam ve şefkat besliyordu. Onun kendi mübarek neslini devam ettireceğini, seyyidlere ana olacağını hissedip görüyor ve kıyamete kadar gelecek o mübarek neslin şefkatiyle Fâtıma’yı kucaklayıp bağrına basıyordu.
Hz. Hatice 25 yıllık bir evlilikten sonra bu fâni âleme gözlerini kapadığı sırada, Hicret’e üç yıl vardı. Bu yüce kadının ardından da Resûlullah’ın müşriklere karşı en büyük hamisi olan amcası Ebû Tâlib’in vefatı, Resûlullah’a ve müminlere öylesine ağır geldi ki, bu yıla “Hüzün Yılı” adını verdiler. Hz. Hatice’nin vefatıyla biricik Fâtıma annesiz kalmıştı. Resûlullah, onun küçük kalbinin mahzun olmaması için elinden geleni yapıyor, ona hem baba hem de anne şefkati göstererek acısını unutturmaya çalışıyordu.
Resûlullah onu bir gül goncası gibi istikbale hazırlıyor, âdeta üzerine titriyordu. Her evden çıkışında ve dönüşünde onu mutlaka öpüyordu.[2]
Fâtıma’nın da nebiler sultanı olan babasına karşı muhabbeti ve bağlılığı çok fazlaydı. Onu biraz kederli görse yüzü solar, sevinçli görse yüzünde tebessüm çiçekleri açardı.
Ebû Tâlib’in ölümünden sonra müşrikler tahkir ve hakaretlerini fiiliyata dökmüş, Yüce Nebi’ye her türlü eza ve işkenceyi yapmaya başlamışlardı. İbadet anlarında üzerine pislik atmak ve taşlamak dâhil her türlü ezayı yapmaktaydılar. İşte yine böyle bir gün Resûlullah, üstü başı toz toprak içinde eve dönmüştü. Onu karşılayan Fâtıma boynuna sarılmış, bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan da sevgili babasının üstündeki tozu toprağı silmeye çalışıyordu. Ne olacaktı? Yoksa bü müşrikler, hayatta biricik varlığı olan babasını da kendisinden koparacaklar mıydı? Bu gibi karanlık düşünceler küçük Fâtıma’nın mahzun gönlünü daha da hüzünlendiriyordu. Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber, şefkatli baba, bu kalbi mahzun yavruyu şu tatlı sözlerle teselli ediyordu:
“Korkma yavrum! Allah, babanı koruyacaktır.”[3]
Müşriklerin eziyetleri yüzünden Mekke, Müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Bir İlahî tecelli bekleniyordu. Nihayet hicret izni geldi. Müslümanlar birer birer Mekke’yi terk etmeye başladılar. Bu sıralarda müşrikler başka çare olmadığını görmüş, Resûlullah’ın hayatına son vermek için planlar yapmaya başlamışlardı. Yine böyle bir planı tatbik edecekleri gece Resûlullah, Hz. Ebû Bekir’le birlikte gizlice Mekke’yi terk etti. Hz. Fâtıma ve diğer aile fertlerini yanına alamadı. Onları Mekke’de bırakmak mecburiyetinde kalmışlardı.
Medine’ye varıp Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yerleştiğinde Resûlullah ilk iş olarak, Zeyd bin Hârise ile Ebû Râfı’yi, Mekke’deki aile efradının getirilmesi için vazifelendirdi. Onlar hemen Mekke’ye gittiler ve Hz. Fâtıma ile birlikte Ümmü Gülsüm’ü, Peygamberimizin hanımı Sevde bint-i Zem’a’yı ve Üsâme bin Zeyd’i alıp getirdiler.[4]Böylece karanlık ve sıkıntılı bir devir geride kalmış oldu. Resûlullah da, “Fâtıma benden bir parçadır; onu üzen beni üzmüş ve onu sevindiren beni sevindirmiş olur.”[5]diyerek kıymetini dile getirdiği sevgili yavrusuna kavuşmuştu.
Yıllar akıp geçiyor, İslam davası gittikçe büyüyerek parlak bir istikbale yürüyordu. Bedir’den sonra Uhud’da Müslümanlar müşriklerle karşı karşıya gelmişler, çetin bir harbe tutuşmuşlardı. Müslümanların dağıldığı bir sırada müşrikler Resûlullah’ın yakınına kadar sokularak dişlerinin kırılmasına ve kanlar içinde kalmasına bile sebep olmuşlardı. Hz. Fâtıma, sevgili babasının bu hâlini haber alınca hemen koşmuş, Ashâb’ın bir türlü dindiremediği kanları hasır otlarını yakıp külleriyle dindirmişti.[6]
Ashâb-ı Kirâm da Hz. Fâtıma’ya karşı büyük bir hürmet ve muhabbet beslemekteydi. Hattâ onun Resûlullah’a çok benzemesinden dolayı kendisine “Ümmü Ebîha [babasının annesi]” diyorlardı. Hz. Âişe validemiz anlatıyor:
“Fâtıma içeri girdiğinde Resûlullah kalkar, onu öper ve yerine oturturdu. Hz. Peygamber onun yanına girdiğinde de o kalkar, babasını öper, ona yerini verirdi. Hâl ve gidiş bakımından, oturuş ve kalkışında Fâtıma kadar Resûlullah’a benzeyen birini görmedim.”[7]
İbni Abbas bu eşsiz baba-kız muhabbetine işaret ederek şöyle der:
“Resûlullah bir seferden döndüğünde [mutlaka] kızı Fâtıma’yı [ziyaret edip] öperdi.”[8]
Hicret’ten sonra Medine’de Hz. Âişe validemizin yanında kalan Hz. Fâtıma, 15 yaşına gelmişti. Sahabe’nin ileri gelenleri kendisini Peygamber Efendimizden istemişler ve bu vasıtayla Resûlullah’a daha yakın olmayı, o şerefle şereflenmeyi arzulamışlardı. Ancak Peygamber Efendimiz hepsini nazik bir şekilde reddederek şöyle cevap veriyordu.
“Kızım Fâtıma hakkında Allah’ın kararını bekliyorum.”
İsteği reddedilenlerden birisi de Hz. Ömer’di (r.a.). Hz. Ömer aldığı menfi cevap üzerine Hz. Ali’ye (r.a.) şöyle dedi:
“Ey Ali, anlaşılan o ki, Fâtıma senin olacak.”[9]
Hz. Ali (r.a.), Fâtıma’yi istiyordu, ama bunu Resûlullah’a nasıl ifade edecekti? Bir türlü cesaretini toplayamıyordu. Nihayet bir gün Resûlullah’ın huzuruna çıkmaya karar verdi. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
“Fâtıma’yı istemek üzere Kâinatın Efendisi’nin huzuruna çıkmıştım. Fakat yüzüme baktıkları anda dilim tutuldu, tek kelime söyleyemez oldum. Nihayet Resûlullah şöyle buyurdu:
“‘Bir ihtiyacın, bir arzun mu var, ey Ali?’
“Aynı soruyu üç defa tekrarlamalarına rağmen bende yine cevap yoktu. Sonunda Resûlullah, ‘Öyle sanıyorum ki, sen Fâtıma’yı istemek için geldin!’ buyurdu. Bu defa ‘Evet.’ diyebildim. ‘Mehir olarak verebileceğin bir şeyin var mı?’ dediler.
“‘Hayır yok, yâ Resûlallah.’ dedim.
“‘Benim sana kuşandırdığım bir zırh vardı, o ne oldu?’ buyurdular.
“‘Duruyor.’ dedim.
“‘İşte o zırhı satıp tutarını bana getir. Fâtıma ile nikâhınız için mehir olarak kâfi gelir.’ buyurdular.”[10]
Elde edilen parayla en iktisatlısından ev eşyası alındı. Bu mübarek, Peygamber neslinin çekirdeği yuvanın kuruluşu da bizzat Resûlullah’ın mübarek eliyle oldu. Nikâhlarını o kıydı. Kurulan yuvaya giderek kızı Fâtıma’yı bir yanına, Ali’yi bir yanına aldı. İstediği bir miktar su ile abdest aldı. Abdest suyunun bir kısmını Fâtıma’nın, bir kısmını da Ali’nin üzerine serperek şöyle duada bulundu:
“Allah’ım, onların her ikisine bu evliliği mübarek kıl. Allah’ım, onlardan gelecek nesilleri de mübarek eyle. Allah’ım, onları şeytanın şerrinden koru!”
