Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

04/09/20

Din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terkedip, hicret eden, Tarsus’taki mağarada medfun bulunan yedi kişi ve Kıtmir adındaki köpekleridir. İsimleri; Yemlîha, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenuş, Kefeştatayyûş'tur. Kıssaları, Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresinde, bir ibret ve uyanıp kendine gelme vesilesi olarak zikredilmiştir.
Kehf sûresinin sebeb-i nüzulü ile ilgili olarak, İbn-i İshak'tan şöyle rivâyet edildi: Mekkeli müşrikler, Medîne yahudilerine adam gönderip, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) imtihân için malûmat istediler. Medîne yahudileri onlara; Eshâb-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip fetheden Zülkarneyn'i ve rûhun mahiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra da; “Eğer bu üç şeyden haber verirse, peygamberdir. O'na uyun. Yok cevap veremezse, yalancının biridir, istediğinizi yapın” dediler. Yahudilerden bu bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek, bu soruları sordular. Allahü teâlâ Resûlüne, Kehf sûresini inzal buyurdu. Müslümanlar da böylece Eshâb-ı Kehf hakkındaki bilgilere sâhip oldular.
Eshâb-ı Kehf denilen îmânlı gençler, Efsûs (yani Tarsus) şehri ahâlisinden idiler. Bunlardan altısı sarayda vazifeli, hükümdâra yakın kimselerdi. Hükümdâr o târihte Roma imparatorlarından Dimityanus veya Dokyanus olup; rezil, zâlim bir kimse idi. Putlara tapardı. Sonra tanrılığını îlân etti. Putperestliği kabûl etmeyen az sayıdaki mü’minleri köşe bucak aratır, yakalananları parçalatıp, şehrin kapılarına astırırdı. Saraydaki bu îmânlı gençler, yapılan zulümden nefret duyarlar, çâresizlik içinde bir araya gelerek Allahü teâlâya yalvarır, duâ ve istiğfâr ederlerdi. Bir gece Dokyanus'un adamlarından biri, durumlarını fark edip yanlarına geldi ve ne yaptıklarını sordu. Onlar; “Eşi ve benzeri olmayan Rabbimize ibâdet ediyoruz. Sen de gel, Rabbimize îmân et. Böylece seâdet-i ebediyyeye kavuş” dediler. O da; “Baba ve dedelerimizi puthânede gördüm. Onların yolundan ayrılamam. Sonra siz hükümdârın emrine karşı geliyorsunuz” dedi ve îmân etmedi. Ayrıca gördüklerini hükümdâra haber verdi. Kâfir olan baba ve dedelerini taklit ederek, küfürde ısrâr etti.
Zalim Dokyanus, ihbar üzerine, o gençleri huzûruna çağırıp tehdit etti. Onlar da îmân yolunda sebât gösterip, şirki, putperestliği kabûl etmediler ve ona; “Bizim Rabbimiz semâvâtın (göklerin) ve erdin (yerin) Rabbidir. O'ndan başkasına tapmayız. Zirâ O'ndan başka ibâdete lâyık kimse yoktur. Ey Dokyanus! Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, senin putperestlik teklifini kabûl ederek, Allahü teâlâdan başkasına îtikâd edersek bu takdirde, muhakkak haddi aşıp, doğruluktan uzak, akıl dışı pek ziyâde zulüm ve câhilce bir iş yapmış oluruz” dediler. Dokyanus, onların rütbelerini söktü. Kavimlerinin işâretini taşıyan kıyafetlerini çıkarmalarını emretti. Sonra da; “Siz gençsiniz, üç gün mühlet veriyorum. Kurtulmayı mı yoksa ölmeyi mi tercih ediyorsunuz?” deyip, başka bir şehre gitti.
Hazin tefsîri’nde bildirildiğine göre; Eshâb-ı Kehf bu hak sözleri, zâlim Dokyanus'a sarayda, hazır olan bir topluluk içinde söylediler. Çünkü Dokyanus bunları, oradaki topluluk içinde putperestliğe çağırmıştı. Onlar da saray erkânı içinde, büyük bir vakârla; “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Öyle fânî olan şeyler nasıl yaratıcı olabilir?” dediler. “Dokyanus'u yaratan da bizim Rabbimizdir” deyip, teklifini reddederek kavmi içinde onu rezil rüsva ettiler. Böylece Eshâb-ı Kehf, Dokyanus'a karşı hak sözü söylemeye cesâretle, Allahü teâlâdan başka bir mâbuda ibâdet etmeyeceklerini bildirdiler. Bunun yanında, putperestlerin îmânlarının bir delile dayanmadığını ve bozuk inanışla Allahü teâlâya iftirâ ettiklerini de açıklayıp, onların herkesten daha zâlim olduklarını söylemekten çekinmediler. Bu îmân ve cesâretleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir;
(Ey Habîbim! Şimdi biz) sana o (Eshâb-ı Kehf’in) haberini (ibretli kıssasını) hakla, doğrulukla anlatalım. O yiğitler, Rablerine (Allahü teâlâya) îmân ettiler. Biz onların hidâyet (iman ve basiretlerini) ve sebâtlarını arttırdık.
“Şu bizim kavmimiz, O'ndan (Allahü teâlâdan) başka ilâh edindiler. Bunların üzerine bari açık bir bûrhân (delil) getirselerdi ya! Artık Allahü teâlâya karşı yalan yere iftirâ edenlerden daha zâlim kimdir? dedikleri zaman, onların kalblerini (sabır ve sebât ile tamâmen Hakk'a) bağlamıştık. (Kehf sûresi: 13-15)
Dokyanus, onların eski günlerine dönmeleri için kendilerine belirli bir süre tâyin etmişti. Bu da Allahü teâlânın onlara bir lütfuydu. Çünkü, bu bekleme esnâsında istişâre ederek, hicret imkânını elde ettiler. Dinlerini korumak için fitneden uzaklaştılar. İnsanlar arasında fitne çıktığı zaman, kulun, dînini korumak için hicret etmesi meşru bir durumdur. Onların her biri, babalarının evinden bir miktar azık aldı. Bir kısmını tasadduk ederek, şehre yakın bir dağ cihetine doğru yola çıktılar. Yolda giderken, bir çobana rast geldiler. Çoban onlara yiyecek ikrâm etti. Sohbet esnâsında, onların hâlini anlayıp îmân etti ve onlara katıldı. Beraberce yola koyuldular. Çobanın köpeği de bunlara tâbi olup, arkalarından tâkip etti. Mâni olmak için bir hayli uğraştılar fakat geri çeviremediler. Zirâ ses çıkarıp, yerlerini haber vereceğinden çekiniyorlardı.
Nihâyet Allahü teâlâ, bu köpeği dile getirip; “Benden korkmayın. Ben, Allahü teâlânın ve sizin dostunuzum. Siz uykuda iken gözcülük ve bekçilik yaparım” dedi. Böylece sayıları sekiz oldu. Dağa yaklaştıklarında, çoban bunlara; “Ben bu dağda bir mağara biliyorum. Orada gizlenmek mümkündür” dedi. Söz birliği ile o mağaraya girdiler ve cenâb-ı Hakk'a yalvarıp; “Yâ Rabbî! Bize senin katından rahmet, (yani rızık, mağfiret, düşmandan emniyet) ver!” dediler. Büyükleri olan Yemlîha, arkadaşlarına; “Mâdem ki, siz onlardan ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin. O, düşmanlardan dîninizi muhâfaza için sizi korur ve lâzım gelen şeyleri de, onlardan istifâde edebilmeniz için sizlere ihsân eder. Maddî ve mânevî hayatınız emniyette olur. Biz kavmimiz putperest olduklarından, îmânımızı korumak için aralarından hicret ettik. Şimdi mağarayı mesken edinip, burada Allahü teâlâya ibâdet edelim. Rabbimiz iki cihânda rahmetini bize saçar, din ve dünyâ işlerimizi kolaylaştırır” dedi. Hepsi yorgun ve halsizdi. Bunun üzerine biraz uzandılar. Hakk'ın emriyle yavaş yavaş hepsi uyuyakaldılar.
Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kehfin kendi aralarındaki bu konuşmalarını, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirmektedir:
(Birbirlerine şöyle demişlerdi:) Mâdem ki siz, onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağaraya (çekilip) sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde size bir fayda (kolaylık) hazırlasın.” (Kehf sûresi: 16)
“O zaman, o genç yiğitler mağaraya sığınmış (lar) dı da; Ey Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet (dinde hidâyet, günâhlarımızı da mağfiret et ve helâl rızık), düşmandan emniyet ver ve işimizden (dinimizi muhâfaza için kâfirlerden ayrılıp, mağaraya ilticâ ettiğimizden dolayı) bizim için bir muvaffakiyet hazırla. (O sayede rüşt ve hidâyete ermiş; böylece çok sevâba kavuşmuş olalım.) (Kehf sûresi: 10)
Onlar mağaraya girdiklerinde, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu dileyerek böyle dediler. Ahmed ibni Hanbel'in (rahmetullahi aleyh) Müsned’inde, Büsr ibni Ebî Ertâd, Resûlullah'ın şöyle duâ ettiğini bildirdi: “Yâ Rabbî! Bütün işlerimizde âkıbetimizi hayırlı (iyi) kıl. Bizi dünyâda rüsvay olmaktan ve âhırette azâbdan koru!”
Eshâb-ı Kehfin mağaraya geldikten sonra uykuya varmaları, Kehf sûresi 11. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Bunun üzerine biz, nice yıllar mağarada onların kulaklarına (harici şeyleri işitmelerine mâni perde) vurduk (nice yıllar tam bir sükûn içinde uyuttuk).
Dokyanus, Efsûs'a gelip, onları sordu. Kaçtıklarını bildirdiler. Bunun üzerine babalarını getirtti. Onları bulmaları için zorladı. Babaları; “Bizim malımızı alıp, dağa doğru gittiler” dediler. Dokyanus, adamları ile gidip o mağarayı buldu. Burada ölsünler diye, mağaranın ağzını iyice kapattırdı. O zaman Dokyanus'un yakınlarından iki mü’min, gençlerin isimlerini ve hâllerini iki kurşun levhaya yazıp, mağaranın duvarına koydular. Bu mağara, Betahlus Dağı’nın güney taralında idi. Güneş, doğarken ve batarken oraya vurduğundan, rutubet olmazdı. Eshâb-ı Kehf uyurken gözleri açık idi. Allahü teâlâ meleklerle, onları sağ ve sol taraflarına döndürürdü. Köpekleri, dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı. Ölü değillerdi. Nefes alırlar, saçları tırnakları uzardı.
Allahü teâlâ kemâl-i kudreti ile cesed ve elbiselerini değiştirmedi. Eshâb-ı Kehf, üçyüzdokuz sene o mağarada uyuyup kaldılar. Allahü teâlâ kendilerini muhâfaza etti.
Eshâb-ı Kehfin uykularının keyfiyyeti hakkında Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: (Onların gözleri açık olmakla) sen onları uyanık zannedersin. Halbuki onlar uykudadır. Biz onları (meleklerle) sağına ve soluna döndürürüz (ki uzun zaman geçmekle bedenleri çürümesin). Onların köpekleri dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı (yaymıştı). Eğer sen onlara bakarak hâllerini görseydin, (korkudan) geri dönüp kaçardın. Kalbin onların korkusuyla dolardı (zira gözleri açık ve kılları, tırnakları uzamış ve yerleri karanlık ve korkulu idi). (Kehf sûresi: 18)
İbn-i Cüreyc (rahmetullahi aleyh) dedi ki: “Köpek, kapıda onları bekliyordu. Bu, onun yaratılışı ve tabîatı gereğidir. O, mağara kapısı önünde, kendilerini bekliyormuş gibi duruyordu. Kıtmir adındaki bu hayvanın, Cennet’e gireceği tefsîrlerde bildirilmektedir.
Güneşin doğarken ve batarken mağaraya vurduğu da meâlen şöyle bildirilmektedir: (Onlara baksaydın) görürdün ki, güneş doğduğu zaman, mağaranın sağ tarafına yönelir; battığı vakitte onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın (mağaranın) geniş bir yerinde idiler. İşte bu, (Eshâb-ı Kehf’in hâl ve şânı, onların mağaraya girişi yahut kıssalarını haber verişin) Allahü teâlânın âyetlerindendir. Allahü teâlâ kime hidâyet ederse, o, doğru yola erdirilmiştir; kimi de şaşırtırsa, artık onun için hiç bir zaman felaha götürücü bir mürşid bulamazsın.” (Kehf sûresi: 17)
Eshâb-ı Kehfin uykularının müddeti de meâlen şöyle bildirilmektedir; “Onlar mağaralarında üçyüz sene eğleştiler. (Buna) dokuz (yıl) daha kattılar.” (Kehf sûresi: 25)
“De ki: Allah ne kadar eğlendiklerini daha iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı (nı bilmek) O'na mahsustur. O, ne güzel görendir. Ne güzel işitendir. (Bütün) bunların (yer ve gök ehlinin) O'ndan başka hiç bir yardımcısı yoktur. O, hiç bir (kimseyi, hiç bir şeyi) hükmüne ortak da yapmaz.” (Kehf sûresi; 26)
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Ehl-i kitap indinde Eshâb-ı Kehf, mağarada, şemsî yıl hesâbıyla üçyüzyıl kalmışlardır. Cenâb-ı Hak bu seneyi kamerî olarak beyân buyurdu. Aralarındaki farklılık, her yüz yılda üç senedir. Bu sûretle şemsî üçyüz sene, kamerî üçyüzdokuz seneye denktir.”
Cenâb-ı Hak. Eshâb-ı Kehf ve Rakîm'in üçyüzdokuz sene uykuda kalmalarının o kadar şaşılacak bir şey olmadığını da şöyle beyân buyurdu:
(Ey Habîbim!) Sen, bizim âyetlerimiz içinde (yalnız) Kehf ve Rakîm eshâbının ibrete şayan olduklarını mı sandın?” (Kehf sûresi: 9)
Yâni; onların bu hâli, öldükten sonra dirilmenin olduğunu ispat edecek açık bir alâmettir. Fakat, göklerin ve yerin yaratılışı, gece ve gündüzün bir biri ardınca getirilişi, güneşin ve ayın emre müsahhar kılınışı, ayrıca buna benzer Allahü teâlânın kudretine delâlet eden muazzam hâdiseler daha büyük olup, bunların yanında Eshâb-ı Kehf hâdisesi, o kadar garip görülmemelidir. Eshâb-ı Kehf’in hâllerinden daha şaşılacak hâller bile Allahü teâlâyı âciz bırakamaz. Allahü teâlâ her dilediğini yapmağa muktedirdir. Nitekim İbn-i Cüreyc; Mücâhid rivâyetiyle bu âyet-i kerîme hakkında buyurdu ki: “Bizim âyetlerimizden bundan çok daha şaşılacak olanları vardır.” Avfî, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) naklen bu âyet-i kerîmeye şöyle mânâ verdiğini bildirdi: “Sana verdiğim bilgi, sünnet ve kitap, mağara ve kitabe ehlinin durumlarından çok daha mühimdir.” Muhammed bin İshak ise; “Kullarıma karşı gösterdiğim hüccetler, mağara ve kitabe ehlinin durumundan çok daha şaşırtıcıdır” buyurdu.
Âyet-i kerîmede beyân buyrulan “Kehf; dağda bulunan geniş mağara demektir. Îmânlı gençler buraya sığındıklarından, bunlara Eshâb-ı Kehf dendi. Rakîm kelimesi hakkında buyruldu ki: Sa’îd bin Cübeyr (rahmetullahi aleyh); Eshâb-ı Kehfin isim ve kıssalarının üzerine yazılıp, mağara kapısına asıldığı kurşun veya taştan bir levhadır buyurdu. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.
Resûlullah zamanındaki müslümanlar ile ehli kitabın, Eshâb-ı Kehf hakkındaki ihtilaflarını, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurmaktadır: (Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki ehli kitaptan bâzıları, yahudiler veya necran hıristiyanlarından Yakubiyye tâifesinden biri; (Sayıları) Üçtür, dördüncüleri köpekleridir diyecekler, (nasârâ ise;) “Beştir, altıncıları köpekleridir” diyecekler ve gayb için zanda bulunacaklar. “Yedidir, sekizincileri kelbleridir” diyecekler (bunlar mü’minlerdir). Şöyle ki; Rabbim onların sayısını daha iyi bilendir. Onları (insanların) birazından başkası bilemez. O hâlde bunlar hakkında zâhirî bir münâkâşadan (sana indirilen Kur'ân-ı kerîmde olandan) gayrı ile mücâdele etme. Bunlara dâir içlerinden hiç bir kimseden fetva da isteme.” (Kehf sûresi: 22)
İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ), bu âyet-i kerîmenin tefsîrini yaparken, Eshâb-ı Kehf’in yedi zât olduğunu bildirdi.
Hâzin ve Kâdı Beydâvî'nin (rahmetullahi aleyhim) bildirdiğine göre; “Eshâb-ı Kehf’in sayısı üçtür, dördüncüleri kelpleridir” diyenler; Necrân hıristiyanları ve Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyetine îtikâd eden Yakubiyye fırkasından biri ve onun tâbileridir. “Onların sayısı beştir, altıncısı kelpleridir” diyenler; hıristiyanlardan, Nâstûriyye fırkasından Âkıb adında birisi ve onun tâbileridir. Müslümanlar da; “Yedidir, sekizincisi kelbleridir” dediler. Bu konuşmalar, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûr-ı şerîflerinde olmuştu. Üç-beş diyenlerin sözlerinin doğru olmadığına işâret için, Allahü teâlâ“Gâibe taş atarlar” buyurdu. Onların sayısı yedi diyenlerin sözlerinin doğru olduğuna da; “Onların adedini az kimse bilir” buyurarak işâret etti.
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki: “Hazret-i Ali'nin rivâyetine göre, Eshâb-ı Kehf’in adedi yedidir. Bunların altısı hükümdârın yakınlarından olup, onun sağında ve solunda bulunurlardı. Sağındakiler; Yemlîha, Mekselînâ ve Mislînâ idi. Bunlara Eshâb-ı Yemîn denmiştir. Hükümdârın solunda bulunanlar ise; Mernûş, Debernûş ve Şâzenuş'tur. Bunlara da Eshâb-ı Yesâr denmiştir. Dokyanus, önemli işlerinde bunlarla istişâre ederdi. Yâni bunlar, hükümdârın müşavere heyetinden idiler.
Bunlar, Dokyanus'u îmâna dâvet ettiklerinde, o kabûl etmeyince, zulmünden korktuklarından îmânlarını korumak için, hicrete mecbûr oldular. Eshâb-ı Kehf’in yedincileri Kefeştetayyûş ismindeki çobandır. Sekizincisi ise çobanın kelbidir. Onun ismi de Kıtmîr idi.”
Cenâb-ı Hak, Eshâb-ı Kehf’in mağarada uyku hâlinde ne kadar kaldıklarını, yahudi ve nasârâ ve başkalarının doğru olarak bilemeyeceklerini beyân ederek, onların haberini doğru ve vak’aya uygun olarak açık ve geniş olarak Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdi.
“Sonra da onları uyandırdık. İki zümreden hangisi bekledikleri gayeyi daha iyi (zabt ve) hesap edicidir, ayırt edelim diye.” (Kehf sûresi: 12)
Cenâb-ı Hak, bu uzun uykudan sonra Eshâb-ı Kehf’i uyandırdı. Onlar henüz yattıkları günde bulunduklarını sandılar. İçlerinden biri (Mekselînâ), arkadaşlarına; “Ne kadar zaman yatıp uydunuz?” dedi. Zirâ onlar güneş doğarken mağaraya girmişlerdi. Uyandıkları zaman güneş batmak üzere olduğundan, cevâbında; “Bir gün veya günün bir miktarını uyuduk” dediler. Sonra saç, sakal ve tırnaklarına bakıp birbirlerine; “Ne kadar uyuduğumuzu Rabbimiz bilir” dediler. Mekselînâ daha sonra; “Biriniz şu parayı alıp, Efsûs'a (Tarsus şehrine) gitsin, baksın. Hangi yiyecek helâl ve temiz ise, ondan satın alıp getirsin. Yiyecek almaya giden, burada kalanları şehirdekilere haber vermesin. Eğer Dokyanus'a tâbi olan ahâli, sizi bulurlarsa recm ederler (taşla öldürürler). Yâhutta zorla kendi bozuk dinlerine döndürürler. Onların dînine girince, artık sizin için sonsuz olarak kurtuluş yoktur” dedi. Bunların en olgun ve akıllıları olan Yemlîha, bu vasiyetleri kabûl ile yola çıktı. Şehre vardığında, durumu çok değişmiş gördü. Pazar, çarşı, mahalle ve insanların şekil ve renkleri değişmişti. Böylece o, bambaşka bir âlem gördü ve hayretler içinde kaldı.
Eshâb-ı Kehf’in uykudan kalkmaları, uyku müddeti hakkındaki konuşmaları ve içlerinden birini şehre göndermeleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Biz onları (uyuttuğumuz gibi, kemâl-i kudretimizle cesed ve elbiseleri bu uzun zamanda değişmeksizin) uyandırdık ki, hâllerini bilsinler. “Birbirleriyle soruşup hâllerini ve Allahü teâlânın kendilerine ne yaptığını öğrensinler de, cenâb-ı Hakk'ın kemâl-i kudretine olan yakînleri artsın. Öldükten sonra dirilmenin ne olduğu numunesini görsünler, Allahü teâlânın kendilerine olan nîmetlerine şükretsinler diye.) Onlardan birisi (Mekselînâ) dedi ki: Ne kadar zaman (yatıp) eğleştiniz? (Zirâ onların mağaraya girmeleri güneş doğarken idi. Uyanmaları guruba yakın olmakla, cevapta bâzıları;) “Bir gün, yahut günden bir miktar uykuda kaldık” dediler. (Tekrar; kıllarına ve tırnaklarına bakıp yine) birbirlerine; Ne kadar eğlendiğimizi Rabbimiz daha iyi bilendir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre (Tarsus'a) gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse (daha helâl, daha güzel, daha bol; daha ucuz ise) ondan size bir rızık getirsin. Çok nâzik hareket etsin. Sizi hiç bir kimseye sakın hissettirmesin dediler.” (Kehf sûresi: 19)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh); Bunların elindeki para, madrûb (basılı) olup, üzerinde Dokyanus'un ismi yazılı idi buyurdu. Bu âyet-i kerîmede insanın; rızkı için çalışması, yiyeceğin helâl ve temizini ve aldanmayıp ucuzunu arayıp alması, insanlarla muâmelede adâb-ı muaşerete (görgü kurallarına) dikkat etmesi, fitne zamanında düşmandan kendisini saklamaya çalışması gerektiğine dâir işâretlerin olduğu bildirilmektedir.
“Çünkü onlar size galebe ederlerse, sizi ya taşla öldürürler, yahut sizi (zorla) kendi dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise ebedî felah bulamazsınız.” (Kehf sûresi: 20)
Fahreddîn-i Razî ve Kâdı Beydâvî'nin (rahmetullahi aleyhim) bildirdiklerine göre; Bunlar uykudan uyanınca, şehre gidip yiyecek getirecek kimsenin (Yemlîha'nın), elbise değiştirerek, hâlini kimseye bildirmeden gidip gelmesini uygun gördüler.
Nihâyet ekmekçi dükkanına girip, o parayı yâni Dokyanus zamanında, onun adına basılan sikkeyi (parayı) ekmekçiye verince, bunun bir hazîne bulduğunu sandı ve elden ele göstererek zaptiyeye vardı. Yemlîha'yı tutup; “Bulduğun hazîneyi ver” diye tehdit ettiler. Yemlîha; “Ben hazîne bulmadım. Dünkü gün bu altını evden aldım. Bugün çarşıya getirdim” dedi. Babasının ismini sordular. Söyledi. “Burada o isimde kimse yoktur” deyip; “Yalan söylüyorsun” diye çıkıştılar. Çok daraldı. “Beni Dokyanus'a götürün, o benim işimi bilir.” dedi. Bu sözünü de alaya alıp; “Dokyanus öleli üçyüz seneye yakındır. Sen bize hikaye mi anlatıyorsun?” dediler. Yemlîha, nihâyet çâresiz kalıp, dünkü gün kaçıp mağaraya girdiklerini söyledi. “Bundan başka bir şey bilmiyorum” dedi.
Hâdise hükûmete aksetti. O zamanki hükümdâr Teodüs (Tendrus) isminde sâlih bir zât idi. Vaktinin insanlarının çoğu, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederlerdi. Hükümdâr onlara bu husûsta ne kadar nasîhat etse fayda vermezdi. Bir gün; “Yâ Rabbî! Bu kavme âhıret gününe, haşrın ve neşrin meydana geleceğine şehâdet edecek bir harikulade hâl göster” diye duâ ve niyazda bulundu. O zaman da Yemlîha'yı huzûruna getirdiler. Yemlîha başından geçenleri anlatınca; pâdişah, oğlu, eşrâfı ve yakın adamları ile birlikte mağaraya yollandılar. Yemlîha varıp, arkadaşlarına haber verdi. Hükümdâr ve yakınları, asırlardan beri mağarada yatıp kalmış gençleri gördüler. İsim ve hâlleri üzerine yazılan taşı getirip okudular. Dinlerini, îmânlarını korumak için hicret etmiş, her şeylerini geride bırakmış bu gençlerin hâlleri açıkça anlaşıldı. Hükümdâr, duâsının kabûl edildiğini anlayıp, cenâb-ı Hakk'a şükretti. Eshâb-ı Kehf'e selâm verip cevap aldı. Böylece onların dinlerini kayırmaları, kâfir ve zâlim bir hükümdârdan kaçarken, tam üçyüz yıl sonra sâlih ve dindar olan bir başka hükümdârın ayaklarına kadar gelmesine ve görünürde bile pek yüksek dereceye kavuşmalarına sebep oldu. Hükümdâr hepsinin boynuna sarılıp veda ederken, Eshâb-ı Kehf, tekrar eskisi gibi uykuya vardılar. Girdikleri mağara içinde medfun kaldılar. (Bir rivâyette Eshâb-ı Kehfin rûhları kabzolundu ve cesetleri halkın gözünden kayboldu.) Halk onların yanından dışarı çıkınca, kendilerini bir korku ve çekingenlik kapladı. Artık kimse onların yanına giremedi. Sonra mağaranın ağzında bir mescid inşâ edildi. Böylece orası, halk için ziyâretgâh oldu.
Kur'ân-ı kerîmde bu husûs, meâlen şöyle bildirilmektedir: “Böylece (kullarımızı ve mü’minleri) onların hâllerine muttalî kıldık ki, Allah'ın, (tekrar dirilteceğine dâir olan) vâdinin şüphesiz bir hak olduğunu, kıyâmetin vukuunda da hiç bir şüphe bulunmadığını bilmiş olsunlar. O sırada onlar, bunların işini aralarında nizâlaşıyorlardı. (Kimi; Yalnız rûhlar dirilecek, kimi; Hayır, rûhlar cesetlerle birlikte dirilecek diyordu.) Bunun üzerine; Onların etrâfına bir binâ yapın (onları gizlesin) dediler. (Bunu diyen kâfirlerdi.) Rableri onları daha iyi bilendir. Onların işine gâlip (ve vâkıf) olanlar (Eshâb-ı Kehfin hâlini daha iyi takdir eden mü’minler) ise; “Mutlaka yanlarında bir mescid edineceğiz” dediler (ve namaz kılmak üzere o mağaranın kapısı önüne mescid yaptılar). (Kehf sûresi: 21)
Zamanla mağara ağzının önündeki mabedin enkazı üzerine, Osmanlı pâdişahları zamanında yapılan bir mescid, ikinci Abdülhamîd Han tarafından yeniden inşâ olunarak tek minareli bir câmi hâline getirildi. Sonra câmi yanına bir ilave yapılıp, husûsi bir imâm tâyin edildi. Kurban bayramlarında bu zât, İstanbul'a gelerek, ikinci Abdülhamîd Han'ın sarayındaki muâyedesine (bayramlaşmaya) iştirâk eder, senelik tahsisat ve ihsânını alırdı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ali (radıyallahü anhümâ) kerâmeten oraya gitmişlerdir. Eshâb-ı Kehf yine uykudan uyanmışlar, görüşmüşler, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân ettiklerini bildirmişler, selâm yollamışlar, duâ istemişlerdir. Hazret-i Mehdî zamanında tekrar uyanacak, yanına gidip, askeri olacaklar ve ona yardım edeceklerdir.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Eshâb-ı Kehf, (hazret-i) Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâmbunun zamanında gökten inecektir. Îsâ (aleyhisselâm), Deccal ile harb ederken, Mehdî onunla beraber olacaktır. Bunun hükümdârlığı zamanında, her zamankinin aksine ve hesapların tersine olarak, Ramazân-ı şerîfin 14. günü güneş ve birinci gecesinde ay tutulacaktır.”
Mevlânâ Muhammed Osman Sâhib (rahmetullahi aleyh), Fevâid-i Osmâniye kitabında bildirdi ki: Tarlaya bereket gelmesi için, mahsulün uşrunu vermeli, sonra Eshâb-ı Kehfin isimlerini dört kağıda yazıp, ayrı ayrı sarıp, tarlanın ayak basmayan dört köşesine defnetmelidir. Sabah ve yatsı namazlarından sonra büyük âlimlerin isimlerini, sonra Fâtiha-i şerîfeyi okuyarak rûhlarına gönderip, onları vesile ederek yapılan duânın kabûl olduğu tecrübe edilmiştir. Rûh-ul-Beyân’da diyor ki: Eshâb-ı Kehf’in isimleri yazılı kağıdı evinde, üstünde bulundurmak da kazâ ve belâdan korur, bereket verir.
İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullahi aleyh), Eshâb-ı Kehf’in îmânlarını korumak için yaptıkları hicretin, Allahü teâlâ katında çok kıymetli olduğunu, Mektûbât isimli kıymetli kitabının 44. mektubunda şöyle bildirmektedir: “Dünyânın bugünkü hâlinde, O'nun sünnet-i seniyyesine (yâni İslâmiyete) uymakla şereflendirilenler ne kadar bahtiyârdır. O'nun dînine inanan, O'na ümmet olanın az bir iyiliğine kat kat sevap verilir. Eshâb-ı Kehf (yani Tarsus’taki mağarada bulunan yedi kişi rahmetullahi aleyhim ecmaîn) bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuştu. Bu işleri de, din düşmanları her tarafı kapladığı vakit, kalplerindeki îmânı korumak için, başka bir yere hicret etmeleri idi. Bugün, O'na îmân edip, az bir ibâdet yapmak, sanki düşman saldırıp, her tarafı kapladığı zamanda, askerin az bir hareketinin çok kıymetli olmasına benzer. Sulh zamanında, askerin bundan kat kat fazla çalışması böyle kıymetli olamaz.”
85. mektubunda da şöyle buyurmaktadır: Allahü teâlâ, sizi, beğendiği işleri yapmağa kavuştursun! İnsana önce îtikâdını, îmânını düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak gerekir. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm; “Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar” buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin, kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin 45. âyetinde meâlen; “Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden muhakkak uzaklaştırır” buyruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz; “Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır” buyurdu. Sonsuz ihsân sâhibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. (Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Bu sözü din düşmanları çıkarmıştır. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.)
Namazları cemâat ile ve huşû ve hudû ile kılmalıdır. Çünkü, insanı dünyâda ve âhırette felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namazdır. Allahü teâlâ, Mü’minun sûresinin başında meâlen; “Mü’minler mutlaka kurtulacaktır. Onlar, namazlarını huşû ile kılanlardır” buyurdu. Tehlike; korku bulunan yerde yapılan ibâdetin kıymeti kat kat daha çok olur. Düşman saldırdığı zaman, askerin ufak bir iş görmesi, pek çok kıymetli olur. Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için daha kıymetlidir. Çünkü, nefislerinin kötü isteklerini kırmakta ve ibâdet etmek istememesine karşı gelmektedirler. Eshâb-ı Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıktıkları için şerefli oldular. Peygamberimiz aleyhi ve ala âlihissalevatü vettehiyyat bir hadîs-i şerîfte; “Fitnenin, fesadın çoğaldığı zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir” buyurdu. Görülüyor ki, din düşmanlarının güçlük çıkarması, ibâdetlerin şerefini arttırmakta, sevâbı kat kat çoğaltmaktadır. Zarar yapmak istemeleri, müslümanlar için faydalı olmaktadır. Daha ne yazayım? Oğlumuz Şeyh Behâeddîn, Allah adamları ile görüşmekten sıkılıyor. Zenginlerle, dünyâya düşkün olanlarla bulunmak istiyor. Onlarla düşüp kalkmanın, insanı felakete götüreceğini, anlayamıyor. Onların yağlı, tatlı yemeklerinin, zehir gibi, gönlü öldüreceğini, ahlâkı bozacağını düşünemiyor. Âmân, âmân kötü arkadaşlardan kaçınız! İnsanın dînine, îmânına saldıran, tatlı dilli, güler yüzlü korkunç düşmanlara aldanmamak için, çok uyanık olunuz. Hadîs-i şerîfte; “Mal ve mevki sahihlerine, malı için, makâmı için alçalan kimsenin dîninin üçte ikisi gider” buyruldu. Mal için, mevki kazanmak için, İslâm düşmanlarına eğilenlere, dinlerinden, ibâdetlerinden vaz geçenlere yazıklar olsun! Sonsuz nîmetleri, saâdetleri, birkaç günlük eğlence için elden kaçırıyorlar.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir. Bu kavmin Abes kavmi olduğu rivâyet edilmektedir.
Hâlid bin Sinan Abesî aleyhisselâmın peygamber olarak gönderilmesine yakın bir zamanda, kavmine bir ateş musallat olmuştu. Bir mağaradan çıkan bu ateş; uzak mesâfelere yayılıyor, tarlalardaki ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. Abes kavmi, bu durum karşısında çâresiz kalmıştı. Onlar bu hâlde iken, Hâlid bin Sinan Abesî aleyhisselâm, peygamber olarak gönderildi. Kavmi ona yalvarıp, başlarında bulunan ve büyük bir belâ olan ateşten kendilerini kurtarmasını istediler. Bunun üzerine, Hâlid bin Sinan Abesî aleyhisselâm; “Ben, elimdeki asâ ile ateşi, çıktığı mağaraya koşarak sürerim” buyurdu. Sonra, ateş çıkınca, ateşi döndürünceye kadar elindeki asâ ile ateşe vurdu. Evlâdına da şöyle vasiyet etti: “Ben, bu ateşi söndürünceye kadar arkasından gidip, çıktığı mağaraya girerim, Aradan üç gün geçtikten sonra, beni mağaradan çağırınız. Eğer üç günden önce çağırırsanız, çıkarım ve ölürüm! Üç gün sabrederseniz sağ salim çıkarım.” Bundan sonra, ateşi çıktığı mağaraya kadar kovup, peşinden kendisi de mağaraya girdi. Aradan iki gün geçti. Çocukları iki gün sabretti. Üçüncü gün onlara şeytan musallat oldu. Üç günün tamamlanmasını beklemeye sabredemediler. Endişeye kapılıp, babalarının mağarada helâk olduğunu zannettiler. Mağaranın ağzına gelip, çağırmaya başladılar. Bu çağırma sebebiyle, Hâlid bin Sinan aleyhisselâmın başında bir elem (ağrı) hâsıl olup, mağaradan dışarı çıktı ve çocuklarına; “Beni, kavmimi ve vasiyetimi zayi ettiniz!” dedi. Bundan sonra da yakın zamanda vefât edeceğini haber verdi.
Vefâtından sonra, cenâzesini defnetmelerini ve kabrini kırk gün gözetmelerini söyledi. “Kırk gün sonra, kabrimin yanına bir koyun sürüsü gelecek. Bu sürünün önünde, kuyruğu kesik, beyaz bir merkep bulunur. Bu sürü kabrimin hizasına ulaşınca, kabrimi açınız” diyerek tembih etti. Böyle yapıldığı zaman, kabrinden çıkıp, kabir ehlini ve kabir hayatını gördüğü gibi aynen kendilerine bildireceğini söyledi. Vefâtından sonra kırk gün beklediler. Nihâyet, önünde kesik kuyruklu, beyaz merkebin bulunduğu bir koyun sürüsü gelip, mezârının yanında durdu. Bu alâmet tamam olunca, mü’minler, Hâlid bin Sinan aleyhisselâmın kabrini açmak üzere harekete geçtiler. Fakat; “Bize, öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler” bahanesi ile çocukları, kabrin açılmasına mâni oldular. Böylece, câhillikleri büyük bir hıyânete sebep oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun vasiyetini de zayi ettiler. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinan aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ridâsını sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak; “Merhabâ, ey kavmi vücûdunun zâyi olmasına sebep olduğu peygamberin kızı!” buyurdu.
Hâlid bin Sinan aleyhisselâm, vefâtından önce; vefâtından kırk gün sonra kabrinin açılmasını söyleyip, berzah âleminden (yani ölümden sonra dirilinceye kadar geçen hâlden, dünyâ ile âhıret arasındaki âlemden) haber vereceğini açıkladı. Elem ve lezzeti, saâdet ve şekâveti, dünyâda bilinen şeylere benzetmek sûretiyle anlatarak, berzah âleminden haber vermek istemişti. Böylece bütün âleme, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) cümlesinin hayatta iken haber verdikleri hâlleri, berzah âlemini ve âhıreti tasdik ettirerek inandırmayı, îmân ettirmeyi ve dolayısıyla bütün âleme rahmet olmayı diledi. Zirâ, Muhammed aleyhisselâmın gelmesinin yaklaştığı bir zamanda bulunmakla şereflenmişti. Allahü teâlânın, Muhammed aleyhisselâmı, âlemlere rahmet olarak göndereceğini biliyordu.
Hâlid bin Sinan aleyhisselâm, resûl değil nebî idi. Vefâtından önce tebliğ ile me’mûr değildi. Yaratılış ve berzah âleminin hâlleri hakkında ilimde kavî olmayı diledi. Kavmi onun emrini yerine getirmemekle, arzusunun hâsıl olmasına mâni oldu. Böylece onun zayi olmasına sebep oldular. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, kavmin zayi olduğunu haber vermedi. Çünkü Hâlid bin Sinan aleyhisselâm, tebliğ ile vazifeli değildi. Bu bakımdan kavminin, onun; “Kabrimi açınız” emrine uymaması, zayi olmalarını gerektirmez. Eğer tebliğ ile vazifeli olsaydı, bu sefer kavmi zâyi olurdu Resûlullah efendimiz, o kavmi, nebîlerini zâyi etmekle vasıflandırdı. Zirâ Hâlid bin Sinan aleyhisselâm vasiyetlerinin zâyi edilmesi, yerine getirilmemesi sûretiyle murâdına ulaşamadı. Ancak talep edilen amelin ecrine nâil olduğunda şek ve şüphe yoktur. Bu durum, cemâate, gelip de başında yetişemeyen kimsenin cemâat sevâbına nâil olduğu gibidir. Zirâ namaza gelen, cemâatle namaz kılmadıkça, cemâat sevâbına kavuşamadığı açıktır. Fakir olup da zenginlerin yaptıkları hayırları yapmayı temenni eden bir kimse, ancak niyet sevâbına kavuşur. Bu hayır işleri yapmanın sevâbına nâil olmaz. Zengin olup da mal ve servetiyle hayır işler yapan kimse, hem niyet hem de amel sevâbına kavuşur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), her iki sevâba da nâil olur buyurmadı. Bir işi yapmak sevâbı ile niyet sevâbının müsavî olmadığı açıktır. Zirâ nispetleri bütünün parçaları gibidir. (Niyet, işin tamamından bir parçadır.)
Hâlid bin Sinan aleyhisselâm, berzahda da olsa tebliği temennî etti. Binaenaleyh, ameli temennî etmek ile amele başlamak işi birleşti. Temennî ecri ile amel yapma ecri, bir arada hâsıl olmadı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen, peygamber olduğu rivâyet edilen büyük bir zât. Vehb bin Münebbih'den rivâyet edildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinin talebesidir. Şam diyârında, Filistin'de yaşamıştır. Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini bildirmiş ve pek çok kimse ona tâbi olmuştur.
Circîs aleyhisselâm, ticâret yapar ve ticâret için şehir şehir dolaşırdı. Her sene zekâtını verdiği gibi, bütün kazancını fakir mü’minlere sadaka olarak da dağıtırdı. Ticaretten maksadı bu idi. Yaşadıkları bölgeye, putperestler hâkimdi ve buranın Dâdı Veyh veya Dâdıyân adında zâlim bir kralı vardı. Bundan dolayı, emniyet içinde değillerdi. Circîs aleyhisselâm ve ona tâbi olan mü’minler, çevrede bulunan beylerin zararından emîn olmak için, kralın bulunduğu Musul şehrine gitmeye karar verdiler. Circîs aleyhisselâm, krala, kendilerini himâye etmesi için kıymetli hediyeler götürmüştü. Kralın yanına vardığı gün, kral, teb’asının ileri gelenlerini toplamış ve büyük bir ateş yaktırmıştı. Tapmakta oldukları eflûn adındaki putu da dışarı çıkarmışlardı. Kral, insanların puta secde etmesini emrediyor, secde etmeyeni ise ateşe attırıyordu.
Circîs aleyhisselâm bu korkunç durumu görünce, bunlarla mücâdele etmeye, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeye karar verdi. Mü’minlerin yanına dönüp, bütün malını onlara dağıttı. Sonra kralın yanına gelip; “Ey melik! Benim bir hak sözüm var! Bu sözümü dinle. Hiddet ve kızgınlığı bırakıp, insanlara zulmü terk et. Ben sana emîn bir nasîhat ediciyim. Ey melik! Sen de, senin zulmettiğin insanlar gibi, Allahü teâlânın âciz ve zavallı bir kulusun. Seni yoktan yaratan Allahü teâlâdır. Seni ve bütün mahlûkâtı O yarattı. İbâdet ve secde, ancak Allahü teâlâya yapılır. Her şeyi yaratan ve rızık veren O'dur. Bu puta niçin taparsın ve insanları ona secde etmeleri için niye zorlarsın. O put hiç bir fayda ve zarar veremez. Bunu bırak ve Allahü teâlâya îmân et; küfrü terkedip mü’min ol. Eflûn putunu kır!” dedi, Melik, Circîs aleyhisselâmın sözlerini şaşkınlık içinde dinledikten sonra; “Sen kimsin? Nereden geldin ve bana bu sözleri nasıl söyleyebilirsin?” dedi. Circîs aleyhisselâm; “Ben, her şeyi yaratan ve her şeye gücü yeten Allahü teâlânın kuluyum. Beni, bir avuç topraktan ve bir damla sudan yarattı. Sonunda yine toprağa döneceğim, öleceğim. Bundan sonra da Rabbim beni yeniden diriltecek. (Her insanın hâli böyledir.) İsmim Circîs'dir. Diyâr-ı Rum'da, Filistin denilen memleketin sâkinlerindenim. Allahü teâlâ bana pek çok mal verdi. Ben onları, Allahü teâlânın rızâsı için muhtâç mü’minlere dağıttım. Allahü teâlâya îmân etmeyen zâlimlerin zararından kurtulmak için rahatça ibâdet ederek, ömrümü geçirmek üzere, emniyet ümidiyle buraya gelmiştim. Fakat senin sarayına gelince, puta taptığını gördüm. Günâhsız insanları ateşe atarak zulmediyorsun. Seni, Allahü teâlâya îmân etmeye çağırıyorum. Puta tapmayı bırak ve Allahü teâlâya îmân et” dedi.
Melik, Circîs aleyhisselâmın bu sözleri karşısında hiddetlenip; “Sana düşünmen için mühlet veriyorum. Bana tâbi olursan seni affederim. Yoksa ağır cezâlara çarptırırım. Eğer dediğin gibi olsaydı, Rabbin seni böyle muhtâç etmezdi. Hep; O'na ibâdet ve tâat ediyorum diyorsun, öyleyse niçin seni insanlar üzerine hâkim eylemedi?” dedi. Circîs aleyhisselâm, zâlim kralın bu mânâsız sözlerine karşı; “Benim, Rabbimin indinde kıymetim vardır. Ben zelîl ve hakîr değilim. Bu hâlim, tevekkülüm ve tevâzûum sebebiyledir. Rabbim bana, senin makâmından ve saltanatından daha ziyâde bir üstünlük ve izzet verdi. Bunların yanında senin ve saltanatının hiç kıymeti yoktur” dedi. Bu sözleri söylediği sırada, melikin yanında iki kişi vardı. Bunlar onun en yakın adamları idi. Circîs aleyhisselâm sözlerine devamla; “Ey melik! Senin taptığın şu put, gâyet zelîl ve bâtıl bir şeydir. O ne görür ne işitir. Ne bir fayda, ne de bir zarar verir. Yaratmaya ve rızık vermeye de kâdir değildir. Benim Rabbim her şeye kâdirdir.” Sonra bu melike, İdris aleyhisselâmdan ve Îsâ aleyhisselâmdan bahsederek, Allahü teâlânın kudretini anlatmak için şöyle dedi: “Benim Rabbim kullarından ve peygamberlerinden olan İdris aleyhisselâmı, diri olarak melekler arasına aldı. Yemeye içmeye muhtâç bir kul iken, onu semâda diri olarak bulundurmaktadır. Îsâ aleyhisselâm da Allahü teâlânın sevgili bir kuludur ki, onu babasız olarak yarattı ve ona peygamberlik verdi. Îsâ aleyhisselâmın duâsı ile ölüler hayat buldu. Âmâyı görür hâle getirdi ve baras hastalığını tedavi etti. Buna benzer daha nice mûcizeleri görüldü. Sonra Allahü teâlâ onu da semâya kaldırdı.”
Melik, Circîs aleyhisselâmı dinledikten sonra söylediklerine inanmayıp; “Eğer eflûn putuna secde edersen, affederim, böylece kurtulursun! Yoksa seni ateşe atarım!” dedi. Circîs aleyhisselâm, zâlim melikin bu teklifi karşısında; “Ben ancak her şeye kâdir olan; Seni, beni, yeri, göğü ve bütün varlıkları yaratan Allahü teâlâya secde ederim” dedi. Melik, bu sözler karşısında son derece kızıp, azgın bir hâlde; “Bundan sonra hiç bir özrün kalmadı. Sen, canının kıymetini bilmedin. Sana şiddetli işkence yapmak gerekti” dedi. Sonra bir ağaç direk diktirip, Circîs aleyhisselâmı bu direğe bağlattı ve soyup vücûdunu demir taraklarla tarattı. Demir taraklar ile taradıkça, etleri lime lime parçalandı. Circîs aleyhisselâmAllahü teâlânın korumasıyla hiç acı duymadı. Vücûdunun etleri iplik iplik olduğu hâlde ölmedi. Bundan sonra kral, keskin sirke ve tuz getirilmesini emretti. Hemen getirdiler. Sirkeye tuz katıp, Circîs aleyhisselâmın iplik gibi baştan başa dilinmiş vücûduna döktüler. Yine ölmedi ve Allahü teâlânın ihsânı ile hiç acı duymadı. Bundan da netîce alamadıklarını görüp, kralın emri üzerine, başka bir işkence ile öldürmeyi düşündüler. Bu sefer, büyük bir demiri ateşte iyice kızartıp, Circîs aleyhisselâmın başı üzerine koydular. Kızarmış demir başını yakıp, beynini kaynattı ve beyni yüzüne aktı. Allahü teâlâ ona acı hissettirmedi ve tekrar eski hâle çevirip korudu. Bu sefer de ölmediğini gören kral ve adamları, şaşkınlık içinde ne yapacaklarını şaşırdılar. Düşünüp başka yollara baş vurdular. Yeniden harekete geçip, büyük bir kazan kurdular. Kazanın altına ateş yakıp içinde bakır erittiler. Circîs aleyhisselâmı bu kazanın içine atıp, kazanın ağzını kapattılar. Böylece öldürdüklerini zannettiler. Kazanın ağzını epey bir müddet kapalı tutup, kaynattılar. Sonunda açıp baktıklarında, Circîs aleyhisselâmın ölmediğini gördüler. Allahü teâlâ onu koruyordu. Circîs aleyhisselâm ise melike ve adamlarına şöyle diyordu: “Ben size, benim Rabbim her şeye kâdirdir, demedim mi? İşte Rabbim beni ölmekten koruyor.” Zalim kral bu mûcize karşısında endişeye düşüp, krallığının sona ereceğinden korkmaya başladı. Bunun üzerine, Circîs aleyhisselâmı zindana hapsetmelerini emretti. Orada çekeceği eziyet ve sıkıntı ile itâat edeceğini umuyordu. Circîs aleyhisselâm zindana hapsedilince, kralın yardımcılarından biri; “Bu, zindanda rahat durmaz, diğer mahkumları kendi dînine dâvet eder. Buna mâni olmak için, zindanda onu rahat bırakmayalım” dedi. Bunun üzerine kral, onun, zindanda el ve ayaklarından çivilenmesini emretti. Circîs aleyhisselâmın ellerini ve ayaklarını çivilediler. Sonra da yirmi kişinin zor kaldıracağı, sütun hâlindeki bir mermer taşı üzerine yasladılar. Circîs aleyhisselâm, o gün akşama kadar bu hâl üzere kaldı. Sonra, Allahü teâlâ ona bir melek gönderdi. Melek, üzerindeki taşı kaldırıp el ve ayaklarımdaki çivilerden kurtardı. Onu zindandan dışarı çıkardı ve; “Ey Circîs! Allahü teâlâ sana selâm gönderdi. O kâfirin işkencesine sabredip, onu dîne dâvet etsin. O kâfir onu dört defâ öldürecektir. Ben onu yine dirilteceğim. Her diriltişimde yüksek mertebeler vereceğim. Dördüncüsünde bana kavuşacaktır” diye müjdeledi.
Circîs aleyhisselâm bu haberi alınca, çok sevinip, saâdete gark oldu. Sabahleyin zâlim kralın yanına gidip, karşısında ona şöyle dedi: “Ey kral! Gel Allahü teâlâya îmân et, müslüman ol.” Kral şaşırıp; “Seni zindandan kim çıkardı?” diye sordu. O da; “Beni Rabbim çıkardı” dedi. Kral şaşkın ve kızgın bir hâlde, Circîs aleyhisselâmı hemen yakalattı. Sonra bir ağacı ikiye yarıp, Circîs aleyhisselâmı arasına kıstırmalarını emretti. Söylediği gibi yaptılar. İyice bağladıktan sonra vücûdunu küçük parçalar hâlinde kesip, insan eti yiyen arslanların arasına attılar. Arslanlar onun etini yemediler. Allahü teâlâ bir melek gönderdi. Melek, Circîs aleyhisselâmın vücûdunun parçalarını bir araya topladı. Bundan sonra Allahü teâlâ, Circîs aleyhisselâmı yeniden diriltti. Zalim kral, Circîs aleyhisselâmı parça parça edip arslanlara attıktan sonra bir gün, avânesini toplayıp yiyip içiyordu. Bu sırada bâzan kendini, bâzan da putunu methediyordu ve; “Circîs (aleyhisselâm) ne oldu, hani beni Rabbinin azâbı ile korkutuyordu?” diyordu. Tam bu sırada, Circîs aleyhisselâm yanlarına geldi. Kralın avânesi birden bire şaşırdılar. Onun Circîs olduğuna ihtimâl vermediler. Çünkü o parça parça edilmişti. “Bu kişi Circîs'e (aleyhisselâm) ne kadar benziyor” dediler. Bunun üzerine Circîs aleyhisselâm; “Circîs benim. Beni böyle dirilten yüce Allah'a inanmamanız sapıklık değil midir?” dedi. Dinleyenler onu sihirbaz zannedip; “Circîs aleyhisselâm ne acâib bir sihirbaz imiş, kendini bâzan ölü, bâzan diri gösteriyor” dediler. Kral bu durum karşısında; “Bu kişinin elinden âciz olduk, buna bir çâre bulup, elinden nasıl kurtulacağımızı bilemiyorum” dedi. Yardımcıları ona; “Bu sihirbazdır. Senin memleketinde sihirbazların üstâdı çoktur. Onları topla, buna gâlip gelsinler. Böylece, sana karşı durmaktan vazgeçer” dediler.
Kral; “Benim memleketimde sihirbazların üstâdı kimse, getirin” dedi. En meşhûr sihirbazı bulup, krala getirdiler. Kral, bu sihirbaza Circîs aleyhisselâmdan bahsedip; “Onu öldürmeye bir çâre bilir misin” diye sordu. Sonra da; “Bana sihirlerinden göster” dedi. Bu sihirbaz acâib sihirler gösterdi. Kral bu sihirlerini görünce; “Şimdi Circîs'e (aleyhisselâm) yapacağını yap” dedi. Sihirbaz, bir kab içinde su istedi. O suya sihir ve büyü ile ilgili bâzı şeyler okudu. Sonra Circîs aleyhisselâma içirmeleri için verdi. Circîs aleyhisselâma verilince, suyu alıp; “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek içti. Sihrinin ona tesir edeceğini ve mağlûb bir hâlde bırakacağını bekleyen sihirbaz, Circîs aleyhisselâma hiç bir şey olmadığını hayretle görüp; “Eğer bu, sihirbaz olsaydı, ben ona gâlip gelirdim. Bu iş her şeyin hâlıkı olan Allah'ın işidir. Ben Circîs'e aleyhisselâm bir şey yapamam” dedi ve Circîs aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etti. Kral, onun îmân etmesine çok kızıp; “Hayret ne çabuk aldandın” deyince, sihirbaz; “Ben aldanmadım, âlemlerin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îmân ettim” cevâbını verdi. Kral, bu hâdiseden dolayı da halkın çoğu îmân eder korkusuyla, mü’min olan sihirbazın dilini kestirdi. Hâdise halk arasında duyulup yayıldı. Halktan dörtbin kişi îmân etti. Kral mü’minleri toplatıp, hepsini şehîd ettirdi. Sonra Circîs aleyhisselâma şöyle dedi; “Neden Rabbine duâ etmezsin ki bunları öldürmeme mâni olsun.” O da; “Senin öldürdüğün o mü’minler, şehîd olarak Cennet’in yüksek derecelerine kavuştular. Rabbim onlara nîmet ihsân etti” dedi. Bundan sonra zâlim kral ve avânesi, sonunda Circîs aleyhisselâmı şehîd ettiler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden olduğu rivâyet edilen mübârek bir zât. Hakkında fazla bilgi yoktur. Zeyn'ül-mecalis kitabında şöyle bildirilmiştir. Bâzı müfessirler demişlerdir ki; Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Geçmiş zamanda Şem’ûn (Şemsûn aleyhisselâmadlı bir peygamber var idi. Allahü teâlânın rızâsı için, bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da, biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik” dediler. Bunun üzerine Kadir sûresi nâzil olup; “Size verilen Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır” (bu gecenin sevâbı, bin ay cihâd etmenin sevâbından çoktur) buyruldu.
Ravdat-us-safâ’da şöyle bildiriliyor. Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında, Arabistan'ın bir beldesinde Şem’ûn aleyhisselâm adlı; abid, zahid, gâzi ve mücâhid bir zât vardı. Bu zât, benzeri görülmemiş bir yiğit olup, kendisini hangi bağ ile bağlasalar o bağı kırıp kurtulurdu. Îmân etmeyenlere karşı, Allah yolunda dâimâ cihâd ederdi. Îmân etmeyenler, onun karşısında âciz ve çâresiz kalmışlardı. Bu hâlden kurtulmak için, bir hîle ve çâre arıyorlardı. Yaşadıkları şehrin hâkimi, Şem’ûn'un aleyhisselâm hanımına haber gönderip; “Eğer kocanı öldürmede bize yardımcı olursan, seni kendime alır, istediğin her şeye kavuştururum” dedi. Kadın dünyâya tamâh ederek, aldanıp, münâfıklık yaptı. “Size nasıl yardımcı olurum” dedi. “Şem’ûn uyurken, sağlam bir iple iyice bağla ve bize haber ver” dediler. Onlara aldanan bu hâin kadın, bir gece Şem’ûn aleyhisselâm uyurken, onu sağlam bir iple iyice bağladı. Şem’ûn aleyhisselâm uyanınca, bağlanmış olduğunun farkına varıp, hanımının bağladığı sağlam ipleri bir hamlede kopardı. Sonrada hanımına; “Niçin böyle yaptın?” dedi. Hanımı; “Senin kuvvetini denemek için yaptım” dedi. Sonra bu hâdiseyi şehrin hâkimine haber verdi. Bu sefer hâkim demir bir zincir gönderip, uyurken bu zincirlerle bağlamasını söyledi.
Şem’ûn aleyhisselâm uyurken, hanımı düşmanlarının gönderdikleri zincirle onu bağladı. Şem’ûn aleyhisselâm uyanınca, bu zinciri de bir hamlede parçaladı. “Neden böyle yaptın?” deyince de, kadın; “Şem’ûn ne ile bağlanırsa bağlansın kırar, diye duymuştum. Bunu tecrübe etmek için bağladım” dedi. Şem’ûn aleyhisselâm; “Doğrudur. Fakat, beni, kendi saçımın teli ile bağlasalar kıramam” dedi. Kadın bunu öğrenince, yine Şem’ûn aleyhisselâm uyurken, saçından uzunca bir kaç tel alıp, ellerini veya ellerinin baş parmaklarını o saç ile bağladı. Şem’ûn aleyhisselâm uyanınca, ne hikmetse bu bağı koparamadı. Kadın bu durumu şehrin hâkimine ve adamlarına haber verdi. Şehrin hâkiminin adamları gelip, Şem’ûn'u aleyhisselâm yakalayıp hâkime götürdüler. Şehrin hâkimi, dört direk üzerine kurulmuş bir köşkte oturuyordu. Şehir halkını köşkünün önünde toplayıp, Şem’ûn'un aleyhisselâm orada asılmasını emretti. Bunun üzerine Şem’ûn, Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Dünyâda yaşamayı, kâfirler ile senin yolunda cihâd etmek için isterim. Eğer bu isteğim kalbden ve samîmi ise beni kurtar” diyerek duâ etti. O anda bir melek gelip, bağı çözdü. Şem’ûn aleyhisselâm kurtulunca, şehrin hâkiminin köşkünün altındaki direkleri çekip, köşkü devirerek altını üstüne çevirdi. Köşk devrilince, şehrin hâkimi ve avânesi altında kalarak öldüler. Halk, ölüleri çıkarmakla meşgûl iken, Şem’ûn aleyhisselâm evine gidip, kendisine hâinlik eden hanımını boşayıp, cezâsını verdi.
Arâis-ül-mecâlis’de ise şöyle anlatılmaktadır: Vehb bin Münebbih'den şöyle rivâyet edilmiştir: Rum beldelerinden bir beldede, ismine Şem’ûn bin Mesûh denilen bir zât vardı. Bu zât, müslüman ve İncîl ehlinden idi. (Îsâ aleyhisselâma indirilen ve o zaman henüz aslı bozulmamış olan İncîl-i şerîfe göre amel ederdi) Annesi onu, Allah yolunda hizmet etmesi için nezretmişti. Kavmi putlara tapıyordu. Şem’ûn'un aleyhisselâm evi, şehirden uzak bir yerde idi. Şem’ûn aleyhisselâm Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd edip, onları Allahü teâlâya îmâna çağırıyordu. Tek başına yaptığı gazâlarda, çok ganîmet elde ediyordu, Cihâd ederken susadığı zaman, Allahü teâlâ onun için, bir taştan gâyet leziz bir su akıtırdı. Bu su, o içip kanıncaya kadar akardı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti.
Kâdı Beydâvî tefsîrinde; Allahü teâlâ îmân edenleri hem dünyâda hem de âhırette (kabirde) sabit söz olan şehâdet kelimesi “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” ile tespit eder; tevhide bağlı kılar...” meâlindeki İbrâhim sûresinin 27. âyet-i kerîmesi tefsîr edilirken şöyle buyrulmaktadır: Bunlar, kâfirlerin elinde fitne ve belâlara düçâr olduklarında, dinlerinde sabit kalırlar. Zekeriyyâ, Yahyâ, Circîs, Şem’ûn (Şemsûn) aleyhimüsselâm ve Eshâb-ı Uhdüd'ün ateşe attıkları kimseler gibi...”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hıristiyan olarak doğup yetiştiği hâlde, İslâm dînini inceleyerek seve seve kabûl edenler, uzun uzadıya düşündükten ve İslâmiyeti dikkatle inceledikten sonra müslüman olmuşlardır. Başka dinden oldukları hâlde İslâmiyeti kabûl eden, çeşitli ırk, memleket, kavim, renk ve meslekten pek çok kimse, kendilerine sorulan; “Niçin müslüman oldunuz?” gibi suâllere samîmi olarak cevap vermişlerdir. Böyle müslüman olanlardan 42 zâtın, her biri vesika (belge) olan cevapları, çeşitli kitap ve mecmualardan alınıp tercüme edilerek, “Herkese Lâzım Olan Îmân” kitabının, Müslümanlık ve Hıristiyanlık kısmında neşredilmiştir. Bu kitapta; bu sözlerden alınacak çok dersler olduğu ve bunları okuyanların İslâmiyetin yüceliğini, yegane hak din olduğunu bir kere daha kalblerinde hissedecekleri bildirilmekte, 42 zâtın cevapları uzun uzun zikredilmektedir. Buradan bir kaç zâtın cevapları özetlenerek aşağı alınmıştır:
Bayan Âmina Mosler diyor ki: “Ne için müslüman oldum? Ben oğlumun bana sorduğu bir çok suâllere cevap veremiyordum. O bana; “Anne, Allah niçin üç tane?” diye soruyor, ben kendim de üç Allah'a inanamadığım için, ona inandırıcı bir cevap veremiyordum. Nihâyet 1346 (m.1928) senesinde, yaşı artık oldukça ilerlemiş olan oğlum, bir gün gözleri yaşlı olarak bana geldi; “Anne, ben müslümanlığı tetkik ettim. Onlar bir tek mâbuda (yaratıcıya) inanıyorlar. Onların dîni, en doğru din. Ben de müslüman olmaya karar verdim. Sen de bana katıl!) diye yalvarmaya başladı. Onun ricâsı üzerine ben de İslâm dînini incelemeye başladım. Berlin Câmii'ne gittim. Câmi'nin imâmı bizi çok iyi karşıladı ve bana müslümanlığın esaslarını anlattı. O anlattıkça, sözlerinin ne kadar doğru, ne kadar mantıkî olduğunu görüyordum. Artık ben de, oğlum gibi İslâm dîninin tek doğru bir din olduğuna inanmaya başlamıştım. Her şeyden evvel, daha genç yaşta iken bile, bir türlü anlayamadığım, aklımın bir türlü kabûl etmediği üçlü tanrıyı müslümanlık red ediyordu. Müslümanlığı iyice inceledikten sonra, günâh çıkarmanın, papayı günâh işlemez masum bir varlık olarak tanımanın, vaftiz'in (günah affı) ve buna benzer bir çok merasimin ne kadar mânâsız olduğunu anladım ve bütün bunları red ederek seve seve müslüman oldum.
Bütün ecdadım koyu hıristiyandı. Ben bir katolik manastırında büyütüldüm. Tamamen dîni bir terbiye aldım. Fakat, emîn olunuz ki, aldığım bu dîni terbiye, beni hakîkî Allah'a götürecek dîni seçmeme yardım etti. Çünkü, bu terbiye esnâsında bana öğretilen bütün iyi şeyleri Hıristiyanlıkta değil, müslümanlıkta buldum. Müslümanlığı kabûl etmekliğim benim için büyük bir talih eseridir.
Bugün ben bir büyük anneyim. Torunum müslüman olarak doğduğundan dolayı bahtiyârım. Biliyorum ki, Allahü teâlâ, doğru yola koyduklarına dâimâ yardım eder.
Amerikalı, Muhammed Alexander Russel Webb diyor ki: “Bana, ahâlisinin pek çoğu hıristiyan olan Amerika'da doğan, büyüyünceye kadar mütemadiyen hıristiyan papazların yaptıkları vâzları, daha doğrusu saçmaları dinleyen benim gibi bir insanın, niçin dînini değiştirerek müslüman olduğunu soranlar çok oldu. Ben de onlara; müslümanlığı niçin hayat rehberi olarak seçtiğimi kısaca şöyle anlattım: Müslüman oldum! Çünkü, yaptığım incelemeler, araştırmalar, insanların rûhî ihtiyaçlarının ancak müslümanlığın koyduğu sağlam esaslarla te’min edileceğini gösterdi. Ben daha çocukken bile, hıristiyanlığa bir türlü iki elle sarılamamıştım. Yirmi yaşıma geldiğim ve artık reşit olduğum zaman, kilisenin her şeyi günâh sayan, garib (mistik) ve can sıkıcı terbiyesine tamâmen isyân etmiştim. Yavaş yavaş kiliseden ayrıldım ve bir daha ona dönmedim. Benim, araştırıcı ve inceleyici bir ahlâkım (karakterim) vardı. Her şeyin sebebini ve maksadını arıyordum. Bunlar için mantıkî cevaplar bekliyordum. Halbuki râhiplerin ve diğer hıristiyan din adamlarının bana verdiği cevaplar, beni tatmin etmiyordu. Onlar çok kereler suâllerime tatmin edici cevaplar verecekleri yerde; “Bunları biz anlayamayız. Bunlar ilâhî sırlardır” diyorlar veya; “Bunu bizim aklımız kavramaz” gibi kaçamaklı bir cevap veriyorlardı. Bunun üzerine, bir yandan şark dinlerini, öbür taraftan meşhûr filozofların eserlerini incelemeye karar verdim.
Filozoflardan; Mill, Locke, Kant, Hegel, Fichte, Huxley ve diğerlerinin eserlerini okudum. Bu filozofların eserlerinde, hep protoplazmadan, atomlardan, moleküllerden, taneciklerden bahsolunuyor, fakat (insanın rûhu ne oluyor, öldükten sonra nereye gidiyor, bu dünyâda rûh nasıl terbiye ediliyor) hakkında bir fikir bulunmuyordu.
Halbuki İslâm dîni, insanın bedeni yanında, rûhu ile de meşgûl oluyor, bu husûslarda bizi aydınlatıyordu. İşte bunun içindir ki, ben, ne yolumu şaşırdığımdan, ne de hıristiyanlara kızdığımdan veya âni bir karara kapıldığımdan dolayı değil, tam aksine, İslâmiyeti inceden inceye araştırdıktan, büyüklüğünü, ulvîyetini, ciddiyetini, mükemmelliğini iyice anladıktan sonra müslüman oldum. İslâm'da esas; tek Allah'a inanmak, O'na kendini teslim etmek ve O'na ibâdet ederek lütûflarına şükür etmektir. İslâm, bütün insanlara kardeşliği, iyiliği, sevgiyi emreder. Onlardan rûh, beden, dil ve amel (iş) temizliği ister. İslâm dîni, şimdiye kadar insanların bildiği dinlerin muhakkak en mükemmeli, en üstünü ve sonuncusudur.
Amerikalı Selahaddîn Board diyor ki: 1338 (m. 1920) senesinde bir doktoru ziyâret için muayenehanesine gittiğim zaman, bekleme odasında, Londra'da çıkan “Ornient Review” ve “African Times” mecmualarını görmüştüm. Bu mecmuayı karıştırırken, okuduğum; “Ancak bir tek Allah vardır” cümlesi, benim üzerimde çok derin bir tesir yaptı. Çünkü hıristiyanlık dîninde, tam üç tane tanrı vardı ve aklımız yatmadığı hâlde, buna inanmak mecbûriyetindeydik. Bu, “Yalnız bir tek Allah vardır” ibaresi, bu târihten îtibâren aklımdan çıkmaz oldu. Bu kutsî ve ulvî îtikâd, müslümanların kalblerinde taşıdıkları, paha biçilmez bir hazînedir.
Artık İslâmiyete alâkam arttı. Bir müddet sonra müslüman olmaya karar vermiştim. Müslüman olduktan sonra, Selahaddîn ismini aldım. Müslümanlığın en doğru din olduğuna inanıyordum. Zirâ müslümanlık, Allahü teâlânın hiç bir ortağı olmadığını ve bir günâhın ancak Allah tarafından atfedilebileceğini esas olarak kabûl etmektedir. Bu îmân, tabîat kanunlarına ne kadar uygundur! Tarlada, çiftlikte, köyde, şehirde, okulda, hükümette, devlette kısaca her yerde, bir tek baş vardır. İkilik dâimâ ayrılığa sebep olmuştur...
Avusturyalı bayan Cecilla Cannolly diyor ki: “Niçin müslüman oldum? Size çok samîmi olarak söyleyebilirim ki, ben farkına varmadan müslüman olmuştum. Çünkü daha genç yaşta iken, bağlı olduğum hıristiyan dînine karşı zerre kadar itimadım kalmamış, hıristiyanlıktan soğumaya başlamıştım. Ben dinde bir çok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum. Bana öğretilmeye çalışılan dogma (yani îtikâd) ları, öyle körü körüne kabûl etmek taraftarı değildim. Neden üç tanrımız vardı? Neden dünyâya hepimiz günâhkâr olarak gelmiştik ve keffâret vermeye mecbûrduk? Neden ancak râhip vâsıtası ile Allah'a yalvarıyorduk? Sonra bize gösterilen türlü türlü işâretlerin, anlatılan türlü türlü mûcizelerin ne mânâsı vardı? Ben bunları ders veren râhiplere sorduğum zaman, onlar kızıyor; “Kilisenin sana öğrettiği şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar gizlidir. Sen yalnız inanmakla mükellefsin” diyorlardı, ama buna da benim aklım ermiyordu. İnsan, anlamadığı, aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır? Fakat, o zamanlar ben, düşüncelerimi açıktan açığa söylemeye cesâret edemiyordum. Ben emînim ki, kendilerini hıristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi düşünmekte ve kendilerine verilen dîni bilgilerin çoğuna inanmamakta, fakat bunu açıklamaktan korkmaktadırlar.
Nihâyet daha yaşlanınca, bana üç tanrıya tapmağı emreden hıristiyan kilisesinden uzaklaşarak, tek bir Allah'a ibâdet etmeyi öğreten başka bir din var mıdır, diye aramaya başladım. Çünkü bütün vicdanım; mânevîyatım, ancak bir tek Allah'ın mevcût olabileceğini bildiriyordu. Sonra etrâfıma bakınca, papazların bize öğretmeye kalktıkları o anlaşılmaz mûcizelerin, kerâmetlerin, o azîzlerin başlarından geçtiğini söyledikleri garib hikayelerin ne kadar mânâsız olduğunu hâdiseler bana gösteriyordu. Çünkü hakîkî mûcize bu dünyâ idi. Dünyâdaki her şey; insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler, bunları bir büyük hâlıkın (yaratıcının) yarattığını göstermiyor muydu. Yeni doğan bir bebek, bir mûcize değil miydi? Halbuki kilise, her yeni doğanın günâhla örtülü bir zavallı olduğunu telkîne çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu yalandı. Her doğan çocuk, Allahü teâlânın günâhsız bir kulu, bir mahlûku idi. Bir mûcize idi ve ben ancak tek Allah'a, O'nun yarattığı mûcizelere inanıyordum.
Dünyâda hiç bir şey günâhla dolu, kirli ve çirkin değildi. Ben böyle düşünürken, bir gün kızım İslâmiyet hakkında yazılmış bir kitap getirdi. Ana kız oturup, bu kitabı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allah'ım! Bu kitap tam bizim düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslâmiyet ancak bir tek Allah'ın bulunduğunu bildiriyor, insanların masum varlıklar olarak dünyâya geldiğine inanıyordu. Ben o zamana kadar İslâmiyet hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Mektepte İslâmiyet bir alay mevzuu idi. Bize bu dînin yapma (uydurma), saçma ve uyuşturucu olduğu, müslümanların doğru Cehennem’e gidecekleri söylenirdi. Fakat bu kitabı okuduktan sonra, beni bir düşünce aldı. İslâmiyet hakkında biraz daha bilgi sâhibi olmak için, bulunduğum şehirde müslümanları aradım. Bulduğum müslümanlar, benim gözümü açtılar. Sorduğum suâllere o kadar mantıkî cevaplar verdiler ki, artık bu dînin bizim papazların dediği gibi uydurma bir din değil, Allahü teâlânın hakîkî dîni olduğuna inanmaya başladım. Kızımla beraber İslâmiyet hakkında yazılı daha bir çok eserleri de okuduktan sonra, onun ulvîyetine ve doğruluğuna tamamı ile inanarak, ikimiz birlikte müslüman olduk. Ben “Reşîde”, kızım da “Mahmûde” isimlerini aldık.
İslâmiyette en çok beğendiğim şey, duâlardır. Çünkü, hıristiyanlarda duâlar, Allahü teâlâdan hazret-i Îsâ vâsıtasıyla, servet, mevki, îtibâr vesâir dünyâ varlıklarını istemek için yapılır. Halbuki müslümanlar duâ ederken, cenâb-ı Hakka şükranlarını arz ederler ve bilirler ki, onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emirlerine riâyet ettikleri müddetçe, cenâb-ı Hak, onlara muhtâç oldukları her şeyi, onlar istemeden verecektir.
İngiliz bayan Maviş B. Joly diyor ki: Ben İngiltere'de hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bu gün elimizde bulunan İncîl’de yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim zaman, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş râhipler, üzerimde büyük bir tesir yapıyordu. Manasını hiç anlayamadığım duâlar okunurken, bunların ahengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki, bu çocukluk zamanımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fakat, zaman geçtikçe ve benim tahsil derecem yükseldikçe, kafamda bâzı suâller hâsıl olmaya başladı. O zamana kadar tamâmen inandığım hıristiyanlık dîninde bâzı noksanları bulmaya başladım. Gün geçtikçe içimdeki şüphelerin arttığını görüyordum. Yavaş yavaş dinden çözülmeye başladım. Artık hiç bir şeye inanmıyordum. Kilisenin çocukken beni kendisine hayran eden o muhteşem manzarası, bir hayâl gibi gözümün önünden uçup gitmişti. Mektepten çıktığım zaman, tam mânâsı ile bir dinsiz (ateist) olmuştum. Fakat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir şeye inanmamak, insanın rûhunda derin bir yeis, zafiyet, boşluk bırakmaktadır. İnsanın muhakkak bir dayanağa ihtiyâcı vardır. İşte bunun için hıristiyanlıktan tamâmen soğuyan ben, şimdi başka dinleri tetkik etmeye başladım.
Evvela budistliği ele aldım. Onların “Sekiz Yol” adını verdikleri esasları iyice tetkik ettim. Bu “Sekiz Yol”da çok derin felsefe ve çok güzel nasîhatler vardı. Ama, insana ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzumlu bilgileri veriyordu.
Bu sefer mecûsîliği tetkike başladım. Ben üç tanrıdan kaçarken, bu dinde karşıma bir çok tanrı çıktığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsaneler, hurafelerle doldurulmuştu ki, böyle bir dîni kabûl etmeye imkân yoktu.
Bundan sonra yahudiliği incelemeye başladım. Yahudilik, benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünkü, İncîl’in Ahd-i Atîk denilen eski kısmı, tamâmen yahudilerin Tevrât'ından alınmıştı. Fakat yahudilik de beni tatmin edemedi. Evet, yahudiler tek Allah'a inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fakat ondan sonra her şeyi inkâr ediyorlar ve yahudi dîni, bir rehber olacak yerde türlü karışık ibâdet şekilleri ile dolu bir merasim hâline giriyordu.
Dostlarımdan biri, bana, ispiritizme ile meşgûl olmamı tavsiye etti. “Rûhlarla konuşmak, din yerine geçer!” diyordu. Bu beni hiç tatmin etmedi. Çünkü, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibâret olduğunu, rûhunu hiç bir zaman besleyemeyeceğini pek çabuk anlamıştım.
Bu arada ikinci cihân harbi sona ermişti. Ben bir ofiste çalışmaya başladım. Fakat, hâlâ rûhum bir din arıyordu. Bir gün, bir gazetede bir îlân gördüm. Hazret-i Îsâ'nın ulûhiyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirak edebileceği yazılıydı.
Bu konferansı çok merâk ettim. Çünkü, orada hazret-i Îsâ'nın Allah'ın oğlu olup olmadığı münâkâşa edilecekti. Konferansa katıldım ve orada bir müslümanla tanıştım. Bu müslüman, kendisine sorduğum suâllere o kadar güzel, o kadar mantıkî cevaplar verdi ki, o zamana kadar hiç aklıma gelmediği hâlde, İslâmiyet ile meşgûl olmaya karar verdim. Müslümanların kutsî kitabı olan Kur'ân'ı okumaya başladım. Bu kitapta telkin edilen düşüncelerin, 20. asırdaki bir çok tanınmış devlet adamlarının düşüncelerinden çok daha yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdir ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyleyemezdi. Onun için, vakti ile bize öğrettikleri gibi, “İslâm dîni yalandır. Kur'ân uydurma bir kitaptır” sözüne artık inanmıyorum. Kur'ân-ı kerîm uydurma bir kitap olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri ancak insan üstü bir varlık söyleyebilirdi.
Ben hâlâ tereddüt ediyordum. İslâmiyeti kabûl etmiş ingiliz kadınları ile görüştüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitaplar tavsiye ettiler. Bu kitaplar arasında hazret-i Muhammed (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ile hazret-i Îsâ'yı mukayese eden “Mohammed and Christ” adlı kitapla, İslâm dînini izâh eden “The Religion of İslâm” adlı eserler vardı. “Hıristiyanlığın Kaynakları-The Sources of Christianity” isminde diğer bir kitapta ise, hıristiyanlıkta bulunan bir çok ibâdetlerin, ibtidâî insanların ibâdet usûllerinden alındığı ve hakîkatte şimdiki hıristiyanlığın bir “puta tapmak” dîni olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu.
Kur'ân-ı kerîm insana yavaş yavaş tesir ve nüfûz eden bir kitap idi. Kur'ân'ı iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu bir çok defâlar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitaba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük tesir yapan husûs, Kur'ân'ın insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kur'ân’da bir insanın anlayamayacağı tek şey yoktu. Müslümanlar, peygamberlerini, kendileri gibi bir insan olarak kabûl ediyorlardı. Müslümanlarca, peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların çok yüksek akıl ve ahlâk sâhibi, günâhsız ve kusursuz olmaları idi. Yoksa, onların ulûhiyet (ilah olmak ile) irtibatları, alakaları yoktu. İslâm, hazret-i Muhammed'den sonra artık hiç bir peygamber gelmeyeceğini söylüyordu. Ben; “Niçin başka bir peygamber gelmeyecek?” diye sordum. O zaman, müslüman refikim, bana bu husûsu şöyle izâh etti: “Kur'ân-ı kerîm, bir insana lâzım olan bütün iyi ahlâkı, dîni esasları, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yolu, dünyâda ve âhırette huzûr ve selâmete vasıl olmak için lâzım olan husûsları insanlara öğretmektedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka bir peygambere ihtiyaçları kalmamıştır.”
Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan ondört asır geçtiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin esasları hiç değişmeden bu günkü hayat tarzına ve bu günkü ilim seviyesine tamâmen uymaktadır. Fakat ben hâlâ bir şeyi merâk ediyordum. Aradan 14 asır geçmişti. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acabâ 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği İslâmiyetin içinde, bu günkü şartlara uymayan tek bir nokta yok muydu? Ben büyük bir titizlikle İslâmiyette böyle bir nokta bulunup bulunmadığını aramaya başladım. Bu hal, İslâmiyete tamâmen inandığım hâlde ve bu dînin elbette hak olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde böyle bir arayış, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından İslâmiyetin çok kusurlu, âdî, bâtıl bir din olduğu hakkında yapılan telkinlerden ileri geliyordu.
Evvela poligami (birkaç kadınla evlenme, teaddüt-i zevcât) bahsini buldum. İşte mühim bir husûs buldum diyordum. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi? Yukarıda kendisinden bahsettiğim müslüman arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana izâh etti ki, İslâmiyet ilk intişâr ettiği yayıldığı zaman, Arabistan'da her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mes’ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının içtimâî mevkîini ıslâh etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın miktarını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmayı, aralarında adâleti te’min etmeyi, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînat vermeyi emretmişti. Sonra kimsesiz kalan kadınlar, bu sayede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esir muâmelesi görmüyorlardı. Sonra, bir erkek için dört kadın almak bir emir değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izin idi. Bu şartları yapamayacaklar için, birden fazla evlenmek haramdı. Bunun içindir ki, bir çok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almaya ancak müsamaha ediliyordu.
Halbuki, Amerika'daki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslüman arkadaşım; “Acabâ İngiltere'de İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?” diye sordu. Yüzüm kızararak îtirâf ettim ki, bu gün garplı erkekler, evlenmeden evvel, hattâ evlendikten sonra, bir çok kadınlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra müslüman arkadaşımın söylediği sözler, meselâ kocasını iş kazalarında, harbde kaybetmiş ve kimsesiz kalmış zavallı bir genç kadının, bir erkeğin himâyesine girme ihtiyâcı beynimde bir ışık parlattı; ikinci cihân harbi bittiği zaman, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zavallı ingiliz kadının feryâdı aklıma geldi. Bu zavallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: “Genç bir kadınım. Kocamı harbde kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyâcım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya râzıyım. Elverir ki, bu yalnızlıktan kurtulayım.”
Bu da gösteriyor ki, İslâm’da teaddüt-i zevcât (poligami) bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. Bu gün, esasen işsizlikten, fakirlikten, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu İslâm’ın bir kusuru olarak kabûl etmeme imkân kalmamıştı.
Şimdi başka bir kusur daha bulduğumu zannettim. Müslüman arkadaşıma; “Fakat günde beş defâ ibâdet etmek, bu günkü hayat tarzımıza nasıl uyar? Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?” diye sordum. O gülümseyerek, bana şu suâli sordu: “Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?” “Hem de çok” diye cevap verdim. “Pek âla, her gün ekzersiz yapar mısınız?” “Tabii işten eve gelir gelmez her gün hiç olmazsa iki saat piyona çalarım” diye cevap verdim. Bunun üzerine, müslüman arkadaşım; “Beşi bir arada, nihâyet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor? Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, O'na secde ederek lütûflarına şükretmek azaldıkça, O'na giden yoldan uzaklaşılır. Halbuki, her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demektir” diye cevap verdi. Ne kadar haklıydı!
Artık müslümanlığı kabûl etmeme bir mâni kalmamıştı. Ben İslâm dînini bütün rûhum, bütün mânevîyatım ile kabûl ettim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışta ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tetkikten, hattâ içinde anlayamadığım yerleri arayıp bunların cevâbını bulduktan ve bu dînin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıktan sonra müslüman olmuştum. Şimdi, müslüman olmakla iftihar ediyorum.
Fransız Dr. Benosit diyor ki: Ben bir doktorum ve koyu katolik bir âileye mensubum. Fakat doktorluğu meslek olarak seçmekliğim ve pozitif, tecrübî, tabiî ilimlerle meşgûl olmaklığım, bende hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmıştı. Din husûsunda âile fertlerim ile aynı fikirde değildim. Evet, büyük bir Hâlık (yaratıcı) vardı ve ben de O'na yâni Allahü teâlâya inanıyordum. Fakat hıristiyanlığın, bilhassa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrâfında meydana getirdikleri türlü türlü garib varlıklar, oğullar, rûh-ul-kudsler, hazret-i Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğu hakkında akıl almaz uydurmalar ve daha bir takım hurafeler, âyinler, merasimler, beni Allah'a yaklaştırmıyor, aksine O'ndan uzaklaştırıyordu.
Ben bir tek Allah'ın varlığına inandığımdan, hiç bir zaman teslisi (üç tanrıyı) kabûl etmedim ve hazret-i Îsâ'yı hiç bir zaman Allah'ın oğlu olarak tanımadım. Demek oluyor ki, ben daha İslâmiyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehâdetin yarısı olan “Lâ ilâhe illallah” kısmını çoktan kabûl etmiştim. İslâm dîni ile meşgûl olmağa başladım ve Kur'ân-ı kerîmde rast geldiğim; “Söyle ki, Allahü teâlâ birdir, bir tek varlıktır, doğmamıştır ve doğurmaz ve O'na benzer hiç bir varlık yoktur” meâlindeki İhlâs sûresini okuduğum zaman; “Aman Allah'ım! Ben işte tamâmen buna inanıyorum” dedim ve içimde büyük bir ferahlık duydum. O hâlde İslâm'ı daha derinden tetkik etmenin çok lüzumlu olduğunu gördüm. İslâm’ı inceledikçe hayretler içinde kaldım. İslâmiyet, din adamlarını, hattâ peygamberleri (aleyhimüssalevat) bizim gibi insanlar olarak kabûl ediyor, onlara Allah'lık vasfını vermiyordu. Hele bir papanın günâhları affedebileceğini aslâ kabûl etmiyordu. İslâm dîninde hiç bir hurafe, akla uymayan bir kısım, anlaşılmayan bir bahis yoktu. İslâm dîni, tam benim istediğim gibi, gerçek, hak bir dindi. Katolikler gibi insanların günâhkâr olarak dünyâya geldiklerini kabûl etmiyordu. İnsanlara, rûh ve beden temizliği emrediyordu. Tıbbın esâs kâidesi olan temizlik, İslâm dîninde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbâdete temiz olarak gelmeyi emrediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamıştım.
Hıristiyanlıkta, hıristiyan dînine girerken papazın, Îsâ'nın şahsiyetine güyâ karışabilmek için onun eti diye verdiği ekmeği yemek, kanı diye verdiği şarabı içmek gibi âdetlerin en kaba, puta tapan ibtidâî insanların bir âdeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilimlerle inkişâf eden kafam, böyle çocukça ve hakîkî bir dîne yakışmayan saçma merasimleri şiddet ile red ediyordu. Diğer taraftan, İslâm’da bunların hiç biri yoktu, İslâmiyette yalnız hakîkat, sevgi ve temizlik vardı.
Artık kararımı vermiştim. Müslüman dostlarıma gittim ve müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordum. Bana, Kelime-i şehâdet söylemesini ve mânâsını öğrettiler. Ben yukarda da söylediğim gibi bunun yarısını yâni “Bir tek Allah vardır" kısmını müslüman olmadan evvel kabûl etmiştim. Geri kalan “Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür” kısmını da kabûl etmek hiç güç olmadı. Artık İslâm hakkında neşrolunmuş ciddî eserleri incelemeye başladım. Bunları okuduğum zaman, Kur'ân-ı kerîmin ne muazzam bir eser olduğunu hayret ve takdir ile gördüm. Bundan 14 asır önce indirilmiş bu Allah kitabında yazılı olanlar, bu günkü ilmî ve fennî araştırmaların netîcelerine tamamıyla uymaktadır. Hem ilim ve fen ve hem de içtimaî faaliyetler bakımından, Kur'ân-ı kerîm, yalnız bu günün değil, aynı zamanda yarının da kitabıdır.
Ali Selmân ismini aldım. Dinimi çok seviyorum. Çok bahtiyârım.
Malayalı İbrâhim Voo diyor ki: Ben müslüman olmadan evvel katoliktim. Misyonerler beni katolik yapmıştı. Fakat, bu dîne bir türlü ısınamıyordum. Çünkü, râhipler, üç Allah'a inanmamı istiyorlar ve sonra kutsî komünyonu (hazret-i Îsâ'nın etinin ekmek ve kanının şarap olduğunu temsil eden âyini) ve kutsî ekmeğe tapmak mecbûriyetini emrediyorlardı. Papanın, Allah gibi günâhsız olduğunu ve o ne derse yapmak icâb ettiğini ve buna benzer aklın kabûl etmediği bir çok şeyleri öğretiyorlar, bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perişân olacağını söylüyorlardı. Râhiplerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın kabûl edeceği bir izâh bekliyordum. Fakat hiç biri, bu husûsta tafsilat veremiyor; “Bunlar kutsî sırlardır. Kimsenin aklı ermez” demekle yetiniyorlardı. Evet, bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabûl ederdi?
Ben yavaş yavaş bu işte bir sakatlık olduğunu, hıristiyanlığın doğru bir din olmadığını düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum. Hele râhiplere başka bir dinden, meselâ İslâmiyetten bahsedilse, hemen ifrit kesiliyorlar; “Yalnız Îsâ peygamberdir. Muhammed bir yalancıdır. İslâm uydurma bir dindir” diye barbar bağırıyorlardı. “Peki, bu din niçin yalancı bir dindir?” diye sorduğum zaman, buna da bir cevap veremiyorlar, kekeliyorlardı. Onların bu hâli, beni İslâm dînini yakından tetkik etmeye sevketti. Malaya'da bulunan müslümanlarla irtibat kurdum. Onlardan dinleri hakkında bilgi talep eyledim. Bunlar râhiplere hiç benzemiyordu. Bana İslâmiyet hakkında çok güzel malûmat verdiler.
Şunu da sözlerime ilave edeyim ki, başlangıçta kendileri ile adamakıllı münâkâşa ettim. Fakat onlar, benim bütün suâllerime o kadar inandırıcı cevaplar verdiler, bunları o kadar metanet ile ve sabırla karşıladılar ki, yavaş yavaş gözümün önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzûr ve ferahlık geldiğini hissediyordum. Bir çok hurafelerle dolu olan Hıristiyanlığın tam aksine, bu dinde her şey akla uygun, mantıkî ve normaldi. Müslümanlar tek bir Hâlıka (yaratıcıya) inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günâhkâr olduğunu söylemiyor, onlara nîmetini bol bol ihsân ediyordu. Verdiği emirler arasında, benim anlamadığım tek şey yoktu. İbâdetleri, sırf Allahü teâlâya hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resimlere, işâretlere tapmıyorlardı. Kutsî kitapları olan Kur'ân-ı kerîmin her sözünü anlıyor, bunları rûhumda duyuyordum. İbâdet için muhakkak bir mabede gitmek mecbûriyeti yoktu. İnsan, evinde yahut her hangi bir yerde ibâdet edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insanî şeylerdi ki, ben artık hakîkî Allah dîninin, müslümanlık olduğunu kabûl ettim ve seve seve müslüman oldum.
İlk defâ olarak, iki cezvit papazı, Çinlileri hıristiyanlığa inandırmak için, Kanton şehrine gelmişti. (Cezvit, 918 (m. 1512) senesinde papazların teşkil ettiği bir misyoner cemiyetidir.) Kanton valisinden hıristiyan dîni hakkında vâz vermek için müsâde istediler. Vali bunlara ehemmiyet vermedi ise de, cezvitler onu her gün gelip rahatsız ettiklerinden, nihâyet; “Ben bu mes’ele için Çin fağfurundan (sultânından) izin almaya mecbûrum. Kendisine haber vereceğim” dedi ve mes’eleyi Çin fağfuruna bildirdi. Gelen cevapta; “Bunları bana gönder. Ne istediklerini anlayayım” denilmekte olduğundan, cezvitler, Çin'in merkezi olan Pekin'e yolladı. Bu mes’eleden haber almış olan Budist râhipler, fenâ hâlde telâşa düştüler ve; “Bu adamları, hıristiyanlık adı altında zuhûr eden yeni bir dîni, bizim ahâliye telkîn etmeye çalışıyorlar. Bunlar, kutsî Buda'yı tanımıyorlar. Halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan kovun!” diye fağfura yalvardılar.
Fağfur; “Evvela ne söylediklerini bir anlayalım, ondan sonra, bu husûsta karar veririz” dedi. Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından müteşekkil bir meclis tertip etti. Cezvitleri bu meclise dâvet ederek; “Yaymak istediğiniz dînin esasları nelerdir? Anlatın” dedi. Bunun üzerine, cezvitler şöyle anlattılar: “Semâyı ve arzı yaratan Allah birdir. Fakat, aynı zamanda üçtür. Allah'ın biricik oğlu ve rûh-ul-kuds de birer Allah’dır. İşte bu Allah, Âdem ve Havvâ'yı yaratıp, Cennet’e koydu. Onlara her türlü nîmeti verdi. Yalnız bir ağaçtan yememelerini emretti. Her nasılsa şeytan, Havvâ'yı aldattı. Havvâ da Âdem'i yanıltarak, Allah'ın emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine cenâb-ı Hak, onları Cennet’ten çıkardı ve dünyâya gönderdi. Burada, onların çocukları ve torunları zuhûr etti. Fakat bütün bunlar, büyük babalarının işlediği günâh ile kirlenmiştir. Hepsi günâhkârdır. Bu hâl, tam 6000 sene devam etti. Nihâyet cenâb-ı Hak, insanlara acıdı ve onların günâhını affettirmek için, kendi öz oğlunu onlara göndermekten ve bu biricik oğlunu, günâh kefâreti için, kurban etmekten başka çâre bulamadı. İşte, bizim inandığımız peygamber, Allah'ın oğlu olan Îsâ'dır. Arabistan'ın garbında Filistin denilen bir nahiye (bölge) ve orada Kudüs denilen bir şehir vardı. Kudüs'de Celîle denilen bir yer, Celîle'nin de Nâsıra isminde bir köyü vardır. İşte bu köyde, bundan bin sene önce Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız Yûsuf ismindeki bir marangoz ile nişânlanmış ise de, henüz bâkire idi. Bu kız bir gün tenhâ bir yerde bulunurken, rûh-ül-kuds gelip, ona Allah'ın oğlunu ilkâ etti (koydu). Yâni, kız bâkire iken hâmile oldu. Bundan sonra nişânlısı ile Kudüs'e giderlerken Beyt-i Lahm'da, bir ahır içinde çocuğu oldu. Allah'ın oğlunu ahırdaki yemlik içine koydular. Şarkta bulunan râhipler, onun doğduğunu, gökte birdenbire yeniden peydâ olan bir yıldızdan öğrenerek hediyelerle onu aramaya çıktılar ve nihâyet bu ahırda buldular. Ona secde ettiler. Îsâ denilen Allah'ın oğlu, 33 yaşına kadar Allah'ın melekûtu üzerine vâz etti. “Ben Allah'ın oğluyum. Bana inanın, sizi kurtarmaya geldim” dedi ve ölüleri diriltmek, âmâları tekrar basir (gören) yapmak, topalları yürütmek, cüzzamlıları tedavi etmek, denizde fırtınaları durdurmak, iki balıkla onbin kişiyi doyurmak, suyu şarap yapmak, kışın meyve vermediği için, bir incir ağacını bir işâret ile kurutmak gibi ve daha bir çok mûcizeler gösterdiyse de, çok az insan ona îmân etti (inandı). Nihâyet hâin yahudiler, onu Romalılara şikayet ettiler ve haça gerilmesine sebep oldular. Lâkin, Îsâ hacda öldükten üç gün sonra, tekrar dirilerek, ona inananlara göründü. Bundan sonra semâya çıkıp, babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyânın bütün işlerini ona terk etti. Ve kendisi geri çekildi. İşte, bizim vâz edeceğimiz dînin esası budur. Buna inananlar, öteki dünyâda Cennet’e; inanmayanlar ise, Cehennem’e gideceklerdir.”
Onların bu sözlerini dinleyen Çin Fağfuru, papazlara; “Ben sizden bâzı şeyleri suâl edeceğim. Bunlara cevap verin” dedi ve sormaya başladı: “İlk suâlim şudur: Siz, Allah hem bir, hem de üçtür diyorsunuz. Bu, iki iki daha beş eder gibi mânâsız bir laftır. Bu işin aslını bana izâh edin!” Papazlar cevap veremedi. “Bu Allah'ın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez” dediler. Fağfur; “İkinci suâlim şudur: Yeri, göğü ve bütün âlemi yaratan çok kudretli Allah, kullarından birinin işlediği günâh için onu, bu işten haberi bile olmayan bütün sülalesini nasıl günâhkâr sayar? Bunların affı için nasıl olur da, kendi öz oğlunu kurban etmekten başka çâre bulamaz? Bu, onun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne dersiniz?” dedi. Papazlar yine cevap veremedi; “Bu da, Allah'ın bir sırrıdır” dediler. Fağfur; “Üçüncü suâlim de şudur: Îsâ, bir incir ağacından mevsimsiz meyve istemiş, ağaç vermeyince onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir ağacın yapamayacağı bir şeydir. Böyle olduğu hâlde, Îsâ'nın buna kızıp ağacı kurutması, bir zulüm değil midir? Bir peygamber, zâlim olur mu?” dedi. Papazlar, buna da cevap veremedi. “Bu işler mânevî işlerdir. Allah'ın sırlarıdır. İnsanların akılları bunlara ermez” dediler. Bunun üzerine, Çin Fağfuru; “Ben size izin ve müsâde veriyorum. Gidiniz, Çin'in, istediğiniz yerinde vâz veriniz” diye onlara müsâde etti. Onlar, fağfurun huzûrundan çıktıktan sonra, fağfur, mecliste bulunanlara dönüp; “Ben, Çin'de böyle saçmalıklara inanacak bir ahmak bulunacağını zannetmiyorum. Onun için bu adamların, bu hurafeleri vâz etmelerinde hiç bir mahzur görmedim. Ben emînim ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyâda ne ahmak kavimler bulunduğunu görerek, kendi dinlerinin kıymetini daha iyi anlayacaklardır” dedi.
Ehl-i kitâbın (yahudi ve nasârânın) doğru yoldan ayrıldıklarını ve belli başlı özelliklerini Necmeddîn-i Gazzi, Hüsn-üt-tenebbüh de maddeler hâlinde anlatmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Küfür: Onların en büyük kabahatleri budur. Bu her iki fırkanın da küfür üzere bulundukları, âyet-i kerîme ve tevatür derecesine ulaşmış Hadîs-i şerîflerle sabittir. İslâm âlimleri de, yahudiler ve hıristiyanların küfrü husûsunda, şüphe edenin îmânının gideceğini bildirmişlerdir.
Allahü teâlânın birliğine inanmadıkları, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâdan bildirdiklerini tasdik etmedikleri yâni Allahü teâlâ katında yegane hak din olan İslâmiyeti kabûl etmedikleri müddetçe küfürden kurtulamazlar. Küfürden kurtulamayınca da, hiç bir faydalı işleri âhırette kendilerini kurtarmaz.
2- Tecsîm ve teşbîh: Aslında bu da birinci maddeye dâhildir. Cismi ilâh ittihâz etmek ve Allahü teâlâyı cisme benzetmek mutlak küfürdür. Zâten “Tecsîm ve teşbîh” de bu demektir. Bu husûsta A’râf sûresinin 148. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki; “Mûsâ (aleyhisselâmTûr-i Sînâ'ya gittikten sonra, İsrâiloğulları ziynet eşyalarından yaptıkları, rûhu (canı) olmayan ceset şeklindeki bir buzağı heykelini ilâh edindiler ki, o cesedin sığır sesi gibi böğürmesi de vardı. Sâmirî'nin aldatıcı sözleriyle İsrâiloğulları onu ilâh edindiler. Onlar, buzağının kendileriyle, konuşamayacağını ve kendilerine hayırlı bir yol gösteremeyeceğini görmediler mi ve bilmediler mi de onu mâbud edindiler ve böylece kendi nefslerine zulmeden zâlimlerden oldular.”
Hâkim-i Tirmizî, Nevadir-ul-usûl kitabında ve İbn-i Cerir, İbn-i Münzîr, İbn-i Ebî Hatim Mücâhid'den (rahmetullahi aleyhim) rivâyet ederek şöyle bildirdiler: Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yahudi gelerek; “Bana Rabbinden haber ver. O hangi şeydendir. İnciden mi, yoksa yâkuttan mıdır?” diye sordu. Bu sırada bir şimşek gelerek o kâfiri yaktı. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “...Allahü teâlâ hakkında mücâdele edip duranlara, Allahü teâlâ yıldırımlar gönderip, kimi dilerse o yıldırımla çarpıp öldürür...” (Ra'd sûresi: 13)
İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir (rahmetullahi aleyhima), Sa'îd bin Cübeyr'den (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet etmişlerdir. Yahudilerden bir cemâat, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; “Allah mahlûkâtı yarattı, peki O'nu kim yarattı?” dediler. Peygamber efendimiz, buna pek çok gadablandı. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelerek, O'nu teskin etti ve yahudilerin suâllerine cevap olarak, İhlâs sûresini getirdi. Allahü teâlâ, bu sûrede meâlen buyurdu ki: “Ey Resûlüm! Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu bize açıkla diyenlere) de ki: O Allah’dır, bir tekdir (eşi, ortağı yoktur.) Allahü teâlâ sameddir (zevâl bulmayan bâkidir. Mahlûkun doğrudan doğruya O'na muhtâç olduğu yegane varlıktır). O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir şey de, O'na denk olmamıştır.” (İhlâs sûresi: 1-4)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), İhlâs sûresini onlara okuyunca, onlar bu sefer de; “Bize Rabbini anlat! O'nun şekli, eni, boyu nasıl?” diye sordular. Bu suâl üzerine, Peygamber efendimiz öncekinden daha çok gadablandı. Yine Cebrâil aleyhisselâm gelerek, onların bu suâllerine cevap olarak, En’âm sûresinin 91. âyet-i kerîmesini getirdi. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede de meâlen buyurdu ki: (Yahudiler) Allahü teâlânın kadrini, hakkıyla, O'na lâyık olacak bir sûrette tanıyamadılar...”
3- Allahü teâlâya zulüm, fakirlik ve cimrilik, isnat etmek de yahudilerin küfür olan hâllerindendir. Bu husûsta. Âl-i İmrân sûresinin 181. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki, Allahü teâlâ; hakîkaten Allah fakir, bizler ise zenginleriz” diyen yahudilerin sözünü işitmiştir. Onların o kelâmını ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini (hafaza meleklerine emrederek) yazacağız ve onları ateşe sokup; Tadın yakıcı azâbı diyeceğiz.”
Mâide sûresinin 64. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Bir de yahudiler; Allah'ın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler. Bu dedikleri söz sebebiyle, onların elleri hayır yapmak husûsunda bağlandı ve lânetlendiler.
Muhakkak ki, Allahü teâlânın kudret elleri açıktır, dilediği gibi ihsân eder...” buyrulmuştur.
Yahudi ve hıristiyanların kötü ahlâkından birisi de kaderi inkâr ve kader hakkında ileri geri konuşup, münâkâşa etmeleridir.
4- Yahudi ve hıristiyanların bozuk itikatlarından birisi de ircâdır. İrcâ, îmânın, sâdece “Lâ ilâhe illallah” demekten ibâret olduğunu kalb ile tasdik etmek ve âzâlarla amel yapmak lâzım olmadığına inanmak demektir. Yâhud sâdece “Lâ ilâhe illallah” demek ve bilmektir.
5- Sünneti (peygamberlerinin yolunu) azar azar terkedip; dinde bid’atler ortaya çıkarmak. Kutbuddîn İsfehânî (rahmetullahi aleyh) Et-Tergib adlı eserinde, Abdullah ibni Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Ehl-i kitâbın yâni yahudi ve nasâranın ilk terkettiği, peygamberlerinin sünneti olmuştur. Son olarak da namazı terketmişlerdir.
6- Muhabbette ve buğzda aşırılık: Yahudiler, Üzeyir aleyhisselâma karşı sevgide çok ileri gidip; “O, Allahü teâlânın oğludur” dediler. Hazret-i Îsâ'ya da buğz edip haddi aştılar. Ayrıca onun, Üzeyir aleyhisselâmın oğlu olduğunu söylediler.
Hıristiyanlar ise Îsâ aleyhisselâma karşı sevgide çok ileri gidip, onun -haşa- Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylediler. Bu husûsta Tevbe sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler, Üzeyir (aleyhisselâmAllah'ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da; Mesîh (Îsâ aleyhisselâmAllah'ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla uydurdukları sözleridir ki, daha önce küfredenlerin (melekler Allah’ın kızlarıdır diyenlerin) sözlerine benzemektedir. Allah onları kahretsin. Haktan bâtıla nasıl çevriliyorlar.”
7- Yahudiler ve hıristiyanlar öldükten sonra dirilmeye, İslâmiyetin bildirdiği şekilde inanmıyorlar.
8- Kendi görüşlerine tâbi olup, yalnız onu beğenmeleri: İmâm-ı Mücâhid (rahmetullahi aleyh); Yahudi ve hıristiyanlar, Allahü teâlâ tarafından kendilerine gönderilen ilâhî kitabı değiştirdiler buyurdu.
Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); Onlar, Allahü teâlânın kitabını aralarında parçaladılar, onu tahrif ederek, değiştirdiler buyurdu.
9- Allahü teâlâyı sevdiklerini iddia ediyorlar, bir taraftan da günâh, isyân ve taşkınlık içinde bulunuyorlardı: Mâide sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi; “Yahudiler ve hıristiyanlar; “Biz Allahü teâlânın oğulları, sevgilileriyiz dediler...” Yine bu âyet-i kerîmede onlara cevap olarak; “...Hayır, bilakis siz, O'nun yarattığından (mahlukundan) bir beşersiniz...” buyruldu.
Yine bu husûsta, Âl-i İmrân sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever.”
10- Onlar, Allahü teâlânın, kendilerini sevdiğini, O'nun evliyâsı olduklarını, ebedî hayatın, Cennet’in kendileri için hazırlandığını iddia ederler; fakat, Evliyânın ve Cennet ehlinin yolunda bulunmazlar.
Bu husûsta Cumâ sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: (Ey Resûlüm) de ki: Ey yahudiler! Eğer siz, bütün insanları bir tarafa bırakarak, Allahü teâlânın dostları, hakîkaten yalnız kendiniz olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bu iddiânızda da sâdık iseniz, haydi hemen ölümü temenni edin (Allahü teâlânın, dostları için hazırladığı iyilik yurduna sizi nakletmesini hemen isteyin). Bundan sonraki âyet-i kerîmede ise, onların ölümü kat’îyyen istemedikleri bildirilmektedir. Âyet-i kerîmelerde, onların, Allahü teâlâ ile karşılaşmaya yüzlerinin olmadığına işâret vardır. Çünkü, velî yâni Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kul, O'nun emirlerine dâimâ eksiksiz uymaktadır. Devamlı bu hâl üzere bulunduğu için O'na kavuşmayı istemektedir.
Allahü teâlânın emirlerine isyân ve muhâlefet üzere olan kimse, sözde, Allahü teâlânın velîsi olduğunu iddia etse de, O'na kavuşmaya yüzü olmaz. Dolayısıyla ölümü istemez.
11- Hatalarından biri de, insanları saptırmak, hak dinden vaz geçirmek, onlardan küfür ve fısk meydana gelmesine sebep olmaktır. Nitekim, Mâide sûresinin 77. âyet-i kerîmesinde, onların, hem kendileri sapmış, hem de bir çoğunu saptırmış oldukları bildirilmektedir.
Yine bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 99. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey ehl-i kitap! Kendiniz İslâmın hak din olduğunu bildiğiniz hâlde, neden îmân edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz. Muhakkak ki, Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.”
12- Küfrü icâb ettiren hâllerinden biri de, namaz, ezân gibi ibâdetler ile alay etmeleridir. Âyet-i kerîmede mü’minlere, onlarla dost olmamaları emredilmiş, onlar bildirilirken de bu vasıfları ile tanıtılmıştır. Rivâyete göre, namaz vakti geldiğinde, müezzin namaza dâvet edince, mü’minler namaza kalkarlardı. Yahudiler ise; “İşte namaza kalktılar. Bir daha kalkamasınlar. Namaz kıldılar, bir daha kılamasınlar...” gibi, küstahça lâflar ederlerdi. Bunun üzerine, Mâide sûresinin 57. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Ne sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden dîninizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minler iseniz Allahü teâlâdan korkun.”
13- Ehl-i kitap yâni yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine indirilmiş olan ilâhî kitapları tahrif etmişler, değiştirmişler, Allahü teâlâya iftirâ etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmde bunlar hakkında meâlen buyruluyor ki: “Ey mü’minler! Yahudilerin size inanacaklarını umar mısınız? Halbuki, onlardan bir zümre vardır ki, Allah'ın kelâmını (Tevrât'ı) dinlerler ve duyarlardı da, hakkı anladıktan sonra, onu bile bile değiştirirlerdi.” (Bakara sûresi: 75) “Artık kendi elleriyle Tevrât'ı, (yalan yanlış) yazıp da, sonra onu az bir baha (karşılık) ile satabilmek için; Bu, Allah katındandır diyenlerin vay hâline! Ellerinin yazdıklarından başlarına geleceklere! Kazanmakta oldukları günâhlar yüzünden yazıklar olsun onlara.” (Bakara sûresi: 79)
14- Nimete nankörlük ve inkâr etmek de ehl-i kitâbın bozuk ahlâkı arasında yer alır. Bu sebeple, Allahü teâlâ kendilerine ihsân olunan nîmetleri hatırlayıp, zikretmelerini emretmektedir. Bu husûsta Bakara sûresinin 47 ve 122. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Ey İsrâiloğulları! Sizlere ihsân ettiğim nîmetimi ve atalarınızı vaktiyle âlemdeki ümmetlerin üzerine mümtâz, üstün kıldığımı hatırlayın.”
15- Kendilerinde bulunan ilmi, bildikleri bir şeyi bile bile, kasdî olarak gizlemek de onların kötü ahlâkındandır. Nitekim, kendilerine gönderilmiş olan kitaplarda, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın geleceğini ve bütün vasıflarını gördükleri hâlde, bile bile O'nu inkâr ederlerdi. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu (hazret-i Peygamberi) öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden bir topluluk, hak ve hakîkati bile bile gizlerler.” (Bakara sûresi: 146)
“İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu biz insanlara beyân ettikten sonra, gizleyenler var ya, şüphesiz Allahü teâlâ onlara lânet eder (onları rahmetinden kovar) ve bütün lânet edebilenler de onlara lânet okur.” (Bakara sûresi: 159)
Allahü teâlânın indirdiği kitaptan (Tevrât’dan, hazret-i Peygamberin vasıflarına dâir olan) bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar var ya, yedikleri bu rüşvet, kıyâmet gününde, onların karınlarında ancak ateş olur. Kıyâmet günü Allahü teâlâ onlarla ne konuşur, nede onları temize çıkarır. Onlara yalnız acıklı bir azâb vardır.” (Bakara sûresi: 174)
“Vaktiyle Allahü teâlâ, kendilerine kitap verilenlerden şöyle ahd, te’minat, söz almıştı: “Celâlim hakkı için, kitabı muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız. Onu gizlemeyeceksiniz. Onlar ise bu söz ve te’minatı sırtlarının arkasına attılar. Böylece karşılığında biraz para, az bir menfaat satın aldılar. Bu yaptıkları, ne kötü bir alış-veriştir.” (Âl-i İmrân sûresi: 187)
16- Onların en bariz ve açık vasıflarından biri de yeryüzünde fesâd çıkarmaktır. İnsanların ahlâkını bozmak, böylece de onlara hâkim olmak ve bu husûsta her yola baş vurmak, onların önde gelen gayeleridir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günâhta, düşmanlıkta, haram yemekte, birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötüdür.” (Mâide sûresi: 62)
17- Onlar; hakka bâtılı, doğruya yanlışı karıştırdılar. Hak teâlânın kelâmı olan Tevrât'a, kendi elleriyle yazdıkları bâtıl şeyleri soktular. Üstelik, bunların Hak kelâmı olduğunu iddia ettiler. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Hakkı bâtıla karıştırıp da bile bile gizlemeyin.” (Bakara sûresi: 42)
“Ey ehl-i kitap (yahudiler ve hıristiyanlar!) Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıp örtüyor ve bile bile gerçeği inkâr ediyorsunuz.” (Âl-i İmrân sûresi: 71)
Kur'ân-ı kerîmin her âyeti ve sûresi nâzil oldukça, onların buğz ve düşmanlığı, iftirâları ve azgınlıkları arttı. Hakkı kabûl etmeyip, küfürde ısrâr etmeleri sebebiyle, Allahü teâlâ ehl-i kitap arasında kıyâmete kadar düşmanlık koydu. Hiç bir zaman yahudiler hıristiyanlardan, onlar da yahudilerden emîn olmadılar. Küfürde olmaları, onları dâimâ ızdırap içinde bıraktı. Hakka karşı açtıkları harp ateşini, Allahü teâlâ dâimâ söndürdü. Fesat çıkarmak için uğraşmaları sebebiyle de hep ilâhî azâba uğradılar, hakîr ve zelîl kaldılar. Zengin bile olsalar, hâlleri fakirlik ve zillet oldu. Her ne zaman mühim bir işe girişseler, korkak ve mağlûb oldular. Gayretleri sebebiyle her ne kadar zengin de olsalar, kuvvet sâhibi olamadılar. Yeryüzünde dâimâ fesada ve câhilleri hak yoldan alıkoymaya çalıştılar, gizli hîlelere başvurdular. Fakat hep musîbete düştüler.
18- Allahü teâlâya itâatten ayrı ve uzak bulundukları hâlde, kendilerinin Cennet’e gireceklerine kat’î olarak inanıyorlar; günâh ve isyânda devamlı oldukları hâlde, Allahü teâlânın azâbından çekinmiyor, emîn görünüyorlardı. Halbuki, Cennet’e ancak mü’min olanlar girer. Mü’minler ise, Allahü teâlânın emirlerine sarılır, yasaklarından kaçınır. Bununla beraber, Hak teâlânın rahmetinden ümîdli, azâbından ise korkulu olarak bulunurlar. Bu husûsta Bakara sûresinin 111 ve 112. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler; Cennet’e ancak yahudi olanlar girer (yahudilikten gayrı hakîkî din yoktur) dediler. Hıristiyanlar da aynı şekilde; “Cennet’e ancak hıristiyan olanlar girer (hıristiyanlıktan gayrı hakîkî din yoktur) dediler. Bu onların kuruntuları, bâtıl arzularıdır (hakikat tarafı yoktur).
“Ey Habîbim onlara de ki: Eğer bu iddiânızda sâdık kimseler iseniz delilinizi getirin (davanızı ispat edin).
Hayır, hüküm onların dedikleri gibi değildir. Her kim tâat ve amelinde muvahhîd bir mü’min olduğu hâlde, kendini tamâmen Allahü teâlâya teslim ederse, onun için, Rabbi katında amelinin mükâfatı olarak Cennet vardır. Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar.”
19- Dinde mücâdele ve nefslerinin arzusuna uymalarından dolayı ihtilaf çıkarmaları. Âl-i İmrân sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Kendilerine açık deliller ve âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşen hıristiyan ve yahudiler gibi olmayın, işte onlar için çok büyük bir azâb vardır.”
20- Hıristiyanların ve yahudilerin vasıflarından birisi de, şüpheden dolayı, şüpheye düşürmek için veya inâd ve imtihân için çok suâl sormalarıdır. Böyle suâl sormak, yasaklanmış hoş görülmemiştir. Râmûz-ül-ehadis deki bir hadîs-i şerîfte; “Sizden biri, oturup kardeşinden bir mes’ele sorduğunda, öğrenip anlamak için sorsun, onu taannüt (meşakkate sokmak ve imtihân) için sormasın.”
21- Çeşitli ilimleri öğrenip öğretmek; sonra bunlarla amel etmeyip, amel etmekten başkalarını uzaklaştırmak ve öğrendikleri ilimlere muhâlefet etmek de yahudilerin bariz vasıflarındandır. Bu husûsta Cumâ sûresinin 5. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Kendilerine Tevrât'la amel etmeleri teklif edildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hâli, ciltlerle kitap taşıyan merkebin hâline benzer. Allahü teâlânın âyetlerini inkâr eden kavmin hâli ne çirkin. Allahü teâlâ zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.”
Yine yahudi rûhbanları (din adamları) ve hıristiyan râhipleri, dünyâlık ele geçirmek, baş olmak, üstün görünmek için ilimlerini vâsıta yaptılar. Bunun için girilecek her yere, girilecek her kılığa girdiler. Kur'ân-ı kerîmde onlar hakkında meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Gerçekten yahudi bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden bir çoğu, (Tevrât ve İncîl hükümlerini, menfaatleri karşılığında bozmak, bilhassa, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğine âit kısımlarda değişiklikler yapmak gibi) bâtıl sebeplerle, insanların mallarını yerler ve onları Allah yolundan çevirirler...” (Tevbe sûresi: 34)
Onlar, ilimleriyle amel etmezlerdi. Âyet-i kerîmede bunlar hakkında buyruldu ki; (Ey yahudi bilginleri!) İnsanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Halbuki, kitabı (Tevrât'ı) okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak, çirkin hareketinizi anlamayacak mısınız?” (Bakara sûresi: 44)
22- Bayram günlerinde oruç tutmak da yahudilerin âdetlerindendir. Dinimizde Ramazân bayramının birinci günü ve Kurban bayramının her dört gününde oruç tutmak haramdır.
23- İbâdet ve tâatı haftanın yalnız bir gününe has kılmak ve o günü tâzim etmek de onların bozuk âdetlerindendir.
İmâm-ı Beyhekî (rahmetullahi aleyh), Hasais-i yevm-ül-Cumâ isimli eserinde; “Yalnız Cumâ günü oruç tutmanın mekruh oluşundaki hikmet, yahudilere muhâlefettir. Çünkü onlar bayram günlerinde oruç tutuyorlar. Oruç tutmayı, yalnız o belli günlere tahsis ediyorlar. Bu sebeple, onlara benzemek yasak edildi. Aşure gününde de, bir gün önce veya sonra oruç tutulması sûretiyle onlara muhâlefet edilmektedir...” buyurmaktadır.
24- Allahü teâlânın düşmanlarını dost edinirlerdi. Âl-i İmrân sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Mü’minler, mü’minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin” buyruldu. Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahreddîn-i Razî hazretleri; “Bu âyet-i kerîme, kâfirleri dost edinmenin haram olduğu hakkında nâzil olmuştur” buyurmuştur. Bu meâlde başka âyet-i kerîmeler de vardır. Mücâdele sûresi 22, Mâide sûresi 51, Mümtehine sûresi 1 ve Tevbe sûresi 71 gibi. Muhammed Masum Fârûkî hazretleri, Mektûbât kitabının 3. cilt 55. mektubunda buyuruyor ki: “Mü’minin, kâfiri dost edinmesinde üç şekil vardır:
1- Kâfirin küfrüne râzı olarak, onu dost edinmek. Bu yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan kimse, onun küfrünü tasvip etmiş, beğenmiş olur. Bu ise küfürdür. Böyle yapan kimsenin mü’min kalması imkansızdır.
2- Kâfirlerle iyi geçinmek, onlara zâhiren hoş görünmek. Bu men edilmemiştir. Çünkü, onlara İslâmiyeti anlatabilmek ve müslümanları onların şerrinden, zararından korumak için böyle yapmak lâzımdır.
3- Bu ise, birinci ile ikinci şekil arasında bir haldir. Onların dinlerinin bâtıl ve yanlış olduğuna inanmakla beraber, akrabâlık gibi herhangi bir sebeple, kâfirlere meyletmek, onlara yardımcı olmak şeklinde bir dostluktur. Bu üçüncü şekil, küfre sebep olmasa da yine hoş değildir. Men edilmiştir. Çünkü bu mânâdaki bir dostluk, yakınlık, mü’mini, onların yolunu zamanla güzel görmeye, dinlerini beğenmeye kadar götürebilir. Hal böyle olunca, aradaki dostluk artık birinci şekle dönmüş olur.
Ancak, müslüman biri, kâfir bir topluluk içinde bulunur, canı ve malı hakkında onlardan korkarsa, onlara dili ile müdârâ yapar. Onlarla münâsebetini iyi tutar, yumuşak davranır, iyi geçinir. Onlara dili ile düşmanlığını izhar etmez. Hattâ, onlara sevgisi ve dostluğu olduğunu hissettirecek şekilde konuşması da câizdir. Fakat kalbde bunların sevgisi bulunmaması şarttır. Yâni bunların, kalben yapılmaması, zâhirde, görünüşte kalması lâzımdır.
Tefsîr-i Kebîr’de şöyle bildirildi: Hazret-i Ömer bin Hattâb'a denildi ki: “Burada Hireli bir hıristiyan var. Hafızası ondan daha kuvvetli, yazısı ondan daha güzel birisi bilinmiyor. Eğer bir kâtip edinmek istiyorsanız bu olabilir.” Ömer (radıyallahü anh), bu hıristiyanı kâtip edinmekten kaçındı, kabûl etmedi. “O zaman, mü’min olmayan birisini dost, sırdaş edinmiş olurum” buyurdu.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) sahih bir senetle Ebû Mûse'l-Eş’arî'nin (rahmetullahi aleyh) şöyle anlattığını nakletti: Hazret-i Ömer'e; “Benim hıristiyan bir kâtibim var” demiştim de o bana; “Sana ne oluyor ki, müslüman birisini kendine kâtip yapmıyorsun?” buyurdu. Sonra; “Ey îmân edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, o da onlardandır. Allahü teâlâ, düşmana dostluk etmekle nefslerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez” meâlindeki Mâide sûresinin 51. âyet-i kerîmesini okuyup; “Allahü teâlâ böyle buyurmuyor mu?” dedi. Ben; “Ey mü’minlerin emîri! Dini onadır. Bana yazısı lâzımdır” dedim.
O zaman, Hazret-i Ömer bana buyurdu ki: “Mâdem ki, Allahü teâlâ onları aşağıladı, ben onlara ikrâm edemem, kıymet veremem. Mâdem ki, Allahü teâlâ onları zelîl, hor ve hakîr tuttu, ben onları azîz tutamam. Mâdem ki, Allahü teâlâ onları kendisinden uzak tuttu, ben onları yakın tutamam.” Bunun üzerine ben; “Fakat Basra'nın işi onunla yürüyor, o olmazsa yürümez” diye arzettim. Ben böyle söyleyince Hazret-i Ömer; “Yâ o hıristiyan ölürse, ondan sonra ne yapacaksın? İşte bundan dolayı şimdilik onu bir miktar çalıştır. Ancak seni, ona bırakmayacak birini yetiştir!” buyurdu.
Hazret-i Ömer, bununla şuna işâret buyurmuştur: Makâm ve mevki sâhibi birisi, gerek yazısı ve gerekse başka husûsiyetlerinden dolayı, gayr-i müslim birinden yardım isterse, bu, insanların o gayr-i müslime izzet ve ikrâmda bulunmasına, ona kıymet vermesine, onu kendilerine yakın tutmalarına sebep olur. Bu ise, gayr-i müslim birisini dost edinmenin tâ kendisidir.
25- Onlar dilleri ile Allahü teâlâyı anarlar, fakat kalbleri O'ndan gâfil olurdu. Başka şeylerle meşgûl olurlardı. Zalim kimseler idi. Ebû Nu'aym (rahmetullahi aleyh), Hilyet-ül-Evliyâ’da Mâlik bir Dinâr'dan (rahmetullahi aleyh) şöyle nakletti: İsrâiloğulları bir defâsında, içinde bulundukları sıkıntılı bir durumdan kendilerini kurtarması için, Allahü teâlâya yalvarmak üzere duâya çıkmışlardı. Bu sırada gâibden bir nidâ gelip, onlara şöyle denildi: “Siz dillerinizle duâ ediyorsunuz, fakat kalbleriniz benden gâfil ve uzaktır.”
26- Onlar temizliğe de riâyet etmezler. Meselâ, helada abdest bozduktan sonra, -güya- su ile temizlenirler. Fakat, bu suyun temiz olması ile olmaması arasında fark gözetmezler. Üstlerinin ve etrâflarının temizliğine, necasetten pâk olmasına ehemmiyet vermezler.
27- Ehl-i kitâbın ahlâkından biri de budur ki, namazı terkettiler. Meryem sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde, onların namazı bıraktıkları, şehvetlerine tâbi oldukları, fakat azgınlıklarının cezâsına uğrayacakları bildirilmiştir. Bakara sûresinin 83. âyet'-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit İsrâil oğullarından; Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Anaya babaya, hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzellikle söyleyin, dosdoğru namaz kılın, zekât verin diye (emretmiş ve bu husûslarda) kendilerinden ahd, te’minatlı, kuvvetli, sağlam söz almıştık.
Sonra, pek azınız müstesna, verdiğiniz bu sağlam sözden yüz çevirdiniz ve hâlâ da sözünüzden dönmekte devamlısınız.”
28- Namaz vakitlerini bildirmek için boru çalmak yahudilerin, çan çalmak da hıristiyanların âdetlerindendir. Namaz vakitlerini ezân ile değil de bunları çalmak sûretiyle bildirmek müslümanlara lâyık değildir. Mevâhib-i ledünniyye’de bildirildiğine göre, hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), namaz vakitlerinin bildirilmesi husûsunda eshâbıyla istişâre ettiler. Kimisi, namaz vakitlerini bildirmek için hıristiyanlar gibi nâkûs yâni çan çalalım dedi. Kimisi, yahudiler gibi boru çalınsın dedi. Kimisi de namaz vakti ateş yakıp, yukarı kaldıralım dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların hiç birini kabûl etmedi. Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anhümâ) rüyâda ezân okumasını görüp söylediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu beğenip, namaz vakitlerinde ezân okunmasını emir buyurdu.
29- Yahudilerin âdet ve ahlâkından birisi de ölülerinin yüzünü örtmemeleridir. Taberânî'nin İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “Mevtâlarınızın yüzünü örtü ile örtünüz, yahudilere benzemeyiniz” buyruldu.
Ayrıca onlar, cenâzelerinin ardından micmere dedikleri, içinde ûd yanan buhurdanlıkla giderler. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti ise bundan nehy ve men olunmuştur.
30- Ehl-i kitâbın yanlış ve bozuk amellerinden birisi de, cimrilik, cimriliği emretmek, zekâtı emredilen yerlere vermemek ve zekât alması câiz olmayanların zekât almasıdır. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Onlar ki, hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimriliği tavsiye ederler. Ve Allahü teâlânın, fadlından kendilerine verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nîmetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azâb hazırladık.” (Nisâ sûresi: 37)
“Onlar o kimselerdir ki, hem cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler. Her kim (imandan, Allahü teâlânın emir ve nehiylerinden, malını Allah yolunda sarfetmekten) yüz çevirirse, bilsin ki, Allahü teâlâ ganîdir, (bütün mahlûklar her an O'na muhtâç oldukları hâlde O,) hiç bir şeye muhtâç değildir. O hamîddir, bütün hamdlere lâyık olanın tâ kendisidir.” (Hadid sûresi: 24)
31- Rivâyette gelmiştir ki, onların bâzıları, insanlara zekât ve sadaka vermelerini emrediyorlardı. İnsanlar da fakirlere, ihtiyaç sâhiplerine vermek üzere sadakalarını onlara veriyorlardı. Onlar da bu sadakaları biriktirip, kendileri için saklıyorlardı. Tevbe sûresinin 34. âyet-i kerîmesinin sonunda bunlar için; “...İşte bunları pek acıklı bir azâb ile müjdele!” buyrulmuştur.
Mal, mülk sâhiplerinden bir kısmı, zekât vermekte cimrilik etmektedir. Halbuki, verecekleri zekât miktarının kat kat fazlasını nefislerinin arzu ve istekleri için, hevâ ve hevesleri uğruna harcarlar da, zekât olarak az bir miktar olan malı ayırıp, yerine veremezler. Verecekleri zekât miktarı kendilerine çok görünür. Zekât miktarı malı, parayı fakire vermek, onlara, bütün servetini kaybetmek gibi gelir. Bazen, malı az iken zekât, sadaka verenler, malları çoğalıp, servetleri arttıkça cimriliğe başlarlar.
Bütün insanlar arasında, zekâtını vermemek husûsunda en ileride olan Kârûn idi. Mûsâ aleyhisselâmdan öğrendiği ilim sebebiyle, çok mal sâhibi olmuştu. Öyle ki, sâdece hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşıyabilirdi. Bu zenginliğe rağmen, Mûsâ aleyhisselâm zekât vermesini emredince; “Bu kadar malı zekât olarak vermek pek çoktur ey Mûsâ!” demişti.
32- Ehl-i kitâbın yaramaz hâllerinden birisi de azgınlık ve taşkınlık yapmaları, işlerinde haddi aşmalarıdır. Bunların fenâ akıbetleri de elbette sâhiplerinedir. Yûnus sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. O kıymetsiz dünyâ hayatının biraz zevkini sürersiniz. Sonra döner bize gelirsiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı size haber veririz.”
Enes'in (radıyallahü anh) rivâyet edip bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, buğz (azgınlık), mekr (hîle) ve nakz (yemini bozmak, ahdinde durmamak, sözünden caymak) kimde bulunursa bu hasletlerin zararının sâhibine olacağı bildirilmiştir. Nitekim Yûnus sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde; “...Buğzunuz (azgınlığınız) ancak kendi aleyhinizedir...” buyrularak bunun böyle olduğu bildirilmiştir. Mekr ve nakz ile alakalı olarak da âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Halbuki, hîle (kötü düzen, tuzak) ancak sâhibinin başına geçer...” (Fatır sûresi: 43)
“...Kim (ahdini bozar, verdiği sözden) cayarsa, ancak kendi aleyhine caymış olur (bunun cezâsı kendine aittir). Kim de Allahü teâlâya söz verdiği şeyde ahdine vefâ ederse, söz verdiği şeyi yerine getirirse, Allahü teâlâ da ona (yarın kıyâmet gününde) büyük bir mükâfat verecektir.” (Feth sûresi: 10)
33- Onların her hâlleri, başkalarına karşı büyüklük taslamak, şirin görünmek için idi. Bu sebeple, gösterişli elbise giyerler; erkekleri ipek kumaşlarla, altın ile süslenirlerdi. Bunların uygunsuzluğu ise ortadadır.
Yine onlar, mal ve evlatlarının çok olması ile övünürler, mal ve evlat çokluğunun, Allahü teâlâ katında yakınlık ve üstünlüğe delil olduğunu zannederlerdi. Bunu hakîkî bir fazîlet gibi görerek, câhilliklerini ortaya koyarlardı. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Mal ve çocuklar dünyâ hayatının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevapları, Rabbinin yanında daha iyidir.” (Kehf sûresi: 46)
“İyi biliniz ki, dünyâ hayatı elbette la'b yâni oyun, lehv yâni eğlence, zînet yâni süslenmektefâhur yâni öğünme ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır. (Nihâyet hepsi yok olup gider.) (Hadid sûresi: 20)
“Ne mallarınız, ne de çocuklarınız sizi bize yaklaştıracak değildir. Ancak îmân edip sâlih amel işleyen (malını hayra sarfeden ve çocuklarına dînin emirlerini öğretip, bunlarla amel etmeye sevkeden, evlâdını doğruluk üzere yetiştirip terbiye eden), bundan müstesnadır. (Böyle kimselerin mal ve evlâdı, onun bize yaklaşmasına vesile olur.) İşte bunlar için, yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır ve onlar Cennet’in yüksek makâmlarında emniyet içinde bulunurlar.” (Sebe’ sûresi: 37)
34- Yahudi ve hıristiyanların bariz vasıflarından, bozuk ahlâkından birisi de haseddir. Kârûn'un helâkine, serveti ve sarayı ile birlikte yere batmasına sebep, Hazret-i Mûsâ ve Hârûn aleyhisselâmı hased etmesidir.
Nitekim, yahudiler de, hıristiyanlar da birbirlerinden işite işite, büyüklerinden duya duya, âhır zamanda Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) isminde büyük bir peygamberin geleceğini ve gelmesinin iyice yaklaştığını pekala biliyorlardı. Nihâyet iki cihân güneşi Muhammed aleyhisselâm, peygamber olarak tebliğe başlayınca, onlar beklenilen peygamberin bu zât olduğunu anladılar. Fakat, böyle yüce bir peygamberin, kendi aralarından değil de, Arabistan'dan, Arablar içinden çıkmasını kat’îyyen çekemediler. Hased ettiler. O'nu inkâr ettiler. Sırf bu hasedleri ve kuru kuruya inâdları sebebiyle, O yüce peygambere tâbi olup, bu vesile ile iki cihân saâdetine kavuşmak nîmetinden mahrûm kaldılar. Nitekim; (İnkar eden mahrûm kalır) sözü meşhûrdur.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı (yani iyilikleri) yok eder.”
 “Hased, nemime ve kehânet sâhipleri benden değildir.”
“Nimet sâhiplerinden ihtiyaçlarınızı, gizli olarak isteyiniz. Çünkü nîmet sâhiplerine hased edilir.”
“İnsan üç şeyden kurtulamaz: Su-i zan, tayare, hased. Su-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allahü teâlâya tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi, hiç incitmeyiniz.”
35- Allahü teâlânın lütûf ve ihsânından başka herhangi bir şey ile sevinmek, yapmadığı işle övünmeyi sevmek de yahudilerin ahlâkındandır.
Âl-i İmrân sûresinin 188. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ettikleri fenâlıklarla sevinen ve yapmadıkları şey ile de övülmeyi arzu edenler var ya, sakın, sen onları azâbdan kurtulmuş, (selâmet) bir yerde bulunacaklarını sanma. Onlar için, çok acıklı (elem verici, şiddetli) bir azâb vardır.” Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmenin yahudiler hakkında olduğunu bildirmektedirler. Çünkü onlar, insanların dalâletine, doğru saâdet yolundan ayrılmalarına seviniyorlar, ilimleriyle amel etmedikleri hâlde, kendilerine âlim denilmesinden, medholunmalarından da çok hoşlanıyorlardı.
Hadid sûresinin 22 ve 23. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel, ezelde levh-i mahfûza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağdur olmayasınız. Allahü teâlâ kibirlilerin, öğünüp kurulanların hiç birini sevmez.”
Âyet-i kerîmede, dünyâdan fevt olana yâni hayatta kaçırılan fırsatlara üzülmek, kavuşulan kazançlarla ve Allahü teâlânın gönderdiği nîmetlerle öğünmek yasaklanmıştır. Buradaki yasaklanan sevinme, nîmeti Allahü teâlânın gönderdiğinden O'na şükür şeklindeki sevinme değil; gelenin dünyâlık olması için sevinmektir. Yâni dünyâlık için olan sevinme ve övünme kötülenmiştir. Elinde bulunan dünyâlıkların, Hak teâlânın lütûf ve ihsânı olduğunu, bunun, kendi elinde emânet olarak bulunduğunu bilen kimse, o şeyin dünyâlık olması sebebiyle kat’îyyen sevinmez. İmâm-ı Ca’fer-i Sadık hazretleri buyurdu ki:
“Ey Âdemoğlu! Sana ne oluyor ki, kaybettiğine üzülüyorsun? Yine sana ne oluyor ki, elinde bulunan şey ile de seviniyorsun? Halbuki, ölüm onu sana bırakmayacaktır.”
36- Üzerlerine farz kılınan orucu terk ederlerdi. Bakara sûresinin 183. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı...” buyruldu. Bu âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, oruç bu ümmete farz kılındığı gibi, bundan önceki ümmetlere de farz kılınmıştı. Fakat yahudi ve hıristiyanlar, herhangi bir özürleri olmadan, orucu terk ettiler. Oruç tuttukları zaman da sahur yemeğini terkederlerdi. Nitekim, İmâm-ı Ahmed, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'nin (rahmetullahi aleyhim), Amr bin Âs'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Bizim orucumuzla ehl-i-kitabın orucu arasındaki fark, sahuru yemektir” buyruldu.
Yine Nesâî'de bildirildiğine göre, Eshâb-ı kirâmdan birisi şöyle anlatmıştır: “Sahur yaparken, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna girmiştim. Bana; “Sahur, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir berekettir. Onu terk etmeyiniz” buyurdu.”
Yine onlar iftar etmekte de uygunsuz idiler. Bazen iftarı yıldızlar görününceye kadar geciktirirler, bâzan güneş batmadan evvel iftar ederlerdi. Hattâ bâzan da ikindi vaktinde oruçlarını açarlardı.
37- İbâdethaneye girerken ve çıkarken, ellerini kaldırıp oraya buraya bakınarak, tuhaf bir hâlde duâ etmek de ehl-i kitâbın kerih olan âdetlerindendir.
38- Hırsızlık, gasp, fâiz ve rüşvet gibi çeşit çeşit hîlelerle ve bâtıl yollarla insanların mallarını yemek de, yahudilerin ve hıristiyanların işlerindendir. Mâide sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde bunların, devamlı yalancılık için dinledikleri ve haram yedikleri bildirilmiştir.
Mâide sûresinin 62 ve 63. âyet-i kerîmelerinde, meâlen buyruldu ki: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günâha girmekte, düşmanlık etmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötü.
Ne olurdu, onların âlimleri, din bilginleri, günâh söylemelerinden ve haram yemelerinden kendilerini vaz geçirmeye çalışsalardı ya. İşledikleri bu san’at ne kadar kötü.”
Tevbe sûresinin 34. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Gerçekten yahudi bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler...”
Bunların ileri gelenleri, çeşit çeşit hîlelerle insanların mallarını toplayıp, bâzıları meliklerden bile zengin oldukları gibi, dünyâya düşkünlükleri sebebi ile, fazîleti, mal, mülk sâhibi olmaya bağlarlar; sâlih ve fakir kimseleri, fakirlik ve mallarının azlığı sebebiyle ayıplarlardı. Nitekim, İmâm-ı Maverdî (rahmetullahi aleyh), Edeb-üd-dünyâ ved-dîn isimli meşhûr eserinde, yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı, fakirlik sebebiyle ayıpladıklarını bildirmektedir.
Ebû Nu'aym'ın (rahmetullahi aleyh), Hilye kitabında ve Beyhekî'nin Şü'ab-ül-îman isimli eserinde bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Dünyâda kendisine zühd ve az konuşma verilen kimseye yaklaşın. Çünkü o, hikmet konuşur.”
Ebü'l-Hasen bin Cehdân, (rahmetullahi aleyh), “Menâkıb-ül-ebrâr” kitabında, İbn-i Ata'dan (rahmetullahi aleyh) şöyle nakleder. Tevrât’da şöyle yazılıdır: “Ey Âdemoğlu! Sana dünyâlık verdim, sen o dünyâlığı muhâfaza etmekle meşgûl oldun. Sana dünyâlık vermedim, (vermediğimde) onu aramakla uğraşıp, vaktini böyle geçirdin (yani eline dünyâlık verdiğimde de, vermediğimde de sen hep dünyâlık ile meşgûl oldun). Kendini tamâmen bana ne zaman vereceksin?”
39- Kadınların, zînetlerini yabancı erkeklere göstermeleri, örtünmeye riâyet etmemeleri de ehl-i kitâbın bozuk hâllerindendir. Bu sebepledir ki, İsrâiloğulları arasında zina çok olmakta idi. Kadınların, yabancı erkeklere karşı örtünmeleri, süslenmemeleri, zînetlerini göstermemeleri, bakmak, dokunmak ve başka zinaya sevkeden sebepleri ortadan kaldırmakta, kadınların kendilerini sakınmamaları ise dâimâ tehlikeli olmaktadır.
40- Haramları açıkça ve fütursuzca işlemek, erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi ve zina da onların çirkin fillerindendir. Nisâ sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen; Allahü teâlâ sizin tevbelerinizi kabûl etmek ister. Halbuki, şehvetlerine tâbi olanlar, büyük bir meyil ile sizi doğru yoldan harama götürmek isterler” buyruldu. İbn-i Cerir ve Süddî, bu âyet-i kerîmenin yahudiler ve hıristiyanlar hakkında olduğunu bildirmişlerdir.
41- Onlar uzun emel sâhibi idi, çok yaşamayı severlerdi. Bunları sevmekten kendini kurtarabilen kimse, pek azdır. Bu sebeple; “Hayatı sevmek, insanın tabîatında vardır” demişlerdir. Fakat mü’minler, sâlih ameller işlemek, âhıret hazırlığı yapmak, geçen ömründen kaçırdığı fırsatları telâfî edebilmek için uzun ömürlü olmayı severler. Fâsık ve kâfir olanlar ise, dünyânın gelip geçici lezzetlerinden ve nîmetlerinden daha fazla lezzet alabilmek, zevklenebilmek, daha fazla azgınlık ve taşkınlık yapabilmek için çok yaşamayı isterler. Bakara sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki; “Sen yahudileri, insanlardan ve hattâ müşriklerden de daha ziyâde hayata düşkün bulursun. Onlardan her biri arzu eder ki, kendisine bin yıl ömür verilsin. Halbuki, yaşamak, onu azâbdan uzaklaştıracak değildir. Allahü teâlâ, onların ne işlediğini hakkıyla görücüdür.”
42- Onlar, Allahü teâlânın, rızıklara kefil olduğu husûsundaki vâdine güvenmez, daha sonraki zamanlar için aç kalırım endişesi ile mal biriktirirler. Bilmezler ki, biriktirdikleri bu malları yiyemeden, ölüp gidecekler, mallar da başkalarının olacaktır.
43- Ehl-i kitâbın yanlış hâllerinden birisi de, ana babaya karşı gelmek, onlarla alakayı kesmek, yetimleri aşağılamak, onların mallarını yemek, miskinleri, yoksulları yanlarından kovmaktır.
Onlar, Allahü teâlânın evliyâsına düşmanlık ederler, onlara eziyet verir, haklarını gözetmezlerdi. Onlar, kendilerine peygamber olarak gönderilen zâtlara bile eziyet ve sıkıntı verirlerdi.
Muhammed Masum-i Fârûkî es-Serhendî hazretlerinin, (Mektûbât) kitabının 2. cilt, 140. mektubunda bildirdiği bir hadis-i kutside; “Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur...” buyruldu.
Yine onlar, dînine bağlı hâlis mü’minlerden birine musîbet, belâ, sıkıntı ve fakirlik gibi bir şey gelse, bunun için îmân sâhiplerini ayıplarlar, habis rûhları bundan tad alırdı.
44- Selâmı terk etmek de yahudilerin âdetlerindendir. Selâm, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin husûsiyetlerindendir. Ayrıca onlar, yapılan duâya “amin” demeyi de hiç istemezler.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ve İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyhima) Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Yahudiler sizi selâm ve âmin demek husûsunda hased ettikleri kadar, hiç bir şeyde hased etmemiştir.”
Süleymâniye Kütüphânesi, Laleli kısmında 3653 sayılı kitabın başında, Ahmed ibni Kemâl Efendi (rahmetullahi aleyh), Kitab-ül-feraid’inde diyor ki: Ebû Ümâme'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Başkalarına benzeyenler bizden değildir. Yahudilere ve hıristiyanlara benzemeyiniz! Yahudiler parmakları ile işâret ederek, hıristiyanlar elleri ile işâret ederek, mecûsîler de eğilerek selâm verir” buyruldu.
45- Yahudilerin bariz vasıflarından biri de fitne çıkarmak ve dostlar arasında düşmanlık meydana getirmektir.
İbn-i İshak ve Ebü'ş-şeyh, Zeyd bin Eslem'den (rahmetullahi aleyhim) şöyle naklettiler: Bir gün Evs ve Hazrec kabîlelerinden bir grup müslüman, oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Mirşâs bin Kays isminde bir yahudi oradan geçerken, onların hâlini gördü, önceden birbirine düşman olan bu iki kabîle mensuplarının, müslüman olduktan sonra böyle kaynaşmaları, aralarında bu kadar ileri derecede kardeşlik ve muhabbet meydana gelmiş olması, ona göre çok tuhaf idi.
Onları bu hâlde görmek, o yahudinin hoşuna gitmedi. Hattâ bu durum onu çok kızdırdı. İnsanları birbirine düşürmek, aralarında fitne çıkarmak gibi bozuk düşünceleri bir anda alevlendi. Yanında bulanan bir yahudi gencine, muhabbet eden o müslümanlar arasına gidip oturmasını ve Evs ile Hazrec kabîlelerinin müslüman olmalarından evvel aralarında vukû bulan Buas muhârebesini hatırlatmasını söyledi.
Yahudi genç, onun dediği gibi yaptı. Bunun üzerine orada devam eden sohbetin mevzuu bir anda değişip, eski hâdiselerden bahsolunmağa başlandı. İş uzayıp, iki kabîle mensupları birbirlerine sert söyleyecek oldular. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), durumdan haberdâr olunca, hemen oraya gelerek, onlara nasîhatte bulundu. Her iki taraf da nasîhatleri dinleyip kabûl ettiler. O'na itâat ettiler. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde bildirilmekte ve Âl-i İmrân sûresinin 99-112. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Deki: Ey ehl-i kitap! İslâmın hak din olduğunu bildiğiniz hâlde neden, îmân edenleri, Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allahü teâlâ yaptıklarınızdan gâfil değildir.
Ey îmân edenler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir topluluğa uyarsanız, îmânınızdan sonra sizi çevirirler, kâfir yaparlar.
Halbuki siz, Allahü teâlâya nasıl küfreder (O’nu inkâr eder) siniz ki, karşınızda Allahü teâlânın âyetleri okunup durmakta, O'nun resûlü, peygamberi de içinizde bulunmaktadır. Kim Allahü teâlânın dînine sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki, o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey mü’minler! Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden tam olarak sakınınız ve ancak müslüman olarak can veriniz.
Elbirlik Allah'ın ipine (dinine) sımsıkı sarılınız. Birbirinizden ayrılıp dağıtmayınız. Allahü teâlânın üzerinizdeki (İslâm) nîmetini düşününüz. Hani siz câhiliyet devrinde birbirinize düşmanlar idiniz. Böyle iken O, (kalblerinizi İslâm'a ısındırıp) kalbleriniz arasında ülfet (yakınlık ve sıcaklık) meydana getirdi de O'nun sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da, Allahü teâlâ o ateşe düşmekten sizi kurtardı. İşte Allahü teâlâ, âyetlerini sizlere böylece açıklıyor ki, doğru yola eresiniz.
İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.
Ey mü’minler! Birbirlerinden ayrılanlar ve kendilerine açık âyetler, alâmetler geldiği hâlde parçalanıp ayrılığa düşen, çeşitli yollara sapan hıristiyanlar ve yahudiler gibi olmayınız. İşte onlar için çok büyük bir azâb vardır.
Kıyâmet gününde bir takım yüzler bembeyaz ve bir takım yüzler de simsiyah olacak. O vakit, yüzleri siyah olanlara; Îmânınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezâsı olarak tadın azâbı denilecek.
Yüzleri bembeyaz olanlar ise, Allahü teâlânın rahmeti içinde (Cennet’te) dirler. Onlar orada, ebedî olarak kalacaklardır.
Bunlar, Allahü teâlânın ahkamını beyân eden âyetleridir ki, onları sana, hakkı yerine getirmek için vahiy vâsıtasıyla okuyoruz. Allahü teâlâ, âlemlere zulüm irâde (murad) etmez.
Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mülkü ve mahlûkudur. Kulların bütün işleri, O'na döndürülür (O, her birine amelinin karşılığını verir.)
(Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti!) Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (ümmetlerin, din sâhiplerinin en hayırlısı, en iyisi, seçilmişisiniz.) İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz ve Allahü teâlâya îmânınızda devam edersiniz.
Eğer ehl-i kitap (yahudiler ve hıristiyanlar) da îmâna gelseydi, kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden îmân edenler vardır, lâkin ekserisi (hak dinden çıkmış) fâsıklardır.
(Ey mü’minler!) Onlar size dil ile ezâ vermekten başka bir zarar yapamazlar. Eğer sizinle muhârebe etseler, hezîmete uğramış olarak arkalarını dönüp kaçarlar. Bundan sonra onlara, kimse tarafından yardım da olunmaz.
Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, boyunlarına zillet ve horluk takılmıştır. Meğer ki, cizye vermek sûreti ile Allahü teâlânın ve mü’minlerin bakış ve emniyeti altına girmiş olsunlar. Onlar, dönüp Allahü teâlânın gadabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Bunun da sebebi şudur. Çünkü onlar, Allahü teâlânın âyetlerini inkâr ile kâfir olmuşlar, peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi. Çünkü onlar isyân etmişler ve aşırı gitmişlerdi.”
Yine âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Yahudi ve hıristiyanların, sizi kendi dinlerine dâvetlerine karşı şöyle deyin: Biz, Allahü teâlâya ve bize indirilen Kur'ân-ı kerîme, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya’kûb (aleyhimüsselâm) ve torunlarına indirilenlere, Mûsâ'ya, Îsâ’ya aleyhimesselâm verilenlere (kitaplara) ve bütün peygamberlere, Rableri tarafından verilen kitaplara îmân ettik. Onların hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allahü teâlâya boyun eğen müslümanlarız.
Artık yahudi ve hıristiyanlar, sizin bu îmânınız gibi îmân ederlerse, muhakkak hidâyet bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, size karşı ayrılık ve düşmanlık üzeredirler.
Ey Habîbim! Sen onların düşmanlığından endişe etme. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sana kâfidir. (Muhakkak ki, seni onların şerlerinden koruyacaktır.” Allahü teâlâ hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.” (Bakara sûresi: 136-137)
İbn-i Cerir, İbn-i Ebî Hatim ve Ebüşşeyh (rahmetullahi aleyhim), bu âyet-i kerîmenin tefsîrini İbn-i Abbâs hazretlerinden şöyle naklettiler: Onlar her lisân ile lânetlendiler. Mûsâ aleyhisselâm zamanında Tevrât'la, Îsâ aleyhisselâm zamanında İncîl’le, Dâvûd aleyhisselâm zamanında Zebur ile, Muhammed aleyhisselâm zamanında da Kur'ân-ı kerîm ile lânetlendiler.
İmâm-ı Ahmed ve İmâm-ı Beyhekî (rahmetullahi aleyhima) Dürre binti Ebî Leheb'in (radıyallahü anhâ) şöyle anlattığını rivâyet etmişlerdir: “Yâ Resûlallah! insanların en hayırlısı kimdir?” dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), cevâben buyurdu ki: Allahü teâlâdan en çok korkan (en çok takvâ sâhibi olan), en çok sıla-i rahîm yapan (akrabasını ziyâret eden) ve en çok emr-i maruf ve nehy-i münker yapandır.”
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle, diğer ümmetlere üstün kılınmıştır.
46- Onların yanlış işlerinden, bozuk hâllerinden biri de, günâh işlemekte çok ileri gitmek, günâhta ısrarlı olmaktır. Onlar bir günâh işleyince, onu hafif ve küçük görürlerdi. Öyle ki, o günâhı yapa yapa artık âdet, huy hâline getirirlerdi. Netîcede günâhlar, onların gözünde ehemmiyetsiz bir şey olurdu. Sonra bundan zulme intikal ederler, onlara zulmetmeye başlarlardı. Bunda da çok ileri giderler, daha büyüklerini yapmaya başlarlar, insanları öldürürlerdi. Taşkınlık ve azgınlık içinde idiler. Bu hâlleri, onları Allahü teâlânın âyetlerini inkâr etmeye, O'nun peygamberlerini şehîd etmeye kadar götürdü.
Onların bu kadar azgınlaşmalarına sebep, günâhlarda, kötülük işlemekte tam bir serbestlik, başıboşluk ve kayıtsızlık içinde bulunmaları idi. Peygamberlere îtirâz ve karşı çıkmak ve düşmanlık, onlar için bir alışkanlık, tabîat, huy hâline gelmişti.
Allahü teâlânın emirlerini hafife alan, aşağı tutan bir kavmi, Allahü teâlâ zelîl, hakîr ve hor eder.
47- Onlar istikamet üzere bulunmazlardı. Peygamberlerinin bildirdiği, tebliğ ettiği itikattan hemen yüz çevirirlerdi.
İstikamet; bâtıl söz ve işten uzak durmakla beraber, hak olan sözü ve işi yapmak ve vefât edinceye kadar bu hâl üzere devam etmektir.
Fussilet sûresinin 30-32 âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Gerçekten; Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra istikamet üzere bulunanlar (sebat gösteren ve sâlih amel işleyenler) var ya, (ölüm ânında veya dehşet hâlinde;) onların üzerine melekler inecek (ve şöyle diyecekler; ölümden ve sonrasından) korkmayın, mahzûn olmayın. Vâd olunduğunuz Cennet’le neşelenin. Biz hem dünyâda, hem de âhırette sizin dostlarınızız. (Sizi dünyâda koruyacağımız gibi. âhırette de beraberinizde bulunacağız. Size şefâat ve ikrâm edeceğiz.)
Gafûr, Rahim olan Allahü teâlâdan, konukluk, ikrâm (yahut hazırlanmış bir rızık) olarak, burada canlarınız neyi çeker, neden hoşlanırsa hepsi sizindir. Hem burada size, ne isterseniz var.”
Ahkâf sûresinin 13 ve 14. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Gerçekten; Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra istikamet üzere olanlar (dinin hükümlerine uyarak dosdoğru gidenler) var ya, onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.
Onlar cennetliktirler. İşledikleri amellere mükâfat olarak orada ebedî kalacaklardır.”
Ebü'l-Kâsım İsfehânî'nin “Et-Tergib” isimli eserinde İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle nakledilmiştir: Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; “Yâ Muhammed! (aleyhisselâm) Sana ve ümmetine Rabbinin katından bir hediye getirdim ki, onunla sevineceksin” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Beni, Ümmetim hakkında çok sevindirecek olan o şey nedir?” buyurunca, Cebrâil aleyhisselâm şöyle haber verdi:
Yahudiler; “Rabbimiz Allah’dır” derler, fakat bu sözlerinde istikamet üzere bulunmazlar. Çünkü; “Yahudiler; Allah'ın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler.” (Mâide sûresi: 64) ve; “Yahudiler; Üzeyir (aleyhisselâm), Allahü teâlânın oğludur dediler...” (Tevbe sûresi: 30)
Hıristiyanlar da; “Rabbimiz Allah’dır” derler. Onlar da bu sözlerinde istikamet üzere bulunmazlar. Çünkü; “...Hıristiyanlar da, Mesîh (Îsâ aleyhisselâmAllah'ın oğludur dediler...” (Tevbe sûresi; 30)
Senin ümmetin; “Rabbimiz Allah’dır” (Fussilet sûresi: 30) derler ve bu sözlerinde istikamet, doğruluk üzere bulunurlar. Bu sözlerine başka yanlış bir şey karıştırmazlar. Onlara melekler iner ve; “Üzerinde bulunduğunuz din, yahut geride bıraktığınız ehliniz, ıyâliniz hakkında korkmayın. Bu husûsta mahzûn olmayın. Çünkü Allahü teâlâ, geride bıraktıklarınız hakkında sizin vekilinizdir. Lâ ilâhe illallah demeniz sebebiyle, vâdolunduğunuz Cennet’i size müjdeleriz derler.
Cebrâil aleyhisselâm bunları anlatınca, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Ey Cebrâil! Beni sevindirdin” buyurdu. O da; “Yâ MuhammedAllahü teâlâ senin gözünü aydın etsin dedi.”
Onlar, insanlardan gasbettiklerini sadaka olarak verirlerdi. Mallarını ellerinden almak sûretiyle onlara zulmederler, sonra da, temiz olmayan kazançlarından sadaka vermeye kalkarlardı. Bu ise pek yanlıştır. Bakara sûresinin 267, 268 âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız mahsullerin en helâl ve en iyisinden, Allah yolunda harcayın. (Zekât ve sadaka verin.) Kendinizin, ancak göz yumarak, alabileceği, düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allahü teâlâ vereceğiniz sadakalardan müstagnîdir. Hem de asıl lâyık olan O’dur.
Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allahü teâlâ ise lütfundan size mağfiret ve bir bolluk vâdediyor. Allahü teâlânın kudreti, ihsânı geniştir ve her şeyi hakkıyla bilendir.”
Âl-i İmrân sûresinin 92- âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki; “Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz Cennet’e eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız, muhakkak ki, Allahü teâlâ onu bilendir.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget