Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

02/22/20

İnsan daha çocukken etrâfında gördüğü eşyanın nereden ve nasıl meydana geldiğini araştırmağa başlar. Çocuk geliştikçe, üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyânın nasıl muazzam bir eser olduğunu anlayarak hayretten hayrete düşer. Hele yüksek tahsilini yaparak, her gün etrâfta görülen bütün bu eşya ve mahlûkların inceliklerini öğrenmeğe başlayınca, hayreti hayranlığa dönüşür. İnsanların, büyük bir sür'at ile fezâda tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu, toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yerçekimi kuvveti ile kalabilerek yaşaması ne büyük bir mûcizedir. Yâ etrâfımızdaki dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar, nebâtlar nasıl bir büyük kudret sâyesinde meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü türlü özellikler göstermektedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı su içinde yaşar. Üzerimize ışıklarını gönderen güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harâreti sağlar ve nebâtların yetişmesini, bâzılarının içinde ise, kimyevî değişiklikler yaparak, un, şeker ve daha nice maddelerin meydana gelmesini te’min eder. Hâlbuki yer küresinin, kâinat içinde ufacık bir varlık olduğu bilinmektedir. Güneş etrâfında dönen gezegenlerden meydana gelen ve içinde dünyâmızın da bulunduğu güneş sistemi, kâinat (evren) içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden biridir. Kâinatın kuvvet ve gücünü izâh için bir küçük misâl verelim: İnsanların en son elde ettikleri muazzam enerji kaynağı, atomları parçalayarak veya birleştirerek meydana çıkardıkları atom enerjisidir. Hâlbuki, insanların "En büyük enerji kaynağı" saydıkları atom bombasının enerjisi, büyük yer sarsıntılarından ortaya çıkan enerji ile karşılaştırılacak olursa, bu enerjinin, onbinlerce atom bombası enerjisinden daha fazla olduğu görülür.
İnsan, kendi vücûdunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkına varmaz. Hâlbuki, yalnız nefes alıp vermek bile çok büyük bir kimyâ hâdisesidir. Havadan alınan oksijen, vücûtta yakıldıktan sonra, karbondioksit hâlinde dışarı çıkarılır.
Sindirim (hazım) sistemi ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve içecekler, mîde ve bağırsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücûda faydalı kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu muazzam hâdise, otomatik olarak büyük bir intizam ile yapılmakta, vücûd bir fabrika gibi işlemektedir.
İnsanın vücûdunda türlü türlü ve çok karışık formüllü maddeler îmâl eden, türlü türlü kimyasal reaksiyonlar meydana getiren, analiz yapan, tedâvi eden, tasfiye eden, zehirleri yok eden, yaraları onaran, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik ağı, mânivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber verme te'sisâtı, optik, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücâdele ve onları yok etme sistemi mevcûttur. Kalb ise hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Eskiden, Avrupalılar; "Bir insanın vücûdunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için; "Bir insan vücûdunun kıymeti, beş-on liradan ibârettir" derlerdi." Bugün, Amerika üniversitelerinde yapılan hesâblar, insanın vücûdunda durmadan meydana gelen çok sayıda kıymetli hormon ve enzimlerle bir çok organik preparatların en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Hele, bir Amerikan profesörünün dediği gibi; "Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmağa kalkacak olursak, dünyâda bulunan bütün paralar bunu yapmağa kâfi gelmez." Hâlbuki, insanda bütün bu maddî mükemmeliyyet yanında; anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama, hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, mânevi kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkânsızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında birde rûhu mevcuddur. Beden ölür, rûh ölmez.
Hayvanlar âlemine dikkat ile bakacak olursak, yaratıcının büyük kudreti, insanı büsbütün hayrete düşürür. Bâzı canlı varlıklar o kadar küçüktür ki, bunlar ancak mikroskop altında görülebilir. Bâzılarının görülebilmesi için (meselâ virüsleri incelemek için) bir milyon defâ büyülten elektronik ultra mikroskoplara ihtiyaç vardır.
En büyük yapay iplik fabrikalarının çeşitli modern makinalarla yaptığı ipeğin randımanı, küçücük bir ipek böceğinin yaptığı ipeğin randımanının çok altındadır. Eğer minimini Ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için kullandığımız araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesâblara göre çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı. Bunun gibi, eğer bir ateş böceği, büyük bir sokak lâmbası kadar büyütülmüş olsa, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatabilirdi. Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam eserler karşısında hayran olmamak kabil midir? Bunlar yaratıcının ne kadar büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermeğe yetmez mi? O hâlde, ancak pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu evrenin bir yaratıcısı, bunu kurabilen ve tam olarak anlamaya aklımızın yeterli olmadığı pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması gerekir. İşte, bu yaratıcıya Allah diyoruz. İslâmiyette ilk esas, Allah'ın varlığını kabûl etmektir.
Etrâfımıza iyice baktığımız zaman ve târihi okuduğumuz zaman, cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binâlar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allah'a inanmayanlar; "Bunları tabîat yapıyor. Her şeyi tabîat kuvvetleri yaratıyor" diyorlar. Bunlara deriz ki: "Bir otomobilin parçaları, tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi mi bir araya yığılmışlardır? Otomobil, tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir?" Bize gülerek, "Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir san'at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir" demez mi? Tabîattaki her varlık da, böyle bir san'at eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince san'atların birer sergisidir. Bugün "Fennin buluşları, başarıları" diye öğündüklerimiz, tabîattaki bu güzel san'atlardan birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmektir. İslâm'a karşı olanların kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz bilgini Darwin bile; "Gözün yapısındaki san'at inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor" demiştir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, tesâdüfen meydana geleceğini kabûl etmeyen kimse, baştan başa bir san'at eseri olan bu âlemi tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? "Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen var olmuştur" demek, câhillik, ahmaklık değil midir?
Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde yarattığı varlıklara "tesâdüfen olmuştur" diyenlerin sözleri câhilcedir ve fen bilimlerine aykırıdır. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizle torbadan birer birer ve sıra ile, yâni önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şekilde çıkarmağa çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış taşların hemen hepsini torbaya atalım ve yeniden, bir numaradan başlamak üzere, çıkarmağa çalışalım. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilme ihtimâli on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesâdüfen meydana gelmesine imkân ve ihtimâl yoktur.
Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişi güzel, meselâ beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin, türkçe veya başka bir dilde bir mânâ ifâde etmesi acaba ne derece mümkündür? Eğer, gelişi güzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, mânâsı olan bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, böyle rastgele tuşlara basmakla bir sahîfe yazı veya kitap teşkil edilse, sahîfenin ve kitabın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını zanneden kimseye akıllı denilebilir mi?
Cisimler yok oluyor, bunlardan başka cisimler meydana geliyor. Ancak, son kimya bilgilerine göre, yüzbeş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor. Radyoaktif hâdiseler elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermektedir. Hattâ, Einstein (Aynştayn) adındaki Alman fizikçisi, bu tehavvülün (değişmenin) matematik formülünü ortaya koymuştur.
Cisimlerin durmadan tehavvül etmeleri (değişmeleri), birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. "Böyle gelmiş, böyle gider" denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. "Değişmelerin başlangıcı vardır" demek; "Maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır" demektir. "Hiç bir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır" demektir. İlk, birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünkü âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzımdı. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır. "Sonsuz önce" demek; "Bir başlangıç yok" demektir. "Sonsuz öncelerde var olmak" demek "ilk, yâni başlangıç olan bir varlık yok" demektir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lâzım gelir. Her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekte olduğu anlaşıldı. Âlemin yoktan var edilmiş olduğuna, o ilk mahlûktan hâsıl ola ola, bugünkü âlemin varlığına inanmak îcâb eder.
Âlemi yoktan var eden bir yaratıcının bulunması ve bu yaratıcının hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz varolması lâzım gelir. Her şeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Fakat Allahü teâlâ âdet-i ilâhîsine uygun olarak, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Böylece madde âlemine ve sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizâm, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayata, katalizörler birçok kimya reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebep oldukları gibi, insanlar da, uçak, otomobil, ilâç, elektrik motorlarının ve daha nice şeylerin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere tesir eden kuvvet, Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla olarak akıl ve irâde de vermiştir. Sebeplere, vâsıtalara, yaratıcı demek doğru olamaz.