Sonra İhlâs ve Muavvizeteyn Sûrelerini okudu.[11]
Âlemlere nur ve irfan saçacak, seyyidlere beşiklik edecek, feyiz ve fazilet menbaı olacak mukaddes bir yuva, böylece kurulmuş oldu. Artık bu hane Resûlullah’ın zaman zaman gidip, cennet köşesinin saadetini duyduğu bir yuva olmuştu. Hele aradan zaman geçip de Hasan ve Hüseyin gibi iki nur torun dünyaya gelince, o yuva daha büyük neşe ve sevinç hâline geldi.
Bu mübarek aile artık Âl-i Beyt’in nüvesini teşkil ediyordu. Yüce Peygamber’in kendisinden sonra ümmetinin hidayete ermesine vesile olacağını müjdelediği iki şeyden birisi Kur’ân-ı Kerim, diğeri ise, temeli bu şekilde atılan Âl-i Beyt idi.[12]
Resûlullah çok sevdiği nur torunlarını kucağına alır, koklar, öper, onlarla koşar ve eğlenirdi. Hattâ onlara bizzat hizmet etmekten büyük zevk alırdı.
Hz. Ali anlatıyor: “Resûlullah bir gün evimizi şereflendirmişti. Hasan ile Hüseyin uyumaktaydılar. O sırada Hasan uyandı ve süt istedi. Bir koyunumuz vardı. Resûlullah hemen kalkarak koyunu sağmaya gitti. Bir de ne görelim? Sütü pek az olan koyun, Resûlullah’ın sağmasıyla bol süt verdi! Resûlullah sütü Hasan’a içirmeye başladı. Bunu gören Fâtıma, ‘Yâ Resûlallah, herhâlde Hasan’ı daha fazla seviyorsun?!’ dedi. Resûlullah, ‘İkisini de aynı derecede seviyorum; fakat Hasan önceden süt istemişti!’ buyurdu. Ve şunu ilave etti: ‘Ey Fâtıma, kıyamet günü, ben, sen, şu iki yavru ve Ali, hepimiz aynı yerde olacağız.’“[13]
Bir defasında da Resûlullah, hazır olan yemeği hep birlikte yedikten sonra abasını Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’in üzerine örterek, “Allah’ım, işte bunlar benim Ehl-i Beyt’im ve Âl-i Abam’dır; Sen onları rızana aykırı şeylerden uzak tut!” buyurmuştur.[14]
Evet, Hz. Fâtıma’ya olan şiddetli muhabbet, sadece evlat şefkati ve muhabbeti değil, aynı zamanda davasına hakiki mirasçı olarak sahip çıkacak seyyidler neslinin başı olmasından ileri geliyordu.
Resûlullah bu mesut ailenin kederiyle de sevinciyle de her an alakadardı. Bir gün Hz. Ali ve Fâtıma arasında çıkan bir tartışma üzerine, onları barıştırmak için evlerine gitmişti. Eve girerken yüzünde keder ifadesi vardı. İçeri girip oturduktan sonra bir yanına kızı Fâtıma’yı, diğer yanına da Hz. Ali’yi aldı. İkisinin de ellerini tutup önünde birleştirdi. Böylece onları barıştırdı. Dışarı çıktığında sahabiler sordular:
“Yâ Resûlallah, içeri girdiğinizde üzgündünüz, şimdi ise sevinçlisiniz; neden?”
Resûlullah şöyle cevap verdi:
“Çünkü en çok sevdiğim iki insanı barıştırdım.”[15]
Hz. Fâtıma her hâliyle Resûlullah’ın kızı olduğunu gösterecek vasıflara ve meziyetlere sahipti.
Bir gün etrafında bulunan sahabilere Resûlullah şöyle bir sual tevcih buyurmuştu:
“Kadınlar içinde en hayırlı şey nedir?”
