Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

01/02/20

Du'ife
Bk. Kad Du'ife.
“Zayıf bulundu, hakkında zayıf diyenler oldu” manasına gelen bir tabir olup cerhin birinci mertebesine delalet edenlerden daha ehven olmak üzere kullanılan cerh lafızlarındandır. Genelde ravinin zayıf görüldüğüne delâlet ederse de bu ve benzeri lafızlarla cerhedilen ravinin hadisleri büsbütün terkedilmez. İ'tibar için yazılır. Aynı lafız Du'îfe şeklinde de kullanılmıştır.

Du'afâ
Zayıf manasına gelen da'îfin çoğuludur. Hadis Usulünde özellikle çeşitli yönlerden cerh ve ta'dil alimlerinin tenkidine maruz kalmış ve bunun sonucu olarak zayıf sayılmış hadis ravilerine denir.
Bir hadîsin sahih kabul edilip edilmemesi önce onu rivayet eden ravilerin adalet ve zabt durumlarına bağlıdır. Bu ikisi sıhhat şartlarının başında yer alır. Ravinin adalet sahibi olduğu ve sabt vasfı taşıdığı ancak bu vasıfları kaybetmesine sebep teşkil eden hallerinin olmadığının bilinmesiyle anlaşılır. Bunun içindir ki, cerh ve ta'dil ilminde söz sahibi hadis imamları ravilerin cerh ve ta'dil açısından hallerini tesbite çalışmışlar ve bu alanda oldukça başarılı olmuşlardır. Çalışmalarının sonucunda elde ettikleri bilgileri yazdıkları değerli kaynak eserlere geçirmişlerdir. Bu eserlerin bir kısmı sadece sika ravilere aittir. Diğer bir kısmı ise yalnızca du'afâ denilen zayıf ravilere ayrılmıştır. Sika ve zayıf ravileri bir arada alanları da vardır.
Zayıf ravilere tahsis edilmiş kitaplardan en meşhurları şunlardır:
1. Kitâbu'd-Du'afâ: Muhammed b. Abdillah b. Abdirrahîm.
2. Kitâbu'd-Du'afâ: Muhammed b. İsmail el-Buhâri.
3. Kitâbu'd-Du'afa ve’l-Metrûkîn: Ahmed b. Şu'ayb en-Nese'î.
4. Kitâbu'd-Du'afâ'l-Kebîr: Muhammed b. Amr b. Mûsa'l-Ukaylî.
5. Kitâbu'l-Mecrûhîn mine'l-Muhaddisîn ve'd-Du'afâ ve'l-Metrûkîn: Muhammed b, Hibban (İbn Hibbân) el-Bustî.

Dirâyetu'l-Hadîs İlmi
Dirayet sözlükte bilmek, ince şeyleri kavramak, azimli ve güçlü olmak gibi manalara gelir. Dirâyetu'l-hadîs, dirayet kelimesinin bilmek manâsıyla alakalı olarak hadis ilminin kısımlarından biridir. Rivayetin şartlarından, çeşitlerinden ve muhtelif rivayet şekilleri hakkında verilmiş olan hükümlerden bahseder.
Başlığı altında da Ayrıca söz konusu edileceği gibi, Hadis İlmi iki kısma ayrılır. Bunlardan birincisi İlm-i rivayeti'l-hadîs (rivâyeti'l-hadîs) ikincisi ise İlmu dirâyeti'l-hadîs (dirâyetu'l-hadîs ilmi) dir. Şu da var ki, kimi muhaddislere göre dirâyetu'l-hadis ilmi Hadîs Usulü ve Mustalahu'l-hadîsle aynı manaya gelir. Kısaca rivayetin şartlarından, çeşitlerinden ve rivayet çeşitleri üzerinde verilen hükümlerden bahseden ilimdir. Ravilerin adaletli veya cerhedilmiş olmaları ile şartları, merviyyât çeşitleri, hadislerin metin ve senetlerine nazaran sahih, hasen, zayıf, merfû', mevkuf, maktu' ve benzeri kısımlara ayrılması, hadis rivayet metotları, senetlerde adları geçen ravilerin vasıfları, nihayet bütün bunlarla ilgili kaideler hep dirayetu'l-hadîs ilminin konusuna girer. Kısacası dirâyetu'l-hadîs ilmi, senet ile metnin hallerinden veya daha uygun bir ifadeyle, kabul ve red yönünden ravi ile mervinini hallerinden bahseden ilme denir.

De-Se-Nâ
Bk. Se-nâ.
Muhaddislerin hadisleri yazarlarken kullandıktan rumuzlardan biridir ve haddesenâ nın kısaltılmış şeklidir. Hadis yazan katipler, isnadda çok geçen bazı kelimeleri kısa remizlerle ifade etmeyi adet haline getirmişlerdir. Se-nâ bu remizlerden biridir ve haddesenânın en çok kullanılan kısaltılmışıdır. Bazı muhaddisler bunu şeklinde noktasız, el-Hâkim ve el-Beyhakî gibi bazıları da de-se-nâ şeklinde kullanılmışlardır.

Derecâtu's-Sahîh
Bk. Merâtîbu's-Sahîh.
Sahîh li-aynihî (veya li-zâtihî) hadislerin dereceleri manasına bir tabirdir. Sahih olduğu belirlenmiş hadislerin derecelerini belirtmekte kullanılır. İbnu's-Salâh’ın naklettiğine göre sahih hadisler yedi mertebededirler. 1. Muttefekkun aleyh: Buhârî ile Müslim'in ittifakla sahihlerine aldıkları sahih hadislerdir. 2. Me'nferede bihi'l-Buhârî: Buhâri'nin sahih görüp Sahihi'ne aldığı, Müslim'in almadığı hadisler. Bir diğer ifadeyle Buhâri'nin Müslim'den infirad ettikleri. 3. Me'nferede bihî Müslim: Müslim'in rivayetinde Buhâri'den infirad ederek sahihine aldıkları. 4. Mâ alâ Şartihima: Buhârî ile Müslim'in sahihlerine almadıkları, ancak sahihlik şartlarına uyanlar. 5. Mâ alâ Şarti'l-Buhârî: Buharinin koyduğu sahihlik şartlarına uyan sahih hadisler. 6. Mâ alâ Şarti Müslim: Müslim'in koyduğu sahihlik şartlarına uyanlar. 7. Sahîh inde gayrihima: Buhârî ve Müslim'den başka muhaddislerin sahih olduğuna hükmettikleri hadisler

Delâ'ilu'n-Nubuvve
Peygamberliğin delilleri” demektir. Camî' türü hadis kitaplarını oluşturan ana konulardan biri olan şemail içinde mütâlâa edilen ilim dallarındandır.
Konusunu özlü bir deyişle Hz. Peygamber (s.a.s)'ın hak peygamber olduğunu gösteren ve hadisler arasında yer alan rivayetlerle bunlann yorumları oluşturur.
Siyer ilmiyle de yakından ilgili olan konuya dair değişik eserler kaleme alınmıştır. Bellibaşlıları şunlardır:
1. A'lâmu'n-Nubuvve: Ebu Dâvud.
2. Delâ'ilu'n-Nubuvve: Cafer b. Muhammed el-Firyâbî
3. Delâ'ilu'n-Nubuvve: Ömer b. Ahmed, İbn Şahin
4. Delâ'ilu'n-Nubuvve: Ebu Nu'aym el-İsbehânî
5. Delâ'ilu'n-Nubuvve: el-Beyhakî.

Deccâlun
Sözlükte, mübalağa ile ism-i fail olarak, alındığı kök fiilinin değişik çekimlerine göre birkaç manaya gelir. “Ahır zamanda çıkacak yalancı; yalancı, yalan düzüp söyleyen, batılı hak suretinde gösteren” anlamları anmaya değer olanlardır. 180Hadis ilminde kullanıldığı yere en uygun olanlan ise yalancı ve ona yakın olarak batılı hak suretinde gösteren manalarıdır.
Böylesine ağır bir manası olan deccâlun, cerh lafızlarındandır. Cerhin en ağırına delâlet eden altıncı mertebesinde yer alır. En ağır cerhi ifade eder.
Cerhin altıncı mertebesinde yer alan lafızlar kaide olarak yalan söylediği sabit olmuş ravileri cerhetmekte kullanılır. Buna göre deccâlun ve benzeri lafızlardan birisiyle cerhedilmiş ravinin hadisi yalan sayılır. Hiçbir şekilde itibar edilmez.

Dâru'l-Hadîs
“Hadis yurdu” demek olan bu tabir özellikle hadis ve hadis ilimleri öğrenimi için açılan medreselerin adıdır.
Hadis tarihinin ilk devirlerinden itibaren hadis dersleri mecâiis denilen hadis meclislerinde verilmiştir. Zamanla hadis öğretiminin daha ciddi ve sistemli hale getirilmesi zarureti baş gösterince Kur'ân-ı Kerim öğretimine ayrılmış özel eğitim kuruluşlarının yanında hadis ve hadis ilimleri öğretimi için özel medreseler açılması ihtiyaç haline gelmiştir.
İslâm aleminde bilinen ilk dâru'l-hadîs, altıncı hicri asırda Dimeşk'ta Sultan Nureddin Mahmud tarafından kurulanıdır. Kurucusunun adına izafetle “en-Nûriyye” medresesi denilen bu dâru'l-hadisin ilk idarecisi meşhur âlim İbn Asâkirdir.
Aynı şekilde bir medrese Eyyûbî hükümdarlarından Nâsıruddin Muhammed tarafından 622 hicri tarihinde (m. 1225) Kâhire'de kurulmuştur. Bu medreseye de kurucusunun ismine izafetle “el-Medresetu'l-Kâmiliyye” adı verilmiştir. Kısa bir süre sonra Dimeşk'ta 626 tarihli ikinci bir dâru'l-hadisin kurulduğu görülür. el-Meliku'l-Eşref Ebu'l-Feth Musa b. Âdil tarafından kurulan bu dâru'l-hadise de kurucusunun ismini hatırlatacak şekilde “el-Medresetu'l Eşrefiyye” denilmiştir. Hadis Usûlü ilminde daha sonraki eserlerin hemen hepsine kaynaklık etmiş bulunan Ulûmu'l-Hadîs kitabının yazan İbnu's-Salâh ile değerli hadis âlimi Muhyiddin en-Nevevi bu medresede görev yapanlardandır. Vakfiyesinde hadis talebesine tahsis edilen imkânlar teşvik edici mahiyettedir. 179
Aynı asırda bir başka dâru'l-hadis yine Dimeşkta Emevî Camii içinde Seyfettin Muhammed b. Urveye nisbetle “Dâru'l-Hadîsi'l-Urviyye” adıyla kurulmuştur. Bu dâru'l-hadisin ayrıca bir de kütüphanesi vardı. Bu kuruluşun diğerlerinden farkı müstakil bir bina halinde açılmamış olmasıdır.
Daha sonraları İslâm aleminin her tarafında dâru'l-hadisler kurulması sonucu bu müesseseler yaygın hale gelmeye başlamıştır. Bu arada kurulan Musul dâru'l-hadisinin yöredeki hadis eğitiminde önemli yeri olmuştur.
Selçuklular devrinde Anadolu'da ilk dâru'l-hadis Konya'da tesis edilmiştir. Selçuklu veziri Sahip Atâ adiyle meşhur Fahreddin Ali b. Hüseyin tarafından yaptırılan İnce Minareli Dâru'l-Hadisinin kuruluşu yaklaşık yedinci hicrî asrın ikinci yansına rastlar. Aynı devirde Konya'dan başka yerlerde de hadis öğretimine ayrılan medreselerin bu arada özel olarak inşa edilmiş dâru'l-hadislerin bulunduğuna şüphe yoktur.
Osmanlı devrine gelince bu devirde de birçok dâru'l-hadisler yaptmlmıştır. Söz gelişi Sultan 2. Murad tarafından 828 tarihinde Edirne'de bir dâru'l-hadis inşa ettirilmiştir. Bu bina sonraları camiye çevrilmiştir. Yine Edirne'de Selimiye Camii önüne Sultan 2. Selim tarafından yaptırılan Dâru'l-hadis mühimdir. Kanunî Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Süleymaniye Medreselerinden biri darû'l-hadis olarak yaptırılmış ve hadis ilimleri öğrenimine ayrılmıştır. Bunun dışında gerek İstanbul'da, gerekse Anadolu, Rumeli, Suriye ve Filistin'de Osmanlılar tarafından yaptınlmiş bir hayli dâru'l-hadisler vardır.
Burada işaret etmek gerekir ki İslâm tarihinin hiçbir devrinde hadis öğretimi sadece dâru'l-hadislere münhasır kalmış değildir. Mescitlerde, hangâh, ribât denilen kültür müesseselerinde de her zaman için hadis ve hadis ilimleri okunagelmiştir.

Darîr
Bk. Rivâyetu'd-Darîr.
Darîr, anadan doğma görme duygusundan noksan kişiye denir. Gözleri görmeyen birinin hadis rivayet etmesi telkine maruz kalmaması bakımından önemli bir meseledir. İbnu's-Salâh, rivayetin şartlan arasında bu konuya da yer vererek şöyle demiştir: “Ravi darîr olup da hadisini kendisine tahdîs edenin ağzından ezberlemezse iki adet güvenilir kâtibe yazdırır. Sonra da bunların kitabından okunarak kendisine arzedilirken değişikliğe uğramadığına kanaat getirecek kadar ihtiyatlı davranırsa rivayeti sahih olur. Aksi olursa aynı şeyi yapan gözleri gören birine yapıldığı gibi rivayetten men edilir. Nitekim el-Hatîbu'l-Bağdâdi'ye göre şeyhten işittiklerini ezberlemeyip başkasına yazdıran ümmi bir ravi ile daririn semâ'ı birdir. Pek çok âlim, doğuştan a’ınâ olan ravinin rivayetini caiz görmemiştir. Bununla birlikte caiz-görenler de vardır, Darîr olan ravi bir kitaptan sema yoluyla hadis almış olsa, sonra da işitmediği ve kendi işiterek yazdırdığı nüshasıyla mukabele edilmemiş nüshadan rivayet etmek istese buna cevaz yoktur. Ebu'n-Nasr İbnu's-Sabbâğ buna kaildir. Bunun gibi kendi nüshasından şeyhinin semâ'ı olan hadisler bulunsa veya şeyhinden kendisi değil, sika bir ravi rivayet etmiş olsa bunları rivayet etmesi de caiz görülmemiştir; zira böyle bir nüshada fazlalık olması kaçınılmazdır. Bununla birlikte İbnu's-Salâh, darîrin şeyhinden bütün merviyyatını rivayete icazetli olması halinde kendi nüshasından rivayetini caiz görmüştür.

Dârimî
Bk. Sünen-i Dârimî.
Hicri üçüncü asır alimlerinden Abdullah b. Abdirrahman ed-Dârimî'nin daha çok ahkâm hadislerini ihtiva eden hadis kitabıdır. Bazı muhaddislerce müsned ismiyle anılmış olmakla birlikte fıkıh bablarına göre tertip edildiğinden sünen tipinde bir eserdir. Kimi alimler tarafından sahih adıyla da anılmıştır. 1083Ancak, daha çok Sünen Dârimî ismiyle meşhur olmuştur. Sünen Dârimî, diğer bazı sünen kitapları kadar rağbet görmemiştir. Bununla birlikte el-Alâ'î, Ala'uddun Moğoltay, İbn Hacer gibi bir kısım hadis alimleri tarafından özellikleri göz önünde tutularak Sünen İbni Mâce yerine kutub-i sitte'nin altıncı kitabı olmaya layık görülmüştür. Tertibinin güzelliği, ravileri arasında zayıf sayılanların az oluşu, sulâsiyyâtın fazlalığı gibi hususlar önemli özellikleri olarak görülmüştür. Mürsel ve mevkuf rivayetleri fazla olmakla beraber şâz ve münker hadisleri olmayışı da Sünen Da-rimî'nin mühim bir özelliği olarak görülmüştür.

Darb
İkinci babdan tasrif edilen “darabe” kök fiilinin mastarıdır. Asıl itibariyle vurmak, bir nesneyi diğerine çarpmak, döğmek manasına gelir. Bu asıl manasının yanında ikinci derecede veya mecaz yollu manaları da vardır.172
Hadis tabiri olarak darb, hakk veya şakk ve mahv denilen ve hadislerin yazılışı sırasında yanlış veya fazladan yazılan kelime yahut ibareleri ibtal etme usullerindendir.
Hadis metinlerinin yazıyla zabtedilip kitaba geçirilmesi sırasında yanlış veya fazladan yazılan bir kelime ya bir bıçak ucuyla kazınır -ki buna hakk yahut sakk denir- ya da parmak ucuyla; yahutta bir bezle silinir. Buna da mahv adı verilir. Darba gelince bu fazladan yazılan harf, kelime veya kelimelerin üstüne bir çizgi çekmek yahut kimi hadiscilere göre bazı işaretler koymaktan ibarettir.
er-Râmehurmuzî, kendi zamanında hadiscilerin hakki töhmet addettiklerini söyler. Ona göre darb, işleme tâbi tutulan yerin silinmeyip ibtal ettiğini belli eden belirli ve düzgün bir çizginin çekilmesidir. En iyi darb şekli budur. 173İbnu's-Salâh'a göre ise darb, hadislerin yazılışı sırasında tatbik edilen usullerden olup fazladan yazılan ve metnin aslında olmayan harf, kelime ya da kelimelerin metinden çıkarılmasıdır. 174
Görülüyor ki darb, hadis yazılırken yazılmaması gereken bir harf veya kelimenin, yahutta bir kaç kelimenin yanlışlıkla yazılması halinde, yanlışlıkla yazıldığını belli edecek şekilde işaretlenerek ibtal edilmesidir. Yapılış şekli az da olsa değişiklikler gösterir. Yukarıda işaret edilen er-Ramehurmuzî'nin kaydettiği darb şekli olan ibtal edilen kelimenin silinmeden belirli olacak şekilde üzerine düz bir çizgi çizmekten ibaret darb şekli en yaygın olanıdır. Bu usulle darbta yanlış yazılan kelime ya da kelimeler silinmez. Çizgi altında kalır. İbtal edildiği böylece belli olur. Bu darb şeklinin en güzel şekil oluşu önce kazımak veya silmekten iyi oluşundandır; zira bilindiği gibi, kazımakla kağıt yıpranır. Silmek ise yanlışı göstermez. Kaldı ki bazı hallerde fazladan silinme de söz konusu olur. Böylece düzeltmek istenen metinde istemeden hata yapılır. Yazma eserlerde çokça görülen hatalarda bunun da payı olduğu şüphesizdir.
er-Râmehurmuzî zamanında muhaddislerin hakki töhmet olarak nitelendirdiklerini yukarıda söylemiştik. Her halde hakkin töhmet sayılısı, acaba hakkedilen kelime doğru olarak hakkedilmiş midir?
Bunun bilinmeyişinden olsa gerektir. Darbda yanlış yazılan yerlerin üzerine çizgi çekmekle böyle bir ihtimal ortadan kalkar. O yüzden ibtal edilecek kısmın üzerini çizmek en güzel darb şekli sayılmıştır.
Bazılarına göre darb suretiyle ibtal edilecek ibareler üzerine ortadan bir çizgi çekilir. Mağrib alimlerinin şakk tabir ettikleri aslında budur. Bu çeşit darbta ibtal edilen kelime ya da kelimeler üzerine çizilen çizginin yazıyı karalayacak ve okunmasına imkan vermeyecek şekilde olmaması gerekir. 175Diğer bazılarına göre darb, ibtal edilecek ibare üzerine kelimelere değmeyecek şekilde iki saür arasına iki ucu aşağıya eğik bir çizgi çizilerek yapılır. Mesela Ömer yerine Amr yazıldığında bu usule göre şöyle darbedilir:
Bazıları da darbın tahvîk şeklinde ve fazladan yazılan kelime ya da kelimelerin başına ve sonuna birer yarım daire şeklinde çizgi çekmek suretiyle yapılacağı görüşündedirler. (Bk. Tahvîk) ibaresinde yanlış yazılan sonucu Muhammed kelimesinin paranteze benzer iki yarım daire içine alınarak darbedilişi gibi. Darbedilecek fazladan yazılmış kısmın başına “lâ” sonuna ise “ilâ” yazılması gerektiği görüşünde olanlar da vardır. Bazılarına göre ise darb yanlışlıkla fazladan yazılan kısmın derece işareti gibi küçük bir sıfırla işaret edilmesi gerektiği görüşündedir. 176
Demek oluyor ki hadis âlimleri darb usulünü iyi bir düzeltme yöntemi olarak kabul etmişlerdir. Ancak yapılış şekli âlimlere göre değişiktir. Ne kadar değişik olursa olsun darb tatbikatının hadislerin sağlam bir şekilde yazılmasını, şayet hata sonucu yanlış yazılmışsa işaret edilmekle tanınmasını sağladığı şüphesizdir. Önemine binaen tekrar yazılan harflerin darbı üzerinde bile durulmuştur. Gerçekten bazı hadiscilere göre mükerrer yazılmış iki harften ilki bırakılır, ikincisi darbedilerek ibtal edilir. Böyle bir darb doğru olur; çünkü birincisi doğru, ikincisi yanlış yazılmıştır. Uygun olan, yanlış yazıların ibtal edilmesidir.
Bazılarına göre ise yazı, okunan şeyin alâmetidir. Öyleyse biri doğru biri yanlış yazılan iki harften manaya daha fazla delâlet eden, daha okunaklı yazılmış olan kalır. Diğeri ibtal edilir. 177
Diğer taraftan tekrar yazılan harfin satır başında veya sonunda oluşunda yapılacak darb işlemi de adeta kaide haline getirilmiştir. Buna göre tekrar edilen ibare satır başında yazılmışsa, satır başını bozmamak ve kirletmemek için ikincisinin ibtal edilmesi uygun görülmüştür. Şayet aynı durum satır sonlarında olmuşsa satır sonunu kirletmemek için öncekinin ibtali uygun olur. Bununla beraber mükerrer yazılan ibarelerden birisi üst satırın sonunda, diğeri ise ondan sonraki satırın başında olursa, satır başını açık tutma bakımından sonundakinin darbedilmesi uygun düşer. Eğer yanlışlıkla tekrar yazılma muzâf-muzâfun ileyh, sıfat-mevsûf gibi terkiplerde olursa satırın başında veya sonunda oluşuna bakılmaz. Terkipdeki bütünlüğe riayet edilir ve darb, bu bütünlüğü bozmayacak şekilde yapılır.178
Bazen yanlış yazma önce yazılacak kısmın sonra, yazılacak olanın ise önce yazılmasıyla olur. Hadis yazılırken ibareler arasında böyle takdim-tehir olmuşsa önce yazılan ibarenin başına “yu'ahharu”; daha sonra yazılanın başına da “yukaddemu” kelimeleri yazılır. Böylece ilk ibarenin sona, son ibarenin de başa alınacağına işaret edilmiş olur. Eğer bu kelimeleri yazacak yer yoksa bunların haşiyede yazılması yahut remiz olarak birer “mim” harfinin konulması uygun görülmüştür.

Dâ'ire
Türkçedeki anlamıyla daire, yuvarlak nesne demektir.
Hadis kitaplarında, hadisleri birbirine ayırdetmek için birinin bittiği, diğerinin başladığı yere konulan yuvarlağa denir. Kitap yazılırken dairenin içi boş bırakılır. Kitabın veya içindeki hadislerin aslı ile karşılaştırma (mukabele) işi bitince bu daireler içine bir nokta konur veya çizgi çekilir. Hadislerin asıldan kontrol edildiği böylece işaretlenmiş olur. Söz konusu nokta veya çizgi Ayrıca mukabelenin nereye kadar geldiğini işaretlemeye de yarar.

Da'îfun Cidden
“Çok zayıf manasına ravilerin cerhinde kullanılan lafızlardan biridir. Cerh lafızlarının dördüncü mertebesinde yer alır. Bu lafızla cerhedilen ravi, hakkında da'îfu'l-hadîs denilen ravlye nisbetle bir derece daha ağır bir şekilde cerhedilmiş demektir.
Bu ve benzeri lafızlarla cerhedilen ravinin hadisleri kaide olarak, dinî konularda hüccet sayılmaz. İ'tibar için bile olsa yazılmaz.

Da'îfu’l-Metn
Bk. Metn.
Sözlükte fiil olarak kadına yaklaşmak, yemin etmek, sıkıca vurmak, bir semte gitmek, bir nesneyi sundurup uzatmak manalarına gelir. İsim olarak ise sırt tabir olunan yüksek yerlere, yazıyla yazılmış ifadelere, okun yeleğinden ortasına kadar olan kısmına, güçlü ve dayanıklı adama, sırtın iki gecesine denir. Masdar olarak da kullanılır ve koçun husyelerini burmak, birinin sırtına vurmak gibi manalar taşır. Bu kadar mana zenginliğine sahip olan metn kelimesi hadis usulünde bir hadisin bölümlerinden ikincisidir ve isnadın son bulduğu yerden başlayan kısmıdır. Bu kısım umumiyetle Hz. Peygamber (s.a.s)'le ilgili bir konuyu aktaran ifadelerdir. Hadisin tarifi açısından göz önüne alındığında metin, ya Hz. Peygamberin sözünü ya da fiilini, ya da ona ait bir işi, bir olayı bir hali veyahut özelliği anlatan ifadelerdir. Hadisinde 667 “enne Resulallâhi sallallâhu aleyhi ve selleme kale” lafızlarına kadar olan kısım senettir. Senedin bittiği yerde başlayan ve Hz. Peygamberin bir sözünü aktaran “fevellezi...” den sonuna kadar olan kısım ise hadisin metnidir. Hadis metinleri verilen misalde olduğu gibi Hz. Peygambere ait bir sözü ya da bir fiili veya onunla ilgili bir olayı bizlere aktarır. Böyle metinlere merfu tabir edilir. Bununla birlikte, metin, bazen sahabîlerle ilgili (mevkuf); bazen de sahabeden sonraki nesillerle ilgili (maktu) olabilir.

Da'îfu’l-Hadis
“Hadisi zayıf manasına gelen bu tabir de cerh lafızlarındandır. Cerhin üçüncü mertebesinde yer alır. Genellikle hadisleri zayıf olan raviye delâlet ederse de bu lafızla cerhedilen ravinin rivayetleri İbn Ebi Hatim er-Râzî'ye göre matrûh addedilmez, aksine i'tibarda dikkate alınabilir. 170en-Nevevî'ye göre da'îfu'l-hadîs lafzı leyse bi-kaviyyinden bir mertebe aşağıdadır.

Da'îfun
Sözlük bakımından zayıf manasına sıfat olan bu kelime cerh lafızlarındandır. Cerhe delâlet eden lafızların üçüncü mertebesine el-Irâkî'nin ekledikleri arasında yer alır.
Bu gibi lafızlarla cerhedilmiş bulunan bir ravinin hadisleri ne kadar az itimat edilirse edilsin bir dereceye kadar amel etmeye elverişli kabul edilir.

Da'îf
Bk. Zayıf.
Sözlükte Türkçedeki karşılığını veren bu kelime Hadîs terimi olarak sahih ile hasen dışında kalan Hadîslere denir. Öteki deyişiyle sıhhat şartlarını taşıdığı için sahih denilen Hadîslerle sahihlik şartlarının taşımakla birlikte ravileri zabt yönünden sahih ravileri derecesine çıkamayan ravilerin rivayet ettikleri hasen Hadîsler hariç, diğer Hadîslere denir.
Zayıf Hadîslere yine aynı manada sakîm denildiği de olur. Hadîs alimleri sahih ve hasen Hadisleri makbul, buna karşılık zayıf Hadîsleri merdud saymışlardır.
Bir Hadîsin zayıf sayılmasına sebep olan haller ya senedinde en az bir ravi düşmesiyle inkita'ın olması, ya da ravisinin zayıf bir kimse oluşudur. Ravinin zayıflığı ise meta'in-i aşera denilen ve ona adalet ve zabt vasfını kaybettiren on kusurdan biri veya birkaçının bulunmasiyledir. Sika veya zayıf ravilerin rivayetlerine muhalefet de zayıflık sebepleri arasında yer alır.
Zayıf Hadîsler, zahih veya hasen Hadîslerde bulunması gereken özelliklerden biri veya birkaçının bulunmayışına göre derecelere ayrılırlar ve her-biri değişik isimler alırlar. İçlerinde on-onbeş kadarına hususî isimler verilmiştir. Bunlar daha çok Hadîs Usulü alimlerinin tarifinde birlik gösterdikleridir. Yukarıda da söylediğimiz gibi senedinde inkıta olması veya ravisinin tenkit edilmiş bulunması ve muhalefet sebebiyle ortaya çıkmışlardır. Senedinde kopukluk olması yüzünden zayıf olan Hadîsler, muallak, mürsel, mu'dal, mudelles kısımlarına; ravisinin ta'n edilmiş bulunması sebebiye zayıf olanlar metruk, munker, mu'allel, mudrec, maklûb, muztarib, şâz kısımlarına ayrılmıştır.
Senedinde kopukluk bulunan Hadîslerin en zayıfı mu'dal, biraz daha az zayıfı munkatı, daha zayıfı mudelles, en hafifi mürsel Hadîslerdir diyenler olmuştur.
el-Hattâbî, zayıf Hadîsleri üç dereceye ayırmış, birincisine mevzu, daha az zayıf olan ikincisine maklûb, biraz daha ehven olan üçüncüsüne ise mechûl demiştir. ez-Zerkeşî, senedinde kopukluk olması yüzünden zayıf olan Hadîsleri yedi kısma ayırarak en kötüsüne mevzu demiştir, ondan sonrakileri ise mudrec, maklûb, munker, mu'allel ve muztarib tertibinde sıralamıştır. İbn Hacer'e gelince, ravisinin zabt kusuru nedeniyle zayıf duruma düşen Hadîsleri mevzudan başlamak üzere şu tertibe koymuştur: Mevzu, metruk, munker, mu'allel, mudrec, maklûb, muztarib, cehalet yüzünden munker, kötü ezberleme sebebiyle şâz.
Görülüyor ki, zayıf Hadîslerin zayıflık sebepleri aynı sayıldığı halde derecelendirilmelerinde ve her dereceye giren zayıf Hadîslerin hangileri olduğu konusunda alimler arasında birlik görülmemektedir. Sayıları konusunda alimlerin verdikleri rakamlar da birbirini tutmamaktadır. Söz gelişi İbn Hibbân 49, İbnu's-Salâh 42, Abdurra'ûf Munâvî 81 çeşit zayıf Hadîs olduğunu söylemişlerdir. Zayıf Hadîslerin derecelendirilmesindeki farklılık her alimin konuyu az da olsa değişik açıdan bakmasından kaynaklanır. Sayı farklılığı ve bir kısım zayıf Hadîs çeşitlerinin kabarık rakamlara ulaşması bir zayıf Hadîse değişik isimler verilmesi sonucudur.
Pek çok konuda olduğu gibi zayıf Hadîslerle amel etmek konusunda da İslâm alimleri arasında görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Bu konuda üç görüş ileri sürülmüştür.
1. Yahya b. Ma'în, Buharî, Müslim, Ebu-bekr İbni'l-Arâbî, İbn Hazm, Ebu Şâmmeti'l-Makdisî gibi İslam alimlerine göre zayıf Hadîslerle hiçbir şekilde amel edilemez. Bu görüşte olanlar delil olarak daha çok, Buhari ve Müslim'in sahihlerini tertip ederlerken takip ettikleri metot ile bu eserlerde zayıf Hadîs bulunmaması üzerinde durmuşlardır.
2. Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve onlara tabi olan bazı alimlere göre zayıf Hadîslerle amel edilebilir. Bu görüşte olanlar ise zayıf bir Hadîsle amel edilebilmesi için aynı konuda bir başka rivayetin bulunmamasını şart koşmuşlardır. Onlara göre zayıf Hadîs rey denilen kıyas yoluyla ictihaddan daha iyidir. 1219
3. Bazı alimlere göre zayıf Hadîslerle şer'i hükümlerle ilgisi olmamak, buna karşılık va'z ve fedâil gibi bir konuda olmak kaydiyle ve şartlı olarak amel edilebilir. Hadîs Usulü alimleri zayıf Hadîslerle amel edilebilmesi için gerekli şartlan şu şekilde tesbit etmişlerdir:
a) Zayıf Hadîs fedâ'il gibi akaid ve dinî hükümlerle ilgisi olmayan bir konuda olmalıdır, bu şart üzerinde görüş birliği vardır.
b) Zayıf Hadîs, yalancı, yalancılık ithamına maruz kalmış, çok hata yapmakla tanınan bir ravinin tek başına rivayet ettiği Hadîs gibi ileri derecede zayıf olmamalıdır.
c) Kur'ân-ı Kerim ve sahih sünnetten çıkarılmış delillerle ortaya konan ve amel edilen bir asıl hüküm veya kaidenin içine girmeli, yeni bir hüküm getirmemelidir.
d) Amel edilirken kesinlikle Hz. Peygamber'e ait olduğuna inanılmayıp ihtiyatla kabul edilmelidir. 1220
Akait ve dinî hükümler konularında olmamak kaydiyle zayıf Hadîslerle bu şartlar dahilinde amel etmenin caiz olduğu görüşünde olan İslâm alimleri, fedâ'il, tergîb-terhîb (teşvik etme, sakındırma) ve va'z konularındaki Hadîsler üzerinde fazla titizlik göstermemişlerdir. Nitekim İbn Abdilber, bu konuda “fedâ'il Hadîslerinde şer'i delil olarak kullanılan Hadîslerde gösterilen titizliğe ihtiyaç yoktur” demiştir. el-Hâkim de el-Anberî'den naklederek şunları söylemiştir:
“Bir haber, helali haram göstermeyen, harama helal demeyen, bir kesin hükmü (zanna dayanan) vacip bir hüküm saymayan şekilde sabit olmuşsa ve tergîb-terhîb konusunda ise üzerinde çok durulmaz. Ravilerin tenkidinde gevşek davranılır. el-Beyhakî de aynı konuda tbn Mehdî'nin şu sözlerini nakleder:
“Biz Hz. Peygamber (s.a.v.)'den helal-haram gibi dinî hükümlere ait konularda bir Hadîs rivayet ettiğimiz zaman isnadlarını titizlikle inceler, işi sıkı tutanz. Ne var ki, fedâ'il, sevap, uhrevî ceza gibi mevzularda bir Hadîs rivayet edersek isnadlarda kolaylık gösterir; ravilerini tenkitte ölçüyü gevşetiriz.” 1221
Zayıf Hadîslerin kesinlikle Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait olan Hadîsler gibi değil, ihtiyatla rivayet edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Buna göre bir zayıf Hadîs hiçbir şekilde cezm siğalarıyla rivayet edilmemelidir. Aksine zayıf Hadîsleri naklederken ruviye, nukile, belaganâ anhu ve benzeri temrîz sigaları kullanılmalıdır.
İçlerinde zayıf Hadîslerin bol miktarda bulunduğu tesbit edilen bazı kitaplar vardır. Bunlardan önemli birkaçı şunlardır:
1. el-Mu'cemu'1-Kebîr: Tanınmış Hadîs alimi Süleyman b. Ahmed et-Taberânî'nin sahabî isimlerini alfabetik sıraya koymak ve herbirinden rivayet edilen Hadîsleri bir arada vermek suretiyle müsned tarzında tertib ettiği bu hacimli eserde bir hayli zayıf, hatta mevzu Hadîs vardır. Aynı alimin el-Mu'cemu'l-Evsât ve el-Mu'cemu's-Sağîr isimli eserlerinde de fazlaca zayıf Hadîs bulunmaktadır.
2. Kitâbu'l-Efrâd: Ali b. Umer ed-Dârekutnî'ye ait olan bu eserde de hayli zayıf Hadîsin bulunduğu tesbit edilmiştir.
3. el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin Tarîhu Bağdâd ve öteki bazı eserlerinde de zayıf Hadîslerin bulunduğu söylenmiştir.
4. Hilyetu'l-Evliyâ: Ebu Nu'aym Ahmed b. Abdillâhi'l-İsbehânî'nin bu eserinde sahih ve hasen gruplarına girenlerin yanında fazlaca zayıf ve mevzu Hadîs bulunmaktadır.
        Burada şuna işaret etmek gerekir. Hadîs ve rical ilimleri yönünden büyük önem verilmiş bu gibi eserlerde zayıf ve mevzu Hadîslerin yer alması, ilim adına üzülecek bir durumdur. Ancak böyle olmaları büyük bu kaynak eserlerden faydalanmaya hiçbir şekilde engel teşkil etmez.

Dabtu'l-Kitâb
Bk. Kitâbetu'l-Hadîs.
Hadislerin yazılması manasına gelen bir tabirdir. Hadis İlminde Hz. Peygamber (s.a.s) ve sahabe devrinde hadislerin yazılması ve hadis yazarken dikkat edilecek kaideler olmak üzere iki önemli konuya delalet eder. Hz. Peygamber'in sağlığında -bir iki olay hariç-hadisler umumiyetle yazılmıyordu. Bir kere sahabe arasında yazı bilen çok azdı. Bu yüzden, Hz. Peygamberden öğrenilen hadisler hıfzediliyor, şifahî nakil ve müzakere yoluyla sahabe arasında yayılıyordu. Ebu Sa'îdi'l-Hudri'den rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber önceleri “...Benden (Kur'ân-ı Kerim'den başka bir şey) yazmayınız. Kim benden Kur’ân-ı Kerim'den başka bir şey yazmışsa onu imha etsin. Benden (yazmaksızın) rivayette bulunun. Bunda bir mahzur yoktur. Her kim bile bile benim adıma yalan söylerse Cehennemdeki yerine hazırlansın” 558buyurarak hadislerin yazılmasına izin vermemişti. Yine aynı sahabî Allah Resulünden hadis yazmak için izin istemişse de verilmemiştir. 559 Şüphesiz Allah Resulünün, kendisinden Kur'ân-ı Kerim'den başka bir şey yazılmasına müsaade etmeyişinin önemli sebepleri vardır. Önce yukarıda işaret edildiği gibi yazı yazmasını bilen sahabîler yok denecek kadar azdı. Yazı tekniği de gelişmiş değildi. Her şeyden evvel yazılan hadislerin Kur'ân-ı Kerim ayetleri ile karışma ihtimali vardı. İşte bu mühim sebepler yüzünden sahabe Hz. Peygamber (s.a.s)'in yasağına uyarak hadisleri yazmıyor; ezberden naklediyorlardı. Aslında Kur'ân-ı Kerim bir yandan ezberlendiği, öte yandan yazıldığı, bazı sa-habîler tarafından hem yazılıp hem ezberlendiğinden yanlış yazılma tehlikesi olmadığı gibi Kur'ân'dan olmayan sözlerle karışma korkusu da yoktu. Fakat hadisler öyle değildi. Onları hem bütün sahabîler bilmiyor, hem de ezberlemiyordu. Bu yüzden Kur'ân'la ve birbiriyle karışma ihtimali vardı. Aradan zaman geçip Kur'ân-ı Kerim bütünüyle belli olup pek çok sahabî tarafından ezberlenince artık hadislerin Kur'ân ayetleriyle karışma tehlikesi kalmamıştı. Hz. Peygamber (s.a.s) böyle bir durumda bazı sahabîlere kendisinden işittikleri hadisleri yazmaları için izin verdi. Ne var ki, Allah Resulünün hadislerin yazılmasına ne zaman müsaade ettiği kesinlikle belli değildir. Bu itibarla hadislerin yazılmasını meneden yasağın bütün Sahabeye mi yoksa yazı yazmasını iyi bilmediğinden dolayı doğru yazmayacağından korktuklanna mı konulduğu kestirilememektedir. Hadislerin yazılmasına müsaade edildiğini gösteren rivayetler bazı sahabîlerin Hz. Peygamberden işittiklerini yazmak hususunda izin istediklerine, onun da istenen izni verdiğine dairdir. Misal verelim: “... Abdullah b. Amr'dan rivayete göre demiştir ki: “Hz. Peygamber (s.a.s) den ne işitirsem bellemek ister; yazardım. Kureyşliler “Hz. Peygamber (s.a.s)'den işittiğin her şeyi yazıyorsun. Oysa Hz. Peygamber (s.a.s)'de insandır. Rıza halinde de öfkeli iken de söz söyleyebilir” diyerek beni bundan men ettiler. Bunun üzerine (bir sene) hadis yazmaya ara verdim. Nihayet işi Hz. Peygamber (s.a.s)'e söyledim. Mübarek parmağıyla ağzını işaret ederek “Yaz dedi; canım kudreti altmda olan (Allah)'a yemin ederim ki buradan hak sözden başkası çıkmaz” 560 Şu haber de Hz. Peygamberin, unutmak ihtimali olduğundan hadisi yazarak muhafaza etmeyi tavsiye ettiğini göstermektedir. “Ebu Hureyre'den rivayete göre demiştir ki: “Ensardan biri Hz. Peygamber (s.a.s)'den hadis işitir, işittikleri hoşuna gider ancak belleyemezdi. Bu durumunu Hz. Peygamber (s.a.s)'e şikayet etti: “Ya Resulallah dedi; senden hadis işitiyorum, hoşuma gidiyor. Ancak bir türlü öğrenemiyorum. (Ne yapayım?)” Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.s) eliyle yazı işareti yaparak: “Sağ elinden faydaları” buyurdu.” 561 Râfi b. Hadic'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s)'e, işittiği hadisleri yazayım mı diye sormuş, Allah Resulü yazmasını, yazmakta bir mahzur olmadığını söylemiştir. 562 Bu hadislerden anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) önceleri Kur'ân-ı Kerimle karışması gibi ciddî bir tehlike söz konusu olduğu için hadislerin yazılmasına müsaade etmemiştir. Ancak, zamanla bu mahzurun ortadan kalktığına kani olunca yazı bilgisine güvendiği, hadisleri yanlış yazmayacağından, bilhassa Kur'ân-ı Kerim ayetleriyle karıştırmayacağından emin olduğu sahabîlere yazma müsaadesi vermiştir. Nitekim Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr, Hz. Ali hadisleri yazan sahabîlerdendir. Hadislerin yazılmasını men eden hadislerle yazılmasına izin verildiğini gösteren hadislerin arası böyle bulunmuştur. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisinden işitilen hadislerin yazılmasını men edişi ile yazma izni verişini neshe hamledenler de vardır. Öte yandan Allah Resulünün sağlığında dişlerin yazıldığını, hatta bizzat kendisi tiafından yazdınldığını gösteren belgeler vardır. Söz gelişi hicreti takip eden ilk günlerde Medineli Yahudilerle yazılı bir andlaşma yapılmıştır. Hudeybiye Sulh andlaşması esasları da yazılmıştır. Komşu ülkeler devlet başkanlarına yazdığı mektuplar da ilk yazılı metinler arasındadır. Yemenli Ebu Şâh isimli bir sahabî Mekke fethinden sonra yaptığı konuşmanın yazılmasını istemiş, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s) “Ebu Şâh için söylediklerimi yazın” diyerek yazdırmıştır. Ölümüne yakın “bana yazı yazacak şeyler getiriniz. Size bir vasiyetname yazdırayım. Sonunda doğru yolu kaybetmiyesiniz” demiştir.563 Bu rivayetler henüz Hz. Peygamberin sağlığında bazı hadislerin yazıldığını belgelemektedir. Bazı sahabilerin Hz. Peygamber hayatta iken yazdıkları hadis metinlerinden biri Abdullah b. Amr'ın es-Sahifetu's-Sâdikasıdır. Ebu Hureyre'nin “Abdullah b. Amr hariç kimsede bende olduğu kadar hadis yoktur. O hadisleri yazardı. Bense yazmadım” diyerek 564 hadislerini yazdığını belirttiği Abdullah b. Amr'ın sahifesi vefatından sonra torunlarına geçmiş ve rivayet edilmiştir. Daha sonra tâbiiler'in bir kısmı da hadisleri yazmıştır. Söz gelişi meşhur tâbi'i Said b. Cubeyr'in hadisleri yazdığı kaydedilir. İbn-i Şihâb'ın da hadisleri tedvin edip yazdığı meşhurdur. Bu nesilden Hemmâm b. Münebbih'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği 138 hadisi ihtiva eden es-Sahifetu's-Sahîha halen elimizde mevcuttur.565 Şu hale göre az da olsa bir kısım sahabîler ta Hz. Peygamber (s.a.s)'İn sağlığında hadisleri yazmışlardır. Sahabiler tarafından yazılan hadislerin meydana getirdiği küçük çaptaki hadis çetinlerine sahife denilmiştir. Sahifeler içinde en meşhuru Abdullah b. Amr'ın es-Sahîfetu's-Sâdıkasıdır. Bundan başka abır b. Abdillâh, Ali b. Ebî Tâlib, Semure b. Cundeb, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer İbnu'l-Hattâb, Enes b. Mâlik ve Sa'd b. Ubâde'nin de birer hadis sahifeleri vardır. Daha sonra tâbi'îler arasında da hadis yazanlar olmuş; hatta hadis yazmanın caiz olduğuna kail olanlarla olmadığı görüşünde olanlar arasında ihtilaf meydana gelmiştir.566 Hadislerin tedvin edilmesinden sonra hadis kitabeti, tamamen rivayet edilen hadisleri yazmak, yazılı metinler haline getirmek şekline girmiştir. Kitâbetu'l-Hadisin ikinci anlamı olan hadis yazılırken dikkat edilecek kaide ve esaslar manasına gelince, İbnu's-Salâh bu manayı ilk manasından ayırmak üzere yerine göre dabtu'l-kitâb tabirini kullanır. Arkasından kaidelerini şöyle sıralar: 1. Hadis yazan kimsenin bilhassa iltibasa yol açacak şahıs isimlerinin zabtına itina etmesi gerekir; zira bu isimler manasından çıkarılamıyacağı gibi önündeki ya da sonundaki kelimelerden de anlaşılamaz. 2. Müşkil lafızların zabtını önce yazılı metinde sonra haşiyede tam karşısına harekeli ve müstakil olarak yazması iyi olur. 3. Mecburiyet olmadıkça yazıyı ince yazması doğru olmaz. Hanbel b. İshak'ın dediğine göre Ahmed b. Hanbel bir gün kendisini ince yazı ile metin yazarken görmüş, “öyle yapma; sonra en çok muhtaç olduğun şey sana ihanet eder” demiştir. İnce yazı ile yazmak ancak kağıtta yeteri kadar boş yer olmamak veya kâtibin çok gezen biri olması halinde kitab yükünün hafif olması için ince yazıya ihtiyaç duyması gibi durumlarda mazur görülebilir. 4. Hadis yazanın yazısını hızlı ve harfleri birbirine karıştırarak okunmaz halde yazmaktan çok okunaklı yazması tercih edilir. Nitekim Hz. Ömer “en kötü yazı okunaksız yazılanı (meşk), en kötü kıraat hızlıca belli belirsiz okumaktır. En güzel yazı okunaklı olanıdır” demiştir. 5. Mu'cem (noktalı) harflerin noktalarla zabtedilmesi gibi mühmel (noktasız) harfler de ihmâl alâmeti ile zabtedilmelidir. 6. Muhaddisin kitabında sadece kendinin anlıyacağı başkalarının anlamayacağı ve şaşıracağı terimler kullanması doğru olmaz. Rumuz kullanmaktan kaçınması her rivayetin yanına ravisini yazması uygun olur. Yalnız kitabının başında veya sonunda bu işaretlerden neyi kasdet-tiğini açıklarsa mahzuru yoktur. 7. Yazdığı hadislerin arasını ayırdedecek küçük bir daire çizmesi gerekir. Nitekim Ebu'z-Zinâd, Ahmed b. Hanbel, İbrahim b. İshak el-Harbî, Muhammed b. Cerîri't-Taberi gibi imamlar bu şekilde uygulama yapmışlardır. (Bk. Daire). 8. Abdullah b. Fulân gibi isimlerde “Abd” kelimesini satır sonuna, kalan kısmı ise diğer satır başına yazması da doğru değildir. Abdurrahman gibi Allaha kulluk ifade eden diğer isimler de öyledir. Aynı şekilde “Kale Resulü” lafızlarının satır sonuna, “Allah sallallahu aleyhi ve sellem” lafızlarının öteki satıra yazılması da doğru olmaz. 9. Hadis yazanın Hz. Peygamberin isminin her geçtiği yerde salat ve selamı yazmaya itina etmesi ismin tekrarlandığı yerlerde salat ve selamı da tekrar etmekten usanmaması gerekir. Bu hadis talebesinin ve katiplerinin dikkat etmeleri gerekli faydalı bir husustur. Bundan gaflet eden büyük bir ecir fırsatından mahrum kalır. Hatta el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin dediğine göre selef âlimleri “hadisleri yazan Hz, Peygamber (s.a.s)'e yazı ile değil dille salat ve selam okumalıdır.” 10. Hadis kâtibi yazdıklarını semâ'a asıl olan nüsha ve şeyhinin kitabı ile mukabele etmelidir. Nitekim Urve İbnu'z-Zubeyr oğlu Hişâm'a bir gün “Hadisleri yazdın mı?” diye sormuş o da: “Evet” cevabını vermiştir. “Yazdığını asıl metinle vuruşturdun mu?” diye sorduğunda: “Hayır” demesi üzerine: “Öyleyse yazmamışsın” demiştir. 11. Metinde düşen kısmı -ki lahak denir- hâşiyede gösterirken tercih edilen metot, metnin neresinden düşmüşe oradan yukarı doğru bir çizgi çekerek göstermektir. 12. Hadis yazan kâtibin tashih, tazbîb ve temrîze dikkat etmesi gerekir. 13. Hadis yazılırken kitaba yazılmaması gereken bir ibarenin yanlışlıkla yazılmassı halinde fazlalık ya darbedilir; ya da keşt, hak veya mahv suretlerinden biriyle silinir. 14. İhtilaflı rivayetleri birbirine karışmaması için ayırmalıdır. 15. el-Hatibu'1-Bağdadî'ye göre hadis yazan talibin işittiği hadisleri besmeleden ve hadis işittiği şeyhin adını, künyesini nesebini kaydettikten sonra yazması icap eder. 567 Dikkat edilirse bu kaidelerin hepsi hadislerin isnad ve bilhassa metinlerini doğru bir şekilde yazıya geçirmek için konulmuş esaslardır. Bu da muhaddislerin hadislere ne derece itina gösterdiklerini; yazılışında bile belirli kaideler dahilinde hareket ettiklerini gösterir.

Dabt
Bk. Zabt.
  Türkçedeki gibi zabtetmek, iyice belliyip hıfzetmek, yani ezberlemek manasınadır. Hadîs Usulü ilminde işittiği Hadîsleri aradan uzun zaman geçtikten sonra bile işittiği şekilde ezberinde tutup ne eksik ne de fazla olarak başkalarına rivayet edebilme yeteneğine denir. Rivayetinin kabul edilebilmesi için ravide bulunması gereken vasıflardan adaletten sonra gelenidir. el-Hattâbî gibi bazı Hadîs alimlerine göre adaletin de vasıflarından biridir. Bir diğer ifadeyle bazı Hadîs alimlerine göre bir ravinin adaletli olabilmesi için zabt vasfına sahip olması gerekir.
        İbn Hacer'e göre zabt, göğüs zabtıdır. Bu da ravinin işittiği bir Hadîsi dilediği zaman hemen hatırlamasını mümkün kılacak şekilde sağlam ezberlemesi olarak görülür.
        Bir ravinin zabt sahibi olduğu, aynı vasfa sahip olmakla birlikte itkan sahibi olarak da bilinen başka ravilerin rivayetlerine uygunluğu ile belli olur. Eğer Hadîsleri, mana yönünden bile olsa sika ravilerin rivayetlerine uygun veya bir-iki yerde muhalif de olsa çoğunlukla muvafıksa zabt vasfına sahip olduğuna hükmedilir. Şayet rivayetleri çoğunlukla sika ravilerin rivayetlerine aykırı ise zabt vasfını kaybettiğine hükmedilerek Hadîsleri dinî konularda delil kabul edilmez. 1216Buna göre bir ravide zabt kusurunun bulunması. Hadîslerini sahih olmaktan çıkarır. Eğer diğer sıhhat şartlarını taşıyorsa hasen derecesine indirir.
        Metâ'in-i Aşera denilen ve ravinin tenkidinde göz önünde bulundurulan kusurlardan gaflet, kesretu'1-galat, sû'u'l-hıfz, vehm ve muhâlefetu's-sikât olmak üzere beşi zabtla ilgilidir. Ravi şayet bu kusurlardan biri veya birkaçıyla tenkit edilmişse, bir başka deyişle onda bu kusurlardan biri ya da birkaçı olduğu açığa çıkarılmışsa o ravi zabt vasfını kaybeder. Ayrıca yalancılıkla itham edilen ravilerin hemen hepsi rivayette hata yapmış, hatası fazla olmakla tanınmış ve böyle olduklarından zabt yönünden cerhedilmiştir.
        Bazı alimlere göre bir ravinin zabtı, kuvvet ve zayıflık yönünden değerlendirilemez. Buna göre insan, ya zabt vasfıyla nitelendirilir -ki bu halde zabt sahibi olma özelliğini kazanır- ya da zabtının olmadığına hükmedilir. Bu takdirde gayru zabıt addedilir. Bunun yanısıra zabt vasıfı taşıyan ravilerin hepsi aynı derecede kabul edilirler. Birinin diğerine nisbetle zabtının fazla olduğu söylenemez.
        Zabt terimi, bir de Hadîslerin yanlışsız olarak yazılması manasına kullanılır. Dabtu'1-kitâb veya zabt-ı kitâb da denilen bir kitabın zabtı. Hadîs metinlerinden meydana gelen herhangi bir kitabın, içindeki Hadîslerin şeyhten işittikten sonra yanlışsız olarak yazılması, aslı ile mukabele edilmesi ve tashihinin yapılması manasınadır. Bununla birlikte ravinin yazılı metinlerde bulunan Hadîsleri şeşhinden işittiği ve tashihini yaptığı andan rivayet edeceği zamana kadar muhafaza etmesi, herhangi bir zarardan koruması anlamına da kullanılmıştır.

Dâbıt
Bk. Zabıt.
Türkçede kullanılan şeklinin karşılığı olarak zabtetmek, ezberlemek, hatırda tutmak manalarına gelen “dabeta” kök fiilinden ism-i faildir. Zabtı tam anlamında kullanılır ve zabt vasfını taşıyan ravilere denir.
Ravinin adaletli olması kadar zabıt olması da önemlidir. Hadîsin sıhhat şartlarından birisi de ravilerinin işittiği Hadîsleri yıllar sonra değiştirmeden ne eksik, ne fazla bir şekilde rivayet edecek derecede hafıza gücüne sahip olmalarıdır. Bu özelliği taşıyan raviler zabıt olarak nitelendirilmişlerdir.

Dabbe
Bk. Tadbîb.
Pek çok benzeri gibi tef’il ölçüsünde mastar olan tadbîb sözlükte bir nesne üzerini kaplayıp bütününü ihtiva etmek, çocuğa “dabbe” denilen bir çeşit helvadan ibaret mama yedirmek, kapıya kol demiri koymak gibi manalara gelir. 1134 Hadis terimi olarak tadbîb -ki temrîz de denir- hadis yazarken rivayet edilmesi gereken hususlardan biridir ve nakil yönünden sahih, ancak lafız ya da mana itibariyle bozuk yahut zayıf, ya da bir veya birkaç kelimesi noksan, ya da Arapça kaidelerine aykırı, yahutta musahhaf veya muharref olarak varid olmuş ibarelerin işaretlenmesine denir. Böyle bozuk ibareler yazılırken oldukları gibi bırakılır. Doğrusu sayfanın kenarına yazılır. Yanlış olarak rivayet edilen kelime veya kelimeler üzerine başı badem şeklinde “sad” harfine benzeyen bir işaret konularak tadbîbin bittiği yere kadar uzatılır. - gibi. Dabbe denilen bu işaret altındaki kelime veya kelimelerin rivayet itibariyle sahih olmakla birlikte lafız ya da mana yönünden bozuk olduklarını gösterir. Kısacası, tadbîb edilen yerin hatalı olduğunu ifade eder. Tadbibin bir taraftan rivayetin değiştirilmesini önlemek, diğer taraftan ilerde o kitabı okuyan birine metnin doğrusunu araştırma fırsatı vermek gibi faydaları vardır. Bunun gibi her önüne gelenin metni değiştirmesi zararının önüne geçmek faydası da önemlidir. Şurası muhakkak ki, metne müdahale kapısı bir kere açılırsa ehil olmayan herkesin hadise müdahele etmesine yol verilmiş olur. Bunun ise doğruyu yanlışa, halk deyimiyle, hadisi kuşa çevireceğine şüphe yoktur. Hadis yazanlar, tadbîb çizgisinin metin içindeki kelimelere temas etmemesine fazlaca itina etmişlerdir. Gerçekten bu çizgi ibareye değerse darb alametini andırır, oysa darb, aslında doğru olduğu halde hadis yazanın yaptığı yanlışı işaretlemekten ibarettir. Tadbîb ise ondan farklıdır. Tabiatiyle bu farkı belirtmek, daha doğrusu birinin işaretini diğerini andıracak şekilde yapmamak gerekir. 1135 Yukarıda kısaca değinildiği gibi tadbîbe temrîz de denir. Temrîz, hasta etmek manasına geldiği gibi hastaya bakmak, hastalığı tedavi etmek manasına da gelir. Hadis metinlerinde yanlış varid olan ibareleri işaretleme işllemine temrîz adını verenler sanki hadis yazanın rivayet yönünden sahih ancak arapça kaideleri açısından bozuk ibareye dikkat çektiğini, onu düzeltmek için gayret gösterdiğini ima etmiş, başkalarının belki de doğrusuna vakıf olabileceklerine işaret etmiş gibi olurlar.

Cüz
Kelime olarak sözlükte parça, bir bütünün parçalarından herbiri manasınadır. Kur'ân-ı Kerim'in otuz bölümünden herbirine cüz denildiği malumdur. Çoğulu eczâ gelir.
Hadis ilminde cüz veya öteki tabiriyle hadis cüzü (çoğulu eczâ-yı hadîsiye) daha ziyade belli bir kişiden gelen hadisleri toplamak maksadiyle tertip edilen çoğu küçük çapta hadis kitalarına denir. Bununla birlikte bir konudaki veya muayyen sayıdaki hadisleri yahut bir hadisin bütün rivayet yollarını bir araya getiren birkaç sahifelik hadis kitapçıklarına da cüz adı verilmiştir. Bunun yanısıra hadis tedvininin ilk zamanlarında hadislerin yazıldığı defterlere de sahîfe veya cüz denilmiştir. 166
Belli bir raviden rivayet edilen hadisleri toplayan cüze misal olarak Süheyl b. Ebî Salih'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği 49 hadis ihtiva eden cüzü167; belli konudaki hadislerin toplandığı cüze misal olarak da Ru'yetullâh konusundaki hadisleri bir araya getiren cüzü vermek mümkündür. 168Bu çeşit cüzler pek çoktur.
Muayyen sayıdaki hadisleri ihtiva eden cüzler içinde en yaygın olanı erba'ûn tabir edilen kırk hadisten meydana gelen cüzlerdir. Bir hadisin bütün tariklardan gelen rivayetlerini bir araya getiren cüzlere misal olarak da İbn Haceri'l-Askalânî'nin “Ümmetimden dininin emirlerine dair kırk hadis öğreneni Allah Kıyamet Gününde fakihler ve alimler zümresinde haşreder” manasına gelen zayıf hadisin bütün tariklardan gelen farklı rivayetlerini bir araya getiren cüz'ü misal verilebilir.

Cezm Sîğası
Kesinlik bildiren sîga manasına gelen bu tabir, hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edildiğini ifade edecek tarzda sevketmekte kullanılan lafızlara denir. Kale Resûlullâh (s.a.s), emera, fe'ale, nehâ Resûlullâh (s.a.s) gibi eda lafızları konuya örnektir. Ravinin, şeyhi ile arada vasıta bulunmadan veya ondan rivayetinde tedlis ihtimali olmadan karşı karşıya gelerek hadis aldığını ifade eden kale, ravâ, zekera malum fiilleri de cezm sîgasıdırlar.164 Bunlara elfazui-cezm (cezm lafızları) da denir.
Cezm sigalan ravi ile şeyhin kesinlikle bir araya geldiklerine delâlet eden eda lafızları olduğundan, isnadsız olarak rivayet edilen sahih veya hüccet olma yönünden sahihe denk olan mesela hasen hadisler, cezm sîgasıyla rivayet edilebilirler. Hatta cezm sığalarının isnadsız rivayet edilen sahih hadislerin hakkı olduğu söylenmiştir.
İsnadsız olarak cezm sîgasıyla rivayet edilen Hz. Peygamber'e ait merfû' hadislerle sahabe ve tâbi'ûn kavillerinin sahih tarîklarla rivayet edilmiş olmaları gerekir. Rivayetin sıhhati şüpheli olduğu takdirde eda sırasında cezm sigası kullanan kimse yalancı hükmüne girer. 165
Cezm sığasının karşılığı temriz sigasıdir ki hadisi kesinlikle rivayete delâlet etmeyen ruviye, nukile gibi meçhul fiillerle rivayet etmekten ibarettir. (bk. Temriz Sigası).

Cezm Lafızları
Hadisi cezm sîgasıyla rivayet etmekte kullanılan ve kesinlik ifade eden lafızlara denir. (Bk- Cezm Sîgası).
Kesinlik bildiren sîga manasına gelen bu tabir, hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edildiğini ifade edecek tarzda sevketmekte kullanılan lafızlara denir. Kale Resûlullâh (s.a.s), emera, fe'ale, nehâ Resûlullâh (s.a.s) gibi eda lafızları konuya örnektir. Ravinin, şeyhi ile arada vasıta bulunmadan veya ondan rivayetinde tedlis ihtimali olmadan karşı karşıya gelerek hadis aldığını ifade eden kale, ravâ, zekera malum fiilleri de cezm sîgasıdırlar.164 Bunlara elfazui-cezm (cezm lafızları) da denir.
Cezm sigalan ravi ile şeyhin kesinlikle bir araya geldiklerine delâlet eden eda lafızları olduğundan, isnadsız olarak rivayet edilen sahih veya hüccet olma yönünden sahihe denk olan mesela hasen hadisler, cezm sîgasıyla rivayet edilebilirler. Hatta cezm sığalarının isnadsız rivayet edilen sahih hadislerin hakkı olduğu söylenmiştir.
İsnadsız olarak cezm sîgasıyla rivayet edilen Hz. Peygamber'e ait merfû' hadislerle sahabe ve tâbi'ûn kavillerinin sahih tarîklarla rivayet edilmiş olmaları gerekir. Rivayetin sıhhati şüpheli olduğu takdirde eda sırasında cezm sigası kullanan kimse yalancı hükmüne girer. 165
Cezm sığasının karşılığı temriz sigasıdir ki hadisi kesinlikle rivayete delâlet etmeyen ruviye, nukile gibi meçhul fiillerle rivayet etmekten ibarettir. (bk. Temriz Sigası).

Ceyyid
Sözlükte “iyi ve güzel” anlamına gelen sıfattır. Terim olarak genellikle sahih karşılığıdır. Bazen onun yerine kullanılmıştır. Söz gelimi Tirmizî, Süneninde malum ıstılahı olan hadîsun sahîhun garîbun yerine arada bir hadîsun eeyyidun garîbun ıstılahını kullanmıştır. 158İsnadı sahih bir hadisten söz ederken bazen lehu isnâdun eeyyidun demiştir.159 Ahmed b. Hanbel de esahhu'l-esânîdden bahsederken “ecvedu'l-esânid” tabirini kullanmıştır. 160Aynı tabiri Buhârî şeyhi Ali İbnu'l-Medînî de kullanılır. 161Bütün bu misaller gösterir ki ceyyid, bazı hadisciler tarafından tamamen sahih karşılığı olarak kullanılmıştır. Bu takdirde aralarında ıstılah yönünden hiçbir fark yoktur. İbnu's-Salâh'a göre de ceyyid ile sahih aynı manaya gelir. Aralarında önemli bir fark söz konusu değildir.162
Bununla birlikte bazı hadis âlimleri ceyyid'i sahihle aynı manada görmemişlerdir. es-Suyûtî bunlardandır. Ona göre Hadis ilminde söz sahibi bir âlim hadisin sıhhatinden bahsederken devamlı olarak sahih terimini kullanırken arada bir onun yerine ceyyid demişse bunun bir nüktesi vardır. O nükte de şudur: Böyle durumlarda hadis o âlimin nazarında hasen li-zâtihî derecesinden yükselmiştir. Ancak âlim onun sahih derecesine yükseldiğinde tereddüt etmiştir. Bir başka deyişle bir hadisi ceyyid olarak niteleyen âlim böylece o hadisin kendi nazarında hasen li-zâtihi derecesinden yukarda olduğunu, ancak sıhhat derecesine yükseldiğinde tereddüt ettiğini belirtmiştir. 163Buna göre muhaddisin ceyyid dediği hadis, hasen li-zâtihî derecesinin üstünde ve sahihin altında bir derecede demektir.

Cevvedehû Fulan
“Fülan ravi senedi güzelleştirdi” manasına gelen bir deyim olup muhaddislerin, ravinin isnadında yaptığı tesviye tedlisini belirtmekte kullanılmıştır. Bir hadis alimi herhangi bir kimse hakkında bu tabiri kullandığı zaman onun isnadındaki sika ravileri bırakıp diğerlerini hazfederek tesviye tedlisi yaptığını ifade etmiş olur.

Cevâmi'u'l-Kelim
“Özlü sözler” manasına gelen bir tabir olup hadislerdeki îcâzı ifade etmekte kullanılır.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadislerinde “Cevâmi'u'l-kelimle gönderildim” buyurmuşlardır. Aynı konuda bir diğer rivayet ise “Bana cevâmi'u'l-kelim verildi” şeklindedir. 
Her iki hadisten anlaşılmaktadır ki cevâmi'u'l-kelim, Hz. Peygamber'e Allah vergisidir. Manasına dair değişik görüşler ileri sürülmüştür. Tanınmış tabi'î âlim İbn Şihâb ez-Zuhri'ye göre cevâmi'u'l-kelim, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'den önce gelen kitaplardaki pek çok emri özlü emirlerde toplamış olmasıdır. İbnu't-Tîne göre ise Kur'ân-ı Kerimdir; zira Kur'ân-ı Kerimde az sözle geniş manalar ifade edilir. Aynı şekilde hadislerde de az sözle derin manalar ifade edilmiştir, el-Hattâbî'ye göre söz konusu tabir, hadislerin, mananın hakkını vermekle birlikte icazlı olmaları demektir.  el-Herevîye göre de cevâmi'u'l-kelim Kur'ân-ı Kerimdir. 
Aynî'ye gelince o bu tabiri lafız yönünden mûciz, mana itibariyle geniş sözler olarak açıklamıştır. 
Şu hale göre cevâmi'u'l-kelim tabiri İslâm alimlerinin bir kısmına göre Kurân-ı Kerimdir. Bir kısmına göre ise hadislerin vecize gibi az sözle derin manalar ifade eden icazıdır. Bu itibarla “şu hadis cevâmi'u'l- kelimdendir” denildiği zaman o hadisin mûciz, yani az lafızda geniş ve derin manalar taşıyan hadislerden olduğu belirtilmiş olur. Hz. Peygamber'in sözlerinde Kur'ân-ı Kerim ölçüsünde olmasa da icaz özelliğinin bulunduğu ayrı bir gerçektir.

Cevâmi'
Bk. Cami.
Kelime olarak “toplayan, bir araya getiren” anlamında ismi faildir. Çoğulu cevâmi' gelir.
Hadis terimi olarak, Hz. Peygamber'in çeşitli konulardaki hadislerini bir araya getiren kitaplara denir. Genellikle şu sekiz konudaki hadislerden meydana gelirler. 
1. Akâ'id (iman ve iman ile ilgili konular); 
2. Ahkâm (ibadet ve muamelât); 
3. Rikâk (İman ve ibadet duygularının güçlenmesi, dünya sevgisinin zayıflaması); 
4. Âdâb (Yeme-içme ve öteki günlük hayatta işlenen diğer işlerde uyulacak ahlak kaideleri), 
5. Tefsir, Tarih ve Siyer (Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, kainatın yaratılışından Hz. Peygamber (s.a.s) zamanına gelinceye kadar gelmiş geçmiş peygamberler ve insan toplulukları, nihayet Allah Resulünün hayatı, zamanında geçen olaylar); 
6. Şemâ'il (Hz. Peygamber'in özellikleri, günlük yaşayışı ve üstün ahlaki meziyetleri); 
7. Fiten (Hz. Peygamber'in ebedî hayata göç etmesinden sonra ve Kıyamete yakın meydana gelecek olaylar); 
8. Menâkib ve Mesâlib (Bir kısım sahabîlerin menkibeleri).
Buhâri ve Müslim'in el-Câmi'u's-Sahîh adındaki kitapları ile Tirmizî'nin Sünenu't-Tirmizî de denilen aynı adı taşıyan kitabı, cami tipi hadis kitaplarının en meşhurlarıdır.
Maliki alimlerden Abdullah b. Ebî Zey-di'1-Kayrevânî'nin sünen, âdâb, tarih meğâzî konularındaki Kitâbu'1-Câmi' isimli eseri gibi bazı hadis kitapları bu konulardan sadece bir kaçını ihtiva ederler. İbn Huzeyme'nin akâ'id konusundaki hadislere yer veren Kitâbu't-Tevhîdi; Buhârî'nin âdâb konusundaki hadislere ayırdığı el-Edebu'1-Mufredi; Tirmizî'nin Şemâ'il konusundaki hadisleri bir araya topladığı eş-Şemâ'ili gibi eserler ise bu konulardan yalnız birine ait hadisleri bir araya getirirler.
Cami' türü hadis kitaplarının yalnızca ahkâm hadislerine ayrılmış olanlarına musannef de denir.

Cerh Ve Tadil Lafızları
Hadis âlimleri, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait rivayetleri sıhhat derecesini bilmek maksadıyla kısımlara ayırmışlar ve herbirine duruma göre değişik isimler vermişlerdir. Bunun gibi ravilerin mevsûkiyet derecesinin belirtmek üzere onların cerhedilmiş veya adaletli olduklarına delalet eden bazı tabirler kullanmışlardır. Bu tabirlere cerh ve ta'dil lafızları adı verilmiştir.
Cerh ve ta'dil lafızlarını ilk defa kısımlara ayıran İbn Ebî Hatim er-Râzi’dir. Meşhur eseri Kitâbu'1-Cerh ve't-Ta'dîl'in mukaddimesinde, zamanına gelinceye kadar muhaddisler arasında kullanılagelen cerh ve ta'dil lafızlarını herbirinin delâlet ettiği manalara göre derecelere ayırmıştır. 151Daha sonra gelen bazı muhaddisler bu lafızların tasnifinde ona uymuşlardır. İbnu's-Salâh, bunlara ilaveler yapmıştır. el-Irâki, en-Nevevî, ez-Zehebî, İbn Haceri'1-Askalânî ve es-Suyûtî bu lafızların tesbitinde mühim hizmetler görmüşlerdir.
Cerh ve ta'dil lafızları iki kısımda incelenirler. Birincisi Cerh lafızları, ikincisi ise ta'dil lafızlarıdır. Herbiri kendi özel başlığı altında ayrıca ele alınmıştır.

Cerh Ve Ta'dil Kaideleri
Bk. Cerh ve ta'dil.
Maddelerinde ayrı ayrı ve geniş olarak görüldüğü gibi cerh, terim olarak, hafız ve mutkin bir hadis aliminin, ravide veya rivayetinde bulunan kadih bir illet sebebiyle rivayetini reddetmesi; ta'dil ise aynı mertebede bulunan alimin bir ravinin adalet vasfına sahip olduğuna hükmetmesidir.
Cerh ve ta'dil, İslâm şeriatını korumak, onu hatadan, yalan yanlış rivayetlerden uzak tutmak endişesinden doğmuştur; zira dini hükümlere mesnet teşkil eden hadislerin sıhhati, her şeyden önce onları rivayet eden ravilerin adalet ve zabt sebebi, dürüst ve güvenilir olmalarına bağlıdır. Hadis sahih olmalıdır ki o hadise dayanılarak verilen hüküm sahih olsun. Ravi de kusursuz olacaktır ki rivayet ettiği hadis sahih olabilsin.
Aslında bir haberin kaynağını araştırmak, Kur'an-ı Kerim'de Mü’minlere verilen ilahi emirler arasındadır:
“Ey iman edenler! Size yoldan çıkmış (fasık) birisi bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz. Sonra da yaptığınıza pişman olursunuz.”142 Tabi'î alim Muhammed b. Şirin de dinî nakillerin kimlerden alındığına dikkat edilmesi gereğine işaret ederek şunları söylemiştir: “Hadisler dinin ta kendisidir. Bu itibarla kişi dinini kimlerden aldığına dikkat etmelidir.” 143
Önce ayetten, daha sonra tâbi'î âlimlerinden birinin sözlerinden anlaşılmaktadır ki, hadislerin sıhhatine hükmedebilmek için ilk evvel onları nakleden ravilerin güvenilir kimseler olup olmadıklarının tesbit edilmesi gerekir. Bunun için hadis âlimleri hadislerin sahih ve makbul olanlarını zayıflarından ve Hz. Peygambere ait olmayan uydurmalarından ayırd edebilmek için ravilerin kimliklerini, kişiliklerini, hadis rivayet kaidelerine ne derece riayet ettiklerini, rivayet ettikleri hadisleri hıfzetmekte olduğu kadar başkalarına nakletmekteki dikkat ve itinalarını, nihayet İslâm Dini'nin emir ve yasaklarına riayet derecelerini titiz ve tarafsız bir anlayışla tenkide tâbi tutmuşlardır. Bu tenkit sonucu rivayetleri makbul görülenlerle naklettiği hadislere itibar edilemiyecek olan raviler tesbit edilmiştir. Cerh ve ta'dil, bir bakıma bu tesbittir.
Hz. Osman'ın şehit edilmesiyle başlayan siyasî ihtilaflar da hadis rivayet edenlerin tenkidini zaruri hale getirmiştir; zira siyasî fikir ve görüş ayrılıkları sonucu ortaya çıkan fırkaların herbiri kendisini destekleyecek ve hasımlarına karşı savunmasını yapacak hadisler uydurmaya başlamıştır. Bu durumda hadisleri kimlerin rivayet etmiş olduğu, üzerinde durulması gereken mühim bir konu haline gelmiştir. Yine İbn Sîrîn'e göre “fitne kopuncaya kadar kimse kimseye hadisi kimden rivayet ettiğini sormamıştır. Ne var ki, fitne başlayınca hadis ravilerini inceleme de başlamıştır. Bu inceleme sonunda Ehl-i Sünnetten olanların hadisleri kabul edilmiş; bidat ehli olanların hadisleri reddedilmiştir.” 144
İbn Abbas'ın şu sözleri de her önüne gelenin hadis rivayet etmeye başlaması üzerine isteyen herkese rivayet etmemek suretiyle bir çeşit cerh ve ta'dil uygulaması yapıldığını gösterir. “Hz. Peygamber adına önceleri yalan söylenmediği için bizler ondan hadis rivayet eder dururduk. Lakin her önüne gelen her duyduğunu rivayet etmeye başlayınca biz de rivayeti bıraktık.” 145
Rivayetine itibar edilip edilmeyeceğini belirlemek üzere ravinin tenkide tâbi tutulması neticesi cerh edilmesi veya adaletli olduğuna hükmedilmesi şeklinde özetlenebilecek cerh ve ta'dil, dinî rivayetleri değerlendirme ölçüsü ortaya koyduğu için son derece önemlidir. İslâm âlimleri cerh ve ta'dile büyük önem vermişler ve onu Hadis İlminin en mühim dalı kabul etmişlerdir. Söz gelişi el-Hatîbu'l-Bağdâdî, cerh ve tadili Hadis İlminin semeresi ve en büyük kolu saymıştır.146
Öte yandan hadis rivayeti dinle ilgilidir. Öyle olunca ravilerin cerh ve ta'dili büyük önem taşır. Lüzumsuz bir iş olmadığı gibi haram olan dedikodu veya gıybet de sayılamaz. Aksine vacip bir iştir.147
Hadis İlminde böylesine önemli bir yer tutan cerh ve ta'dilin Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında başladığı söylenir, gerçekten ondan ve daha sonra sa-habîlerden cerh ya da ta'dil sayılabilecek sözler nakledilmiştir. Bununla birlikte gerçek mânâda cerh veya ta'dil denebilecek tenkidlere daha çok tabiiler devrinde rastlanır.
Cerh ve ta'dilin geçerli olabilmesi için bazı kaidelere uygun olması şarttır. Ravinin cerhinin yahut adaletine hükmedilmesinin belli esaslar dahilinde yapılmasını sağlamak üzere konulmuş bu kaidelere cerh ve ta'dil kaideleri adı verilir. Bellibaşlıları şunlardır:
1. Hem cerh hem de ta'dil, cerh veya ta'dile sebep olan halleri iyi bilen adaletli, dikkatli ve uyanık bir âlim tarafından yapılmış olmalıdır. Bununla birlikte bir ravinin cerhine veya adaletine hükmeden alimin keskin zekâ sahibi, görüşü kuvvetli ve araştırıcı olması gerekir. Aslında cerh ya da ta'dil bu niteliklere sahip olan bir âlimden geldiğinde kabul edilir. Rastgele bir hadisçinin cerhi de ta'dili de kabul edilmez.
Bununla birlikte cerh ve ta'dil âliminin ravi hakkında araştırmadan, kolayca ve delilsiz olarak hüküm veren kimselerden olmaması gerekir; zira bir ravi hakkında kolayca ve delilsiz bir şekilde ta'dil hükmü verdiği zaman kendince sabit olmayan bir hüküm vermiş olur. Ravinin adaleti hususunda galib zanla hükmetmediği için de yalan ihtimalini tasdik etme durumuna düşer. Aynı şekilde dikkatsizce veya ihtiyata riayet etmeksizin kolayca cerhe kalkışınca da aslında ta'ndan beri olan bir müslümana ta'n etmiş ve onu lekelemiş olur. Bu durumlara bazen garazla düşülür. Bilhassa mezheb ve akide ayrılığı yüzünden yapılan insafsız cerh veya ta'nlar pek çoktur. Nitekim Ehli Sünnetten pek çok ravi şiilik, haricilik veya diğer bir fırkaya mensup olma ithamıyla cerhedilmiştir. Halbuki böyleleri arasında zahiren adalet sahibi olanlar hayli fazladır. Buna karşılık Rafızî ve Nâsibî âlimler Ehli Sünnetten olan ravilere itibar etmezler. Bu fırkaların mutaassıp cahil mensupları Ehl-i Sünnet ravilere kâfir bile demişlerdir. Bundan dolayıdır ki, bid'at ehlinin rivayetlerinin hangilerinin kabul edileceği: hangilerinin reddolunacağına dair kaideler koymaya lüzum görülmüştür.
2. Ta'dil, yani ravinin adalet sahibi olduğuna hükmedilmesi açıklama yapmadan kabul edildiği halde cerh, cerhe sebep olan hal veya haller açıklanmadıkça kabul edilmez; çünkü ravinin, ilk bakışta aksini gösteren bir hali bulunmadıkça adaletli olduğu söylenebilirse de açıklama yapılmadan cerhe layık olduğu söylenemez. Bu, İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bir kaidedir. Bununla birlikte aynı konuda üç değişik görüş daha vardır. Bunlardan birincisi, ötekinin aksinedir. Buna göre cerh, sebebi açıklanmadan kabul edilebilir. Ta'dil ise ancak sebebi açıklandığı sürece kabul edilir. İkincisi, cerh olsun, ta'dîl olsun sebep açıklanmadan kabul edilmez. Bu görüşü el-Hâtîbu'1-Bağdâdî ve bazı usul âlimleri naklederler. Üçüncü görüşe göre ise bir raviyi cerheden veya adaletli olduğuna hükmeden, cerh ve ta'dil ilmini iyi bilen, görüşü sağlam ve yetenekli bir âlim ise ne cerh, ne de ta'dil için sebep göstermesine gerek yoktur. Ravi hakkında verdiği hükmün kabul edilmesi gerekir. El-Bakıllânî, el-Cuveynî, İmam Gazâlî gibi alimler bu görüştedirler, el-İrâkî ile el-Bulkînî bu görüşün sahih olduğunu söylemişlerdir.
3. Hem cerh hem ta'dil her ikisi de, cerh ve ta'dil ilmini iyi bilen tek bir âlimin sözüyle sabit olur. Başkalarının onun görüşüne katılmalarına lüzum yoktur.
4. Bir ravide cerh ve ta'dil birleştiği takdirde ta'dil hükmü verenler çoğunlukta bile olsa cerh, ta'dile tercih edilir, el-Hatibu'l-Bağdadi bu kaideyi “alimler, bir veya birkaç alim tarafından cerhedildiği halde bir o kadar âlimin ta'dil ettiği ravinin cerhinin münasip olduğunda görüş birliğine varmışlardır” diyerek vermiş ve bu konuda icmâ olduğuna işaret etmiştir. 148
Bir ravi hakkında verilen cerh ve ta'dil hükümlerinin birleşmesi; bir başka deyişle bazı âlimlerin cerhettiği ravinin bazıları adalet sahibi olduğuna hükmetmeleri halinde cerhin tercih edilmesinin sebebi şudur: Cerheden âlim, adaletine hükmeden âlime nisbetle o ravi hakkında daha fazla bilgiye sahiptir; zira, ta'dil için sebep göstermek gerekmediği halde cerh için sebep göstermek gerekir. Öyle olmadıkça cerh kabul edilmez. Bu itibarla cerh hükmünü verirken mutlaka bilgiye dayanmak zorundadır. Bir de böyle durumda bir raviyi cerheden âlim, onun adaletini kabul etmekle birlikte, adaletli olduğunu söyleyen âlimin gözünden kaçan bir halini haber veriyor demektir. Bu ise dikkate alınmaya değer bir husustur.
Bununla birlikte Fıkıh âlimlerine göre aynı ravi hakkında verilen cerh ve ta'dil hükümlerinin birleşmesi halinde adaletine hükmeden âlim, cerheden âlimin cerhine gösterdiği sebepleri makul delillerle çürüttüğü takdirde ta'dil cerhe tercih edilir. Söz gelişi ravinin adaletine hükmeden âlim, cerh eden âlimin cerhe gösterdiği sebepleri bilindiği; ancak sonradan tevbe edip halini düzelttiğini söylerse, tevbe makul bir delil olur ve adalet hükmü cerhe tercih edilir. Ancak, bu takdirde ravinin yalan ithamına maruz kalan bir kimse olmaması gerekir; zira onun bir kere bile yalan söylediği sabit olursa tevbe etse bile rivayeti kabul edilmez.
Şu da var ki, cerh ve ta'dil hükümlerinin bir ravide birleşmesi halinde meselenin tafsil edilmesi görüşünde olan alimler de vardır. Onlara göre ta'dile karşı olarak yapılan cerh, cerh sebeplerini bilen âlim tarafından açıklamalı bir şekilde yapılmışsa ta'dile takdim edilir. Mücmel olarak sadır olmuşsa adil ravinin adaletine kadh edilemez; çünkü muhaddisler cerh sebepleri üzerinde ihtilaf edebilirler. Ayrıca carihin aslında cerh için yeterli olmayan bir sebebi yeterli görme ihtimali de her zaman için vardır. Buna binaen adaleti sabit olan ravi hakkında açıklama yapılmayan cerhin, âlim biri tarafından yapılmış bile olsa, kıymeti yoktur. Âlim olmayan kimse tarafından yapılan cerhin merdud olduğunda icmâ vardır.
Bu görüşlerin yanında cerh ve ta'dilin bir ravide birleşmesi konusunda üç görüş daha vardır. Bunlardan birincisine göre cerh ile ta'dil birbirlerine zıt düştükleri takdirde, ta'dil edenler tercih edenlerden çoksa ta'dil takdim edilir; zira ravinin adaletine hükmedenlerin sayıca çok oluşu onun halini kuvvetlendirir ve verilen adalet haberiyle amel etmeyi vacip kılar. Raviyi cerhedenlerin sayıca ta'dil edenlerden az oluşları ise verdikleri cerh haberinin zayıf olmasını gerektirir. Ancak böyle bir zan vehimden ibarettir: Zira raviyi ta'dil edenler ne kadar çok olurlarsa olsunlar, cerhedenlerin haber verdikleri halin ravide olmadığını haber vermiş olmazlar.
İkincisine göre cerh ve ta'dilin ravide birleşmesi halinde cerh edenlerle ta'dil edenlerin hangileri Hadis İlminde daha ileri derecede iseler onların görüşleri tercih edilir. Bu görüş kabul edilmemiştir.
Üçüncüsüne göre ise cerh ve ta'dilin hiçbiri kabul edilmez. Bu durumda cerh ve ta'dil çatışması olduğu gibi kalır. Bu görüşü Mâliki hadisciler nakletmişlerdir. Ancak kaydetmek gerekir ki, yukarıda da işaret edildiği gibi icmâ bunun aksinedir.
5. Sika ravinin şeyhini, ismini söylemeksizin, haddesenî's-sika, haddesenî men lâ ettehimu gibi lafızlarla ibhâm etmesi, sahih olan görüşe nazaran kim olduğunu sonradan açıklamadıkça, onu ta'dile kafi gelmez; zira ismi mübhem bırakılan şeyhin, ibhâm edene göre sika olmakla birlikte başkalarınca cerhi gerektiren bir sebeple mecruh olması ihtimali vardır. Sika ravinin, şeyhinin ismini söylememesi bile onun hakkında kalbe şüphe verebilir. Hatta el-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin dediği gibi, sika ravi, “Benim bütün şeyhlerim sikadır” diye açıklama yapmış olsa bile o şeyhinin ismini açıklamadığına göre onu tezkiye ettiği malum olmamıştır. Bu, ismini söylese
adaletsizlikle itham edileceğinden şüphe ediyor manasına gelir.
Diğer bir görüşe göre sika bir ravinin “benim bütün şeyhlerim sikadırlar” demesi, ismini mübhem bıraktığı şeyhini ta'dil için kâfidir; zira kendisi sika olduğundan şeyhinin adını söylese de söylemese de herhalde kendisine güvenilir. Böyle diyen kimse müctehid bir âlim ise sözü, bazı âlimlere göre yalnızca kendi mezhebinden olanları ta'dile kâfi gelir; çünkü o müctehid kendisine karşı olmayanlara karşı o haberle ihticac etmez. Yalnız kendi mezhebinde olanlara bahsettiği bir hüküm halikında kendisine göre delil olduğunu haber verir. Lakin bu görüşte olanların bir kısmı “ismini zikretmeksizin kendisinden rivayette bulunduğum her şahıs adaletlidir.” demedikçe kâfi gelmez demişlerdir. Bunun sebebi, ismi mübhem bırakılan raviler içinde İmam Mâlik'in ismini ibham ederek rivayette bulunduğu Abdulkerim b. Ebi'l-Muhârik gibi zayıf ravilerin de bulunabileceği ihtimalidir.
6. Adalet sahibi bir ravinin ismini söylediği şeyhten rivayette bulunması, hiçbir zaman onu ta'dil manasına gelmez. Sahih olan görüş budur. Nitekim Sufyânu's-Sevri, el-Kelbî'den rivayetten men etmesi üzerine, “Sen de ondan rivayette bulunuyorsun” itirazına uğrayınca, “Ben onun rivayetlerinin doğru olanlarını yalanlarından ayırırım” demiştir. Rivayete göre Şa'bî, el-Hâris isimli bir raviden rivayette bulunurken, onun yalancılığına şehadeti isnadına ekler ve “haddesenâ'l-Hâris ve eşhedu bi'llâhi innehû kâne kezzâben” (el-Hâris bize tahdis etti. Allah'ı şahit tutarım ki o aşırı bir yalancı idi) dermiş. Bir başka rivayete göre Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Ma'înin “Ma’ıner, an Ebân, an Enes” senediyle gelen defteri yazmakla meşgul olduğunu, yanına biri gelince hemen sakladığını görür. “Ne yapıyorsun, mevzu olduğunu bile bile Ma’ıner, an Ebân, an Enes isnadıyla gelen sahifeyi mi yazıyorsun. Biri çıksa “Ebân hakkında söz söylüyorsun, yine de hadislerini yazıyorsun” dese ne yaparsın?” der. O da “Mevzu olduğunu bile bile bu sahifeyi yazıp ezberliyeceğim. Biri çıkıp Ebân yerine Sâbit'i koyup “an Ma’ıner, an Sabit, an Enes” isnadiyle bu hadisleri rivayet edecek olursa ona, “Yalan söylüyorsun. Bu hadisler Sabit'ten değil, Ebân'dandır” diyebilmek için de ezberleyeceğim” cevabını verir.
Bazı muhaddisler adalet sahibi ravinin ismini söylediği şeyhten rivayette bulunmasının onu ta'dil etmesi manasına alınması lazım geldiğini söylemişler, bu görüşlerine delil olarak ravinin, şeyhinde cerhi gerektiren bir hale muttali olduğu takdirde onu söylemesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak bu görüşe itiraz edilmiştir.
Bu konuda bir üçüncü görüş daha vardır ki o da şöyledir: Sika ravi, adalet sahibi olan kimselerden başkasından rivayet etmemeyi prensip haline getirmişse şeyhinin ismini söylemesi onu ta'dil manasınadır. Adaletli kimselerden olduğu kadar adalet vasfına sahip olmayanlardan da rivayette bulunuyorsa ta'dil değildir.
7. Bir âlimin rivayet ettiği hadisle amel etmesi ve gerektiğinde onunla fetva vermesi, ne hadisi sahih olarak kabul ettiği manasına gelir, ne de ravilerini ta'dil etmesi demektir. Bunun gibi hadisle amel etmemesi onun sahih olmadığı manasına gelmez, ravilerinin cerhi anlamı da taşımaz.
8. Meçhul ravilerin rivayetleri kabul edilmez. Bu kaideye göre gerek kimliği bilinmesin, başka deyişle mechûlu'1-ayn olsun, gerekse cerh ve ta'dil yönünden hakkında verilmiş olan hüküm belli olmasın farketmez; ravinin rivayeti reddedilir. Mestur denilen ve isnadda ismi kapalı geçen ravinin hadisi de öyledir.
9. Hadis ilminin inceliklerini bilen köle ile kadının, bir ravinin adaletine hükmetmeleri makbul sayılır. Bununla birlikte Medineli fakihlerin çoğu kadınların rivayet ve şehadette ta'dillerinin kabul edilmeyeceği görüşündedirler. Ancak, kadınların verdikleri haberler kabul edildikten sonra cerh ve ta'dil sebeplerini iyi bilmeleri şartıyla tadilleri de kabul edilmek gerekir.
10. Kendisi ve adaleti bilinen, ancak ismi ve nesebi bilinmeyen ravinin rivayeti dinî konularda delil olabilir. Böyle bir ravinin isminin bilinmemesi adaletini gidermez. Bu görüşte olanlar, Hz. Aişe'nin bir hadisini delil getirirler. Nakledildiğine göre Muhadramundan Sumâme b. Hazn, Hz. Aişe'ye gelerek şıra içmenin hükmünü sorar. Mü’minlerin Annesi, orada bulunan Habeşli Cariyeyi çağırarak “bu der; Hz. Peygamber (s.a.s)'e hizmet etti, ona sor.” Adı bugün bile bilinmeyen cariye soryu cevaplandırarak şunları söyler: “Hz. Peygamber (s.a.s)'in şırasını geceden sıkar, bir tuluma koyar, ağzını bağlayıp asardım. Allah Resulü sabah olunca ondan içerdi.” 149
11. Adalet sahibi bir ravinin adaleti sabit iki ravi ismi söyleyerek şüpheli bir ifadeyle “bana falanca veya falanca haber verdi” diyerek rivayet ettiği hadis, dinî konularda hüccet sayılır; çünkü böyle demekle her ne kadar rivayetin kimden olduğunu açıklamış olmazsa da bu iki kişiden başkasından olmadığını açıklığa kavuşturmuş demektir. Dolayısıyle rivayeti hangisinden olursa olsun, adaletli ravidendir. Ancak, böyle durumda şüpheli ifadeyle isimlerini zikrettiği iki raviden birinin adaleti meçhul olur veya ravi “bana fülan veya başka biri haber verdi” gibi bir tabirle ikinci şeyhi mübhem bırakırsa rivayeti hüccet olmaz.
12. Mübtedi' denilen bid'at ehlinden olan ravinin rivayetlerinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda değişik görüşler vardır. Bunlar, Ehlu'l-Bid'a başlığı altında geniş çapta ele alınmıştır.
13. Fışkından tevbe ettiği açığa çıkan ravinin rivayeti makbul sayılır. Ancak Hz. Peygamber'in ağzından yalan söylediği, bir diğer deyişle hadis uydurduğu belirlenen ravi, bu günahından tevbe etmiş bile olsa, cerhedilir. Rivayeti kabul olunmaz.
14. Bir sika ravi diğer bir sika raviden hadis rivayet ettikten sonra şeyh olan ravi cezm sigasıyla “ben bunu ona rivayet etmedim” veya “yalan söylüyor” gibi bir sözle rivayetini inkâr edecek olsa bazı son devir alimlerine göre o rivayet reddedilir.
15. Bir ravi bir hadisi rivayet ettikten sonra unutursa hadis, fıkıh ve kelam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre o hadisle amel etmek caiz olur.
16. Hadis rivayeti için para alan kimsenin rivayeti- alimlerin çoğunluğuna göre kabul edilmez.
17. Hadis dinlerken gevşek davranan, dikkatsizlik eden ve bu adet haline getiren ravinin rivayeti reddedilir.
18. Buluğ çağma ermiş müslüman ravinin, müslüman olmadan ve erginlik çağına ermeden önceki devrelere ait rivayetleri kabul olunabilir.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget