İslam’ın inkişafını hazmedemeyen Mekke müşrikleri, iman erlerini yıldırmak için her türlü tertibe başvuruyorlardı. Küfür bentlerini iman şelalesinin sarstığını seziyorlardı. En güvendikleri kimselerin hidayet kapısından girdiğini gördükçe daha da köpürüyorlardı. Allah’ın sevgili Nebisini bezdireceklerini sanıyorlardı. Onu adım adım takip ediyorlar, çeşitli baskı ve işkence metotlarını kullanıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, peygamberliğin altıncı senesinde bir gün Sâfâ Tepesi civarında bulunuyordu. Müşriklerin örümcek kafalıları, Peygamberimize çatmak için fırsat kolluyorlardı. Ebû Cehil, taraftarlarından Adiy bin Hamrâ ve İbnü’l-Asdâ’yı peşine takarak Peygamberimizin karşısına dikildi. Peygamberimize hakaret dolu sözler söylemeye başladılar. Ağızlarından çıkanı kulakları duymuyordu. Bununla kalmayarak, Peygamberimizin mübarek başına toprak saçtılar. Üzerine pislik atmaya başladılar. Hattâ birisi, Peygamberimizin boynuna basma cüretini gösterdi. Yapabilecekleri işkenceyi yaptıktan sonra ayrıldılar. Şefkat kahramanı ve sabır timsali Resûl-i Ekrem hiçbir mukabelede bulunmadan kalkıp evine gitti.
Ebû Cehil, adamlarıyla oradan ayrıldıktan sonra, Kâbe civarında bulunan müşriklerin bulunduğu yere gitti.
Peygamberimize yapılanları, orada evi bulunan Abdullah bin Cüd’ân’ın azadlı cariyesi görmüş, söylenilenleri duymuştu. Peygamberimizin amcası Hamza, kılıcı belinde, yayı boynunda olduğu hâlde avdan dönüyordu. Hamza günün ekserisini avla geçirirdi. Aynı zamanda usta bir atıcı ve nişancı idi. Av dönüşü Kâbe’yi tavaf edip Kureyş’in toplantısına uğrar, biraz konuşur, ondan sonra eve dönerdi.
Hamza, Kâbeye doğru giderken, karşısına, hadiseyi gören cariye çıktı. “Ey Ümâre’nin babası!” dedi ve hadiseyi anlatmaya başladı: “Kardeşinin oğlu Muhammed’e Ebû Cehil ve arkadaşlarının yaptıklarını görmüş olsaydın, dayanman mümkün olmazdı.” dedi.
Hamza birden çarpıldı. Cariyenin anlatmasına fırsat vermeden, “Ne yaptılar ona?!” diye sordu. Cariye, eziyet ettikleri yeri göstererek, “Onu şuracıkta otururken buldular, türlü işkenceler yaptılar. Sövüp saydılar, sonra da ayrılıp gittiler.” deyince, Hamza tahkik etmek için, “Sen bu yaptıklarını kendi gözünle gördün mü?” diye sordu. Cariye, “Evet, gördüm.” deyince, Hamza hiç beklemeden hızlı adımlarla Kâbe’ye doğru yollandı.
Hamza, Kureyş yiğitlerinin en merdi ve itibarlısıydı. Yaradılışı icabı, haksızlık karşısında kükreyen, canı pahasına şiddetle zulme karşı koyan bir insandı.
Hiç eve uğramadan, Ebû Cehil ve arkadaşlarının da bulunduğu Kureyş toplantısına gitti. Ebû Cehil’i bulup ona dersini verecekti. Kardeşinin oğluna yapılan eziyete hiç dayanamıyordu. Henüz Müslüman değildi, ama akraba bağlılığı onu durduramıyordu. İman pırıltıları da ruhunda aksetmeye başlamış olacak ki, topluluk arasında Ebû Cehil’i görür görmez, bir şey demeden, omuzundaki yayı kaldırdığı gibi şiddetle kafasına indirdi. Darbeyi yiyen Allah düşmanı sendeledi. Başı iyice yarılmıştı.
Darbenin nereden geldiğini fark edemeyen Ebû Cehil, başını hafifçe kaldırdığında Resûlullah’ın amcasının bir arslan gibi ayakta durduğunu gördü. Hamza öfkesini yendikten sonra, “Kardeşimin oğluna sen misin hakaret eden, sövüp sayan?! İşte ben de onun dinindeyim. Onun söylediklerini söylüyorum. Gücün yetiyorsa, ona yaptıklarını bana da yap, bakayım!” diye tehdit etti.
Ebû Cehil beklemediği bu hâl karşısında âdeta lâl kesilmişti. Şiddet karşısında eli ayağı tutulmuştu. Kendisini haklı göstermek gayesiyle müdafaaya geçti: “Biliyorsun, o bize haksızlık etti. Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın yolundan ayrıldı. Yeni bir yol tuttu.”
Hz. Hamza, Ebû Cehil’in sözünü yarıda kesti. Konuşmasına tahammül edemiyordu. Pehlivanlığına taze iman heyecanı da eklenmişti. Bütün Kureyş’in ileri gelenlerinin bulunduğu toplulukta haykırıyordu: “Sizden akılsız kim var?! Allah’tan başkasına ilah diye tapıyorsunuz. Cansız putlara boyun eğiyorsunuz.” Daha sonra imanını orada ilan etti: “Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yok, Muhammed de Allah’ın Resûl’üdür.”
Ebû Cehil’e yapılan bu hakaretlere daha fazla dayanamayan adamları, ona yardım etmek için ayağa kalktılar. “Ey Hamza, senin, atalarının dinini terk ettiğini görüyoruz.” diye konuşmaya başladılarsa da, Hz. Hamza, “Dönersem ne var? Muhammed’in dini hak ve gerçektir. Vallahi bundan sonra ben ondan ayrılmam; sözünüzde sadıksanız, gelin bana mâni olun!”
Bu kararlılık ve sebat karşısında söyleyecek bir şey bulamadılar. Ebû Cehil, adamlarına, “Bırakın Ümâre’nin babasını, bu yaptıkları ve söylediklerine ben müstahaktım. Onun kardeşinin oğluna çirkin şeyler söylemiştim.” diyerek suçunu itiraf etti.[1]
Hz. Hamza, muharebe meydanından muzaffer dönen bir kumandan gibi, oradan ayrıldı. Evine dönüyordu. Yolda şeytan şöyle vesvese veriyordu:
“Sen Kureyş’in ulusu idin. Şu, dininden dönen kişiye tabi oldun. Atalarının bağlandıkları ve ölüp gittikleri, senin için de hayırlı olan bir dini bıraktığına hiç de iyi etmedin!”
Hamza, kalbindeki tereddüdü yenmek için Kâbe’ye gitti. Rabb’ine iltica etti, “Allah’ım, bu tuttuğum yol doğru ise kalbime ya onu tasdik ettir, şüphelerimi gider veya benim için bu hususta bir çıkar yol, bir nur göster!” dedi.
O gece yattı. Ertesi sabah olunca, Hz. Peygamber’in huzuruna varmak için yola çıktı. Sevgili Peygamberimizin bulunduğu yere varınca, doğru içeri girdi. Peygamberimizin yanına vardı. Başından geçenleri anlattı. Peygamber Efendimiz ona dua etti, nasihatlerde bulundu. İslam’ı öğretti. Cehennem azabını ve cennet nimetlerini anlattı. Bu mübarek kelimelerden sonra Hz. Hamza’nın kalbi nurlandı, masumlaştı, munisleşti. Sevinçli ve heyecanlı bir şekilde hemen şehadet getirdi: “Ey kardeşimin oğlu, ben şehadet ederim ki, sen doğrusun. Artık dinini bana açıkça anlat.”[2]Peygamberimiz ona hak dinin bütün esaslarını anlattı. Ona cesaret verdi.
Amcasının İslam safına girmesi Peygamber Efendimizi çok sevindirdi. Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu, diğer Müslümanlara da bir rahatlık getirdi. Müşrikler artık eskisi gibi eziyet edemeyip bazı işkencelerini bırakmak mecburiyetinde kaldılar. Müşriklerin bir kalesi yıkılmış, müminlerin arasına bir pehlivan katılmıştı.
En’âm Sûresi’nin 122. âyeti, İbni Abbas’ın rivayetine göre, Hz. Hamza hakkında nazil olmuştu: “Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kişi, içinden çıkamayacak bir hâlde karanlıklarda kalan, ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç? Kâfirlerin yapmakta oldukları şeyler, kendilerine öyle süslü gösterilmiştir.” Âyet-i kerimede bahsedilen ölü iken diriltilen, nura kavuşturulan kişi Hz. Hamza, karanlıktan çıkamayan ise Ebû Cehil idi.
Henüz sayıları pek az olan Müslümanlar, böyle bir kahramanın, Kureyş ileri geleninin, Peygamber amcasının Müslüman olmasıyla büyük bir desteğe kavuşmuş oldular.
Allah Resûlü’nün amcası, Peygamberimizden iki yaş büyüktü. Ama o Müslüman olduktan sonra, ne amcalığı ne büyüklüğü en küçük bir imtiyaz unsuru görmeksizin, Peygamberimizin emrinde bir İslam fedaisi oldu.
Uhud Savaşı’nın en çetin, en dehşetli anlarıydı... Müslümanların bozulup dağıldıkları demlerdi. Fakat Hz. Hamza, o “Allah ve Resûl’ünün arslanı,” meydanda kalan nadir kimselerden biriydi. Hattâ bir ara Peygamber Efendimizle müşrikler arasında yalnız o kalmıştı. Müşrikler ona yaklaşıp dövüşmeyi pek göze alamıyorlardı. O, Müslümanların dağıldığı anda bile önüne geleni deviriyordu. Okçuların, Peygamber emrini dinlemeyip tuttukları Ayneyn Geçidi’ni terk etmeleri üzerine gelen bozgunun üzüntüsünü Allah’a iltica ile şöyle dile getiriyordu:
“Allah’ım, Müslümanların şu hâllerinden Sana sığınır, Senden af dilerim!”
İslam ordusunun bu yenilmez ve bileği bükülmez kahramanı, müşrikler için büyük bir korku ve endişe kaynağı idi. Bundan önceki savaşlarda gösterdiği kahramanlığı unutmuş değillerdi. Bedir’de iki elinde iki kılıçla ot biçer gibi müşrikleri yerlere sermişti. Müşrikler Uhud’da da kendilerine büyük engel teşkil edecek olan Hz. Hamza’nın vücudunu ortadan kaldırmak için çoktan harekete geçmiş, planlar yapmışlardı.
Hz. Hamza’nın hayatına son vermek için, Habeşli bir köle olan Vahşî’yi seçmişlerdi. Vahşî, her attığını vuran yaman bir nişancı idi. Efendisi, Hz. Hamza gibi bir İslam büyüğünü öldürürse, kendisini kölelikten azat edeceğini vaat etmişti. Diğer taraftan Ebû Süfyân’ın karısı Hind, Bedir’de öldürülen babasının intikamını almak için Hz. Hamza’nın öldürülmesini Vahşî’den istiyor, devamlı onu tahrik edip büyük hediyeler vaat ediyordu.
Müslümanların fedaisi, müşriklerin korkulu rüyası Hz. Hamza, Uhud’da düşmanları kasıp kavuruyordu. Önüne geleni deviriyor, arkadan hücum edenleri de âni hareketlerle yere seriyordu. Habeşli köle Vahşî ise, savaşın başından beri hep gözünü Hz. Hamza’ya dikmiş, onu takip ediyordu. Bir ara, o İslam kahramanı ayağı sürçüp sırtüstü yere düştü. Bunu fırsat bilen Vahşî, gizlendiği kaya arkasından mızrağını çekti. Hz. Hamza’ya nişan aldı. Mızrak Hz. Hamza’nın böğrüne saplandı. O yiğit insan, bir daha ayağa kalkamadı. Bu darbe onu fâni hayattan alıp ebediyete götürdü.
Vahşî bu kadarla kalmadı. Kölelikten kurtulma ve değerli hediyeler alma uğruna, bu İslam kahramanının uzuvlarını kesti ve göğsünü yarıp ciğerini çıkardı, Hind’e götürdü.
Uhud fırtınası dinmiş, sükûn bulmuştu. Düşman yavaş yavaş çekilmeye başlamıştı. Resûlullah, Hz. Hamza’nın şehit düştüğü haberini almış, fakat onun mübarek cesedini görmemişti. Savaş sonunda şehitler arasında dolaşırken onun feci hâlini görünce dayanamadı. Âdeta kalbinin parçalandığını hissetti. Gözleri yaşlı Yüce Peygamber, şunları söylemekten kendisini alamadı:
“Ey Allah Resûlü’nün amcası, ey Allah ve Resûl’ünün arslanı Hamza, ey hayırlar sahibi Hamza! Ey Allah Resûlü’ne bütün varıyla hami olan Hamza, Allah sana rahmet eylesin! Eğer yas tutmak gerekseydi, senden sonra sevinmeyi terk edip yas tutardım...”[3]
O sırada savaş meydanına Peygamberimizin halası ve Hz. Hamza’nın kız kardeşi Hz. Safiyye de gelmişti. Önüne gelenden Hz. Hamza’yı soruyordu.
Resûlullah, yaklaşmakta olanın, halası Hz. Safiyye olduğunu öğrenince, oğlu Zübeyr’e, “Annene söyle, geri dönsün, kardeşinin cesedini bu hâlde görmesin!” buyurdu. Hz. Zübeyr, annesini karşılayıp, “Anneciğim, Resûlullah geri dönmeni emretti.” dedi. Fakat Hz. Safiyye, oğluna şu ibretli cümlelerle karşılık verdi:
“Eğer ona yapılanı görmemek için döneceksem, ben zaten kardeşimin cesedinin kesilip parçalandığını biliyorum. O bu musibete Allah yolunda uğramıştır. Biz Allah yolunda bundan daha beterine de sabrederiz. Sevabını Allah’tan bekleyip sabredeceğiz inşallah.”[4]
Hz. Zübeyr, annesinin söylediklerini Resûlullah’a iletince, Peygamberimiz onun gidip kardeşini görmesine izin verdi.
Manzara gerçekten acıklıydı… Hz. Safiyye, kardeşinin başucuna oturdu. Sessiz ve derinden bir iniltiyle ağlamaya başladı. İnsanın yüreği bu kadar acıya kolay kolay dayanamazdı.
Onu gören Resûlullah da gözyaşlarını tutamadı. Hz. Safiyye’deki iman ve teslimiyet gerçekten büyüktü. Musibetlere karşı Allah’a sığınmanın ifadesi olan şu âyeti okudu:
“İnnâ lillâh ve innâ ileyhi raciûn.”
Sonra da kardeşine Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret niyazında bulundu.
Az sonra Cebrâil, Resûlullah’a gelerek, Hz. Hamza’nın isminin göklerde “Allah ve Resûl’ünün Arslanı” şeklinde yazıldığını bildirdi. Resûlullah bunu Hz. Safiyye’ye bir teselli olarak ulaştırdı.
59 yaşında ölümsüzlüğe kavuşan Hz. Hamza’nın üzerini örten elbise kısa geliyordu. Ayakları örtülünce başı, başı örtülünce ayakları açıkta kalıyordu. Resûlullah, “Yüzünü örtünüz.” buyurdu. Açıkta kalan ayakları üzerine de bir hırka koydu. Peygamberimiz başını kaldırıp Ashâbına bakınca, ağladıklarını gördü. Onlara, “Niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. Onlar, “Yâ Resûlallah! Amcana geniş bir kefen bulamadık da onun için ağlıyoruz!” dediler.
“Şehitlerin en hayırlısı” diye tasvif ettiği Hz. Hamza için Resûlullah, “Melekleri gördüm, onu yıkıyorlardı.” buyurdu.[5]
Uğrunda nice kahramanları şehit veren İslam davası günden güne ilerliyordu. Çünkü fertler fâni, dava baki idi. İslam davası kısa zamanda çok büyük bir merhale katetmişti. Doğup büyüdükleri şehirden hicrete mecbur edilen Müslümanlar, şimdi muzaffer bir şekilde bu şehri fethe gidiyorlardı. Resûlullah, İslam davasına büyük zarar veren erkeklerden altı, kadınlardan da dört kişinin nerede görülürse öldürülmesini emretmişti. Bu kadınlar arasında Ebû Süfyân’ın karısı Hind bint-i Utbe de vardı.[6]Ne var ki, Hind’in kendisi de kocasından sonra Müslüman olmuştu. Fakat bunu henüz açıklamadığından, her an ölüm tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bir yolunu bulup gizlice Resûlullah’a biata giden kadınlar arasına karıştı. Kıyafetini değiştirmiş ve yüzünü de örtmüştü. Resûlullah’ın huzuruna varınca yüzünü açıp kendisini tanıttı. Geçmişte yaptıklarından pişmanlık duyup İslam’ı kabul ettiğini açıkladı. Resûlullah da diğer kadınlarla birlikte onun biatını kabul etti.
Vahşî, Mekke’nin fethinden sonra korkudan Tâif’e kaçıp yerleşti. Fakat daha sonra Tâifliler topluca Medine’ye gidip İslam’ı kabul ettikleri zaman yeryüzü kendisine dar geldi. Oradan Şam ve Yemen taraflarına kaçmayı düşündü. Ancak birisi kendisine, “Ne üzülüyorsun? Vallahi o, dinine giren tek bir kimseyi öldürmemiştir.” deyince, Resûlullah’ın huzuruna çıkmaya karar verdi. Medine’ye gitti ve şehadet getirip Müslüman oldu. Resûlullah, “Vahşî, otur ve bana Hamza’yı nasıl öldürdüğünü anlat.” dedi.
Vahşî’nin sözü bitince Resûlullah kendisine, “Yazık, gözüme görünme!” dedi. Çünkü o şefkatli Peygamber, onu gördüğünde sevgili amcasını hatırlayacak, müteessir olacaktı. Vahşî de Resûlullah’ın emrine uyarak, vefat edene kadar gözüne görünmedi.[7]
Evet, İslamiyet insanlık dini idi. Tövbe eden, hak yolunu seçen kim olursa olsun, şefkatli sinesine alıyordu. İslam, cehennem kapılarını kapayıp, insanlığa cennet kapılarını açmak için gelmişti. Yeter ki, insan tövbe edip pişmanlık duysun, hidayete erip İlahî dergâha yönelsin…
“Şehitlerin Seyyidi, Efendisi” unvanı yalnız Hz. Hamza’ya (r.a.) verilmiş bir unvandır. Çünkü o, hak yolunda, İslam uğrunda ve Peygamber Efendimizin önünde çarpışarak fâni hayatını feda etmiştir: Böylece “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz.”[8]mealindeki âyet-i kerimenin ifadesiyle, o ölmemiş, bu dünyadan çok daha rahat bir âleme, “şehitler hayatı”na yükselmiştir
“Seyyidü’ş-Şühedâ” olarak dünya durdukça yâd edilecek ve bütün şehitler kervanının önderi olarak şerefi kıyamete kadar artacak olan Hz. Hamza’nın (r a) himmetinin, İslam’a hizmet edenlerin üzerinde olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.
__________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 46-47; Tabakât, 3: 9.
[2]Sîre, 1: 312.
[3]Tabakât, 3: 13-14; Sîre, 3: 101-102.
[4]Sîre, 3: 103.
[5]Tabakât, 3: 16.
[6]age.
[7]Üsdü’l-Gàbe, 5: 84.
[8]Bakara Sûresi, 154.
[2]Sîre, 1: 312.
[3]Tabakât, 3: 13-14; Sîre, 3: 101-102.
[4]Sîre, 3: 103.
[5]Tabakât, 3: 16.
[6]age.
[7]Üsdü’l-Gàbe, 5: 84.
[8]Bakara Sûresi, 154.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.