Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

01/09/20

Me'hûz Bih
Alınan, kabul edilen manasına bir tabir olup bazı hadis alimlerine göre sahih ve hasen gibi makbul hadislerin kısımlarından biridir ve muhkem olduğu için atılmayıp alman ve gereğince amel edilen hadisleri ifade eder. Muhtelefu'l-hadis konusunda daha geniş olarak açıklandığı gibi bir makbul hadis kendisine zıd olarak varid olmuş bir diğer makbul hadisle aralarında aykırılık bulunmasından ya salim olur, ya olmaz. Eğer aykırılıktan salim ise muhkemdir. Hükmü de alınması ve gereğince amel edilmesidir. Değil ise, yine, makbul olan muhkemdir, diğeri gayri me'huzûn bih kabul edilir. İşte kendisine zıd olan diğer bir makbul hadisin muarazasından salim olduğundan muhkem sayılan ve kabul edilerek tereddütsüz gereğince amel edilen hadise aynı zamanda me'huzûn bih denilmiştir.

Meğâzî
Hz. Peygamber (s.a.s)'in gazaları ile ilgili rivayetlere verilen isimdir. Böyle rivayetleri bir araya toplayan eserlere de aynı isim verilmiştir. Siyerin bir kolu olan meğâzî konusunda hayli eser vardır. Musa b. Ukbe'nin ve İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin Kitâbu'l-Meğâzîleri ile el-Vâkidî'nin aynı isimdeki eseri, konunun örneklerini oluştururlar.

Mecruh
Cerhedilmiş raviye denir. Cerh ve ta'dil alimleri tarafından cerhin herhangi bir mertebesinde yer alan lafızlarla hakkında tecrih hükmü verilmiş ravi mecruh addedilir. el-Hâkimu'n-Nisâburî'ye göre mecruh ra-viler on tabakadır. En ağır cerhle mecruh olanlardan başlamak üzere şunlardır: 1. Hz. Peygamberin ağzından yalan uyduranlar: Hz. Peygamber (s.a.s) birçok sahabîden bazı âlimlere göre yüze yaklaşan tarîk ve vecih den rivayet edilen sahih ve meşhur hadisinde “benim ağzımdan yalan uyduranlar Cehennemdeki yerlerine hazırlansınlar” buyurmuş olmasına rağmen bu büyük günahı işleyenler olmuştur. el-Muğîre b. Sa'îd el-Küfî, Ebu Abdirrahim el-Kûfı, Muhammed b. Sa'îd (el-Maslûb) es-Şâmî gibi zındıklar bunlardandır. Bu âlim özentileri hadis uydurmuşlar; müslümanların kalblerine şüphe sokmak üzere uydurdukları sözleri halk arasında hadis olarak yaymışlardır. Öteki hadis uydurma sebepleriyle Hz. Peygamber (s.a.s)'in mübarek ağzından yalan uyduranlar da bu gruptandır. 2. Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait meşhur hadislerin bilinen isnadından başka isnad uydurarak kimsenin bilmediği hadisleri biliyor görünme sevdasında olanlar: Mekkeli İbn Hayye lakabıyla tanınan ibrahim İbnu'l-Yese'a gibi ki Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık, Hişâm b. Urve gibi meşhurlardan hadis rivayet eder birinin isnadını ötekine bindirirdi. 3. İlim sahiplerinden bir kısmı: Bunlar, İbrahim b. Hudbe misali kendileri doğmadan önce vefat etmiş kimselerden rivayette bulunarak rivayet ilmine büyük kötülükleri dokunmuş olanlardır. 4. Sahih olarak rivayet ettikleri sahabe sözlerini ‘mevkûf’ isnadını Hz. Peygamber'e ref ederek ona ait sözlermiş gibi (merfu) nakledenler; Muvatta ravisi ve İmam Mâlik ashabının en son vefat edeni olan Ebu Huzâfe Ahmet b. İsmail es-Sehmî gibi. “Şafak ufukta kızıllığın görünmesinden ibarettir” sözünü Mâlik'den Nâfi-İbn Ömer isnadıyla Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü olarak rivayet etmiştir. Oysa aynı hadis el-Muvatta da İbn Ömer'e ait mevkuf bir hadis olarak zikredilir. Yahya b. Sellam el-Basrî de öyledir. O da Mâlik-Vehb b. Keysân -Câbir isnadıyla Hz. Peygamber (s.a.s) 'e ref ederek onun “Fatiha okunmayan bütün namazlar eksiktir. İmam arkasında olunduğunda müstesna” dediğini rivayet etmiştir. Oysa bu hadis de el-Muvatta'da Vehb b. Keysan tarikiyle rivayet edilmiş Câbir b. Abdillah'in sözü (mevkuf) olarak geçer. 643 5. Tâbi'îlerden rivayet ettikleri maktu hadisleri mürsel veya kendiliklerinden ekledikleri sahabi adıyla mevsul olarak rivayet edenler: Bu gruptakilere İbrahim b. Muhammed el-Makdisî misal verilebilir. Bu zât el-Firyâbi, es-Sevri, eî-A’meş, Ebu Zubyan, Selmân isnadiyle hadis rivayet eder. Oysa aynı hadis el-A’meş'in kitabında İbrahim en-Nehaî'nin mürseli olarak görülür. 6. Daha çok ibadete düşkün, sâlih, abid ve zahid kimseler oldukları halde hadis hıfzına, hadisde itkana önem vermeyerek rivayeti hafife alanlar: Bu tabakadan olanlar pek çoktur. Ekseriyetini zahidler ve abidler oluşturur. Sabit b. Musa gibi. Bir gün el-Müstemlî önde, Kadı Şerik b. Abdillah'ın meclisine gider. Şerik “haddesenâ'l-A’meş, an Ebî Sufyân An Câbir, Kale, kale Resulullah (s.a.s) dediği içeri girer. Şerik isnadını böylece zikrettiği hadisin henüz metnini söylememiştir. O anda Sabit b. Musa'ya bakarak “geceleri çokça namaz kılanın gündüzleri yüzü fazlaca nurlu olur” der. Bununla Sâbit'in zühd ve verasını kasdetmiştir. Oysa Sabit, Şerîk'in bu sözleriyle daha önce söylediği isnadla Hz. peygamber (s.a.s)'e ait merfu bir hadis rivayet ettiğini zanneder. Ona ait bu sözleri bu vecihdert başka aslı olmayan merfu bir hadis olarak rivayet eder. Aynı hadis sirkate maruz kalır ve Serik'ten rivayet edilir. Sabit gibi ravilerin iyi niyetlerine zühd ve takvalarına diyecek söz yoktur. Şu var ki, rivayetin kaideleri vardır. Hadis ilminde zan iyi bile olsa geçersizdir. Abdurrahman b. Mehdî “İki şeyde, hüküm ve hadiste iyi zan doğru olmaz der.” Nitekim Amr b. Muhammed en-Nâkıd'ın rivayetine göre Vekî, kendisine bir soru sorana “Said b. Ubeyd et-Ta'î nin eş-Şa'bî'den rivayet ettiği, başkası yerine haccedip sonra kendi adına Kabe ziyareti yapan kimse hakkındaki hadisi biliyor musun?” diye sorar. Adam: “kim rivayet etmiş” diye ravisini öğrenmek ister. Bu soruya Amr b. Muhammed, Vekî yerine “Vehb b. İsmail rivayet eder” cevabını verir. Bu sefer Vekî, “Vehb b. İsmail salih biridir, der; lakin hadisin ricale ihtiyacı vardır.” 7. “Mecruh ravilerin yedinci tabakasını ise hadis şeyhlerinden hadis işiten hem de fazlasıyla işiten sonra da işitmedikleri hadisleri onlara nisbet ederek rivayette bulunan (tedlis yapan) lar oluşturur. Bunlar şeyhlerden rivayet ettikleri ile etmediklerinin arasını ayırt etmezler. Horasan'a giderler, orada daha önce hadislerini yazdıkları bir şeyhten rivayet edilen bir hadis öğrenirler, hemen aşinrlar ve rivayet ederler. Zamanla bu, hadisleri arasında belli olur. Zamanımızda da garâib peşinde koşan pek çok ilim ehlinin aynı işi yaptıklarını gördük.” 644 El-Hâkim bundan sonra üç tabaka daha sayar. Bunlar da sırasıyla şunlardır. Yetiştikleri şeyhten musannef kitapları rivayet eden ancak semâlarına esas olan nüshayı ihtiyarlayıncaya kadar yazmaya üşenenler; kendilerinden hadis talebinde bulunanlar olunca da rivayetlerinde doğru oldukları vehmine kapılarak satın aldıkları semai olmayan bir nüshadan hadis rivayet edenler; Hadisden anlamayan, muhaddisin bilmesi lazım gelen on hususun birine bile dönüp bakmayan, hadislerini ezberleyen, ilim talibinin arayıp, bulup, elde ettiği, sonra da kendilerine okuduğu, aslında rivayet hakkına sahip olmadıkları hadisleri telkin sonucu bilmeden kendi hadisleri kabul ve bunu ikrar edenler; Nihayet hadis için yolculuk yapıp gittiği yerlerde en meşhur şeyhlerden hadis yazan, yazdıklarını iyi bilen, ancak yangın, sel basması, çalınmak gibi sebeplerden dolayı kitabı telep olup hadis rivayeti talebini karşılamak için başkalarının kitaplarından veya tahminen ezberden rivayet edip sikalıktan düşenler... 645 Görüldüğü gibi mecruh ravilerin çoğunun başta yalan söylemek olmak üzere rivayet şartlarına uymamak yüzünden cerhedilenler teşkil etmektedir. Hadis usulü ve rical kitaplarında buna benzer sebeplerden cerhedilenlere de rastlanır. Ne olursa olsun bir ravi mecruh ise rivayetine ihtiyat gözüyle bakılır; Hadisleri cerhine sebep teşkil eden hale göre dikkate alınır.

Mechûlu'z-Zât
Bk. Mechûlu'l-Ayn.
Mechûlu'z-zât da denir. Her ikisi de kendisi meçhul manasınadır. Rivayette infirâd etmesi yüzünden mechûl sayılan raviye denilmiştir. Meçhul maddesinde söz konusu edildiği gibi, sadece bir ravinin kendisinden rivayette infirad ettiği; bu sebeple mechül addedilen raviler üç kısımdırlar. Mechûlu'1-ayn bunlardan üçüncüsüdür ve tek ravisinden başka hiç bir ravi veya hadis âlimi tarafından bilinmeyen kimsedir. el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre Mechûlu'l-ayn hadis âlimlerince bilinmeyen, hadisi yalnızca bir tek ravi cihetinden bilinen kimsedir. İbn Abdilber de aynı görüştedir. Ona göre de, kendisinden yalnız bir ravi hadis rivayet etmiş kimse hadis âlimlerince mechûlu'1-ayn dır. Mechûlu'l ayn mubhem hükmünde olup, hadis âlimlerinin ve fakihlerin cumhuruna göre makbul değildir. Hadisleri alınmaz. Bununla birlikte rivayetin kabulü için müslüman olmayı yeterli görüp bundan başka şart aramayanlara göre mechûlu'l-aynın rivayetleri makbuldür. Bu konuda üçüncü bir görüş daha vardır. Buna göre ise mechûlu'l-aynın rivayetleri eğer Abdurrahman İbn Mehdî, Yahya b. Sa'id el-Kattân gibi yalnızca adalet sahibi kimselerden rivayet etmekle tanınan bir ravi kendisinden rivayette infirâd etmişse rivayetleri kabul edilir. Kendisinden rivayette tek kalan ravi bu özellikte değilse mechûlu'l-ayn’ın rivayeti makbul addedilmez. İbn Hacer de en doğru görüş kaydıyla buna yakın bir görüş ileri sürer. O'na göre mechûlu'1-ayn'dan rivayette teferrüd eden ravi cerh veya ta'dile ehil birisi ise onun tezkiyesiyle, değilse onun dışında cerh ve ta'dile ehil olan birinin tezkiyesiyle mechûlul-ayn’ın rivayeti kabul edilir. Aksi halde edilmez.

Meçhulün
Bk. Meçhul
“Bilinmeyen, meçhul” manasına ism-i mef’ûl olan mechûl tabiri hadis ıstılahı olarak iki ayn yerde kullanılır. Bunlardan birincisi gerek kimliği, gerekse adalet durumu bilnmeyen ravilere denir. el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre muhaddisler nazarında mechûl, kendisi ilim talebiyle meşhur olmayan, hadis alimlerinin tanımadığı, hadisleri sadece bir tek ravi cihetinden bilinen kimsedir. Söz gelişi Amr b. Zîmur, Cebbâru't-Tâî, Abdullah b. Eğari'l-Hemedânî, Heysem b. Haneş, Mâlik b. Eğar, Sa'îd b. Zî-Huddân, Kays b. Kerkem, Hamr b. Mâlik meçhuldürler; zira bütün bu zatlardan Ebu-îshak es-Sebî'îden başka hadis rivayet eden olmamıştır. Aynı şekilde Sem'ân b. Muşennec, el-Hezhâz b. Mizen de meçhullerdendir. Bunların da eş-Şa'biden başka ravileri olduğu bilinmemektedir. Bekr b. Karvâş, Hallâm b. Cezel de Ebu't-Tufeyl Amr b. Vâsile'den başka ravileri olmadığından meçhuldürler. Yezid b. Suhaym'dan Hilâs b. Amr'dan, Çeri b. Kuleyb'den Katâde b. Diâme'den başka rivayette bulunan olmamıştır. 635Bu sebeple onlarda meçhuldürler. Görülüyor ki muhaddislere göre bir ravinin kendisinden rivayette bulunan bir tek ravisinin olması, onun meçhul kabul edilmesi için yeterli sebeptir. Yine el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre böyle meçhul ravilerden cehaletin kalkmasının asgari şartı, Hadis ilminde şöhret yapmış iki ve daha fazla ravinin kendisinden rivayette bulunmasıdır. Nitekim Muhammed b. Yahya “bir raviden iki kişi rivayette bulunursa ondan cehalet kalkar” demiştir. Şu da var ki, meçhul bir raviden iki kişinin rivayette bulunması halinde o ravi meçhul olmaktan çıkarsa da cehaletten çıkmakla adalet hükmü sabit olmaz. 636 Bununla birlikte el-Hatîb'in devam ederek kaydettiğine bakılırsa aksine kail olanlar, yani iki ravinin rivayette bulunmasıyla cehaletten kurtulan ravinin adaletinin sabit olacağı görüşünde olanlar da vardır. Bu görüşte olanlar, bir raviden adaleti bilinen birinin rivayette bulunmasının onun adaletine hükmetmek olacağı görüşünden hareket etmişlerdir. Bu görüşün batıl olduğuna şüphe yoktur; zira adil olduğu bilinen ravinin hadis rivayet ettiği kimsenin adaletli olup olmadığını bilmemesi imkân dahilindedir. Buna göre ondan rivayette bulunmuş olması onun adaletine hükmetmek sayılamıyacağı gibi sadık olduğunu haber vermek manasına da gelmez. Aksine ondan çeşitli maksatlarla rivayette bulunmuş olabilir. Nasıl olmasın ki sika ve adil hadiscilerden bir grup kimi şeyhlerden öyle hadisler rivayet etmişlerdir ki, bunların bir kısmını naklederken durumlarının memnuniyet verici olmadığını bildikleri halde hallerini söylemekten çekinmişler; bir kısmında da rivayette yalan söylediklerine, görüşlerinin ve tuttukları yolun bozuk olduğuna şahitlik etmişlerdir.” 637Şu hale göre adil bir ravinin meçhulden hadis rivayet etmiş olmasını onun adaletine hükmetmek için yeterli sebep olarak görmeye imkân yoktur. Bir rivayette münferid kalan, rivayetleri diğer bir tarîkdan kuvvet bulmayan mechûl üç kısımdır. Birincisi, adaleti meçhul olanlardır ki bunlara mechûlu'l-adâle denir. Adaleti meçhul olan ravinin hadisi ile ihticac edilmez. İkincisi zahiren adalet sahibi oldukları halde bâtınen adaleti meçhul olanlardır. Bunlara da mechûlu'1-hâl veya mestur adı verilir. Üçüncüsü ise kendisinden rivayette bulunan tek raviden başka hiçbir muhaddis tarafından tanınmayanlardır. Böyle meçhullere de mechûlu'1-ayn veya mechûlu'z-zat denir. Mechulün ilk kısmının hadisleri ile amel edilmeyeceği konusunda âlimler görüş birliğine varmışlardır. Mechulün son iki kısmının rivayetinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda ise, ihtilaf meydana gelmiştir. Bu manada meçhulün karşılığı, bazı hadis alimlerine göre, ma'ruftur. İkinci olarak “mechulün” cerh lafızlarındandır. Cerhin üçüncü mertebesine delâlet eder. Hakkında meçhulün denilen raviler büsbütün terkedilmez. Hadisleri i'tibar için yazılırsa da ihticaca yarar kabul edilmez

Mechûlu'l-Hâl
Sadece bir tek ravisi olduğu için (mukill) meçhul kalmış iken ismini açıklayarak iki veya daha fazla adalet sahibi ravinin rivvayette bulunduğu ancak ne kendisinden rivayette bulunanlar ne de başka kismeler tarafından terkiye ve tevsik edilmemiş raviye mechûlu'1-hal veya mestur denir. Mechûl maddesinde söz konusu edildiği gibi, bir tek ravinin kendisinden rivayette infirâd ettiği ve bu yüzden meçhul addedilen raviler üç kısımdır. Bunlardan ikincisi zahiren adalet sahibi oldukları halde gerçekte adalet yönünden meçhul kalanlardır. Böyle meçhul ravilere mechûlu'l-hâl veya mestur adı verilir. Mechülu'l-hâl'in iki veya daha fazla ravi tarafından hadisleri rivayet edildiği halde mestur kalması adalet durumunun belli olmayışıdır. Bir ravinin kendisinin veya halinin bilinmesi hadis ilminde farklı mütalaa edilir. Buna göre mechûlu'l-hâl ile mechûlu'l-ayn arasında fark vardır. Bu fark ilkinin iki veya daha fazla kişinin rivayet etmesiyle meçhul olmaktan çıktığı halde adalet yönünden halinin meçhul kalması, ikincisinin ise kendisinden sadece bir kişinin rivayette bulunmasından ötürü hem şahsının hem de adalet durumunun meçhul kalması itibariyledir. İslâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre mechûlu'1-hâl ravilerin rivayetleri merduddur; zira rivayetin kabulü için ilk şart ravisinin adaletli olduğu zannının bulunması gerekir. Buna karşılık bir kısım İslâm âlimleri mechûlu'1-hâl veya mesturun rivayetinin kabul edileceği görüşündedir. İmam-ı A'zam, mesturun rivayetini kabul edenler arasındadır. İbn Hibbân ile Şafiî âlimlerden Selim er-Râzî de mesturun rivayetinin kabul edileceği görüşünde olanlardandır. Onlara göre bir ravinin adaletli olması için hiç bir kimse tarafından cerh edilmediğinin bilinmesi kafidir. Bununla birlikte raviler hakkında verilecek hüküm, haklarında cerhi gerektirecek bir durum açığa çıkmadığı sürece, kendilerini adaletli saymaktır. Herkes zahiri bilmekle mükelleftir. Hiç kimse cerhi gerektiren hali bilmekle mükellef değildir. Bu konuda Yüce Allah mealen “kimsenin kusurunu araştırmayınız” 640buyurmuştur. Kaldı ki bir ravinin adaletli olduğunu haber vermek kadar adaletsiz olduğuna hükmetmek de iyi zanna dayanır. Zannın bazıları ise günahtır. Ayrıca bir insanın adaletli olup, olmadığını bilmek ekseriya imkânsız olduğundan yalnız zahirdeki adaleti ile yetinmek gerekir. Cerh bulunmamakla birlikte bu adalet iyi zanna binaen mevcut addedilmek gerekir. Nitekim İbnu's-Salâh bu konuda “meşhur hadis kitablarının çoğunda hayli zaman önce ölmüş ve iç yüzlerini araştırmaya imkan kalmamış bir çok ravi hakkında bu görüşe göre hareket edilip dışardan görünüşleriyle yetinilmişe benziyor” demiştir. Bazı alimlere göre İmam-ı A'zam mesturun rivayetini kabul etmesi, müslümanlann ekseriyetinin adalet sahibi olduğu devirde yaşamış olmasından dolayıdır. Sonraları ise insanlar arasında fısk galip geldiğinden mechûlu'1-hâl ile mesturun rivayetlerini tezkiyesiz kabul etmemek zaruri hale hale gelmiştir. Nitekim İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammedde şehadetin mesturun tezkiyesinden sonra kabulüne kail olmuşlardır. Bu ihtilafın özü şuna varır ki, Sahabe, Tâbi'în ve Tebe'ut-tâbi'înden mestur olanların rivayetleri makbuldür. Ancak diğerlerinin rivayetleri tevsik ve tezkiye vaki olmadan kabul olunmaz. Mechûlu'l-hâlîn rivayetlerinin kabulü konusunda üçüncü bir görüş daha vardır ki buna göre mestur raviden rivayet edenler şayet sadece adaletli ravilerden rivayet eden kimselerse mesturun rivayeti makbuldür; değilseler makbul addedilmez.

Mechûlu'l-Ayn
Mechûlu'z-zât da denir. Her ikisi de kendisi meçhul manasınadır. Rivayette infirâd etmesi yüzünden mechûl sayılan raviye denilmiştir. Meçhul maddesinde söz konusu edildiği gibi, sadece bir ravinin kendisinden rivayette infirad ettiği; bu sebeple mechül addedilen raviler üç kısımdırlar. Mechûlu'1-ayn bunlardan üçüncüsüdür ve tek ravisinden başka hiç bir ravi veya hadis âlimi tarafından bilinmeyen kimsedir. el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre Mechûlu'l-ayn hadis âlimlerince bilinmeyen, hadisi yalnızca bir tek ravi cihetinden bilinen kimsedir. İbn Abdilber de aynı görüştedir. Ona göre de, kendisinden yalnız bir ravi hadis rivayet etmiş kimse hadis âlimlerince mechûlu'1-ayn dır. Mechûlu'l ayn mubhem hükmünde olup, hadis âlimlerinin ve fakihlerin cumhuruna göre makbul değildir. Hadisleri alınmaz. Bununla birlikte rivayetin kabulü için müslüman olmayı yeterli görüp bundan başka şart aramayanlara göre mechûlu'l-aynın rivayetleri makbuldür. Bu konuda üçüncü bir görüş daha vardır. Buna göre ise mechûlu'l-aynın rivayetleri eğer Abdurrahman İbn Mehdî, Yahya b. Sa'id el-Kattân gibi yalnızca adalet sahibi kimselerden rivayet etmekle tanınan bir ravi kendisinden rivayette infirâd etmişse rivayetleri kabul edilir. Kendisinden rivayette tek kalan ravi bu özellikte değilse mechûlu'l-ayn’ın rivayeti makbul addedilmez. İbn Hacer de en doğru görüş kaydıyla buna yakın bir görüş ileri sürer. O'na göre mechûlu'1-ayn'dan rivayette teferrüd eden ravi cerh veya ta'dile ehil birisi ise onun tezkiyesiyle, değilse onun dışında cerh ve ta'dile ehil olan birinin tezkiyesiyle mechûlul-ayn’ın rivayeti kabul edilir. Aksi halde edilmez. 

Mechûlu'l-Adâle
Muhaddislerce tanınmadığı, kendisi ilim talebiyle meşhur olmadığı, hadis alimlerini bilmediği, hadisleri sadece bir tek şahıs cihetinden geldiği için meçhul addedilen ravilerin kısımlarındandır. (Bk. Mechul). “Adaleti mechûl” manasından da anlaşılacağı gibi mechulu'l-adâle olan ravi önce adalet durumu bilinmeyen ravidir. Rivayeti ister tek hadise münhasır kalsın, isterse bir kaç hadis rivayet etmiş olsun adaletli olduğu bilinmeyen ravi mechulü'1-adaledir. Adaleti meçhul bir ravi, Hadis ilminde şöhret sahibi olan en az iki ravinin kendisinden rivayette bulunmasıyle her ne kadar meçhul olmaktan kurtulursa da bununla adaleti sabit olmaz. Yine mechûlu'l-adale olarak kalır; zira kaide olarak bir ravinin adaleti kendisinden iki veya daha fazla kimsenin rivayette bulunmasından ziyâde, hadis imamlarının veya cerh ve ta'dil âlimlerinin adaletli olduğunu söylemeleriyle anlaşılır.