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep vardır ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda da yokluk olamaz. Çünkü O'nun varlığı lâzımdır, yâni Vâcib-ül-vücûddur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlâ birdir. Yâni şerîki, benzeri yoktur. Vâcib-ül vücud olmakta, ulûhiyete ve ibâdet olunmağa hakkı olmakta ortağı yoktur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfi olmaması ve müstakil olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusurdur, noksanlıktır. Varlık ve ulûhiyet için noksanlık olamaz. O kâfidir, müstakildir. Yâni kendi kendinedir. O hâlde şerîke, ortağa lüzum yoktur. Lüzumsuz olmak ise, bir kusurdur ve vücûba ve ulûhiyete yakışmaz. Görülüyor ki, şerîki olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Yâni ortak bulunmasını düşünmek, ortak bulunmayacağını meydana çıkarıyor. Şu hâlde Allahü teâlânın şerîki, ortağı, benzeri yoktur. Yâni birdir.
Müslüman, ilk olarak Allah'ın varlığını, büyüklüğünü, birliğini, doğmadığını, doğurulmadığını, dâim ve değişmez olduğunu bütün kalbi ile kabûl eder. Bu inanış, İslâm'ın ilk şartıdır.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve O'nu sevmek, bir bilgi işi olmakla beraber, aynı zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor. Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasîb etmiyor. Nâsîb ettiği kulunu seviyor demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkinler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pek çok sebep vardır. Dünyâda insanın başına gelen felâketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdun bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakir olmak, akıldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler gelmek, yangınlar, zelzele... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veya doğrudan doğruya cenâb-ı Hak tarafından insanlara takdir edilen felâketler, elemler hepsi O'ndan gelmektedir. Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretteki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhud, îmânla âhırete intikâl etmiş günahkâr bir müslüman ise, cenâb-ı Hakk'ın irâde ettiği kadar, azâb görecektir. Âhıret azâbı, kabre girildiği andan îtibâren başlayacaktır. Bütün bunlar, cenâb-ı Hak'tan korkmak için, yeter derecede sebepler değil midir? Cenâb-ı Hakk'ı sevmek için de, sebepler pek çoktur. Evvelâ, müslüman olarak dünyâya gelmek, yâni, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evlâdı olarak dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için tek başına en büyük sebeptir. Meselâ, hıristiyan olarak dünyâya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkansız olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmânsız olarak giderdik. Zamânımızda müslüman olarak doğmak da kâfi değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihtir. İsmi, Ahmed veya Hatice olup da, müslümanlık îcâblarını yapmayan, hattâ müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var. Akıl ve iz'ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilmek bir tahsil ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükümetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak gibi binlerce nîmet, hep cenâb-ı Hakk'ın lütûf ve ihsânıdır. Bu saydığımız nîmetlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, cenâb-ı Hakk'ı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Bizi yoktan var eden ve her nîmeti gönderen Allahü teâlâya ibâdet etmemiz lâzım ve zarurîdir. Bu husûsta İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) bir mektubunda buyurdu ki: İyice düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her nîmeti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, ancak O'dur. Her varlığı, her ân varlıkta durduran hep O'dur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O'nun lütfu ve ihsânıdır. Hayatımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyliyebilmemiz, hep O'ndandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli nîmetleri, iyilikleri gönderen; insanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri, belâları gideren O'dur.
Rızkları yaratan, ulaştıran yalnız O'dur. İhsânı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günahları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvây etmiyor ve nâmus perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Nimetlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nîmetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennet’e girmek için teşvik buyuruyor. Cennet’teki sonsuz nîmetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor. İşte, Allahü teâlânın nîmetleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine O’ndan gelmektedir. Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesden gelen nîmetleri gönderen hep O'dur. O'ndan başkasından iyilik, ihsân beklemek emânetçiden, emânet olarak bir şey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe benzer. Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil olanlar da, âlimler gibi, kalın kafalılar da, zekî, keskin görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü anlatılanlar, meydanda olup, düşünmeğe bile lüzum görülmeyen bilgilerdir.
İnsanın, bu nîmetleri gönderen Allahü teâlâya, gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâya yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtâç, ayıplı ve kusurludur. Allahü teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır. Ayıplardan ve kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların Allahü teâlâya hiç bir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allah'ın şânına yakışacak bir şükür yapabilir mi? Saygı ve şükür sandıklarımız, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükür etmeye, saygı göstermeye yarayan vazifeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
İşte, insanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lazım olan şükür borcu, kulluk vazifeleriAllahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve O'nun sevgili Peygamberi tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazifelerine İslâmiyet denir. Allahü teâlâya şükür, O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiç bir şükrü ve ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet, bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O'nun yoluna İslâmiyet denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye müslüman denir. Allahü teâlâya şükretmeğe, yâni Muhammed aleyhisselâma uymağa, ibâdet etmek denir. İslâmiyet iki kısımdır:
1- Kalb ile îtikâd edilmesi, inanılması lâzım olanlar. Bunlara usûl-i dîn denir.
2- Beden ile ve kalb ile yapılacak ibâdetler. Bunlara fürû-i dîn denir.
Îmân ve îtikâd aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme ilm-i kelâm denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitapları pek çoktur. Bu kitaplara akâid kitabı da denir. Amel edilecek, yâni kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, ahkâm-ı şer'iyye denir. Beden ile yapılacak ahkâm-ı şer'iyyeyi bildiren ilme ilm-i fıkh denir. Dört mezhebin kelâm kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için, yânî yüksek din ilimlerini tahsil etmemiş olanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm (yâni îmân), ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara ilm-i hâl kitapları denir. Dînini bilen seven ve kayıran mübârek insanların ilm-i hâl kitaplarını alıp; çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazifesidir.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Tabîattaki varlıklar his organları ile tanınmaktadır. Duygu organlarına etki eden şeylere varlık denir. Varlıkların beş duygu organına yaptıkları etkilere, tesirlere özellik veya sıfat denir. Varlıklar, birbirlerinden, özellikleri ile ayırt edilmektedir. Işık, ses, su, hava, cam, birer varlık, yâni mevcûddur. Ağırlığı ve hacmi olan yâni boşlukta yer kaplayan varlıklara cevher veya madde denir. Maddeler birbirlerinden, sıfatları, hâssaları ile ayırt edilirler. Hava, su, taş, cam, ayrı birer maddedir. Işık, ses ise, madde değildir. Çünkü ışık ve ses, yer kaplamaz ve ağırlıkları yoktur. Her varlık, enerji yâni kudret taşımaktadır. Yâni, iş yapabilir. Her madde, katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâlde bulunabilir. Katı maddelerin şekli vardır. Sıvı ve gaz hâlindeki maddelerin, kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bunlar, bulundukları kabın şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler hep cisim hâlinde bulunur.
Bütün cisimler, meselâ dağlar, denizler, her türlü bitki ve hayvanlar, bilinen yüzbeş elementten meydana gelmektedir. Canlı, cansız her cismin yapı taşı, hep bu yüzbeş elementtir. Bütün cisimler, bu yüzbeş elementten birinin veya birkaçının atomlarının bir araya gelmesinden hâsıl olmaktadır. Hava, toprak, su, ısı, ışık, elektrik ve mikroplar, bileşik cisimlerin parçalanmalarına veya cisimlerin birleşmelerine sebep oluyorlar. Sebepsiz hiç bir değişiklik olmaz. Bu değişmelerde, elementler, yâni bu varlıkların yapı taşları, cisimden cisme yer değiştiriyor veya bir cisimden ayrılarak serbest hâle geçiyorlar. Cisimlerin yok olduklarını görüyoruz. Gördüğümüze göre hüküm ederek aldanıyoruz. Çünkü; "Yok oluyor ve var oluyor" dediğimiz bu görünüş, maddelerin değişmelerinden başka bir şey değildir. Bir cismin, meselâ mezârdaki ölünün yok olması, yeni cisimlerin, meselâ suyun, gazların ve toprak maddelerinin var olmaları şeklinde oluyor. Bir değişmede, var olan yeni maddeler, duygu organlarımıza etki etmezlerse, bunların meydana geldiklerini anlayamıyoruz. Bunun için, değişikliğe uğrayan birinci maddeye "Yok oldu" diyoruz.
Yüzbeş elementten her birinin şekillerinin diğerine benzemediği ve her elementte fizik ve kimya olayı olduğu görülmektedir. Bir element, bir bileşiğin yapısına katılınca, iyon hâline geçer. Yâni, atomları elektron verir veya alır. Böylece, bu elementin çeşitli fizik ve kimya özellikleri değişir. Her elementin atomları, bir çekirdekle, elektron denilen çeşitli miktarlarda, daha küçük parçalardan yapılmıştır. Çekirdek, atomun ortasındadır. Hidrojenden başka, bütün atomların çekirdekleri, proton ve nötron denilen taneciklerden yapılmıştır. Protonlar, pozitif elektrik yüklüdür. Nötronlar, elektrik yükü taşımazlar. Elektronlar, negatif elektrik tanecikleridirler ve çekirdek etrâfında dönerler. Elektronlar, her an yörüngelerinde döndükleri gibi, yörüngelerini de değiştirmektedirler.
Atomların çekirdeklerinde de, değişmeler, parçalanmalar olduğu, radyoaktif denilen elementlerden anlaşılmaktadır. Çekirdeklerin bu parçalanmasında, bir elementin başka elemente döndüğü, maddelerin yok olarak enerji (kudret) hâline döndüğü de anlaşılmış, bu değişme Einstein (Aynştayn) tarafından hesâb bile edilmiştir. Demek ki, bileşik cisimlerde olduğu gibi, elementler de, hep değişmekte, bir hâlden başka hâle dönmektedir. Canlı cansız her madde değişmekte, yâni eskisi yok olup, yenisi var olmaktadır. Bugün, var olan her canlı, (her bitki, her hayvan) önce yoktu. Başka canlılar vardı. Bir zaman sonra da, şimdiki canlılardan hiç biri kalmayacak, başka canlılar var olacaktır. Cansız varlıkların da hepsi böyledir. Canlı cansız her varlık, meselâ bir element olan demir veya birkaç cisim karışımı olan taş, kemik, bütün maddeler, bütün zerreler hep değişmektedirler. Yâni eskileri yok olmakta ve başkaları var olmaktadır. Var olan madde ile, yok olan maddenin özellikleri birbirine benziyorsa, insan bu değişikliği anlayamıyor, maddeyi hep var sanıyor. Sinemada, hareket eden film şeridinde, objektif önüne, her an başka resimler gelip gitmekte iken seyircilerin bunu anlamayıp, aynı resmin perdede hareket ettiğini sanmaları gibidir. Kâğıd yanıp kül olunca bu değişikliği anladığımız için, "Kâğıd yok oldu, kül var oldu" diyoruz. Buz eriyince; "Buz yok oldu, su var oldu" diyoruz.
İşte bütün bu hâdiseler ve bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığına alâmet olduğu, O'nun varlığını gösterdiği için, mahlûkların hepsine âlem denir. Varlıkların bir cinsten olanlarına da birer âlem denir. Meselâ insanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi, cansız madde âlemi gibi. Yâhud her bir cisim, bir âlemdir. Âlem, yâni her şey hâdisdir, yâni mahlûktur. Yâni, yok iken, sonradan var olmuşlardır. Her zaman, birbirlerinden de var olmaktadırlar. Cisimlerin maddesi de, sıfatları da, hâdisdir ve hepsini Allahü teâlâ yaratmıştır.
İslâm âlimleri, maddelerin ve sıfatlarının hâdis olduğunu birkaç yoldan isbât etmektedirler. Birinci yol, maddeler ve bütün zerreleri hep değişmektedir. Değişmekte olan şey, kadîm olamaz, hâdis olması lâzımdır. Çünkü her maddenin, kendinden öncekinden meydana gelmesi işi, sonsuz öncelere kadar gidemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı olması, yâni ilk maddelerin, yoktan var edilmiş olmaları lâzımdır. Yoktan var edilmiş olan ilk maddeler bulunmasaydı, yâni sonraki maddenin kendinden önceki maddeden hâsıl olması işi sonsuz öncelere gitseydi, maddelerin birbirlerinden meydana gelmelerinin bir başlangıcı olmazdı ve bugün hiç bir maddenin var olmaması lâzım gelirdi. Maddelerin var olmaları ve birbirlerinden hâsıl olmaları, yoktan var edilmiş olan ilk maddelerden üremiş olduklarını göstermektedir.
Ayrıca, gökten düşen bir taşa; "Sonsuzdan geldi" denemez. Çünkü, sonsuz, başlangıcı, ucu yok demektir. Sonsuzdan gelmek, yoktan gelmek olur. Sonsuzdan geldiği düşünülen şeyin, gelmemesi lâzım olur. Gelen bir şeye; "Sonsuzdan geldi" demek, akla, fenne uymayan câhilce bir söz olur. Bunun gibi, insanların birbirlerinden üremeleri, sonsuz öncelerden gelemez. Yoktan yaratılan bir insandan başlıyarak üremeleri lâzımdır. "Yoktan var edilmiş olan ilk insan olmayıp, insanların birbirlerinden üremeleri, sonsuz öncelerden gelmektedir" denirse, hiçbir insanın varolmaması lâzım olur. Her varlık için de böyledir. Maddelerin, cisimlerin birbirlerinden hâsıl olmaları için; "Böyle gelmiş böyle gider. Yoktan var edilmiş ilk maddeler yoktur" demek, akla ve fenne uymayan, câhilce sözdür. Değişmek, sonsuz olmayı değil, yoktan yaratılmış olmayı, yâni vâcib-ül-vücûd olmağı değil, mümkin-ül-vücûd olmağı göstermektedir.
"Bu âlemi yaratanın kendisi ve sıfatları kadîmdir, ezelîdir. Yaratmak sıfatı kadîm olduğundan bu âlemin de kadîm olması lâzım gelmez mi?" denirse: cevap olarak denir ki:
Kadîm olan yaratıcının, maddeleri, zerreleri, çeşitli sebeplerle değiştirdiği, yâni yok edip, bunların yerine başkalarını yaratmakta olduğu, her zaman görülüyor. Kadîm olan yaratıcı, irâde ettiği, dilediği zaman, yâni her zaman maddeleri birbirlerinden yaratmaktadır. Âlemleri, her maddeyi, her zerreyi sebeplerle yarattığı gibi, irâde ettiği zaman, sebepsiz, vâsıtasız olarak, yoktan da yaratır.
Âlemlerin hâdis olduğuna inanan, fânî olduklarına, yâni tekrar yok olacaklarına da inanır. Yok iken, sonradan yaratılmış olan varlıkların yine yok olabilecekleri meydandadır. Bir çok varlıkların yok oldukları, yâni duygu organlarına etki etmeyecek hâle döndükleri, şimdi de görülüyor.
Müslüman olmak için, maddelerin ve cisimlerin, yâni her varlığın, yoktan var edilmiş olduklarına ve tekrar yok olacaklarına inanmak lâzımdır. Cisimlerin yok iken sonradan var olduklarını ve tekrar yok olduklarını yâni şekillerinin ve özelliklerinin kalmadığını görüyoruz. Cisimler yok olunca maddeleri kalıyor ise de, bu maddelerin de ezelî olmadıklarını, çok öncelerde, Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduklarını ve kıyâmet gününde hepsini tekrar yok edeceğini yukarıda bildirdik. Zamânımızın fen bilgileri, buna inanmağa mâni değildir. İnanmamak, fenne iftirâ etmek ve İslâm düşmanı olmak demektir. İslâmiyet, fen bilgilerini reddetmiyor. Din bilgilerini öğrenmemeyi ve ibâdet vazifelerini yapmamayı reddediyor. Fen bilgileri de, İslâmiyeti inkâr etmemektedir.
Âlem, hâdis olunca, bunun yoktan yaratanı vardır. Çünkü hiç bir olayın kendiliğinden olması mümkün değildir. Bu yaratan vâcib-ül-vücûddur. Yâni, yok iken sonradan var olmuş değildir. Hep var olması lâzımdır. Var olması için hiç bir şeye muhtâç değildir. Hep var olması lâzım olmasa mümkin-ül-vücûd olur. Âlemler gibi hadis, yâni mahlûk olur. Mahlûk başka bir mahlûkun değişmesinden veya yoktan var edilir. Onu da yaratan lâzım olur. Böylece sonsuz yaratanlar lâzım olur. Mahlûklardaki değişmelerin sonsuz olamayacağı yukarıda bildirildiği gibi düşünülürse, yaratıcıların da sonsuz olamayacağı, yaratmanın birinci bir yaratıcıdan başlayacağı anlaşılır. Çünkü yaratıcıların birbirlerini yaratmaları sonsuz olarak gider denince, hiç bir yaratıcının bulunmaması lâzım olur. İşte, yaratılmış olmayan birinci ve ilk yaratıcı, mahlûkların tek yaratıcısıdır. O'ndan önce ve sonra, başka bir yaratıcı yoktur. Yaratıcı yaratılmaz. O, hep vardır. Bir an yok olsa, her mahlûk yok olur. Vâcib-ül-vücûd hiç bir bakımdan hiç bir şeye muhtâç değildir. Yerleri, gökleri, atomları, canlıları, düzenli, hesaplı bir şekilde yaratanın kudretinin, kuvvetinin sonsuz olması, bilici olması, dilediğini hemen yapması, bir olması, onda hiç değişiklik olmaması lâzımdır. Kuvveti sonsuz ve âlim olmasa, böyle düzenli, hesaplı bir şekilde mahlûkları yaratamaz. Bu yaratıcı birden çok olursa, bir şeyin yaratılmasında, istekleri uymayınca, istediği yapılmayanlar yaratıcı olamazlar ve yaratılan şeyler karma-karışık olur.
Yaratıcıda hiç değişiklik olmaz. Şimdi nasılsa, âlemi yaratmadan önce de öyle idi. Her şeyi yoktan yaratmış olduğu gibi, her zaman da, şimdi de, her şeyi yaratmaktadır. Çünkü değişmek, mahlûk olmayı, yoktan yaratılmış olmayı gösterir. O'nun hep var olduğunu, yok olmayacağını yukarıda bildirdik. Bunun için, O'nda hiç değişiklik olmaz. Mahlûklar ilk yaratılmalarında O'na muhtâç oldukları gibi, her an da muhtâçtırlar. Her şeyi yaratan, her değişikliği yapan yalnız O'dur. Düzenli olmaları için ve insanların yaşıyabilmeleri ve medenî olabilmeleri için, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Sebepleri O yarattığı gibi, sebeplerin tesir etmelerini, iş yapabilmelerini de O yaratmaktadır. İnsanlar sebeplerin maddelere tesir etmelerine vâsıta olmaktadır.
Aç olunca, bir şey yemek, hasta olunca ilâç almak, mum yakmak için kibriti çakmak, hidrojen elde etmek için çinko üzerine bir miktar asit dökmek, çimento yapmak için kireç taşı ile kili karıştırıp ısıtmak, süt elde etmek için ineği beslemek, elektrik elde etmek için hidroelektrik santralı kurmak, her çeşit fabrika yapmak, sebepleri kullanarak, yeni şeyler yaratmasına vâsıta olmaktır. İnsanın, irâdesi ve kuvveti de Allahü teâlânın yarattığı birer sebeptir. İnsanlar da Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta olmaktadır. Allahü teâlâ, böyle yaratmak istiyor. Görüldüğü gibi; "İnsan bir şey yarattı" demek, akla ve dîne uymayan câhilce, bir sözdür.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Bunların hepsi sekiz tanedir. Bu sıfatlar, Allahü teâlânın varlığını göstermekte, zâtında, sıfatlarında ve işlerinde kemâl, üstünlük bulunduğunu ve hiçbir kusur, karışıklık ve değişiklik olmadığını bildirmektedir.
1- Hayat; Allahü teâlâ diridir. Hayatı, yarattıklarının hayatına benzemeyip, zâtına lâyık ve ona mahsustur. Bu hayat, ezelî ve ebedîdir.
2- İlim: Allahü teâlâ herşeyi bilir. Bilmesi, yarattığı varlıkların bilmesi gibi değildir. Bilmesinde değişiklik olmaz. Ezelî ve ebedîdir.
3- Sem': Allahü teâlâ işitir. Vâsıtasız, ortamsız işitir. Kulların işitmesine benzemez. Bu sıfatı da, her sıfatı gibi ezelî ve ebedîdir.
4- Basar: Allahü teâlâ görür. Aletsiz ve şartsız olarak gizli ve âşikâr olan herşeyi görür.
5- İrâde: Allahü teâlânın dilemesi vardır. Dilediğini yaratır. Her şey, O'nun dilemesi ile olur. İrâdesine engel olacak hiç bir kuvvet yoktur.
6- Kudret: Allahü teâlânın gücü yeticidir. Hiç bir şey O'na güç gelmez.
7- Kelâm: Allahü teâlâ söyleyicidir. Söylemesi âlet, harfler, sesler ve dil ile değildir. Kur'ân-ı kerîm, O'nun kelâmıdır.
8- Tekvin: Allahü teâlâ yaratıcıdır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Her şeyi O yaratır.
Allahü teâlânın sıfatları da, zâtı gibi, ezelîdir, ebedîdir. Yâni sonsuz olarak vardırlar. Mukaddestirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akıl ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer nümûne, insanlara ihsân buyurmuştur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü teâlâyı anlayamayacağı için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamağa kalkışmak câiz değildir.
Allahü teâlânın sekiz sıfat-ı sübûtiyesi, zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir. Yâni sıfatları, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir.
Allahü teâlânın sekiz sıfatından her biri basîttir, bir hâldedir. Hiç birinde, hiç bir değişiklik olmaz. Fakat mahlûklara te'alluk bakımından her biri çoktur. Bir sıfatın mahlûklara te'alluku, etkisi bakımından çok olması, bunun basît olmasına zarar vermez. O, bunun gibi, Allahü teâlâ, bu kadar çeşitli mahlûkları yarattı ve hepsini, her ân, yok olmaktan korumaktadır. Fakat O, yine birdir. O'nda değişiklik olmaz. Her mahlûk, her an, her bakımdan O'na muhtâçtır. O, hiç kimseye muhtâç değildir.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Bunların hepsi altıdır. Bu altı sıfatın hiç biri, varlıkların hiç birinde yoktur. Yalnız Allahü teâlâya mahsusturlar. Bunların sonradan yaratılan varlıklara hiç bir sûrette bağlantıları da yoktur. Bunlar:
1- Vücûd: Allahü teâlâ vardır. Varlığı ezelîdir. Vâcibül-vücûddur. Yâni varlığı hep lâzımdır.
2- Kıdem: Allahü teâlânın evveli yoktur. Ezelîdir.
3- Beka: Allahü teâlânın sonu yoktur. Ebedîdir. Hiç yok olmaz. Ortağı olmak muhal olduğu gibi, zât ve sıfatları için de yokluk muhaldir.
4- Vahdâniyyet: Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve işlerinde ortağı yoktur.
5- Muhâlefetün-lil Havadis: Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında hiç bir mahlûkâtın zât ve sıfatlarına benzemez.
6- Kıyâm bi-nefsihî: Allahü teâlâ, zâtı ile kâimdir. Durmak için biryere muhtâç değildir. Zîrâ, her ihtiyaçtan münezzehtir. Bu kâinatı yokluktan varlığa getirmeden önce, zâtı nasıl ise sonsuz olarak, hep öyledir.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Bütün varlıkların her organının, her hücresinin yaratıcısı, yoktan var edicisi, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyde, Allahü teâlânın yüksek zâtının hakîkatini kimse bilemez. Akla hayâle gelenlerin hepsinden uzaktır. Hiç biri o değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîmde, bizzat kendisinin, açıkladığı sıfatlarını, isimlerini ezberleyip, ulûhiyetini, büyüklüğünü bunlarla tasdik ve ikrâr etmelidir. Âkıl ve bâliğ olan kadın ve erkek her müslümanın, Allahü teâlânın zâtî ve sübûtî sıfatlarını doğru olarak öğrenip inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmayıp büyük günahtır.
H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Herşeyi yoktan vâreden, varlığı muhakkak lâzım olan hakîkî mâbud. Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O'dur. O'nun hâkimi, âmiri, üstü yoktur.
Dînimizde, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîki mâbud ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmak îmânın ilk şartıdır. Allahü teâlâya îmân; "Dünyâ âleminde ve âhıret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır" diye kesin inanmaktır. Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cisimleri, hücreleri, hayatı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşit kuvveti, enerji çeşitlerini, hareketleri, kânunları, rûhları, melekleri, canlı cansız her varı yoktan var eden ve hepsini, her an varlıkta durduran yalnız O'dur. Âlemlerde olan her şeyi, hiç biri yok iken, bir anda yarattığı gibi, her zaman, birbirlerinden de var etmektedir. Kıyâmet zamanı gelince, her şeyi bir anda yine yok edecektir. "Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O'dur. O'nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur" diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O'nundur. O'nda, hiç bir kusur, hiç bir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütûflar, ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olanı, faydalı olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Asîlerin, günah işleyenlerin hepsini Cennet’e koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem’e atsa, adâletine uygun olur. Fakat, müslümanları ve ibâdet edenleri Cennet’e sokacağını, bunlara sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini, kâfirleri ise, Cehennem’de sonsuz azâbda bırakacağını dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân edip, itâat etseler O'na hiç bir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O'na hiçbir zarar vermez. Kul, bir şey yapmak dileyince, O da isterse, yaratır. Kullarının her hareketini, her şeyi yaratan O'dur. O dilemezse, yaratmazsa, hiç bir şey hareket edemez. O dilemezse, kimse kâfir olamaz. Kimse isyân edemez. Küfrü, günahları, diler ise de, bunlardan râzı değildir. O'nun işine, kimse karışamaz. "Niçin böyle yaptı? Şöyle yapsaydı." demeğe, sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yoktur. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip, tevbesiz ölen kimseyi, dilerse affeder. Küçük bir günah için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmiyeceğini, bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmiştir.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde, kâfirlere ve günahı olan mü'minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü'minlere ise, lütf ve cemâl ile görünecektir. Mü'minler, erkek olsun, kadın olsun Cennet’te cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler de görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Hadîs-i şerîfde; "Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz!" buyruldu. Allahü teâlâ dünyâda anlaşılamadan bilineceği gibi, âhırette de anlaşılamadan görülecektir. Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü, Allahü teâlânın işleri akıl ile anlaşılamaz. Dünyâ işlerine benzemez. Fizik ve kimya bilgileri ile ölçülemez. Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ, madde olmadığı gibi, cisim de değildir. Element değildir. Karışım, bileşik değildir. Sayılı değildir, ölçülmez. Hesâb edilmez. O'nda değişiklik olmaz. Mekânlı olmayıp, bir yerde değildir. Zamânlı değildir. Öncesi-sonrası, önü-arkası, altı-üstü, sağı-solu yoktur. Bunun için insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O'nun hiç bir şeyini anlayamaz. O'nun nasıl görüleceğini de kavrayamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâya lâyık olmayan kelimelerin, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunması, bizim anladığımız ve öğrendiğimiz, bugün kullanılan mânâlarda değildir. Böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere müteşâbihât denir. Bunlara inanmalı, ne ve nasıl olduklarını anlamağa kalkışmamalıdır. Yâhud bunlar, kısaca veya uzun olarak, te'vil olunur. Yâni, Allahü teâlâya yakışacak mânâ verilir. Meselâ, el kelimesi, kudret, enerji demek olur.
Allahü teâlâ üzerinden, gece gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiç bir bakımdan, hiç bir değişiklik olmayacağı için, "Geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir" denemez. Allahü teâlâ, hiç bir şeye hulûl etmez. Hiç bir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Her zaman, herkes ile hâzır ve her şeyi muhît ve nâzırdır. Herkese şah damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihâta etmesi, beraber ve yakın olması, bizim anladığımız gibi değildir. O'nun yakınlığı, âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiç birinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.
Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir. Yâni, İslâmiyette bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. Meselâ Allahü teâlâya âlim denir. Fakat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü İslâmiyet, Allahü teâlâya "fakîh" dememiştir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı, ilâh, mâbud demektir. Meselâ, "Hindlilerin tanrıları öküzdür" denilmektedir. "Birdir Allah, O'ndan başka tanrı yok" denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, mâbud mânâsına kullanılabilir. "Allah" adı yerine kullanılamaz.
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. "Binbir ismi var" diye meşhûrdur. Yâni, isimlerinden binbir tanesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksan dokuzu bildirilmiştir. Bunlara "Esmâ-i hüsnâ" denir.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kalbe gelen tesirleri inceleyerek, iyilerini kötülerinden ayıran kuvvet. Lügatte; kalb, diyet, sığınak, idrâk merkezi, hâfıza, kale, iyiyi kötüden ayırabilme kâbiliyeti, düşünme ve anlama hâssası, zihin, anlayış, idrâk, zekâ, düşünme, hatır, görüş, tedbir gibi mânâlara gelir. İstilâhda ise akıl; kalbe gelen tesirleri inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Akıl, mahlûkât (varlıklar) içinde en önce yaratılan varlıklardandır.
"Riyâd-ün-nâsıhîn" kitabında buyuruluyor ki: "Akıl, insanın gönlüne yerleştirilmiş bir nûrdur. Buna sâhip olan insan, akılla karşısındaki şeyleri anlıyabilir. İnsan akıllı olduğundan, emirleri yapmak ve yasak edilenlerden sakınmakla emrolunmuştur. İnsan aklıyla doğru ve yanlışı ayırır, iyi veya kötü amel (sevâb veya günah) işler ve bu amelleri için hesâba çekilir. İdrâk (anlama) kuvveti olan akıl, insanların şahsiyetlerinin ve tabîatlerinin başka başka olması gibi şahıslarda değişik olarak bulunur. Bâzı kimselerin aklının çok ve kuvvetli olmasına karşılık bâzılarınınki de zayıf ve azdır. Fakat; hemen hemen her insanda, fayda ve zararı, İslâmiyetin iyiliğini, ona uyanın dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşacağını anlayacak kadar akıl vardır.
Bâzı âlimler; "Akıl, kişinin, sözünün ve işinin doğru olmasıdır" demişlerdir. Ayrıca; "Sözleri, işleri ve hareketleri karışık olan bunaktır, yâni aklı yok denecek kadar azdır. O kimsede bâzan doğruluk ve bâzan yanılma çok olur" demişlerdir.
Yine "Riyâd-ün-nâsıhîn" kitabında diyor ki: "Allahü teâlâ meleklere akıl verdi, şehvet vermedi. Hayvanlara şehvet verdi, akıl vermedi. İnsana ise; hem aklı hem şehveti verdi." İmâm-ı Gazâlî hazretleri ise "İhyâu ulûmiddîn" kitabında: "Akıl ile şehvet birbirinden tamâmen ayrı ve birbirine zıt olan iki varlıktır. Aralarındaki ayrılık gece ile gündüz gibidir. Birbirlerini kabûl etmezler. Karşılaştıkları vakit aralarında savaş başlar. Galip olan taraf diğerini ezer" buyurmaktadır.
Aklı, şehvetine gâlip ve hâkim olan insan çok yükselir. Meleklerden de üstün olur. Aklı şehvetine mağlûb ve esir olan ise alçalarak hayvanlardan daha aşağı derecelere düşer.
"Hulâsat-ül-hakâik" kitabında diyor ki: "Akıl, ıkâl kelimesinden alınmıştır. Ikâl, devenin kaçıp gitmemesi için dizlerini birbirine bağlayan dizbağına, kösteğe verilen isimdir. Ikâl, deveyi kaçıp gitmekten koruduğu gibi, akıl da insanı uygunsuz işler yapmaktan korur."
Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi aleyh); "Akıllı kimse, iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce alan, kötüyü görünce reddedendir" buyurmuştur. Tabiînin büyüklerinden Vehb bin Münebbih hazretleri; "Muhammed aleyhisselâmı hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, önce gelenlerin ve sonra geleceklerin hepsinin aklı, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) aklı yanında, dünyâdaki kum tanelerinin hepsine göre tek bir kum tanesi gibidir" buyurmuştur.
Hazret-i Ali buyurdu ki: "Akıl öyle bir ağaçtır ki, kökü takvâ, dalı hayâ ve meyvesi verâdır. Akıl ağacının kökü olan takvâ; insanı, fıkha, zühde ve Allahü teâlânın gayrisinden yüz çevirip, yalnız O'na yönelmeye dâvet eder. Akıl ağacının dalı olan hayâ ise; insanı, doğru sözlü olmaya, çok iyilik yapmaya ve şüpheli olan şeyleri terk etmeye sevkeder.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "İslâmiyet akla tâbi olmayı emir, nefse tâbi olmayı da yasak ediyor. Çünkü, tabîatı îcâbı akıl, İslâmiyete uymayı, nefs ise, uymamayı, emr ve teşvik ederler. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felâketlere sürüklenirdi. Bununla beraber nefsin yaratılmasında da hikmetler vardır. Nefs olmasaydı, insan yaşamasında, üremesinde ve medenî hayat için çalışmasında kusur ederdi. Böylece nefs ile cihâd sevâbından mahrûm kalırdı."
"Berîka" kitabındaki hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:"Aklın alâmeti, nefse sâhip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklığın alâmeti de nefse uyup, Allah'dan af ve merhamet beklemektir."
"Aklı olan kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah'ın rahmetini bekler."
"Riyâd-ün-nâsihîn"deki bir hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Zer'e (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Allahü teâlânın haram eylediklerinden kaçın ve emrettiklerini yerine getir ki akıllı olasın."
"İhyâu ulümiddîn" kitabında bildirilen hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"İnsanın, akıl gibi yüksek iktisâbı (kazancı) olamaz. Akıl, sâhibini iyiliğe ulaştırır, fenâlıktan alıkor. Aklı kemâle ermedikçe insanın dîni müstakîm (dosdoğru) ve îmânı tamam olmaz"
"İnsan, güzel ahlâkı sebebiyle, gündüzleri oruç tutan ve geceleri ibâdetle geçirenlerin derecesine ulaşır. Fakat aklı tamam olmadıkça ahlâkı güzelleşmez. Aklı olgunlaşınca îmânı kemâle erer. Rabbine itâat ve düşmanı olan şeytana isyân eder."
Hazret-i Âişe birgün Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); "Yâ Resûlallah! İnsanlar dünyâda ne ile üstünlük kazanırlar?" diye suâl ettiğinde "Akıl ile" diye cevap verdi. Âişe (radıyallahü anhâ); "Herkesin kıymeti, ameli ile ölçülmez mi?" deyince, Resûl aleyhisselâm"Yâ Âişe! İnsanlar akıllarının aldığından fazla bir şey yapabilirler mi? Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği akılları nisbetinde amel ederler. Ondan sonra da amellerine göre mükâfatlandırılırlar" buyurdu.
İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Her şeyin bir âleti, bir hazırlık istidâdı vardır. Mü’minin âleti, akıldır. Her şeyin bir bineği vardır. Kişinin bineği aklıdır. Her şeyin bir direği vardır. Dînin direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı vardır, ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran (davet eden) vardır. Âbidleri ibâdete dâvet eden de akıldır..."
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri "Seâdet-i Ebediyye" kitabında bulunan bir mektubunda buyuruyor ki: "Akıl, bir kuvve-i derrâkedir. Yâni anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmak için yaratılmıştır. Akıl, sâdece, insan, melek ve cinlerde vardır. Çünkü, mahlûkât içerisinde, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olanlar yalnız bunlardır. Allahü teâlânın kendisinde ve O'na âid bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamıyacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına sened olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, kullar arasındaki bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde hakkı bâtıl ile karışdırmak istidâdı olmadığından, akıl; o bilgilerde ileri gidemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Orada, ayrılık gayrılık olamaz. Bundan dolayı, orada aklın işi yoktur.
Akıl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid bilgilerde, kıyâs (ölçmek) olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etti ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs etti ise af olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, şâhid ile gâibe istidlal (bilinmiyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak) lâzım olur. Yâni, anlaşılmıyan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akıl ve ilim adamlarının hepsi, şâhidden gâibe istidlalin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği ile bildirmektedir. Akıl, yalnız, Allahü teâlânın varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçtür. Önce, aklın müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu bilmek gerekir.
Mütevâtî; bir cins içinde bulunan fertlerin hepsinde eşit mikdarda bulunan sıfat demektir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. İnsanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir (eşittir). Meselâ bir peygamberin ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık peygamberde daha çok, daha kuvvetli değildir. Bir nebînin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında fark yoktur. Cemşid gibi meşhûr bir pâdişâh ile, bir köy çobanının insanlığı aynıdır. Yâni Cemşid'deki insanlık, çobandaki insanlıktan üstün değildir. İnsanlık bakımından ikisi de aynıdır.
Müşekkik ise bir cins içindeki fertlerin hepsinde müsâvî miktarda bulunmayan sıfattır. İlim gibi. İlim, âlimlerin bâzısında çok, bâzısında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir İslâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilimden elbette daha çoktur ve daha geniş, daha parlaktır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tetkik ve tecrübe sâhibi olan âlimin ilmine daha çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, elbette ona daha çok îtimâd edilir.
Akıl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilim gibi müşekkik midir? Elbette müşekkiktir. Yâni, nev'inin, yâni kendilerinde akıl bulunan insan, cin ve melek sınıflarının bütün fertlerinde müsâvî (eşit) olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece farkı vardır.
Akıl, başlıca iki kısımdır: Selîm akıl, sakîm akıl. Bunların her ikisi de akıldır. Tam selîm akıl, hiç yanılmaz; pişman olacak hiç bir harekette bulunmaz ve düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işleri yapar. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. Böyle akıl ancak peygamberlerde "aleyhimüssalâtü vesselâm" bulunur. Peygamberler selîm akıl sâhibi olduklarından her başladıkları işte muvaffak olmuşlardır; pişman olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır. Eshâb-ı kirâmın, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin, din imâmlarının (rahmetullahi aleyhim) akılları da bunların akıllarına yakın olup, ahkâm-ı İslâmiyye'ye uygun akıllardır. Onun için, bunların zamanında, İslâmiyet genişledi. Müslümanlar çoğaldı. Târihi iyi anlayan, bunu pek iyi görür.
Sakîm akıllar; selîm akılların aksi, tam tersi olan akıllardır. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılarak, üzüntüye, pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep olur.
Bu iki kısım akıl arasında, çok çeşitli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki, mü’minlerin, dînî ve dünyevî aklı olduğu gibi kâfirlerin de, dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhıret işlerine eren aklına nisbetle üstündür. Mü'minin âhıret işlerini anlayan aklı ise dünyâ işlerini anlayan aklından daha üstündür. Fakat, bu hâl devamlı değildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici işlere yarayan akıl, devamlı olan, bitmeyen işlere yarayan akıldan daha kıymetli olamaz.
Akıl ile zekâyı birbirine karıştırmamalıdır. Zekâ, sebep ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmaya, benzeyiş ve ayrılışları anlamaya yarayan şeydir. Zekâ için çeşitli târifler yapılmış olup, bâzıları şöyledir:
"Zekâ; yeni îcâb ve vaziyetlere, zihnin en iyi şekilde uymasıdır."
"Zekâ; düşünceyi, hayatın yeni şartlarına uydurmaktır."
"Zekâ; problem, mes'ele çözmek kuvvetidir."
Bu târifler gösteriyor ki, zekâ; sevk-i tabiîden, yâni içgüdüden yukarı, akıldan aşağı, bir şuur basamağıdır. Aklın tatbikcisi gibi olan zekâ, akıldan önce teşekkül etmektedir. Akıl sâhipleri, teorik yollar ve kâideler ortaya koyar. Zekî kimse, bunların pratiğe tatbikini sağlar. Fakat, aklı az ise, akıl sâhiplerinden öğrendiklerini kullanmakla kalıp, zarurî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz. Yâni, zihni iyi işlemez ve istidlalleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir. Fakat, düşüncelerin doğru olması için, akıl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, birtakım prensiplere muhtâçtır. Bu prensipleri idâre eden akıldır. O hâlde, her zekî kimseyi akıllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllılardan öğrendiği usûlleri, yeni harb şartlarına uydurarak, kıtaları fethedebilir. Fakat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner.
Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, onbin kat daha korkunç olurdu. Akılsız, inançsız kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cemiyetlere büyük tehlike olur.
Netîce olarak; her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu işlerin akıl ile ölçülemeyeceği meydana çıkar.
Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü, akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmayan aklı bâzan doğruyu bulur, bâzan da yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, değil din işlerinde, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz âhıret işlerinde, nasıl olur da akla uyulur?
İnsanların şekil ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akıl, tabîat ve ilimleri de ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmeyebilir. Birinin tabîatine uygun olan bir şey, başkasının tabîatine uymayabilir. O hâlde, din işlerinde, akıl; tam bir ölçü, doğru bir senet olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam bir vesîka ve doğru bir ölçü olur. Bunun için İslâm âlimleri; "Dînini ve îmânını; insan düşüncelerinin netîcelerine bağlama ve akıl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!" buyurmuşlardır.
Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, bunu selîm olan akıl yapabilir, her akıl yapamaz.
Demek oluyor ki, selîm olmayan akılların, yanılmalarından dolayı bir hakîkati kabûl etmemeleri, uygun bulmamaları, birşey ifâde etmez. Selîm olan akıllar, yâni peygamberlerin "aleyhimüsselâm" ve vârislerinin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. İslâmiyetin her hükmü, bu akıllar için, pek meydanda, aşikâr ve apaçıktır. Sened ve isbâta lüzum olmadığı gibi, tenbîhe ve haber vermeğe de gerek yoktur."
Hindistan'da yaşamış İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülazîz-i Dehlevî (rahmetullahi aleyh) Fârisî olarak yazdığı "Tefsîr-i Azîzî"de Fatihâ sûresini açıklarken, "Sırat-ı müstekîm"i de uzunca bildirmiştir. Burada buyuruyor ki: "...Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, saâdeti felâketten, doğruyu eğriden ve fâideliyi zararlıdan ayırabilen bir kuvvet de yarattı. Bu çok kıymetli kuvvet, akıldır. Şaşmayan, yanılmayan akla akl-ı selîm denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise nefsine uyar.
Allahü teâlâ, bütün insanlara, îmân etmelerini emretti. İnsanlar arasından dilediklerine merhamet edip, bunların akla uyarak îmân etmelerini nasîb eyledi. Bu kullarının kalblerini îmân ile doldurdu. Akıllarına uymayıp, Allahü teâlânın dâvetini kabûl etmiyenlerden, dilediklerini kendi taşkın, azgın hâllerinde bıraktı. Dilediklerini de yine ihsân ederek, dilediği zaman hidâyete kavuşturdu ve kalblerini îmân ile doldurdu. Kendi hâllerinde bıraktığı kullarından, gafletten uyanarak doğru yolu arayanlara da, merhamet ederek, hidâyete kavuşturacağını vâd etmektedir.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, "El-Munkızü anid-dalâl" adlı kitabında buyuruyor ki: "Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlamayacağı gibi, aklın da, peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri ölçmesi mümkün değildir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna karar veremez. "Akıl, doğruyu, iyiyi bulmaya yarayan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır.
Nakil yolu ile anlaşılan, yâni peygamberlerin "aleyhimüsselâm" söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Bu durumda at yokuşa sürülür ve kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar; yâhut, alışmış olduğu yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar. Sonunda eşyalar harâb olur. Akıl da, ulaşamadığı ve anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir mi'yâr, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp hayrete düşer. O hâlde peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, peygamberlere (aleyhimüsselâm) tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Böyle bir davranış, gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervasızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer. (Bu da her an uçuruma, girdaba düşmeye sebep olur.) Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri, hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler; akılları dışında bulunan mes'elelerin çoğunda yanılmışlar, bir yandan bâzı hakîkatleri meydana çıkarmalarının yanında, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmayan akıl sâhipleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve haber vermişlerdir.
İslâm dîninde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat akla uymayan bir şey de yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip, beğenmediği şeyler ve O'na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesinde olsaydı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Böylece insanlar, dünyâ ve âhıret saâdetini kendileri görüp bulabilirdi ve Allahü teâlâ, (hâşâ) peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiç bir aklın, âhıret bilgilerini bulamıyacağı ve çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyânın her tarafına, peygamber göndermiş ve en son, kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyâya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup fâidelenmek için çalışmağı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünyâ işlerinden her birinin, insanları ebedî saâdete ve felâkete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmışlar ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O hâlde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerinden ve tecrübelerden haberi olmayan ve İslâm büyüklerinin kitaplarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların isimlerini bile işitmemiş olduğu sözlerinden anlaşılan bir câhilin, tam olmayan aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allah'ın Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimiz kitaplarda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün saâdet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyânın her tarafında gelmiş geçmiş ilim tecrübe ve akıl sâhiplerini hürmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusur ve hatâ bulunamamış olan emirleri ve sözleri, câhil bir kimsenin sözü ile lekelenemez. Bundan daha büyük bir bedbahtlık ve zavallılık olamaz. Tam akıl, şaşmayan, yanılmayan akıldır. Etrâfa düşünceler savuran bu kimse, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddia edebilir mi? Böyle bir iddiaya, başkaları inanır mı? Değil bir insan, bugün en akıllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında, en akıllıları olarak seçtikleri mebusları, bütün akılları ile, bütün ilimleri ile, başbaşa vererek, yaptıkları kânunları, az zaman sonra, yine kendileri beğenmeyip değiştiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmayan ve değiştirilemiyecek bir şey vardır. O da Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmi ve Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellemhadîs-i şerîfleri, yâni mübârek sözleridir.
Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmin bir çok yerinde, kâfirleri, akıllarını kullanmadıkları, yerleri, gökleri ve kendilerini inceleyerek düşünmedikleri ve böylece îmâna kavuşmadıkları için azarlamakta ve aşağılamaktadır.
Allahü teâlâ çok ihsân sâhibi ve pek merhametli olduğundan, akıl nîmetini verdiğinden başka, ayrıca peygamberler göndererek, hangi şeylerin iyi, hangi şeylerin fenâ olduklarını ve nefsin bütün arzularının kötü olduğunu bildirdi. Akıl, peygamberlerin iyi dedikleri şeyleri, nefsin isteklerinden ayırıp, kalbe bildirir. Kalb bunu dinlerse, insan saâdete kavuşur. Şu hâlde insan, aklına uyarsa, yâni aklın gösterdiği bir lüzum olan, peygamberlerin bildirdiklerine uyarsa saâdete kavuşur.
Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışındadır, üstündedir. Aklın eremiyeceği, anlayamayacağı pek çok şeyler vardır. Bunlar ancak peygamberlik makâmında anlaşılır. Her şey akıl ile anlaşılabilseydi peygamberler (aleyhimüsselâm) gönderilmezdi. Âhıret azâbları, peygamberler gönderilerek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 15. âyetinde meâlen; "Biz peygamber göndererek bildirmeden önce azâb yapıcı değiliz." buyurdu. Akıl çok şeyi anlarsa da, herşeyi anlaması mümkün değildir. Anlaması da, kusursuz ve tam olmaz. Çok şeyleri, peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahaneleri önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde meâlen; "Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahane yapmaları önlendi." buyurdu. Akıl, dünyâ işlerinde bile çok kere yanılmaktadır. Bunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmağa kalkışmak doğru olmadığı gibi; akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına bakmak da aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek ve peygamberlik makâmına inanmamak olur. Hâlbuki önce, peygambere inanmak, Allah'ın peygamberi olduğunu tasdik etmek lâzımdır. Böylece, O’nun bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğu kabûl edildiği gibi, şüphelerden kurtuluş nasîb olur. Dînin temeli, peygambere inanmaktır. Bu da peygamberin Allah tarafından gönderildiğini, hep doğru söylediğini aklın kabûl etmesidir. Akıl bu temel bilgiyi kabûl edince, peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmiş olur. Peygamberin Allah tarafından gönderildiğini, Allah'ın bildirdiklerini haber verdiğini kabûl etmemiş olan bir akla din bilgilerinden bahsetmek ve inandırmaya çalışmak çok zordur.
Kalbde tam îmân hâsıl olması için en yakın yol, Allahü teâlâyı hatırlamaktır. Ra'd sûresinin 30. âyetinde meâlen: "İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itmînâna, rahata kavuşur." buyruldu. Yâni, tam îmâna kavuşur. Düşünerek, akıl ile ölçerek, bu yüksek makâma kavuşmak çok güçtür. Şu önemli husûsa çok dikkat etmelidir. Peygamberin Allah tarafından gönderildiğini ve hep doğru söylediğini uzun uzun düşünüp kabûl ve tasdik ettikten sonra, O'nun yolunda, izinde bulunan, her şeyde O'na uyan bir kimse; her şeyi düşünerek yapmış ve hepsinde akla uymuş olur. Peygamberin her sözüne uyması, akla uymak olur. İnsanın aklı, bir şeyin var olduğunu anlar, kabûl ederse, o şeyden meydana gelen ve o şeyi meydana getiren parçaların da var olduklarını anlamış, kabûl etmiş demektir. Bu parçaların herbirlnin var olduklarını ayrı ayrı inceleyip, düşünüp anlamasına lüzum yoktur. O şeyin varolduğunu inceleyip kabûl ettiği için, o parçaların hepsini inceleyerek kabûl etmiş sayılır.
Aklın târifinden İslâm âlimlerinin îzâhlarına göre şu netîce çıkmaktadır: Aklı olmayan deli ve bunu kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyan ona güvenerek aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur'ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, İslâm âlimleridir. O hâlde, İslâmiyette felsefe olmadığı gibi İslâm felsefesi, İslâm filozofu da yoktur. Felsefenin üstünde İslâmî ilimler, felsefecilerin üstünde de İslâm âlimleri vardır.
Akıl, göz; İslâm bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmağa hakları yoktur.
Akıl da, yalnız başına mânevîyâtı ve faydalı, zararlı şeyleri anlayamaz. Allahü teâlâ, akıldan faydalanmak için, peygamberleri, din ışığını yarattı. Peygamberler, dünyâda ve âhırette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, akıl doğruyu bulamaz, işe yaramazdı. İnsanlar tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdı. İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyâda ve âhırette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları, mevki, rütbe ve para ne kadar bol olursa olsun, peygamberlerin gösterdiği yolda gitmedikçe, hiç bir fert, hiç bir cemiyet mes'ûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler huzûrsuzluktan içleri kan ağlamaktadır. Dünyâda da âhırette de rahata ve saâdete erenler, sâdece peygamberlere uyanlardır. Onların gönülleri dâima huzûr içindedir.
Ehl-i sünnet âlimleri, İslâmiyetin bildirdiklerini, akıl ersin ermesin, isbât ettiler. Bu bilgilerden hiç birine, akıl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece; kabir azâbına, burada Münker ve Nekir denilen iki meleğin soracakları suâllere, Sırat köprüsüne, kıyâmetteki terâziye îtirâzsız hemen inandılar. Akıl, ermediği için, olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini anlattılar; anlayamadıklarına, olduğu gibi öylece inandılar. Anlamadıklarına; eski Yunan felsefecileri gibi yapmayıp, aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. Yunan felsefecileri aklın erdiği şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlıyamadıklarına inanmadılar. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gönderilmeleri, Allahü teâlânın beğendiği şeylerden bir çoğuna aklın ermemesi sebebiyledir. Onlar bunu bilemediler. Akıl hüccet olmasına rağmen tam hüccet değildir. Peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet olmuştur. Yâni, o büyüklerin gönderilmeleri ile, akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 15. âyetinde; "Biz, peygamber göndermedikçe, azâb yapıcı değiliz." buyurdu.
Akıl, insan için çok kıymetli bir nîmet, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. "Berîka" kitabında buyuruluyor ki: "Cebrâil aleyhisselâm, aklı, hayâyı ve îmânı Âdem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki: "Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm etti ve sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin buyurdu." Âdem aleyhısselâm aklı kabûl eyledi ve Cebrâil aleyhisselâm, îmân ile hayâya; "Siz gidin"deyince, îmân dedi ki: "Allahü teâlâ hazretleri bana akıl nerede ise, sen de orada ol! diye emreyledi." Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allah tarafından emrolunanı beyân ederek, her ikisi, akıl ile beraber Âdem aleyhisselâmda kaldılar. Buradan açıkça anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile îmân onunla beraberdir. Aklı olmayanın hayâsı ve îmânı yoktur.
İslâm âlimleri buyurdular ki: Müslümanların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere Ulûm-i İslâmiyye yâni müslümanlık bilgileri denir. Bu bilgiler naklî ilimler ve aklî ilimler olmak üzere başlıca iki kısma ayrılır.
Naklî ilimler; Edille-i şer'iyye denilen dört ana kaynaktan çıkmış olan bilgiler olup, bunlara din bilgileri de denir.
Aklî ilimler ise, matematik, mantık ve tecrübî bilgilerdir. Bunlar; his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbik edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzumludurlar. Bunlar, zamanla artar, değişir, gelişip ilerler.
Nakil yolu ile gelen bilgiler çok yüksek olup, aklın, insan gücünün ve dimağının üstündedir. Bunlar, hiç bir zaman, kimse tarafından değiştirilemez. Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur. İslâmiyet, akıl ile elde edilen bilgileri yasaklamamış, sınırlamamıstır. Ancak aklî bilgilerin, nakil bilgileri ile birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının dîne uygun, insanlara faydalı olarak kullanılmasını; zulüm, işkence ve felâket vâsıtası yapılmamasını emretmiştir. Akıl ilimleri, İslâm bilgilerinin bir kısmı olup İslâmiyete lâzımdırlar, İslâmiyet bunları men etmez, emreder.
Akılla alâkalı olarak hadîs-i şeriflerde buyruldu ki:
"Allahü teâlâ aklı yarattığında, ona gel buyurdu. O da geldi. Sonra git buyurdu. O da gitti. Sonra otur buyurdu. O da oturdu. Sonra konuş buyurdu. O da konuştu. Sonra sus buyurdu. O da sustu. Sonra da buyurdu ki: Bana, senden sevgili ve daha kerîm olan bir mahlûk yaratmadım. Seninle tanınırım. Seninle hamd edilirim. Seninle itâat olunurum. Seninle alırım, seninle veririm. Seni hesâba çeker, muhâtab ederim, Sevâb sana, cezâ da sana. Sana en büyük ikram da sabırdır."
"Âhırette sizi kurtaracak olan aklınızdır. Akıllı insan, Allah'a itâat eden insandır."
"Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır. Allahü teâlâ akla şöyle hitâb etti: İzzet ve celâlim hakkı için senden daha kıymetli bir mahlûk yaratmadım. Seninle insanları muhâfaza eder, seninle verir, seninle sevâb kazandırır ve seninle cezâlandırırım."
"Kıyâmet günü insanlar, akılları nisbetinde Allahü teâlâya yakın olurlar."
"Akıl, sâhibini hidâyete erdirir, felâketten kurtarır. Kişinin aklı tamam olmadıkça îmânı tamam olmaz. Dini de müstekîm (doğru) olamaz''
"Aklı olmayan, güzel ahlâka sâhip olamaz."
"Her şeyin bir direği vardır. Mü’minin direği ise akıldır. Kişinin ibâdeti aklı nisbetindedir."
"İnsanın bineği, dînin direği, âbidlerin hedefi, mü'minin sermâyesi akıldır."
"Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır."
"Sizin akılca en üstününüz, Allahü teâlâdan en çok korkanınızdır."
"Akıllı kimse, Allaha îmân edip, peygamberleri tasdik eden ve ibâdetini yapandır."

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget