İslam’ın kurtarıcı elinin ulaştığı insanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Ancak Müslümanlar, müşriklerin hiçbir fayda ve zararı dokunmayan putları bırakarak Cenâb-ı Hakk’a iman etmeyi büyük bir suç olarak görmeleri sebebiyle, imanlarını gizlemeye mecbur kalıyorlardı. İşte bu kritik zamanda hiç tereddüde düşmeden iman eden bahtiyarlardan birisi de Mikdad bin Esved idi (r.a.).
Hz. Mikdad’ın kabilesi düşman istilasına uğramış; yurtları, toprakları ve malları ellerinden alınarak yağma edilmişti. Bunun üzerine Mekke’ye gelen Mikdad bin Esved, Abd-i Yegûs Hanedanı’na sığındı. Bu hanedan, çok sevdikleri için onu evlatlık edindiler. Hz. Mikdad, kimsesiz olduğu için daha ihtiyatlı davranması gerektiği hâlde, imanını daha fazla gizleyemedi. İnancı uğrunda çilenin her türlüsüne razıydı. Hiçbir müşrikten korkmuyordu. Kâinata meydan okuyabilecek hakiki bir imana sahip olduktan sonra kimden korkacaktı? İşte bu kararlılık içinde olduğu hâlde müşriklerin yüzlerine karşı imanını haykırdı.
Mikdad, o âna kadar Müslüman olduğunu açıklayanların yedincisiydi. Ondan önce Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ammar, Ümmü Sümeyye, Süheyb ve Bilâl (r.a.), imanlarını açığa vurmuşlardı. Cenâb-ı Hak bu yedi kişiden Peygamber Efendimizi amcası vasıtasıyla, Hz. Ebû Bekir’i de kavminin desteğiyle bir müddet korudu. Müşrikler bunlara bir şey yapamadılar. Fakat diğer sahabilerin, kendilerini müşriklere karşı koruyacak kimseleri yoktu. Bu sebeple Hz. Mikdad’ı ve diğerlerini yakalıyor, elbiselerini soyarak demirden zırhlar giydiriyorlar, saatlerce, hattâ günlerce kızgın güneşin altında bekletiyorlardı.[1]Ancak bütün bu işkenceler, onların imanlarını daha da kuvvetlendiriyordu. Diğer taraftan müşrikler, bütün akıl almaz işkencelerine rağmen, Müslüman olan ve bunu açıklamaktan çekinmeyen sahabilerin sayısının artmasına mâni olamıyorlardı. Çünkü inanç, baskı ve zulümle engellenemezdi.
Nihayet işkenceler dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamberimiz, Müslümanların meşakkatlerini hafifletmek için Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu. Bunun üzerine Müslümanlar hicret ettiler. Bunların içinde Hz. Mikdad da bulunuyordu. Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra, Peygamberimizin Medine’ye hicret ettiğini haber aldı. Peygamber hasretine daha fazla dayanamadı ve vakit geçirmeden Habeşistan’dan Medine’ye hicret etti. Dönüşünde, Peygamber Efendimiz onu mühim bir vazifeyle Mekke’ye gönderdi. Mekkelilerin Müslümanlar hakkındaki düşüncelerini öğrenecekti. Vazifesi son derece tehlikeliydi, çünkü müşrikler kendisini tanıyordu, yakalayıp öldürebilirlerdi. Hz. Mikdad bunları bilmiyor değildi. Fakat onun bütün istediği, canını Allah yolunda feda etmek değil miydi? Hiç tereddüt etmeden Mekke’ye hareket etti. İstenilen bilgileri toplayarak kısa zamanda Peygamberimize getirdi.[2]
Hz. Mikdad, Resûlullah’ı çok seviyor, onun yanından ayrılmak istemiyordu. Cenâb-ı Hak, onun bu hâlis niyetinin mükâfatını verdi. Peygamberimiz, Muhacirlerle Ensar’ı 10’ar kişilik gruplara ayırarak aralarında kardeşlik akdi yapmıştı. Mikdad, Peygamberimizin bulunduğu grubun içinde kaldı.[3]
Mikdad’ın Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Çok severdi. Sevgisinin tezahürü olarak, amcası Zübeyr’in kızı Dıbaa’yı ona nikâhladı. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde de ona olan sevgisini şöyle beyan buyurur:
“Allah bana Ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdad, Selmân ve Ebû Zer’dir.”[4]
Hz. Mikdad’ın en bariz vasıflarından biri, haksızlığa uğrayan bir kimse gördüğünde ona yardım etmekti. Haksızlığa hiç tahammül edemezdi. Bir gaza esnasında birlik kumandanı, askerlere, “Kimse hayvanlarını otlağa çıkarmasın.” şeklinde bir emir vermişti. Askerlerden birisi her nasılsa bu emri duymamıştı. Hayvanını otlağa saldı. Bunu öğrenen kumandan hiddetlendi ve askeri dövmeye başladı. Bu durumdan haberdar olan Hz. Mikdad kumandana gitti ve “Ne hakla adamcağıza dayak attın?! Vallahi sen ona ne kadar vurduysan, onun da o kadar sana vurması lazımdır!” dedi. Kumandanın bu büyük sahabiye saygısı sonsuzdu. Bu sebeple teklifine rıza gösterdi. Fakat asker, kumandanını affetti. Bunun üzerine Mikdad şöyle dedi:
“Allah’tan ümidim, İslam’ın aziz kalmasıdır. Ben öleyim; ama İslam’ın zillete düştüğünü görmeyeyim!”[5]
Müslümanlar, Medine’ye hicret etmekle müşriklerin işkencelerinden kurtulmuşlardı. Ancak müşrik tehlikesi hâlâ bir tehlike olarak devam etmekteydi. İslam’ın gelişmesine mâni olmak için her an Medine’ye saldırabilirlerdi. Nitekim Hicret’in 2. yılında bütün imkânlarını kullanarak, sayıca ve silahça mücahitlerden çok üstün olan kalabalık bir ordu hazırladılar.
Peygamber Efendimiz bunu haber alınca sahabilerle istişare etti. Zaten hakkında vahiy nazil olmayan hususlarda Ashâbıyla istişare etmek, Resûlullah’ın âdetlerindendi. Kendi düşüncesine uymasa da istişareden çıkan kararı tatbik ederlerdi. Bu istişarede Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, müşriklerle savaşmak hususunda güzel bir konuşma yaptılar. Hz. Mikdad da oradaydı. Söz aldı ve mücahitleri coşturan ve aynı zamanda da imrendiren şu konuşmayı yaptı:
“Yâ Resûlallah! Allah sana ne emrettiyse onu yerine getir. Biz seninle beraberiz ve senin yanındayız. Biz İsrâiloğullarının Mûsâ’ya (a.s.) dediği gibi, ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla çarpışınız da, biz burada oturalım!’ demeyiz. Fakat biz şöyle deriz: ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla savaşınız. Biz de sizin yanınızda, sizinle birlikte çarpışırız. Seni Hak din ve kitap ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi Mekke’nin arkasında ve Yemen taraflarında, beş gecelik mesafede bulunan Berku’l-Gımad’a kadar yürütecek olsan oraya kadar yürür; senin sağında solunda, önünde arkanda çarpışırız!”
Hz. Mikdad’ın bu konuşması Peygamberimizin çok hoşuna gitti. Ona hayır duada bulundu.[6]Daha sonra da bu cesur sahabisini sol cenah kumandanlığına tayin etti. Müşriklerle yapılan bu ilk savaşta Hz. Mikdad büyük fedakârlıklar gösterdi. Neticede İslam ordusu kesin bir zafer kazandı.
Peygamberimizle birlikte gazalara iştirak eden Mikdad, fakir bir sahabiydi. Aç kaldığı günler çok olurdu. Fakat hiçbir zaman hâlinden şikâyetçi olmaz, içinde bulunduğu duruma şükrederdi. Allah’tan ümidini hiçbir zaman kesmezdi. Bazen bunun peşin mükâfatını alırdı.
Medine’de kıtlığın hüküm sürdüğü ve halkın, açlıktan karınlarına taş bağlamak zorunda kaldıkları bir günde Mikdad evden çıktı. Birkaç gündür yemek yememişti. Bâkiü’l-Kargad Kabristanı’nda “Hacebe” denen yere kadar gitti. Bir harabeye girdi ve oturdu. Biraz sonra orada bulunan bir delikte bir dinar gördü. Akabinde delikten 17 tane dinar çıkardı. Kıtlık zamanında 17 dinar çok paraydı. Fakat acaba bu parayı alıp harcaması doğru olur muydu? Sünnetten ayrılmayan ve bir müşkili olduğunda hemen Resûlullah’a gelen Hz. Mikdad yine öyle yaptı. Peygamberimize gelerek hadiseyi nakletti. Peygamber Efendimiz bu parayı harcamasında bir mahzurun bulunmadığını haber verdi.[7]Çünkü o para, hâlis niyetine karışılık, Allah’ın bir ikramıydı.
Hz. Mikdad’ın hususiyetlerinden birisi de, bir insan hakkında konuşurken ihtiyatlı davranmasıydı. Bir insanın gerçek yüzünü, fikir ve mahiyetini öğrenmeden hüküm vermezdi. Bu hususta şöyle derdi:
“Ben bir insanın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem. Çünkü bu hususta Resûlullah’a sorulmuştu da, o şu cevabı vermişti: ‘İnsanın kalbi kadar değişen bir şey yoktur.’”[8]
Allah ve Resûl’ü uğrunda her şeyini tereddütsüz feda eden ve hayatının her ânını İslamiyet’in yücelmesi için harcayan Hz. Mikdad, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında da büyük hizmetlerde bulundu. Hz. Ömer onun cesaretini takdir eder ve onu bin kişilik orduya denk tutardı.
İslam fütuhatının hızla yayıldığı yıllarda mücahitler Mısır hudutlarına dayanmışlardı. İslam ordularının kumandanı Amr bin Âs (r.a.), Mısır’ın fethi için Hz. Ömer’den yardım göndermesini talep etti. Hz. Ömer şöyle bir mektup yazdı:
“Sana dört bin kişi gönderdim. Her binin başında bin kişiye bedel bir kumandan bulunmaktadır. Bunlar Zübeyr bin Avvam, Mikdad bin Esved, Ubâde bin Sâmit ve Mesleme bin Muhallad’dır.”[9]
Şehit olmayı çok arzulayan ve bu arzusuna kavuşmak için ömrünün son anlarına kadar cihat ordularına katılmaktan geri durmayan Hz. Mikdad, Hicret’in 33. yılında Hz. Osman’ın hilafeti zamanında vefat etti.[10]
Allah ondan razı olsun!
____________________________________
[1]Hilye, 1: 172.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 409.
[3]Müsned, 6: 4.
[4]Hilye, 1: 172; Üsdü’l-Gàbe, 4: 410; Fethü’r-Rabbânî, 22: 359.
[5]Hilye, 1: 176.
[6]Sîre, 2: 266; Tabakât, 3: 162.
[7]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 478.
[8]Müsned, 6: 4; Hilye, 1: 175.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 505.
[10]Üsdü’l-Gàbe, 4: 411; Tabakât, 3: 163.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 409.
[3]Müsned, 6: 4.
[4]Hilye, 1: 172; Üsdü’l-Gàbe, 4: 410; Fethü’r-Rabbânî, 22: 359.
[5]Hilye, 1: 176.
[6]Sîre, 2: 266; Tabakât, 3: 162.
[7]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 478.
[8]Müsned, 6: 4; Hilye, 1: 175.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 505.
[10]Üsdü’l-Gàbe, 4: 411; Tabakât, 3: 163.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.