Mechûl
“Bilinmeyen, meçhul” manasına ism-i mef’ûl olan mechûl tabiri hadis ıstılahı olarak iki ayn yerde kullanılır. Bunlardan birincisi gerek kimliği, gerekse adalet durumu bilnmeyen ravilere denir. el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre muhaddisler nazarında mechûl, kendisi ilim talebiyle meşhur olmayan, hadis alimlerinin tanımadığı, hadisleri sadece bir tek ravi cihetinden bilinen kimsedir. Söz gelişi Amr b. Zîmur, Cebbâru't-Tâî, Abdullah b. Eğari'l-Hemedânî, Heysem b. Haneş, Mâlik b. Eğar, Sa'îd b. Zî-Huddân, Kays b. Kerkem, Hamr b. Mâlik meçhuldürler; zira bütün bu zatlardan Ebu-îshak es-Sebî'îden başka hadis rivayet eden olmamıştır. Aynı şekilde Sem'ân b. Muşennec, el-Hezhâz b. Mizen de meçhullerdendir. Bunların da eş-Şa'biden başka ravileri olduğu bilinmemektedir. Bekr b. Karvâş, Hallâm b. Cezel de Ebu't-Tufeyl Amr b. Vâsile'den başka ravileri olmadığından meçhuldürler. Yezid b. Suhaym'dan Hilâs b. Amr'dan, Çeri b. Kuleyb'den Katâde b. Diâme'den başka rivayette bulunan olmamıştır. 635Bu sebeple onlarda meçhuldürler. Görülüyor ki muhaddislere göre bir ravinin kendisinden rivayette bulunan bir tek ravisinin olması, onun meçhul kabul edilmesi için yeterli sebeptir. Yine el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre böyle meçhul ravilerden cehaletin kalkmasının asgari şartı, Hadis ilminde şöhret yapmış iki ve daha fazla ravinin kendisinden rivayette bulunmasıdır. Nitekim Muhammed b. Yahya “bir raviden iki kişi rivayette bulunursa ondan cehalet kalkar” demiştir. Şu da var ki, meçhul bir raviden iki kişinin rivayette bulunması halinde o ravi meçhul olmaktan çıkarsa da cehaletten çıkmakla adalet hükmü sabit olmaz. 636 Bununla birlikte el-Hatîb'in devam ederek kaydettiğine bakılırsa aksine kail olanlar, yani iki ravinin rivayette bulunmasıyla cehaletten kurtulan ravinin adaletinin sabit olacağı görüşünde olanlar da vardır. Bu görüşte olanlar, bir raviden adaleti bilinen birinin rivayette bulunmasının onun adaletine hükmetmek olacağı görüşünden hareket etmişlerdir. Bu görüşün batıl olduğuna şüphe yoktur; zira adil olduğu bilinen ravinin hadis rivayet ettiği kimsenin adaletli olup olmadığını bilmemesi imkân dahilindedir. Buna göre ondan rivayette bulunmuş olması onun adaletine hükmetmek sayılamıyacağı gibi sadık olduğunu haber vermek manasına da gelmez. Aksine ondan çeşitli maksatlarla rivayette bulunmuş olabilir. Nasıl olmasın ki sika ve adil hadiscilerden bir grup kimi şeyhlerden öyle hadisler rivayet etmişlerdir ki, bunların bir kısmını naklederken durumlarının memnuniyet verici olmadığını bildikleri halde hallerini söylemekten çekinmişler; bir kısmında da rivayette yalan söylediklerine, görüşlerinin ve tuttukları yolun bozuk olduğuna şahitlik etmişlerdir.” 637Şu hale göre adil bir ravinin meçhulden hadis rivayet etmiş olmasını onun adaletine hükmetmek için yeterli sebep olarak görmeye imkân yoktur. Bir rivayette münferid kalan, rivayetleri diğer bir tarîkdan kuvvet bulmayan mechûl üç kısımdır. Birincisi, adaleti meçhul olanlardır ki bunlara mechûlu'l-adâle denir. Adaleti meçhul olan ravinin hadisi ile ihticac edilmez. İkincisi zahiren adalet sahibi oldukları halde bâtınen adaleti meçhul olanlardır. Bunlara da mechûlu'1-hâl veya mestur adı verilir. Üçüncüsü ise kendisinden rivayette bulunan tek raviden başka hiçbir muhaddis tarafından tanınmayanlardır. Böyle meçhullere de mechûlu'1-ayn veya mechûlu'z-zat denir. Mechulün ilk kısmının hadisleri ile amel edilmeyeceği konusunda âlimler görüş birliğine varmışlardır. Mechulün son iki kısmının rivayetinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda ise, ihtilaf meydana gelmiştir. Bu manada meçhulün karşılığı, bazı hadis alimlerine göre, ma'ruftur. İkinci olarak “mechulün” cerh lafızlarındandır. Cerhin üçüncü mertebesine delâlet eder. Hakkında meçhulün denilen raviler büsbütün terkedilmez. Hadisleri i'tibar için yazılırsa da ihticaca yarar kabul edilmez.

Mebde'u's-Sened
Bk. Evvelu's-Sened.
Evvel kelimesi sıfat olarak “ilk, evvel, baş taraf manasına gelir. Evvelu's-sened ise senedin, sahabinin bulunduğu baş tarafına denir. Evvel, aslu's-sened, menşe', âhir, intiha, muntehâ-yı sened tabirleri de aynı manada kullanılmıştır.
Bazı alimlerce senedin sahabinin bulunduğu tarafı değil, aksine hadiscinin olduğu tarafıdır. Mebde veya mebde'u's-sened tabirleri de son manada kullanılmıştır.

Mebde
Bk. Evvelu's-Sened.
Evvel kelimesi sıfat olarak “ilk, evvel, baş taraf manasına gelir. Evvelu's-sened ise senedin, sahabinin bulunduğu baş tarafına denir. Evvel, aslu's-sened, menşe', âhir, intiha, muntehâ-yı sened tabirleri de aynı manada kullanılmıştır.
Bazı alimlerce senedin sahabinin bulunduğu tarafı değil, aksine hadiscinin olduğu tarafıdır. Mebde veya mebde'u's-sened tabirleri de son manada kullanılmıştır.

Me’mûn
Kelime olarak güvenilir, emniyetli, emin manasına gelen me’ınun, tadil lafızlarındandır. Ta'dîlin İbn Ebî Hâtim'in tertibine göre ikinci, ez-Zehebî'ye göre üçüncü, İbn Hacer'in tertibine göre ise dördüncü mertebesine delalet eden lafızlara el-Irakî'nin ilave ettikleri arasında yer alır. Kaide olarak ta'dilin bu mertebesinde bulunan lafızlardan birisiyle adaletine hükmedilen ravinin hadisleri yazılır ve gözden geçirilir. Zira İbnu's-Sâlah'a göre bu mertebedeki lafızların hiç birine ravinin zabt durumunu gösterecek emare yoktur. Böylelerinin rivayeti ancak zabt sahibi hadis hafızlarının rivayetlerine uygunluğu ölçüsünde muteberdir. Bunun için hadislerinin araştırılması gerekir.647 Şu hale göre hakkında me’mun hükmü verilmiş olan ravinin hadisleri yazılır, zabt durumunu anlamak için gözden geçirilir.

Mat'ûnun Fîhi
“Ta'anû fîhi tabiri ile birlikte aynı manaya gelir. İkisi de “hakkında ta'n edenler var” demektir ve cerh lafızlarındandır. Cerhin en hafifi olan birinci mertebe lafızlara el-Irâkî'nin eklediği lafızlar arasında yer alır. Cerhin ilk mertebesi ta'dil sınırına oldukça yakındır. Hatta bazı âlimler ta'dilin altıncı mertebesindeki lafızları cerhin ilk mertebesinde sayarlar. Bu itibarla “ma'unun fihi” raviyi adaletten düşürmeyen hafif bir cerh lafzı kabul edilir.

Matrûh
Kelime olarak “atılmış” manasına ism-i mefûl'dür. Hadis terimleri arasında ez-Zehebî'nin zayıftan aşağı ve mevzudan yukarı olarak nitelediği bir çeşit zayıf hadis ismi olarak geçer. Anlaşıldığına göre metruk karşılığıdır. Bununla birlikte aynı kelime kimi alimlerce cerh lafzı olarak da kullanılmıştır.

Ma'ruf
Pek çok hadis terimi gibi ismi meful ölçüsünde gelen bir kelime olan maruf bilinen nesne demektir. Hadis uisulünde terim olarak münker yahut şâz merdûd bahislerinde ayrıca tanıtıldığı gibi kısaca zayıf bir ravininin sika raviye aykırı rivayetidir. Münker bu olnuca onun karşılığı olan ma'ruf, zayıf ravinin aykırı olarak rivayet ettiği sika ravinin hadisi olmaktadır. Tarifi daha iyi anlayabilmek için misal üzerinde duralım. İbn Ebî Hatim, Hubeyyib b. Habib-Ebu İshâk Ayzâr b. Hureys-İbn Abbas isnadıyle Hz. Peygamberden şöyle bir söz rivayet etmiştir: “Kim namaz kılar, malının zekâtını verir, hacceder, Ramazan orucunu tutar ve misafirini ağırlarsa Cennet'e girer.” Bu hadis İbn Ebî Hâtim'e göre münkerdir; zira diğer sika ravilerin Ebu İshak tarîkından gelen rivayetleri mevkuf dur; yani İbn Abbas'ın sözüdür. Misalimizde Hubeyyib b. Habîbin isnadı Hz. Peygambere kadar ulaşan (merfu); rivayeti ise münker olduğuna göre. İbn Abbas'a ait mevkuf bir söz olarak Ebu İshak tarîkından gelen rivayet ma'ruftur. Denilebilir ki ma'ruf bir bakıma kendisinde hadisin münker veya merdûd şâz oluşuna yol açan sebep bulunmayan sika ravinin rivayeti olarak da görülebilir. Ma'ruf tabirinin az da olsa, bazı muhaddisler tarafından meçhul karşılığı olarak da kullanıldığı görülmektedir. Bir ravinin ma'ruf olması en özlü ifadesiyle, hadis alimlerince hadis rivayeti ile meşgul olan bir kimse olarak tanınmasıdır.

Ma'nevî Tevatür
Bk. Tevatür.
Birbiri ardınca gelmek, kesilmeksizin devam etmek manalarına gelen tevatür, yalan söylemeleri aklen mümkün olmayan çok sayıda kalabalığın bir haberi birbiri ardınca haber vererek nakletmekte birleşmelerine denir. Bu kalabalığın yalan üzerinde birleşmeleri imkânsızdır. Tevatür yoluyla nakledilen habere ise mütevatir adı verilir. Tevatür iki şekilde olur. Bunlardan birincisi lafzen (veya lafzı) tevatürdür. Nakledilen haberin lafzında hasıl olan tevatürdür. Mesela (Yavuz Sultan Selim İran Şahı Şah İsmail’i Çaldıran'da bozguna uğrattı” haberi birbiri ardınca gelen çok sayıda haberci tarafından aynı söylerle ve birbirine yakın, yahutta aynı manaya gelen sözlerle nakledilir ve bu nakilde tevatür hasıl olursa buna lafzı tevatür denir. İkincisi manevi tevatür olup haberlerin lafzında değil, manasında hasıl olan tevatürdür. Mesela yine tevatür yoluyla nakledilen bir haberde “falanca zenginin bir fakire bir seferde beş milyon lira yardım ettiği” söylense, bu haberi nakledenler arasında beş milyonu bir seferde değil, üç taksitte verdi, nakit değil, ev yapması için arsa olarak verdi, bu miktarda malzeme bağışladı diyenler olsa, bağış olayı üzerinde birleşilmesine rağmen olayın naklinde kullanılan lafızlarda değil de manasında tevatür husule gelir ve buna manevî veya ma'nen tevatür tabir edilir.

Ma'nen Rivayet
Bk. Rivayet bi'l-Ma'na.
Ma'nen rivayet de denir. Her ikisi de mana ile rivayet demektir. Kısaca, hadislerin manasıyla rivayet edilmesine denir. Hadisler, yerine göre Hz. Peygamber'den yıllarca sonra rivayet edilmiştir. Bu itibarla bir kısmının aradan zaman geçmesi dolayısiyle onun ağzından çıkan sözler yerine onlarla aynı manaya gelen başka lafızlarla nakledildiği olmuştur. Hadisin manasını bozmayacak şekilde bazı kelimelerinin yerine onunla aynı manaya gelen başkalarını getirerek rivayete bu isimler verilmiştir. Hadislerin manasiyle rivayetine şu hadisin rivayeti misal verilebilir: “Koğucu olanlar Cennete giremezler”. 989Bu hadis, bazı raviler tarafından metindeki “kattât” kelimesi yerine aynı manaya gelen “nemmâm” lafzı ile rivayet edilmiştir. 990Her iki kelime de koğucu manasına gelir. Şu hale göre, hadisin bir kelimesi yerine aynı manaya gelen bir başka söz getirilmekle mana bozulmamıştır. Dolayısiyle hadis, metnindeki bir kelime manası bozulmayacak şekilde başka bir kelimeyle değiştirilerek rivayet edilmiştir. İşte ravinin, şeyhinden işittiği hadisleri kelimesi kelimesine rivayet etmesine lafzan rivayet, bazı kelimeleri yerine manasını değiştirmeyecek başka sözler getirerek rivayette bulunmasına ise ma'nen rivayet adı verilir. Hadislerin manasıyla rivayeti başlıca üç şekilde olur: 1. Bir sözü, onunla aynı manaya gelen bir başkasıyla değiştirerek. Söz gelimi “ka'ade” yerine “celese”, “alime” yerine “arefe” veya “edreke”, “istitâat” yerine “kudret”, “nebi” yerine “resul” kelimelerini getirmek suretiyle rivayet gibi. 2. Hadisteki bir lafız yerine aynı manayı vediği zannolunan, ancak kesinlikle aynı manaya gelmeyen bir kelime getirerek. Bu şekildeki ma'nen rivayetin caiz olmadığında hadis âlimlerinin görüş birliği vardır. Sebebi, böyle bir durumda mananın bozulacağıdır. 3. Ravi, hadisin manasını kavradığına kesinlikle inanır. Rivayet ederken bazı sözleri yerine onlarla eş-manalı başka sözler kullanacağı yerde, manayı kendi anladığı şekilde ifade ettiğine kesin olarak inandığı başka sözler getirerek rivayet eder. Getirilen ibarenin değiştirilen sözlerle kasdedilen manaya gelmesi şartıyla alimlerin çoğunlukla kabul ettikleri mana ile rivayet şekli budur. Hadisleri Hz. Peygamber'den ilk olarak rivayet etmiş bulunan sahabe, ondan görüp işittiklerini naklederken büyük sorumluluk taşıdıklarının bilinci içindeydiler. Bu yüzden hadisleri, lafızlarını değiştirmeden rivayet etmeye büyük özen gösteriyorlardı. Büyük bir kısmı hadislerin, Hz. Peygamber'den nasıl işitilmişse o şekilde rivayet edilmelerinin şart olduğu görüşündeydi. Nitekim Abdullah b. Ömer, “Münafığın meseli, iki koyun sürüsü arasında kalan şaşkın koyunun meseli gibidir” hadisini991, manasını bozmayacak şekilde bir kelime değişikliği yaparak “kemeseli'ş-şâti'r-râbidati” şeklinde rivayet eden birini azarlamış ve “Yazıklar olsun sana! Allah Resulüne karşı yalan söyleme” demiştir. 992Aynı sahabî İslam'ın beş şartını sıralayarak sayan birine Ramazan orucunu beşinci şart olarak sona almasını söylemiş ve Hz. Peygamber'den nasıl işitilmişse öyle rivayet edilmesi lazım geldiğine işaret etmiştir. Sahabeden sonra gelen Tabiîn ve Tebe'u't-Tâbi'in devirlerinde de hadislerin genellikle değiştirilmeden lafzıyla rivayet edilmeye çalışıldığı görülür. Bununla birlikte zamanla bu konu hadislerin manasıyla rivayet edilmelerinin caiz olup olmadığı konusuna dönüşmüş ve İslam alimleri, özellikle muhaddisler arasında görüş ayrılığına yol açmıştır. Kasım b. Muhammed, Muhanımed b. Şîrîn, Sufyan b. Uyeyne, İmam Malik, Ebu İshâk İsferâ'inî, Ebu Bekr er-Râzî, İbn Hazm gibi âlimler Arap dilinin üslup özelliklerine hakkıyla vakıf olması gereken muhaddislerin hadisleri, işitilen lafızlarını aynen muhafaza ederek rivayet etmeleri gerektiği, bunları hiçbir şekilde değiştirmelerinin caiz olmadığı görüşündedirler. Bu görüşte olanların dayandıkları deliller şunlardır: a) Hz. Peygamber Veda Haccında binlerce sahabînin huzurunda, “Benim sözlerimi işitip belleyenin, sonra işittiği şekilde başkalarına ulaştıranın Allah yüzünü ak etsin; zira nice kimseler vardır ki, belledikleri ilmi kendilerinden daha bilgili birine ulaştırmış olurlar” buyurmuştur. 993Dikkat edilirse hadiste Hz. Peygamber'in sözlerini işittiği şekilde ve değiştirmeksizin başkalarına ulaştıranlar öğülmüştür. Onun sözlerini değiştirmeden başkalarına ulaştırmak ancak kelimesi kelimesine tekrarlamak suretiyle rivayet etmekle olur. b) Hz. Peygamber Arapların en güzel konuşanıydı. Sözleri ölçülü, dinleyenlerin anlayabilecekleri şekilde açık, herbir kelimesinde ayn bir mana, yerine göre bir edebî güzellik veya özellikle hüküm bulunacak şekildeydi. Eğer ona ait sözler rivayet sırasında değiştirilirse, bir an için mananın değişmeyeceği kabul edilse bile, bu özelliği kaybolur. Öyleyse hadislerin işitildiği şekilde muhafazası ve değişikliğe uğramadan rivayet edilmeleri gerekir. Nitekim aynı sebepten dolayı Kur'ân-ı Kerim'in manasıyla rivayeti caiz görülmemiştir. c) Hz. Peygamberin sahabeden el-Berâ b. Âzib'e bir dua öğretirken onun duada geçen “nebiyyike” kelimesi yerine aynı manada “resûlike” demesi üzerine “hayır öyle deme, nebiyyike de” buyurduğu rivayet edilmiştir. 994Allah Resulünün bu ikazını, sözünün kelimesi kelimesine nakledilmesini istemesine bağlamak en isabetli yorum olur. d) Sonraki devirlerde yaşamış olan müslümanlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in her sözünü değişik yorumlamak sonucu, birçok faydalı bilgiler elde etmişlerdir. Halbuki hadisler, lafızlarıyla değil de manalarıyla rivayet edildikleri takdirde bir lafzın yerine getirilmiş başka sözün, ne kadar aynı manaya gelirse gelsin, aynı bilgilere yorumlanması imkansızdır. Bunun gibi değiştirilen sözler arasındaki küçük farklardan dolayı hadisin, olduğundan daha değişik manalarda anlaşılması ihtimali de her zaman için vardır. e) Bir ravinin Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir sözünü değiştirmesi caiz olunca ondan rivayet edenin de değiştirmesi caiz olur. İkinci raviden rivayette bulunan bir üçüncü raviye aynı iş daha kolay gelebilir. Bu takdirde Hz. Peygamber'in sözü ile son ravinin rivayeti arasında geniş ölçüde farklılık meydana gelebilir. Böyle olduğu için hadislerin, sözleri değiştirilmeden rivayet edilmeleri kaçınılmaz bir zaruret halini alır. Diğer taraftan İmam Malik, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadislerini lafzen rivayet edildiği şekilde hıfzederek nakletmekle birlikte Hz. Peygamber'in dışındakilerden gelen mevkuf ve maktu rivayetlerin manen rivayet edilmelerinin caiz olabileceği görüşündedir. Görüldüğü gibi, kimi alimler yukarıda nakledilen aklî ve nakli delillere dayanarak hadislerin manasiyle değil lafzen rivayet edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Buna karşılık kimi alimler de hadislerin manasiyle rivayet edilmesini caiz görmüşlerdir. Bunlar, görüşlerine delil olarak bazı haberler nakletmişlerdir. Bunlardan birine göre Hz. Peygamber (s.a.s)'e sahabeden bazıları “Ya Resulallah! Senden hadis işitiyoruz, fakat işittiğimiz gibi eda edemiyoruz” deyince, O, “Helali haram; haramı helal yapmadığınız ve manasında isabet ettiğiniz sürece işittiğiniz gibi eda etmenizde beis yoktur” buyurmuştur. 995Bir başka rivayete göre ise Mekhûl şöyle demiştir: “Sahabî Vasile b. el-Eskâ’ın yanma girdik. Bize Hz. Peygamber (s.a.s)'den işitmiş olduğun içinde vehim ve nisyan olmayan bir hadis rivayet et” dedik. Bize “Bu gece içinizden Kur'ân okuyan oldu mu?” diye sordu “Evet” dedik, “Okuduğunuz Kur'ân'a elif, vav veya başka bir harf eklediniz mi?” dedi. Ben “Kur'ân-ı Kerim'in lafızlarını iyice hıfzetmediğimiz için bazen fazla, bazen de noksan okuyoruz” cevabını verdim. O zaman şöyle dedi: “Elinizdeki Kur'ân-ı Kerimi gece gündüz okuduğunuz halde (lafızlarını iyice ezberliyemediğinizi söylüyorsunuz da) bizler Hz. Peygamberden bir veya iki kere işittiğimiz bir sözü vehim veya hataya düşmeden, noksan veya fazla olmadan nasıl rivayet edebiliriz? Hadisi size manasiyle rivayet edersem bu size yeter.” 996 Hadislerin manasiyle rivayet edilmelerini caiz görenler Ayrıca şu aklî delilleri de ileri sürmüşlerdir. 1. İbn Mes'ud ve diğer bazı sahabîler rivayetlerinde; “Hz. Peygamber (s.a.s) şunları buyurdular yahut bunun gibi, veyahutta buna benzer bir söz söylediler” demişlerdir. Demek oluyor ki, böyle diyen sahabî, Hz. Peygamber'in ne söylediğini hatırlayamamış, sözlerinin yerine manasını rivayet etmiştir, aynı şekilde birçok sahabînin, “Hz. Peygamber (s.a.s) bize şunu emretti, bizleri şundan men etti” dedikleri bilinmektedir. Bu, Hz. Peygamber'in bir şey emredip ötekini yasaklarken söylediklerinin tekrarı değil, manasının rivayetinden başka bir şey değildir. 2. İmam Şâfi'î'nin belirttiğine göre tâbi'ilerden biri “yetiştiğim kimi sahabîler bir hadisin manasında birleştikleri halde sözlerinde ihtilaf etmişlerdi. İçlerinden birine bu hali söyledim, “manası bozulmadıktan sonra bunun bir mahzuru yoktur” diye cevap verdi” demiştir. Sahabilerin yukardaki sözleriyle tabiîlerin bu görüşleri, hadislerin manasıyla rivayet edilmelerinin caiz olduğu konusunda icma mesabesindedir. 3. Yine sahabîlerden aynı mecliste oturup bir kıssayı değişik sözlerle rivayet ettikleri halde birbirlerini uyarmadıklarını gösteren rivayetler vardır. Bu da onların hadisleri manasıyla rivayette bir sakınca görmediklerini gösterir. 4. Sahabîler Hz. Peygamberle birlikte bulunduklarında ondan işittiklerini hemence yazmadıkları gibi ezberlemek için huzurunda tekrar da etmiyorlardı. Böyle iken, belledikleri hadisleri aradan uzun yıllar geçtikten sonra rivayet etmeleri gösterir ki onların ezberledikleri çok kere Hz. Peygamber'in lafızları değil, ağzından çıkan sözlerin taşıdığı manadır. 5. Bir sözde asıl olan o sözün kendisi değil, manasıdır. Söz, manayı bildiren vasıtadan başka bir şey değildir. Öyleyse asıl olan, manayı verecek bir söz yerine aynı manayı veren başkasını getirmenin bir mahzuru olmamak gerekir. 6. Tâbi'îler ile Tebe'u't-Tabi'în arasında çoğu azadlı köle olan hayli hadis alimi yetişmiştir. Bunların büyük çoğunluğu Arap asıllı değildir. Böyle olduğu için Arap dilinin kaidelerini ve ifade özelliklerini tam manasıyla bilmeleri imkansızdır. Halbuki bunların rivayetlerinde pek çok i'rab hatası ve şive farklılığından doğan yanlışlar vardır. Bu hatalı ve farklı rivayetler, aralarında-hadislerin mana ile rivayet edilmelerini caiz görenlerin de bulunduğu birçok muhaddis tarafından oldukları gibi rivayet edilmişlerdir. Bu da sahabe ve tabi'în devirlerinde mana ile rivayetin yaygın hale gelmiş olduğunu gösterir. Kaydetmek yerinde olur ki sahabenin doğru olmayan bir şeyi yapmalarına ne imkan vardır ne de böyle bir şey onlar için düşünülebilir. 7. Hadislerin mana ile rivayet edilmelerini caiz görenler, aksi görüşte olanların ileri sürdükleri “Benim sözümü işitip belleyenin sonra da işittiği gibi başkalarına ulaştıranın Allah yüzünü ak etsin; zira nice kimseler vardır ki, belledikleri ilmi kendilerinden daha bilgili birine ulaştırmış olurlar” manasına gelen hadisin aslında kendilerini desteklediği kanaatindedirler. Oysa bu hadis önce birbirinden farklı lafızlarla rivayet edilmiştir. Bu o hadisi rivayet edenlerin aslında Hz. Peygamber'in sözlerini değil, o sözlerden kasdedilen manayı rivayet etmelerinden başka bir anlama gelmez. Öte yandan hadiste “kema semi'ahâ” buyurulmuştur. Hadisin bu kısmındaki “kef” harfi teşbih içindir. Bu itibarla bu kısım “işittiği gibi” manasına gelmez. Aksine “işittiği lafızların benzerleriyle” demek olur. Öyleyse Hz. Peygamber'in ilim yolcularına müjdeler veren bu sözleri, aynı zamanda hadislerin manasıyla rivayet edilmelerinde bir sakınca olmadığını gösterir. 997 Burada çok önemli bir noktaya işaret etmek gerekir. Hadislerin manasıyla rivayet edilmeleri konusundaki görüş ayrılıklarının hiçbiri yazılı hadis kaynaklan için geçerli değildir. Bu kaynaklardaki hadislerin herhangi bir lafızının bir başkasıyla değiştirilmesi caiz görülmemiştir. Bunun sebebi şudur: Hadislerin manasıyla rivayet edilmelerini caiz görenler bunu işitilen sözlerin kelimesi kelimesine zaptedilerek ezberlenmesindeki güçlüğü göz önünde tutarak yapmışlardır. Hadisler tesbit edilip yazılı metinlere ve kitaplara geçirildikten sonra bu güçlük ortadan kalkmıştır. Kaide olarak, mahzuru mubah yapan sebep ortadan kalkınca mahzur devam eder. Buna alimler arasında birlik vardır. Görüldüğü gibi, sahabe ve tabiîlerden çoğuna göre hadislerin mana ile rivayet edilmeleri caizdir. Yeter ki hadisin manası bozulmasın. Bununla birlikte bazı alimler, mana ile rivayeti bir sözde caiz görmüşler, cümlelerde görmemişlerdir. Bazı alimlere göre de hadisin lafızlarını hatırlayan kimseler için mana ile rivayet caiz değildir. Nihayet bazıları da hadislerin manasıyla rivayet edilmesini yalnız hadisi ezberlediği halde sonradan unutan, sadece manasını aklında tutabilen kimseler için caiz görürler. Böylelerinin hüküm çıkarmak için gerektiğinde hadisi, manasıyla rivayet etmeleri gerekir. Fakat ezberlediği hadislerin sözlerini, hatırlayanlar için onları manasıyla rivayet caiz gorülmemişitir. İbn Hacer'e göre muhaddislerin çoğu, hadislerin mana ile rivayet edilmelerinin caiz oduğu görüşündedirler. Onların en kuvvetli delilleri, İslâm Şeriatının yabancılar için Arapçadan başka dillerle izah edilmesinin caiz olduğu konusundaki icmadır. İslam şeriatının yabancılar için Arapçadan başka dillerle izah edilmesi caiz olunca, aynı şeyin değişik lafızlarla Arapça anlatılması öncelikle caiz olur. 998 Son olarak şunları söylemek gerekir. Hadislerin manasıyla rivayet edilmelerinin caiz olduğu görüşünde olanlar böyle rivayet için bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu konuda el-Hatibu'l-Bağdadî, özetle şunları söylemiştir: “Selef hadiscilerin çoğu hadisin manası üzere rivayet edilmesinin caiz olmadığı, her lafzın takdim tehir olmadan ve ne fazla ne de eksik olmaksızın rivayet edilmeleri gerektiği görüşündedirler. Bu görüşte olanlar hadislerin sözlerini ve mevzuunu iyi bilen âlimlerle bilmeyenleri ayırmamışlardır. Şu var ki, selef alimlerinden bazılarının hadisi, manasını ve bir lafzın yerine geçecek öteki lafzı iyi bilerek manasıyla rivayet ettikleri zikredilir. Fakihlerin hemen hepsine göre hadisi manasıyla rivayet, hitap yerlerini ve lafızların manalarını bilen alime caizdir. Bundan haberi olmayan cahil birine caiz olmadığında ihtilaf yoktur. Kimi âlimlere göre, muhaddise manası kapalı ve birkaç manaya muhtemel hadisi lafzıyla rivayet etmesi vacip olur. Hadis öyle olmayıp da manası açık olduğu takdirde ravinin Hz. Peygamber (s.a.s)'in kullanmış olduğu lafzın yerine geçecek bir başka lafız kullanmasında sakınca yoktur. Ancak bu takdirde Hz. Peygamber'in hadisteki sözünün yerine getirilen kelimenin, “kame” sözünü “neheda”; “kale” yi “tekelleme”; “celese”yi “ka'ade”; “arefe”yi “alime”; “erade”yi “kasade”; evcebe”yi “ferada”; “hazara”yı “harame” şeklinde değiştirmesi gibi, ne fazla ne noksan, ne de Hz. Peygamber (s.a.s)'in kullandığı lafızdan fazla manaya muhtemel olmaması gerekir. Ravinin hadisleri manasıyla rivayeti bu şartlarla caiz olur. Bizim benimsediğimiz görüş de budur. Ancak bir şart daha vardır ki o da şudur: Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir sözünü işitenin o sözün dildeki manasını ve ne maksatla söylendiğini iyi bilmesi icab eder. Eğer Hz. Peygamber'in sözündeki mecazi, istiareyi bilirse onun bu sözlerindeki maksadını zikretmeksizin mücerred lafzı zikretmesi doğru olmaz. Böyle yaptığı takdirde hata etmiş olur. O zaman da hadisi lafzıyla rivayet etmesi uygun düşer.” 999 Demek oluyor ki, hadislerin manasıyla rivayet edilmeleri kısaca, manasını bozmamak, Hz. Peygamber'in anlatmak istediğini değişik gösterecek şekilde lafızları değiştirmemek şartıyla caiz görülmüştür. Burada esas olarak hadislerin doğru anlaşılmalarının öngörüldüğü dikkati çekmektedir.

Ma'nen Mütevâtir
Bk. Mütevatir.
Sözlükte tefâul vezninde bir kaç iş birbiri ardınca gelmek, birbiri ardınca gelen şeyler arasında bir miktar fasıla ve fetret olarak peyderpey görünmek manasına 952 tevatürden ismi faildir. “Tevâtere'l-mataru” denir ki, aralıksız yağmur yağdı demektir. Hadîs ilminde mütevâtir, her tabakada Hz. Peygamber (s.a.s) üzerine yalan söylemeleri aklen mümkün olmayan çok sayıda ravi tarafından görerek veya işiterek rivayet edilen habere (hadîse) denir. Bu tarife göre, şu hadîs mütevâtirdir denildiği zaman o hadîsin Hz. Peygamber (s.a.s)'in ağzından yalan uydurmalarını aklın kabul etmediği kalabalık denebilecek sayıda sahâbî tarafından Allah Resulünden görülerek veya işitilerek rivayet edilmiş olması, aynı şekilde herbiri ayrı ülkelerden oldukları, sayılan da fazla olduğu için yalan söylemek üzere birleştiklerini aklın kabul etmediği tabiîlerden kalabalık bir grub tarafından sahâbîlerden rivayet edilmesi, onlardan da aynı vasfa sahip kalabalık bir cemaat tarafından nakledilen hadîs olduğu anlaşılır. İsnadı böyle olan ravilerin rivayet ettiği hadîslerin mütevâtir olabilmesi için tarif içindeki şartlann bir arada olması gerekir. Bunlara şurûtu'l-mutevâtir (mü'tevatirin şartlan) denir. (Bk. Şurûtu'l-Mutevâtir). Mütevâtir hadîsler mutevatir-i lafzî (lafzen mütevâtir) ve mütevatir-i ma'nevi (ma'nen mütevâtir) olmak üzere iki kısma ayrılır. Lafzî mütevâtir, lafzında tevatür hasıl olan hadîslerdir. Ma'nen mütevâtir ise lafızları az çok birbirinden farklı olmak üzere manasında tevatür yoluyla rivayet edilen hadîstir. Mütevatirin bu iki kısmı şöyle bir misalle daha iyi anlaşılabilir. Diyelim ki bir kimsenin sadaka verdiğine dair çeşitli rivayetler gelse, bu rivayetlerin birinde o kimsenin deve sadaka ettiği, bir başkasında at, bir diğerinde koyun sadaka verdiği belirtilse bu haberin sadaka verme hususu ma'nen mütevâtir olur. 953Eğer böyle bir haber hep aynı sözlerle rivayet edilirse o zaman da lafzen mütevâtir adını alır. Hem lafzı, hem manası mütevâtir olan tek eser Kur'ân-ı Kerim'dir. İbnu's-Salâh'a göre zarurî ilim ifâde edecek nitelikte mütevâtir hadîs bulmak zordur. Gerçek manada mütevatire ancak, “Kim benim üzerime bilerek yalan uydurursa Cehennemdeki yerine hazırlansın.” hadîsi 954 misâl verilebilir. 955İbn Haceri'l-Askalânî buna itiraz ederek şöyle der: “Gerek İbnu's-Salâh’ın bu şartları ihtiva eden mütevatirin nadir bulunduğu ve gerekse başkalarının hiç bulunmadığı yolundaki iddiaları yersizdir; çünkü bu gibi iddialar, isnadların çokluğuna ve adet olarak yalan üzerinde birleşmelerini yahut yalanın onlardan ittifakla sadır olmasını imkansız kılan ricalin hallerine ve özelliklerine gerektiği şekilde muttali olamamaktan doğmuştur. Hz. Peygamber'in hadîsleri arasında mütevatirin çok denecek kadar bulunduğunu ortaya koyan delillerin en güzeli, doğu ve batıda ilim ehlinin ellerinde dolaşan ve musannıflarına nisbetlerindeki doğruluğu kesinlikle bilinen birçok hadîs kitabı, bir hadîsin ihraç ve rivayetinde ittifak ettiği ve bu hadîs tarikları ile isnadları, diğer şartların tahakkuku ile birlikte yalan üzerinde ittifak etmelerini adeten imkansız kılacak şekilde çoğaldığı zaman, o hadîsin söyleyenine nisbetindeki doğruluk hakkında yakîn derecesinde ilim hasıl olur. Meşhur kitaplarda bu şekilde hadîsler pek çoktur.” 956 İbn Hacer'in çok olarak nitelediği mütevatirden en fazla meşhur olan birkaçı şunlardır: Yukarıda nakledilen “men kezebe aleyye” hadîsi (yetmişbeş sahâbiden rivayet edilmiştir). 957“Mesh ale'l-huffeyn” (yetmiş kusur sahâbi); “havz” hadîsi (elli kusur); “Refu'l-yedeyn fis-Salât” hadîsi (elli sahâbi); “nezele”l-Kurânu'alâ Seb'ati ehrufin” hadîsi (yirmi yedi sahâbî); “Kabir azabı” hadîsi (otuziki sahâbî), “kabirde münker-nekir meleklerini ölüyü sorguya çekmeleri” hadîsi (yirmi altı); “İhlas suresinin Kur'ân-ı Kerim'in üçte birine muadil olduğuna dair hadîs” yirmi sahâbî tarafından rivayet edilerek tevatür derecesine ulaşmıştır. Mütevâtir hadîsleri toplayan eserler içinde en mühim olanlar şunlardır: 1. el-Fevâ'i'du'1-Mutekâsire fî'1-Ahbâri'l-Mutevatire: es-Suyûti. 2. el-Ezhâru'1-Mutenâsire fi'1-Ahbâri'l-Mutevâtire: Bu da es-Suyûti'nindir ve ilkinden derlemedir. Yüz mütevâtir hadîsi ihtiva eder. 3. el-Le'ali'1-Mutenâsire fî'1-Ahâdisi'l-Mutevâtire: Muhammed Murtaza'l-Huseynî. 4. el-Hırzu'1-Meknûn min Lafzi'l-Ma'sumi'l-Me’mûn: Sıddık b. Hasen b. Ali el-Kannûcî. 958 5. Nazmu'l-Mutenâsir mine'l-Hadîsi’1-Mutevâtir: Ca'feru'l-Hüseyni el-Kettâni. Bu eser es-Suyûti'nin el-Ezharı ile değişik kaynaklardan derlenmiş 310 mütevâtir hadîs ihtiva eder. Baş tarafında mütevatirle ilgili hayli kıymetli malumat vardır. 1327 de Fas'da basılmıştır. Diğer baskıları da vardır.

Ma'lûl
Hastalanmak manasına “aile” kök fiilinden ismi mefûl olan ma'lûl, el-Buhârî, et-Tirmizî, el-Hâkimu'n-Nisâbûrî ve ed-Dârekutnî başta olmak üzere bazı hadis alimleri tarafından mu'allel yerine kullanılmış bir ıstılahtır. 631 Görünüşte, sahih olan, ancak aslında sıhhatine mani teşkil eden gizli bir kusur taşıyan hadise ma'lul denmesinin isabetli olmayacağını söyleyen alimler vardır. Bunlara göre hadise sıhhatini kadh eden (kemiren, içinden göynüten) bir illetin isabetini ifade etmek için ma'lul tabirini kullanmak hatalı olduğu gibi yerinde de değildir. Onun yerine hiç değilse hadise illet isabet ettiğini dikkate alarak i'lâlin ism-i mefûlü olan mu'al tabirini kullanmak daha doğru olacaktır. Kaldı ki rubai mezid bir fiil olan “e'alle”nin ismi mefûlü kıyasen ma'lul değil, mu'all gelir. Lügat yönünden illetli hadisleri en iyi ifade eden ıstılah, bir şeyle oyalamak, avutmak manasına aynı kökten Tef’il babında ism-i meful olan mu'alleldir. 632Ayrıca ma'lul, sözlükte devenin tekrar suvarılması manasında kullanılan “aile” kök fiilinin ismi mef’ulüdür. Dolayısıyla illetli hadisler için kullanılması hatadır. 633 Ma'lul tabirinin illetli hadisler için uygun bir ıstılah olmadığını ileri sürenlere karşılık bu tabirin kullanılmasında mahzur olmadığı görüşünde olanlar ve kullandıkları bu tabirinin yerinde olduğunu söyleyerek savunmasını yapanlar da vardır. Bunlara göre “aile” fiili sözlükte bir şeye illet isabet etmesini ifade etmekte de kullanılır. Buna göre bazı rau-haddislerin illetli hadisi ma'lûl ıstılahı ile ifade etmeleri fiilin bu manasından alınmadır. Dolayısıyla hatalı değildir.

Maktu
Kesmek, kat etmek anlamına gelen “Kata'a” kök fiilinden ismi mefûl olup kesilmiş, kesik demektir. Hadis Usulünde sahâbe'den sonraki tâbi'î lerin sözleri veya fiilleridir. Bir diğer ifadeyle maktu hadis, isnadı tabiiye kadar uzanan, tâbi'îde kalarak daha ileri gidemeyen hadistir. Kısacası, tabiilerden gelen ve onlara ait sözlerden veya fiillerden ibaret haberlere umumiyetle maktu adı verilmiştir. Muhammed b. Sîrîn'in şu sözü maktû'ya güzel bir misaldir. “Şu hadis ilmi yok mu, dindir din. O halde dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.” 628 İbnu's-Salâh'ın kaydettiğine göre, maktu. İmam Şâfi'î ve ed-Dârekutnî tarafından isnadı muttasıl olmayan munkatı manasına kullanılmıştır. Ne var ki her iki âlimin maktu' ıstılahını, hadis ıstılahlarının alimler arasında iyiden iyiye yerleşmeye başlamasından önce isnadı muttasıl olmayan munkatı' manasına kullandıkları anlaşılmaktadır; zira hadis istılahları istikrar kazanınca maktu yukarıda verilen mânâsına, munkatı ise Hz. Peygambere nisbet edilmekle birlikte isnadında inkıta bulunan hadisler manasına kullanılmıştır. Nitekim el-Hatîbu'l-Bağdâdi, el-Câmi isimli eserinde tâbi'ilere alt bazı rivayetleri naklettikten sonra “Bu maktu hadislerdendir” demiş, dit yerde de maktu hadisler, isnadı tabiîlerde kalanlardır” tarifini vermiştir. Hadis ıstılahlarını istikrar kazanmış manalanyla tarif eden İbnu's-Salâh, maktu ile munkatı ıstılahlarının aynı olmadığına işaret etmekte; maktûnun Ayrıca ele alacağı munkatı'dan ayrı olduğunu açıkça belirtmektedir. 

Maklûbu'l-Metn
Bk. Maklûb.
Kalebe (kalbetmek, altını üstüne getirmek) kök fiilinden alınma bir ismi mef ûl olan maklûb, hadis ıstılahında isnadında bir veya birkaç ravinin isimlerini ve yahut metninde mevcut kelime ya da ibarelerin gerek yerlerini değiştirmek, gerekse yerlerine başka kelime ve ibareler koymak suretiyle rivayet edilen hadislere denir. Bu tarifi biraz daha açmak gerekirse şunları söylemek yerinde olur. Bir hadisi rivayet eden ravi bazen onun senedini oluşturan ravi isimlerinin bazen de metnini teşkil eden kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirerek yahutta yerine başka kelime ya da cümleler getirerek rivayet eder. Eklediği şeyler başka hadisin ibareleri olabilir, yahutta hadisin isnadını bütünüyle kaldırıp başka bir hadisin isnadını getirebilir. Hadisin isnad veya metnini teşkil eden kelime ya da cümlelerin yerlerini değiştirme daha çok hata ile olur. Hususi tabiriyle kalb denilen kısaca hadisin kelimelerinin yerlerini değiştirme işi tarifden de anlaşılacağı üzere, isnadda veya metinde yapılır. Hadis, eğer isnaddaki kalb yüzünden maklûb ise maklûbu'l-isnâd; metnindeki kalb sebebiyle maklûb hale gelmişse maklûbu'l-metn adını alır. 616 İsnadda kalb, Murra b. Ka'b ismini Ka'b b. Murra şekline getirmek misalinde olduğu gibi ravi ile babasının isimlerinin yerlerini değiştirmek, bir isnadla meşhur olan hadisi bir başka isnadla rivayet etmek, birkaç hadisin isnadlarını değiştirmek şekillerinde olur. Herbiri üzerinde ayn ayrı durarak misaller verelim. Hadisin senedini teşkil eden ravinin kendi ismi ile babasının ismini takdim-tehir suretiyle rivayet etmekle oğul baba; baba oğul durumuna düşer. Hadisi rivayet eden ravi değişmiş olur. Eğer yer değiştirme sonunda hadisi rivayet edenin babası iken, ravi durumuna düşen kimse mechûl biri ise hadis cehalet yüzünden en azından zayıf durumuna düşer. Bir isnadla meşhur olan hadisi, garâib arasında olması ve muhaddislerin ilgisini çekmesi için, bir başka isnadla rivayet daha çok aşın yalancı, zayıf ravilerin baş vurdukları yoldur. Böyleleri söz gelişi hadis Salim b. Abdillah'dan rivayetle meşhurken Nâfi'den rivayet edilmiş olarak veya Malikten rivayet edilmekle meşhur olanı Ubeydullah b. Ömer'den nakledilmiş gibi gösterirler. Hammad b. Amr en-Nasîbî, Ebu İsmail İbrahim b. Ebî Hayye, Behlul b. Ubeyd el-Kindî, bu işi yapanlardandır. İbn Dakîki'l-İyd hadisleri böyle rivayet etmenin hadis sirkati olduğunu söyler. Meselâ, Hammâd b. Amrı'n-Nasîbî, A’meş-Ebu Sâlih-Ebu Hureyre isnadı ile şu merfu hadisi rivayet etmiştir. “Yolda müşriklerle karşılaştığınız zaman onlara önce siz selam vermeyiniz.” Bu hadisin meşhur olan isnadı aslında Süheyl b. Ebi Salih - Ebu Salih - Ebu Hureyre şeklindedir. Hammâd b. Amr en-Nasîbi Süheyl yerine el-A’meş'i koyarak rivayet etmiştir. 617Böylece aslında sahih olan hadis maklûb hale gelmiştir. İsnadda kalb bazen kasıtlı olarak değil de ravinin gaflet ve hatası ile meydana gelir. Bu halde de ravisinin gafleti yüzünden maklûb hale getirdiği isnadla rivayet ettiği hadis de maklûbu'l-isnâd sayılır. Şu hadis böyle maklûba misaldir: “Namaz için ezan okunduğu zaman (veya kamet getirildiği zaman) beni (evimden çıkarken) görmedikçe ayağa kalkmayınız.” Bu hadis esas itibariyle muhaddisler arasında Yahya b. Ebî Kesîr-Abdullah b. Ebî Katâde-Babası-Hz. Peygamber (s.a.s) isnadıyla meşhurdur. Nitekim Müslim ve Nese'î bu snadla rivayet etmişlerdir.618 Böyle iken Cerir b. Hâzim adındaki ravi aslında Haccâc es-Sawâf tan işittiği bahis konusu hadisi Sâbit'ten rivayet ettiğini zannederek ondan rivayette bulunmuştur. Bunu, Hammâd b. Zeyd şöyle anlatmıştır: Cerîr ile birlikte Sâbit'in yanında bulunuyorduk. Haccâc es-Savvâf da orada idi. Haccâc bize Yahya b. Ebi Kesîr'den Abdullah b. Ebî Katâde tarîki ile bu hadisi rivayet etti. Oysa Cerîr, sonradan hadisi Sâbit'in rivayet ettiğini sanarak ondan rivayette bulundu.” 619 Metin yönünden maklûba gelince, yukarda da değinildiği gibi, metni oluşturan kelime ya da cümlelerin yerleri değiştirilmek suretiyle maklûb olan hadisdir. Misal olarak şu hadisler üzerinde duralım. Hubeyb b. Abdirrahman halası Uneyse bint Hubeyb'den merfu olarak şu hadisi rivayet etmiştir: “(Sahurda) İbn Ummi Mektüm ezan okuduğunda yiyin, için. Bilâl ezan okuduğu zaman ise yemeyin, içmeyin.”620 Bu hadisin İbn Ömer ve Âişe rivayeti şöyledir. “Bilal geceleyin ezan okur. Ezanı o okuduğu zaman, İbn Ummi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyin için.” 621 Ebu Davud ve İbn Mâce hariç tutulursa elde mevcut geçerli hadis kaynaklarında mevcut bu rivayetler incelendiğinde görülecektir ki, Hz. Peygamber Bilâl'ın geceleyin, yani erken ezan okuduğunu;-onun ezan okuması üzerine sahur yemeğinin kesilmemesini; İbn Ümmi Mektum ezan okuyasıya kadar yeme içme vaktinin uzatılmasını söylemiştir. Buradan anlaşıldığına göre İbn Ümmi Mektum ezanı geç okumaktadır ve o okuyuncaya kadar sahur yemeği devam edecektir. Oysa ilk rivayette kalb yapıldığı, yani Bilâl ile İbn Ümmi Mektum'un yerleri değiştiği zaman hadisin esprisi değişmiş, durum aksine olmuştur. Bununla birlikte İbn Hibbân ile İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektum'un sıra ile bazan önce biri sonra diğeri; bazen de aksine ezan okumuş olabilecekleri ihtimaline göre tevile giderek iki hadisin arasını te'lif çalışarak Uneyse hadisinin maklûb olmadığını söylemişlerse de 622İslâm âlimlerinden bu yoruma katılan olmamıştır. Hz. Peygamberin, kıyamet günü yedi sınıf insanın Cenâb-ı Hakk'ın (arşının) gölgesinde barınacağını bildiren veciz bir hadisi vardır. Bu hadisin altıncı fıkrası şöyledir. “Sadaka veren; sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar (sadakasını) gizleyen kimse” şeklindedir. 623Bu kısmı Müslim ravilerinden birisi değiştirerek şu şekilde rivayet etmiştir: “(Altıncısı) sadaka veren, sol elinin verdiğini, sağ eli bilmeyecek kadar sadakasını gizleyen kimse...” 624 Hz. Peygamber Mü’minlere bir şeyi yasakladığında ondan uzak durmalarını, buna karşılık emrettiği bir şeyi güçleri yettiğince yapmalarını emrettiği şöyle bir hadisleri vardır. “Size bir şeyi yasak kılmışsam ondan kaçınınız; emrettiğim şeyleri de gücünüz yettiğince yerine getiriniz.” 625Bu hadisi et-Taberânî şöyle rivayet etmiştir: “Size bir şeyi emrettiğim zaman onu yapınız. Bir şey yasakladığım zaman da ondan gücünüzün yettiğince kaçınınız.” 626Bu hadis de emir ve nehiy fıkralarının yer değiştirmesiyle maklub olmuş ve görüldüğü gibi sahih rivayetlerdeki emirlerin yerine getirilmesindeki güç yetmesi kaydı, nehylerden kaçınmaya bağlanmıştır. Gerek isnadındaki gerekse metnindeki kalb sebebiyle meydana gelen maklûb hadisler, ravilerin zabt kusurundan doğar. Zabt kusuru ise ravinin cerh sebebleri arasında önemli bir yer tutan gaflet ve galatla alakalıdır. Her ne sebepten olursa olsun ravinin rivayet hatası sonucu meydana gelen maklûb hadisler, umumiyetle zayıf addedilirler, el-Hattâbî'ye göre maklûb, zayıf hadisler içinde ön sıradadır ve mevzudan sonra gelir. ez-Zerkeşî'ye göre de isnadında inkitadan başka sebeplerle zayıf sayılan hadisler yedi gruptur. Bunların en fenası mevzu, sonra mudrec, sonra da maklûbdur. 627Bununla birlikte isnaddaki sika bir ravi isminin sehv sonucu kalbedilmesiyle meydana gelen maklûbu'l isnad olan hadis hiç bir zaman sahih veya hasen olmaktan çıkmaz. Bu itibarla maklûb hadisin zayıf sayılması hükmü, denilebilir ki daha çok maklûbu'1-metn üzerindedir. Hadis metnindeki kelimelerin yerlerini değiştirmek bir bakıma Hz. Peygamber (s.a.s)'in kasdettiği mana dışında şeylerin onun ağzından söylenmesidir. Bu yüzden maklûbu'l-metnin asimi yani maklûb rivayetten önceki şeklini belirleyip onu esas almak gerekir.