Orada hazır bulunan Hz. Ali de dâhil kimse bu suale cevap verememişti. Hz. Ali oradan ayrılıp evine gitmişti. Aynı soruyu hanımı Fâtıma’ya sordu. Hz. Fâtıma buna hiç düşünmeden şöyle cevap verdi:
“Neden demedin ki, kadınlar için en hayırlı şey, zaruret dışında, onların erkekleri, erkeklerin de onları görmemeleridir.”
Bu hikmetli cevabı alan Hz. Ali, hemen Resûlullah’ın huzuruna gitti. Resûl-i Ekrem bu cevabı kendisinden duyunca, “Bunu sana kim öğretti?” diye sordu. Hz. Ali de, “Kızınız Fâtıma!” cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah, “Şu bir gerçek ki, o benden bir parçadır.” buyurdu.[16]
Resûlullah’ın bu âleme veda etmesinin yakınlaştığı günlerde geçen bir hadiseyi de Hz. Âişe validemizden dinleyelim:
“Bir gün yürüyüşü Resûlullah’ın yürüyüş gibi olan Fâtıma yönelip geldi. Resûlullah onu görünce, ‘Merhaba ey kızım!’ dedi ve sağ veya soluna oturttu. Kulağına eğilip bir söz söyledi; bu söz üzerine Fâtıma ağladı. Daha sonra bir söz söyledi; bu defa Fâtıma güldü. Bunun üzerine ben Fâtıma’ya, ‘Senin hüzünden sevince bu kadar çabuk geçtiğin bir ânını görmedim!’ deyip, Resûlullah’ın kendisine söylediklerini sordum. O bana, ‘Ben Resûlullah’ın sırrını ifşa edemem!’ diye cevap verdi.
“Ne zaman ki Resûlullah vefat etti, Fâtıma gizlediği sırrı o zaman bana açıkladı. Ve Resûlullah’ın o zaman kendisine, ‘Cebrâil bu sene iki defa arz etti. Ben bunu ‘ecelimin yaklaştığı’na yoruyorum! Ve sen, bana ulaşacakların ilki olacaksın…’ Birincisini duyunca üzüldüm, ikincisini duyunca sevindim!”[17]
Resûlullah’ın vefatından altı ay gibi kısa bir müddet sonra, “hayatının baharı” denilebilecek bir yaşta—28 yaşında—Hz. Fâtıma da en çok sevdiği Resûller Resûlü babasının şefkatli sinesine kavuştu.
Hz. Âişe’nin rivayetine göre, Resûlullah’ın vefatından sonra, ona kavuşuncaya kadar Hz. Fâtıma hiç gülmemiştir.[18]
Bir ara Peygamber torunları Hz. Hasan ve Hüseyin hasta oldular. Onların rahatsızlığını duyan Fahr-i Cihan Efendimiz, yanına dostları Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve bazı sahabileri alarak ziyaretine gitti. Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve hizmetçileri Hz. Fıdda’nın da bulunduğu evde sahabiler, Hz. Ali’ye bir teklifte bulundular: “Ey Hasan’ın babası! Çocukların iyileşirse Allah rızası için bir vaadin var mı? Onlar için bir adak düşünmüyor musun?” Allah’ın Arslanı, büyük insan şöyle dedi:
“Evet, yavrularıma Allah şifa ihsan ederse, Allah rızası için üç gün oruç tutacağım!”
Kocası Hz. Ali’nin nezrini işiten şefkat timsali anneleri Hz. Fâtıma da, “Eğer gözümün nurları iyileşirse, ben de Allah rızası için üç gün oruç tutacağım!” dedi. Hizmetçileri Hz. Fıdda da aynı fedakârlıkta bulunarak, efendilerinin adaklarına iştirak etti.
Duaları kabul olmuştu. Kısa zamanda iki asil yavru sıhhate kavuştular. Aile, adaklarını yerine getirmeye başladılar. Sahura kalkıp oruç tuttular. Fakat Ehl-i Beyt’in evinde akşama iftarlarını açacak bir parça kuru ekmekleri dahi bulunmuyordu.
Hz. Ali, bir Yahudi tüccarı olan Şem’un-el Hayberî’ye giderek dört kilogram kadar ödünç arpa aldı. Eve getirdi, hanımı Hz. Fâtıma’ya teslim etti. Ekmek yapmasını söyledi.
Hz. Fâtıma arpanın bir kısmından ekmek yaparak sofraya koydu. Tam yemeğe başlayacakları sırada kapı vuruldu. Kapıya gelen, bir fakirdi: “Ey Muhammed’in evlatları, ben Müslüman bir fakirim. Çocuklarıma yedirecek bir şeyim yok. Bir parça yiyecek verin de, Allah da sizlere cennet nimetlerini ihsan etsin.”
Fakirin bu sözlerin duyan Hz. Ali, sofradaki ekmeklerinin fakire verilmesini söyledi. Hepsi de gönül rızasıyla aynı teklife katıldılar. Ekmekleri sadaka olarak verdiler. Kendileri de iftarlarını suyla yaptılar.
Ertesi gün Hz. Fâtıma, geriye kalan arpanın bir kısmından da ekmek yaptı. Sofraya getirdi. Yine tam yiyecekleri sırada kapı vuruldu. Bu sefer gelen, bir yetimdi: “Ben muhacirlerden, babası savaşta şehit düşmüş bir yetimim. N’olur bir parça ekmek verin!” Aynı tarzda önlerindeki ekmekleri bu sefer de yetime verdiler. Kendileri oruçlarını suyla açtılar.
Üçüncü günün akşamında Hz. Fâtıma arta kalan arpadan ekmek pişirerek önlerine getirdi. Bu defasında kapıyı çalan, müşrik bir esirdi: “Ey Müslümanlar, çok açım, bana bir parça yiyecek verin!” diye sadaka istiyordu. Hakiki imanın zirvesinde taht kuran bu gönül erleri, önlerindeki ekmekleri bu defa da ona tasadduk ettiler. Kendileri iftarlarını o gün de suyla yaptılar.
Dördüncü günün sabahı olmuştu. Hz. Ali, ciğerparelerinin ellerinden tutarak bahtiyar dedelerinin yanına götürdü. Resûlullah’ın huzuruna vardılar. Peygamber Efendimiz, canı kadar sevdiği “göz bebekleri”nin hâlsiz mecalsiz vaziyetlerini görünce gözleri dolu dolu oldu. Açlığın şiddetinden güvercin yavruları gibi titriyorlardı: “Yâ Ali, nedir bu hâliniz, beni bu kadar üzen şey nedir?” diye sorduğunda Hz. Ali hadiseyi anlattı.
Evdekilerin aynı durumda olduklarını öğrenen Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) kalkarak kızının evine gitmeye hazırlandı. Eve geldiklerinde Hz. Fâtıma’nın karnının sırtına geçtiğini gördü. Üzüntüsü bir kat daha artmıştı. Fakat öbür taraftan manevi mertebelerini düşünüyordu.
Tam bu hâldeyken Hz. Cebrâil gelerek Peygamberimizin yanına yaklaştı. Bir İlahî müjde takdim etti: “Onlar kendi canlarının çekmesine rağmen, yemeği fakire, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan Sûresi, 8.) Bu fedakârlıklarını Cenâb-ı Hak övüyordu...[19]
___________________________________
[1]Sîre, 1: 202.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[3]Sîre, 2: 58.
[4]Tabakât, ?: 237-238.
[5]Tirmizî, Menâkıb: 61.
[6]Buhârî, Cihad: 156.
[7]Tirmizî, Menâkıb: 61.
[8]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[9]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[10]Tabakât, 8: 20.
[11]Tabakât, 8: 21.
[12]Tirmizî, Menâkıb: 32.
[13]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[14]Tirmizî, Menâkıb: 32.
[15]Tabakât, 8: 26.
[16]Hilye, 2: 41.
[17]Tirmizî, Menâkıb: 61; Üsdü’l-Gàbe, 5: 522.
[18]Üsdü’l-Gàbe, 5: 524.
[19]Üsdü’l-Gàbe, 5: 530-531; Tefsir-i Kebir, 30: 224.