Mîrhând târihinde Selmân-ı Fârisî hazretlerinden şöyle rivâyet edilir: Îsâ aleyhisselâm Nusaybin'de bulunan kibri ve zulmü ile meşhûr bir hükümdârı îmâna dâvete me’mûr edilince, harekete geçti. Havârîlere; “Hanginiz bu şehre varıp; Allahü teâlânın kulu ve resûlü ve kelimesi olan Îsâ aleyhisselâm, size doğru geliyor diye seslenir” buyurdu. İçlerinden Ya’kûb; “Ben gideyim” dedi. Îsâ aleyhisselâm ona; “Peki git, ama benden en önce uzaklaşan sen olacaksın” buyurdu. Sonra yine içlerinden Tevmân, izin alıp beraber gittiler. Hazret-i Îsâ, Tevmân'a; “Ey Tevmân! Takdir böyledir ki, yakın zamanda senin başına belâ gelecek” buyurdu. Şem’ûn da; “Yâ Rûhallah! İzin verirseniz ben de gideyim, ama bir şartım vardır. Eğer dara düşersem ve sizi çağırırsam, nazarınızı, himmet ve yardımınızı eksik etmeyesiniz” deyip, izin aldı. Üçü beraber o şehre doğru gittiler. Şem’ûn, şehrin dışında durup, yoldaşlarına; “Siz girin seslenin, zarara uğrarsanız, ben sizi kurtarmaya çalışırım” dedi. Ya’kûb'la Tevmân şehre girdi. Ya’kûb bildirilen şekilde seslendi. Sesi duyunca insanlar onların başlarına toplandı. “Konuşan hanginizdir” dediler. Ya’kûb inkâr etti, Tevmân ise söylediklerini ikrâr yâni kabûl ettikte, onlar inanmadılar.
Oranın halkı, daha önce Îsâ aleyhisselâm ile Meryem'i gerçek dışı şekilde işitip, su-i zan ettiklerinden, -haşa- dil uzatıp, lânet ettiler. Tevmân'ı şâha götürdüler. Şâh, bunun ellerini, ayaklarını kestirdi. Gözlerine kızgın mil çektirip, zindana bıraktırdı. Şem’ûn bu hâli haber alıp şehre girdi. Hâlini gizledi. Güzel tedbir ve bâzı çârelerle şâha yaklaştı. Hususî adamlarından ve nedimlerinden, sohbet arkadaşlarından oldu. Bir gün şâha; “Müsamahanıza sığınarak Tevmân'dan birkaç şey sormama izin vermenizi isterim” dedi. Şâh; “Peki” dedi. Şem’ûn; Tevmân'ı yanına getirtti. Birbirlerini hiç tanımıyor gibi davrandılar. Şem’ûn; “Ey kişi, senin sözün nedir?” dedi. Tevmân; “Îsâ aleyhisselâm Allah'ın kulu ve resûlüdür derim” dedi. “Sözünün doğruluğuna delilin nedir” deyince; “Her hastalığa ilaç olmaktır” dedi. “Tabipler de bunu yapabilir, başka hüccet (delil) var mı?” diye sordu. Tevmân delil olarak; “Evlerinde ne yeyip ne sakladıklarını bildirmektir” cevâbını verdi. Şem’ûn yine; “Kâhinler de bunu yapabilir, başka alâmet var mı?” dedi. “Çamurdan kuş sûreti yapıp üfleyince, kuşun canlanıp uçması” deyince; “Sihirbazlar da bunu yapabilir, başka alâmet var mı?” dedi. Tevmân; “Hak teâlânın izni ile ölüleri diriltir” dedi. Bunun üzerine Şem’ûn şâha bakıp; “Bu kimse büyük iddiadadır. Ölüleri diriltmek, Allahü teâlâya ve mûcize olarak peygamberlere mahsustur, sihirbaz ve yalancıların işi değildir. Eğer doğru ise, Îsâ'yı çağırtıp soralım. O bunu inkâr ederse, bu adama her çeşit azâbı yapalım; yok ölüyü diriltirse ki bu çok zor bir ihtimâldir, o zaman ona îmân getirelim” dedi. Şah, Şem’ûn'un bu sözlerini hoş karşıladı. Haber gönderdiler. Hazret-i Îsâ geldi. Şem’ûn yine tanımıyor gibi davranıyordu. Uzun uzun suâller sorup, Îsâ aleyhisselâm ikrâr ve kabûl edince, Şem’ûn; “Eğer doğru isen, hastaya şifâyı bu sakat adamında deneyelim dedi. Îsâ aleyhisselâm, Tevmân'ın kesilen ellerini, ayaklarını koyup, her birini kesilen yere bitiştirerek üzerlerine eliyle sürünce, bitişip düzeldiler. Gözlerini eliyle silince, açıldılar. Şem’ûn şâha bakıp, bu alâmet peygamberliğe delildir dedi. Sonra; “Ey Îsâ! Meclisimizde olanlar bu gece evlerinde ne yediler, ne sakladılar, haber ver” dedi. O da hepsini bir bir söyledi. Çamurdan yarasa teklif etti. Onu da yapıp uçurdu. Diğer hastalar için de şifâ istedi. Bütün hastalar sıhhate kavuştu, ölüyü diriltmeyi söyledi. Sam bin Nûh'u tâyin ettiler. Yukarıda anlatıldığı gibi onu da diriltti. Sam, hazret-i Îsâ'nın hak peygamber olduğuna şehâdette bulundu ve ardından yine vefât etti. Şâh ve askerleri, kumandanları bu mûcizeleri görüp, Hazret-i Îsâ'nın, Allah tarafından peygamber olarak, gönderildiğine gönülden inanıp îmân getirdiler.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.