Maklûbu'l-İsnâd
Bk. Maklûb.
Kalebe (kalbetmek, altını üstüne getirmek) kök fiilinden alınma bir ismi mef ûl olan maklûb, hadis ıstılahında isnadında bir veya birkaç ravinin isimlerini ve yahut metninde mevcut kelime ya da ibarelerin gerek yerlerini değiştirmek, gerekse yerlerine başka kelime ve ibareler koymak suretiyle rivayet edilen hadislere denir. Bu tarifi biraz daha açmak gerekirse şunları söylemek yerinde olur. Bir hadisi rivayet eden ravi bazen onun senedini oluşturan ravi isimlerinin bazen de metnini teşkil eden kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirerek yahutta yerine başka kelime ya da cümleler getirerek rivayet eder. Eklediği şeyler başka hadisin ibareleri olabilir, yahutta hadisin isnadını bütünüyle kaldırıp başka bir hadisin isnadını getirebilir. Hadisin isnad veya metnini teşkil eden kelime ya da cümlelerin yerlerini değiştirme daha çok hata ile olur. Hususi tabiriyle kalb denilen kısaca hadisin kelimelerinin yerlerini değiştirme işi tarifden de anlaşılacağı üzere, isnadda veya metinde yapılır. Hadis, eğer isnaddaki kalb yüzünden maklûb ise maklûbu'l-isnâd; metnindeki kalb sebebiyle maklûb hale gelmişse maklûbu'l-metn adını alır. 616 İsnadda kalb, Murra b. Ka'b ismini Ka'b b. Murra şekline getirmek misalinde olduğu gibi ravi ile babasının isimlerinin yerlerini değiştirmek, bir isnadla meşhur olan hadisi bir başka isnadla rivayet etmek, birkaç hadisin isnadlarını değiştirmek şekillerinde olur. Herbiri üzerinde ayn ayrı durarak misaller verelim. Hadisin senedini teşkil eden ravinin kendi ismi ile babasının ismini takdim-tehir suretiyle rivayet etmekle oğul baba; baba oğul durumuna düşer. Hadisi rivayet eden ravi değişmiş olur. Eğer yer değiştirme sonunda hadisi rivayet edenin babası iken, ravi durumuna düşen kimse mechûl biri ise hadis cehalet yüzünden en azından zayıf durumuna düşer. Bir isnadla meşhur olan hadisi, garâib arasında olması ve muhaddislerin ilgisini çekmesi için, bir başka isnadla rivayet daha çok aşın yalancı, zayıf ravilerin baş vurdukları yoldur. Böyleleri söz gelişi hadis Salim b. Abdillah'dan rivayetle meşhurken Nâfi'den rivayet edilmiş olarak veya Malikten rivayet edilmekle meşhur olanı Ubeydullah b. Ömer'den nakledilmiş gibi gösterirler. Hammad b. Amr en-Nasîbî, Ebu İsmail İbrahim b. Ebî Hayye, Behlul b. Ubeyd el-Kindî, bu işi yapanlardandır. İbn Dakîki'l-İyd hadisleri böyle rivayet etmenin hadis sirkati olduğunu söyler. Meselâ, Hammâd b. Amrı'n-Nasîbî, A’meş-Ebu Sâlih-Ebu Hureyre isnadı ile şu merfu hadisi rivayet etmiştir. “Yolda müşriklerle karşılaştığınız zaman onlara önce siz selam vermeyiniz.” Bu hadisin meşhur olan isnadı aslında Süheyl b. Ebi Salih - Ebu Salih - Ebu Hureyre şeklindedir. Hammâd b. Amr en-Nasîbi Süheyl yerine el-A’meş'i koyarak rivayet etmiştir. 617Böylece aslında sahih olan hadis maklûb hale gelmiştir. İsnadda kalb bazen kasıtlı olarak değil de ravinin gaflet ve hatası ile meydana gelir. Bu halde de ravisinin gafleti yüzünden maklûb hale getirdiği isnadla rivayet ettiği hadis de maklûbu'l-isnâd sayılır. Şu hadis böyle maklûba misaldir: “Namaz için ezan okunduğu zaman (veya kamet getirildiği zaman) beni (evimden çıkarken) görmedikçe ayağa kalkmayınız.” Bu hadis esas itibariyle muhaddisler arasında Yahya b. Ebî Kesîr-Abdullah b. Ebî Katâde-Babası-Hz. Peygamber (s.a.s) isnadıyla meşhurdur. Nitekim Müslim ve Nese'î bu snadla rivayet etmişlerdir.618 Böyle iken Cerir b. Hâzim adındaki ravi aslında Haccâc es-Sawâf tan işittiği bahis konusu hadisi Sâbit'ten rivayet ettiğini zannederek ondan rivayette bulunmuştur. Bunu, Hammâd b. Zeyd şöyle anlatmıştır: Cerîr ile birlikte Sâbit'in yanında bulunuyorduk. Haccâc es-Savvâf da orada idi. Haccâc bize Yahya b. Ebi Kesîr'den Abdullah b. Ebî Katâde tarîki ile bu hadisi rivayet etti. Oysa Cerîr, sonradan hadisi Sâbit'in rivayet ettiğini sanarak ondan rivayette bulundu.” 619 Metin yönünden maklûba gelince, yukarda da değinildiği gibi, metni oluşturan kelime ya da cümlelerin yerleri değiştirilmek suretiyle maklûb olan hadisdir. Misal olarak şu hadisler üzerinde duralım. Hubeyb b. Abdirrahman halası Uneyse bint Hubeyb'den merfu olarak şu hadisi rivayet etmiştir: “(Sahurda) İbn Ummi Mektüm ezan okuduğunda yiyin, için. Bilâl ezan okuduğu zaman ise yemeyin, içmeyin.”620 Bu hadisin İbn Ömer ve Âişe rivayeti şöyledir. “Bilal geceleyin ezan okur. Ezanı o okuduğu zaman, İbn Ummi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyin için.” 621 Ebu Davud ve İbn Mâce hariç tutulursa elde mevcut geçerli hadis kaynaklarında mevcut bu rivayetler incelendiğinde görülecektir ki, Hz. Peygamber Bilâl'ın geceleyin, yani erken ezan okuduğunu;-onun ezan okuması üzerine sahur yemeğinin kesilmemesini; İbn Ümmi Mektum ezan okuyasıya kadar yeme içme vaktinin uzatılmasını söylemiştir. Buradan anlaşıldığına göre İbn Ümmi Mektum ezanı geç okumaktadır ve o okuyuncaya kadar sahur yemeği devam edecektir. Oysa ilk rivayette kalb yapıldığı, yani Bilâl ile İbn Ümmi Mektum'un yerleri değiştiği zaman hadisin esprisi değişmiş, durum aksine olmuştur. Bununla birlikte İbn Hibbân ile İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektum'un sıra ile bazan önce biri sonra diğeri; bazen de aksine ezan okumuş olabilecekleri ihtimaline göre tevile giderek iki hadisin arasını te'lif çalışarak Uneyse hadisinin maklûb olmadığını söylemişlerse de 622İslâm âlimlerinden bu yoruma katılan olmamıştır. Hz. Peygamberin, kıyamet günü yedi sınıf insanın Cenâb-ı Hakk'ın (arşının) gölgesinde barınacağını bildiren veciz bir hadisi vardır. Bu hadisin altıncı fıkrası şöyledir. “Sadaka veren; sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar (sadakasını) gizleyen kimse” şeklindedir. 623Bu kısmı Müslim ravilerinden birisi değiştirerek şu şekilde rivayet etmiştir: “(Altıncısı) sadaka veren, sol elinin verdiğini, sağ eli bilmeyecek kadar sadakasını gizleyen kimse...” 624 Hz. Peygamber Mü’minlere bir şeyi yasakladığında ondan uzak durmalarını, buna karşılık emrettiği bir şeyi güçleri yettiğince yapmalarını emrettiği şöyle bir hadisleri vardır. “Size bir şeyi yasak kılmışsam ondan kaçınınız; emrettiğim şeyleri de gücünüz yettiğince yerine getiriniz.” 625Bu hadisi et-Taberânî şöyle rivayet etmiştir: “Size bir şeyi emrettiğim zaman onu yapınız. Bir şey yasakladığım zaman da ondan gücünüzün yettiğince kaçınınız.” 626Bu hadis de emir ve nehiy fıkralarının yer değiştirmesiyle maklub olmuş ve görüldüğü gibi sahih rivayetlerdeki emirlerin yerine getirilmesindeki güç yetmesi kaydı, nehylerden kaçınmaya bağlanmıştır. Gerek isnadındaki gerekse metnindeki kalb sebebiyle meydana gelen maklûb hadisler, ravilerin zabt kusurundan doğar. Zabt kusuru ise ravinin cerh sebebleri arasında önemli bir yer tutan gaflet ve galatla alakalıdır. Her ne sebepten olursa olsun ravinin rivayet hatası sonucu meydana gelen maklûb hadisler, umumiyetle zayıf addedilirler, el-Hattâbî'ye göre maklûb, zayıf hadisler içinde ön sıradadır ve mevzudan sonra gelir. ez-Zerkeşî'ye göre de isnadında inkitadan başka sebeplerle zayıf sayılan hadisler yedi gruptur. Bunların en fenası mevzu, sonra mudrec, sonra da maklûbdur. 627Bununla birlikte isnaddaki sika bir ravi isminin sehv sonucu kalbedilmesiyle meydana gelen maklûbu'l isnad olan hadis hiç bir zaman sahih veya hasen olmaktan çıkmaz. Bu itibarla maklûb hadisin zayıf sayılması hükmü, denilebilir ki daha çok maklûbu'1-metn üzerindedir. Hadis metnindeki kelimelerin yerlerini değiştirmek bir bakıma Hz. Peygamber (s.a.s)'in kasdettiği mana dışında şeylerin onun ağzından söylenmesidir. Bu yüzden maklûbu'l-metnin asimi yani maklûb rivayetten önceki şeklini belirleyip onu esas almak gerekir.

Maklûb
Kalebe (kalbetmek, altını üstüne getirmek) kök fiilinden alınma bir ismi mef ûl olan maklûb, hadis ıstılahında isnadında bir veya birkaç ravinin isimlerini ve yahut metninde mevcut kelime ya da ibarelerin gerek yerlerini değiştirmek, gerekse yerlerine başka kelime ve ibareler koymak suretiyle rivayet edilen hadislere denir. Bu tarifi biraz daha açmak gerekirse şunları söylemek yerinde olur. Bir hadisi rivayet eden ravi bazen onun senedini oluşturan ravi isimlerinin bazen de metnini teşkil eden kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirerek yahutta yerine başka kelime ya da cümleler getirerek rivayet eder. Eklediği şeyler başka hadisin ibareleri olabilir, yahutta hadisin isnadını bütünüyle kaldırıp başka bir hadisin isnadını getirebilir. Hadisin isnad veya metnini teşkil eden kelime ya da cümlelerin yerlerini değiştirme daha çok hata ile olur. Hususi tabiriyle kalb denilen kısaca hadisin kelimelerinin yerlerini değiştirme işi tarifden de anlaşılacağı üzere, isnadda veya metinde yapılır. Hadis, eğer isnaddaki kalb yüzünden maklûb ise maklûbu'l-isnâd; metnindeki kalb sebebiyle maklûb hale gelmişse maklûbu'l-metn adını alır. 616 İsnadda kalb, Murra b. Ka'b ismini Ka'b b. Murra şekline getirmek misalinde olduğu gibi ravi ile babasının isimlerinin yerlerini değiştirmek, bir isnadla meşhur olan hadisi bir başka isnadla rivayet etmek, birkaç hadisin isnadlarını değiştirmek şekillerinde olur. Herbiri üzerinde ayn ayrı durarak misaller verelim. Hadisin senedini teşkil eden ravinin kendi ismi ile babasının ismini takdim-tehir suretiyle rivayet etmekle oğul baba; baba oğul durumuna düşer. Hadisi rivayet eden ravi değişmiş olur. Eğer yer değiştirme sonunda hadisi rivayet edenin babası iken, ravi durumuna düşen kimse mechûl biri ise hadis cehalet yüzünden en azından zayıf durumuna düşer. Bir isnadla meşhur olan hadisi, garâib arasında olması ve muhaddislerin ilgisini çekmesi için, bir başka isnadla rivayet daha çok aşın yalancı, zayıf ravilerin baş vurdukları yoldur. Böyleleri söz gelişi hadis Salim b. Abdillah'dan rivayetle meşhurken Nâfi'den rivayet edilmiş olarak veya Malikten rivayet edilmekle meşhur olanı Ubeydullah b. Ömer'den nakledilmiş gibi gösterirler. Hammad b. Amr en-Nasîbî, Ebu İsmail İbrahim b. Ebî Hayye, Behlul b. Ubeyd el-Kindî, bu işi yapanlardandır. İbn Dakîki'l-İyd hadisleri böyle rivayet etmenin hadis sirkati olduğunu söyler. Meselâ, Hammâd b. Amrı'n-Nasîbî, A’meş-Ebu Sâlih-Ebu Hureyre isnadı ile şu merfu hadisi rivayet etmiştir. “Yolda müşriklerle karşılaştığınız zaman onlara önce siz selam vermeyiniz.” Bu hadisin meşhur olan isnadı aslında Süheyl b. Ebi Salih - Ebu Salih - Ebu Hureyre şeklindedir. Hammâd b. Amr en-Nasîbi Süheyl yerine el-A’meş'i koyarak rivayet etmiştir. 617Böylece aslında sahih olan hadis maklûb hale gelmiştir. İsnadda kalb bazen kasıtlı olarak değil de ravinin gaflet ve hatası ile meydana gelir. Bu halde de ravisinin gafleti yüzünden maklûb hale getirdiği isnadla rivayet ettiği hadis de maklûbu'l-isnâd sayılır. Şu hadis böyle maklûba misaldir: “Namaz için ezan okunduğu zaman (veya kamet getirildiği zaman) beni (evimden çıkarken) görmedikçe ayağa kalkmayınız.” Bu hadis esas itibariyle muhaddisler arasında Yahya b. Ebî Kesîr-Abdullah b. Ebî Katâde-Babası-Hz. Peygamber (s.a.s) isnadıyla meşhurdur. Nitekim Müslim ve Nese'î bu snadla rivayet etmişlerdir.618 Böyle iken Cerir b. Hâzim adındaki ravi aslında Haccâc es-Sawâf tan işittiği bahis konusu hadisi Sâbit'ten rivayet ettiğini zannederek ondan rivayette bulunmuştur. Bunu, Hammâd b. Zeyd şöyle anlatmıştır: Cerîr ile birlikte Sâbit'in yanında bulunuyorduk. Haccâc es-Savvâf da orada idi. Haccâc bize Yahya b. Ebi Kesîr'den Abdullah b. Ebî Katâde tarîki ile bu hadisi rivayet etti. Oysa Cerîr, sonradan hadisi Sâbit'in rivayet ettiğini sanarak ondan rivayette bulundu.” 619 Metin yönünden maklûba gelince, yukarda da değinildiği gibi, metni oluşturan kelime ya da cümlelerin yerleri değiştirilmek suretiyle maklûb olan hadisdir. Misal olarak şu hadisler üzerinde duralım. Hubeyb b. Abdirrahman halası Uneyse bint Hubeyb'den merfu olarak şu hadisi rivayet etmiştir: “(Sahurda) İbn Ummi Mektüm ezan okuduğunda yiyin, için. Bilâl ezan okuduğu zaman ise yemeyin, içmeyin.”620 Bu hadisin İbn Ömer ve Âişe rivayeti şöyledir. “Bilal geceleyin ezan okur. Ezanı o okuduğu zaman, İbn Ummi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyin için.” 621 Ebu Davud ve İbn Mâce hariç tutulursa elde mevcut geçerli hadis kaynaklarında mevcut bu rivayetler incelendiğinde görülecektir ki, Hz. Peygamber Bilâl'ın geceleyin, yani erken ezan okuduğunu;-onun ezan okuması üzerine sahur yemeğinin kesilmemesini; İbn Ümmi Mektum ezan okuyasıya kadar yeme içme vaktinin uzatılmasını söylemiştir. Buradan anlaşıldığına göre İbn Ümmi Mektum ezanı geç okumaktadır ve o okuyuncaya kadar sahur yemeği devam edecektir. Oysa ilk rivayette kalb yapıldığı, yani Bilâl ile İbn Ümmi Mektum'un yerleri değiştiği zaman hadisin esprisi değişmiş, durum aksine olmuştur. Bununla birlikte İbn Hibbân ile İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektum'un sıra ile bazan önce biri sonra diğeri; bazen de aksine ezan okumuş olabilecekleri ihtimaline göre tevile giderek iki hadisin arasını te'lif çalışarak Uneyse hadisinin maklûb olmadığını söylemişlerse de 622İslâm âlimlerinden bu yoruma katılan olmamıştır. Hz. Peygamberin, kıyamet günü yedi sınıf insanın Cenâb-ı Hakk'ın (arşının) gölgesinde barınacağını bildiren veciz bir hadisi vardır. Bu hadisin altıncı fıkrası şöyledir. “Sadaka veren; sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar (sadakasını) gizleyen kimse” şeklindedir. 623Bu kısmı Müslim ravilerinden birisi değiştirerek şu şekilde rivayet etmiştir: “(Altıncısı) sadaka veren, sol elinin verdiğini, sağ eli bilmeyecek kadar sadakasını gizleyen kimse...” 624 Hz. Peygamber Mü’minlere bir şeyi yasakladığında ondan uzak durmalarını, buna karşılık emrettiği bir şeyi güçleri yettiğince yapmalarını emrettiği şöyle bir hadisleri vardır. “Size bir şeyi yasak kılmışsam ondan kaçınınız; emrettiğim şeyleri de gücünüz yettiğince yerine getiriniz.” 625Bu hadisi et-Taberânî şöyle rivayet etmiştir: “Size bir şeyi emrettiğim zaman onu yapınız. Bir şey yasakladığım zaman da ondan gücünüzün yettiğince kaçınınız.” 626Bu hadis de emir ve nehiy fıkralarının yer değiştirmesiyle maklub olmuş ve görüldüğü gibi sahih rivayetlerdeki emirlerin yerine getirilmesindeki güç yetmesi kaydı, nehylerden kaçınmaya bağlanmıştır. Gerek isnadındaki gerekse metnindeki kalb sebebiyle meydana gelen maklûb hadisler, ravilerin zabt kusurundan doğar. Zabt kusuru ise ravinin cerh sebebleri arasında önemli bir yer tutan gaflet ve galatla alakalıdır. Her ne sebepten olursa olsun ravinin rivayet hatası sonucu meydana gelen maklûb hadisler, umumiyetle zayıf addedilirler, el-Hattâbî'ye göre maklûb, zayıf hadisler içinde ön sıradadır ve mevzudan sonra gelir. ez-Zerkeşî'ye göre de isnadında inkitadan başka sebeplerle zayıf sayılan hadisler yedi gruptur. Bunların en fenası mevzu, sonra mudrec, sonra da maklûbdur. 627Bununla birlikte isnaddaki sika bir ravi isminin sehv sonucu kalbedilmesiyle meydana gelen maklûbu'l isnad olan hadis hiç bir zaman sahih veya hasen olmaktan çıkmaz. Bu itibarla maklûb hadisin zayıf sayılması hükmü, denilebilir ki daha çok maklûbu'1-metn üzerindedir. Hadis metnindeki kelimelerin yerlerini değiştirmek bir bakıma Hz. Peygamber (s.a.s)'in kasdettiği mana dışında şeylerin onun ağzından söylenmesidir. Bu yüzden maklûbu'l-metnin asimi yani maklûb rivayetten önceki şeklini belirleyip onu esas almak gerekir.

Makbul Âhad
Bk. Âhad.
Bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek ravi tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer ravi tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd denilmiştir.
İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber (s.a.s)e kadar tek ravinin tek raviden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.22 Daha so aki devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış raviler tarafından rivayet edilen haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir ravinin bir başka raviden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki ravinin iki raviden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki ravilerin üç veya daha fazla sayıdaki ravilerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır. Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki ravilerin her tabakada mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş olması dolayisiyle haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü kaynaklarında haberler, ravilerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha so a garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki ravilerin rivayet ettikleri haberlere denilmiştir.23
İbn Haceri'l-Askalânî âhadi, bir ravinin tek basma rivayet ettiği ve mütevâtirin şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır. Merdud âhad ise mat'ûn veya adaleti tesbit edilememiş ravinin tek başına rivayet ettiği haberdir.
Âhad haber, rivayet tariklan mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı isler bir, ister birden fazla olsun, dillerde dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.
İslam alimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade ederler. Hanefîler, Şafii'ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir. Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın, zarurî ilim ifade etmez.
Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm alimlerinin çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu şartlar ravi ile ilgilidir. Belli başlıları şunlardır: Ravinin dinî meselelerde güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı' olmaması da şarttır. Özetle tekrarlayacak olursak İslâm alimleri çoğunlukla, ravileri adalet sahibi, isnadında inkıta' olmayan âhad haberle amel edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte ahadle amel edilebileceği görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meşelerle ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.
Bir kısım Zahiri alimleri. Kaderiye mensupları. Râfizîler ve Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar. Aynı görüşte olan Mutezile, âhad haberlerin her çeşidinin hüccet olamayacağını ileri sürer. Mu'tezile, ahad haberlerin her çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”24; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez” 25mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.

Makbul
Kabul ediliş manasına ism-i mef’ul olan makbul, hadis ıstılahı olarak önce İbn Haceri'l-Askalânî'nin tasnifinde haberlerin ilk bölümünü ifade eden bir terim olarak kullanılır. Onun taksimine göre gerek tek rivayet tarikından geldiği için ahâd, gerekse rivayet yollan çok olsun, makbul, umumiyetle, sıhhat şartlarını haiz olduklarından amel edilebilecek durumda olan haberlerdir. Bu tasnife göre, sahih ve hasen makbul haberlerin en önemlileridir. Makbul, ikinci olarak altıncı mertebede yer alan ta'dil lafızlarındandır. Bu mertebede olan lafızlar ta'dilin en zayıfını gösterir ve cerh sınırına oldukça yaklaşır. Hatta bu mertebede mevcut bazı lafızların ta'dil lafzı değil tercih lafzı olup cerhin en hafifine delâlet ettiğini söyleyen alimler de vardır.

Mahv
Sökükte silmek, mahvetmek manasına gelen “mahâ” fiilinin masdarıdır. Hadis Usulü ilminde hadisleri yazarken yanlış yazılan kelime veya ibarenin çeşitli şekillerde silinmesi mânâsına kullanılır. Hadis yazanlann dikkat etmeleri gereken hususlardan biri hadis lafızları arasında olmadığı halde yanlışlıkla yazılan veya aksine olduğu halde yine yanlışlıkla yazılmayan kısımların silinmesi veya yazılarak düzeltilmesidir. Bu iş darb, hakk, nıahv şekillerinde yapılır. Bunlardan mahv, yanlış yazılmış olan bir kelime ya da ibarenin parmak ucuyla veya bez parçasıyla silinerek yahutta -hat sanatında çokça uygulanan usulle- dil ucuyla yalanarak yok edilmesidir. Hadis metnine yanlışlıkla yazılıp da mahvı gereken kısımların kağıdı zedelemeden ve iz bırakmadan silinebilmesi için kağıt ve mürekkebin iyi cinsten olması gerekir. Bilhassa kağıdın saykal olması aranır. Bununla birlikte kağıt ve mürekkeb ne kadar iyi cinsten olursa olsun nıahv yoluyla silindiğinde iz bırakabilir. Bu ise kağıdın kirlenmesine, silinen kısmın üzerine yazılan doğru ibarenin okunamayışına yol açabilir. Hadislerin yazılışına gösterilen bütün dikkat ve itina doğru yazmak gayesine yönelik olduğundan bu kabil ihtimalleri gözönüne alan bazı hadis alimleri mahvı caiz görmemişlerdir.

Mahrec
Çıkmak manasına “harace” fiilinin ism-i zaman, ismi mekanı ve mimli masdarıdır. Çıkış yeri anlamına gelir. Hadis tabiri olarak mahreç bir hadisin menşei yani çıkış yerine denir. Hadisin mahreci bir anlamda ravinin yetiştiği, yerleşdiği yerdir. Söz gelişi bu hadisin mahreci Basradır denildiği zaman o hadisi Basrali bir ravi rivayet etmiş ve oradan yayılmıştır demek olur.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget