Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma büyük teveccüh gösterip, pek çok mûcize ve husûsiyetler verdi. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâm hakkında; “Kulumuz Dâvûd” buyurdu. Bu ilâhî hitâb, onun şerefinin, derecesinin üstünlüğünü göstermektedir.
2- Dâvûd aleyhisselâm, bütün işlerinde sâdece Allahü teâlânın rızâsını gözetir, O'na yönelirdi.
3- Cenâb-ı Hak; dağları, taşları, kuşları onun emrine verdi. Zebur'u okumaya başladığı zaman; kuşlar, havadan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebur'u tekrar ederlerdi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyururdu ki: “Dâvûd aleyhisselâm tesbîh okuduğunda (Allahü teâlâyı zikrettiğinde), dağlar da onunla birlikte tesbîh eder, kuşlar toplanır, beraberce tesbîh okurlardı. Bu, mûcize idi. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs şöyle bildirilmektedir:
“...Ey dağlar ve kuşlar! Dâvûd (aleyhisselâm) tesbîh edince, siz de onu tekrar ediniz...” (Sebe’ sûsesi: 10)
“Doğrusu biz, akşam-sabah onunla tesbîh eden dağları ve kuşları, onun emrine vermiştik.” (Sâd sûresi: 18)
“(Her yandan ona doğru) toplanıp gelen kuşları da emrine verdik. (Gerek o dağlardan, gerek bu kuşlardan) her biri, (itaat ederek) onunla tesbîh ederdi. (Sâd sûresi: 19)
“Dağları ve kuşları, Dâvûd (aleyhisselâm) ile birlikte tesbîh etmek üzere emrine vermiştik. (Bütün bunları) yapanlar bizdik.” (Enbiyâ sûresi: 79)
4- Mantık-ut Tayr'ı (kuşların dilini) bilirdi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Süleymân (aleyhisselâm, babası) Dâvûd'a (aleyhisselâm nübüvvet, ilim ve mülküne) vâris oldu. (ve Süleymân aleyhisselâm) dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi.” buyruldu. (Neml sûresi: 16)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki: “Buradaki murâd, kuşların maksatlarını, arzularını anlamasıdır.”
5- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma demiri hamur yapacak bir kudret verdi. Demire istediği şekli verebilmesinin ayrı bir özelliği vardı. Ateşe sokmadan ve dövmeden demire, mum gibi, istediği biçimi verirdi. Bu hâl ona verilen bir mûcize idi. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs şöyle bildirilmektedir:
“...Biz ona demiri (bal mumu gibi) yumuşattık.” (Sebe’ sûresi: 10)
6- Demirden zırh yapıp satar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma zırh yapma san’atını öğrettiğini, Kur'ân-ı erîmde haber vermektedir: “Biz Dâvûd'a (aleyhisselâm) sizin için zırh yapmak san’atını öğrettik.” (Enbiyâ sûresi: 80)
(Dâvûd aleyhisselâma bütün bedeni örtecek) uzun zırhlar yap, onları dokumada intizamı gözet diye emrettik...” (Sebe’ sûresi: 11)
Dâvûd aleyhisselâm, çoğu zaman kıyafet değiştirip şehirde dolaşır, idâreden halkın memnun olup olmadığını araştırır; konuşmalarını gizlice öğrenmeye çalışırdı. Herkes onu medh-ü senâ eder, memnuniyetlerini bildirirlerdi. Bir gün kıyafet değiştirerek çıkmış, kendisinin gidişi hakkında memleketinde hâsıl olan kanaati soracak birisini aramıştı. Karşısına insan şeklinde bir melek (Cebrâil aleyhisselâm) çıktı. Dâvûd aleyhisselâm onu tanıyamadı. Ona; “Dâvûd'un memleketindeki durumunu nasıl buluyorsun?” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “O, ne iyi kişidir. Yalnız kendisinde bir haslet daha olsa” dedi. Dâvûd aleyhisselâm; “O haslet nedir?” deyince, melek (Cebrâil aleyhisselâm) ona; “İşittim ki o, Beyt-ül maldan (hazineden) geçiniyormuş. Halbuki, kişinin zor zahmet kendi kazancını yemesinden daha üstün bir şey yoktur” dedi. Bunun üzerine Dâvûd aleyhisselâm geri döndü. Cenabı Hak'tan, kendi elinin emeğiyle bir geçim ihsân etmesini niyaz etti. Allahü teâlâ da ona demircilik san’atını öğretti. Artık o, zırh yapıp, satıyor ve bununla geçiniyordu. Zırh yapma sayesinde maişeti bollaştı. Hazret-i Dâvûd fakir ve düşkünlere sadaka verir, malının üçte birini müslümanların işleri için sarfederdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Dâvûd aleyhisselâmı elinin kazancıyla geçinmesinden dolayı medhetti.
Buhârî'deki bir Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm) elinin emeği ile kazanıp yerdi.”
7- Saltanatı heybetli olup, devleti, zamanının en kuvvetli devleti idi.
8- Kendisine ilim, hikmet ve fasl-ı hitâb verildi. Ahmed bin Muhammed el-Gaznevî, ilim öğrenmenin fazîleti hakkında buyuruyor ki: “Îmân bilgilerinden sonra ilimlerin en güzeli ve en üstünü, fıkıh ilmidir. Allahü teâlâ Bakara sûresi: 269. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Hak teâlâ, dilediği kimseye hikmet ihsân eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. Bu âyet ve öğütleri, ancak kâmil akıl sâhipleri anlar.” Kelbî (radıyallahü anh), buradaki hikmetin, fıkıh ilmi olduğunu bildirmiştir. Neml sûresi 15. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dair) ilim verdik. Onlar da; Allahü teâlâya hamdolsun ki, (nübüvvet, kitap ve sair ilimler ve hikmetle) bizi (kendilerine bu hasletlerin verilmediği) mü’minlerin çoğu üzerine üstün kıldı dediler.”
Tibyan tefsîrinde bildirildiğine göre, bu âyet-i kerîme; ilmin şerefinin, diğer bir çok nîmetlerden üstün olduğuna işârettir. Kendilerine ilim verilenler, diğer mü’minlerin çoğundan fazîletli olurlar.
Tefsîr âlimleri, hikmetten murâdın; peygamberlik, reyinde isabet, Zebur, kâmil bir ilim ve amel olduğunu söylemişlerdir. Fasl-ı hitâbdan murâdın ise, hakkı bâtıldan ayırarak dâvâları halletmek, reyde isabet ve üstün belâgatla hitâb etmek olduğunu belirtmişlerdir.
9- Dâvûd aleyhisselâma, o vakte kadar diğer peygamberlere verilenlerden ayrı ve fazla olarak fadl verilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde Sebe’ sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz Dâvûd'a (aleyhisselâm) tarafımızdan diğer peygamberler ve diğer insanlar üzerine bir fadl (imtiyaz) verdik” buyruldu. Âlimler, fadldan murâdın, peygamberlik, kitap (Zebur), mülk, güzel ses, demiri hamur gibi yoğurma ve diğer bir çok meziyetler olduğunu bildirdiler.
10- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma Zebur'u verdi. Cenâb-ı Hak fazîletin, din ve ilimle olup, malla olmadığına işâret ederek meâlen; “Biz Dâvûd'a (aleyhisselâm) Zebur'u verdik.” (İsrâ sûresi: 55) buyurdu ve onun fazîletini bildirdi. Hazret-i Dâvûd'un sesi çok güzel olup, gönülleri cezbederdi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Dâvûd'a da (aleyhisselâm) Zebur'u verdik.” (İsrâ sûresi: 55) “Dâvûd'a (aleyhisselâm) Zebur verdiğimiz gibi, (Habîbim) şüphesiz sana da vahyettik.” (Nisâ sûresi: 163) “Tevrât’dan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza (Cennet’e ancak) sâlih kullarım mîrasçı olur.” (Enbiyâ sûresi: 105)
Zebur, manzum olup İbranî dili üzere idi. Meşhûr dört kitabın biri olup, Tevrât’dan sonra indirilmiştir. Vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât'ı kuvvetlendirir, açıklar. Onunla amel etmeğe çağırdığından, Tevrât'ı nesh etmedi, yâni hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Ayrı bir şeriat kitabı değildi. Zâten Dâvûd aleyhisselâm da ayrı bir resûl olmayıp, İsrâiloğullarının peygamberlerinden biri idi. Arais’de yazıyor ki: Zebur, İbranî dili üzere inmiştir. Vaaz ve nasîhatleri ihtivâ eder. İçinde helâl ve harama dâir hükümler yoktur.
Zebur, Dâvûd aleyhisselâma Ramazân ayında nâzil oldu. Dâvûd aleyhisselâmın sesi çok güzel, pek yanık ve tatlı idi. Allahü teâlâ hiç bir kuluna böyle bir ses ihsân etmemişti. Zebur'u, Dâvûd aleyhisselâmdan dinleyenler hayran, şaşkın kalıp, pek çok kimse kendinden geçer, düşerdi. Zebur okumağa kalkınca, ardında Benî İsrâil'in âlimleri, arkalarında diğer insanlar, cinler de insanların arkalarında dururdu. Daha arkada ehlî hayvanlar, en sonra yırtıcı hayvanlar durur; kuşlar da üzerine kanat gerip, gölge eder, rüzgâr dinerdi.
Buhârî’deki Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün Ebû Muse'l-Eş’arî'yi Kur'ân-ı kerîm okurken dinledi ve; “Gerçekten sana Dâvûd'un (aleyhisselâm) mizmarlarından (güzel ses, ses ahengi) biri verilmiştir” buyurdu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu Hadîs-i şerîfinde, onun sesini Dâvûd aleyhisselâmın sesine benzetti.
Muhammed bin İshak'ın rivâyetine göre; cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma ihsân ettiği (güzel ve gür) ses gibi, hiç bir kimseye bahşetmemiştir. O, Zebur'u okurken, bütün vahşi hayvanlar boyunlarını eğerek etrâfında toplanırlar ve sesini dinlerlerdi. Beydâvî’de de; O Zebur'u okuduğu zaman; insanlar, cinler, vahşî hayvanlar etrâfında halka olur, dinlerlerdi şeklinde bildirilmektedir.
Dâvûd aleyhisselâmın mübârek hançeresinden, yetmişiki türlü sedâ (ses) işitilirdi. Vehb (radıyallahü anh) bildirdi ki: Zebur'u okudukta etrâfına yırtıcı ve yırtıcı olmayan hayvanlar ile kuşlar toplanırlar, aslâ birbirlerine zarar vermezlerdi. Bütün mahlûkât onun emrine verilmişti. Kuşlar, cinler, insanlar emrini dinlerlerdi. Mel’ûn iblis bu hâli kıskanıp hased etti. Şeytanlarını yanına toplayıp, onlara; “Halkın gönlünü Dâvûd'a (aleyhisselâm) bağlılıktan ayırıp, aralarına nefret sokmak için ne çâre düşünürsünüz” dedi. Şeytanlar; “Ey babamız! Bu fitneleri sen bizden daha iyi bilirsin” dediler. O zaman iblis; “Dâvûd'un (aleyhisselâm) sedâsına benzer bir ses bulmalı. Oyun ve çalgı aletlerini çalıp, onunkine benzetelim” dedi. Sonra da şeytanlar, oyun ve çalgı aletleriyle halkı saptırmaya çalıştılar.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dâvûd'a (aleyhisselâm kendisine vahy olunan Zebur'u) okumak kolaylaştırıldı. Dâvûd aleyhisselâm kendisini (ve maiyetinin) binek hayvanlarının (sefere) hazırlanmasını emrederdi ve atlar eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel Zebur'u okurdu (hatmederdi).” Yine; “Dâvûd (aleyhisselâm) kendi elinin emeğinden yerdi” buyruldu.
11- Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, tam bir bağlılıkla ona hizmet ederlerdi.
12- Dâvûd aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, kendisine ihsân edilen nîmetlere şükredip, ihsân sâhibinin hakkına riâyet edici olmasıdır.
Dâvûd aleyhisselâm, Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulundu: “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız ikrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti?” Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem (aleyhisselâm) bütün bu ikrâmların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.
Rûh-ul Beyân’daki Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kıyâmet gününde, bir münâdî şöyle seslenir: “Dikkat ediniz! Muhakkak ki, Dâvûd (aleyhisselâm), abidlerin arasında en fazla şükredendir.”
Şükür: Allahü teâlâya, verdiği nîmetleri ile âsî olmamak, yâni Hakk'ın nîmetini O'nun râzı olmadığı şeylerde kullanmamaktır.
Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek de şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükretmez. Allahü teâlânın nîmetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise nîmete küfürdür. Birlik rahmet, ayrılık azâbdır” buyurdu.
Kul, Allahü teâlânın nîmetlerini düşünür, şükrünü kendine lâzım bilip, “Elhamdülillah” derse, nîmete şükretmiş olur. Şükrün, kısaca târifi, İslâmiyetin emirlerine uymaktır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyruldu. (İbrâhim sûresi: 7)
Şükür, din ve dünyâ nîmetlerinin artmasına sebep olmaktadır. Nimet umûmî olunca, insan bunları görmez ve nîmetin kıymetini bilmez. Bir nîmetin kıymetini, nîmete kavuşmayana sormalıdır. Gençliğin kıymetini yaşlılar, sıhhatin kıymetini hastalar, rahatın kıymetini sıkıntı içinde olanlar, zenginliğin kıymetini fakirler, hayatın kıymetini ölüler bilir. Allahü teâlâ meâlen; “Sizlere, gizli-açık nîmetler verdim” buyuruyor. Açık ve gizli nîmetin ne olduğu hakkında ise Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: “Açık nîmet, her uzvu düzgün, güzel yaratılmış olmak; gizli nîmet ise güzel ahlâktır.”
Şükür; kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü îmân etmekle olur. Dilin şükrü, Allahü teâlâyı hatırlayıp söylemektir. Bütün bedenin şükrü ise, namaz kılmak ile yapılmış olur. Ayrıca, kalb ile şükür, herkes için iyilik istemektir. Dil ile şükür, nîmeti değil nîmet sâhibini görerek şükrünü açıkça ifâde edip, “Elhamdülillah” demektir. Beden ile şükür ise, bütün uzuvları, Allahü teâlânın bir nîmeti bilmek ve ne için yaratılmışsa, o işte kullanmaktır.
Nimeti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince, şükür yapılmış olur. Şükrün îmânla alakası bulunmaktadır. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Kıyâmet günü; Şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkmaz.”
Allahü teâlânın verdiği nîmetlere dâimâ şükredici olmalıdır. Şükrün esası, Allahü teâlânın; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım.” meâlindeki İbrâhim sûresi 7. âyet-i kerîmesindeki emrine uymaktır. Bir gün Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'da, Allahü teâlâya münâcât ederken; “Yâ Rabbî! insanlara el, ayak, göz, kulak ve bunlara benzer bir çok nîmetler verdin. Bu nîmetlerin şükrünü nasıl ifâ edebilirler?” deyince, karşılığında, Allahü teâlâ da şöyle buyurdu: "Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nîmeti benden bilip, kendinden bilmezse, şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmezse, nîmetin şükrünü edâ etmemiş olur.”
İnsanlara lâyık olan, her zaman kendisine verilen rızkı ve başka nîmetleri, Allahü teâlâdan bilmektir. Karşılığında ise gece-gündüz şükür ve tesbîh ile hamd eylemektir.
Hadîs-i şerîfte; “Bir müslümanda üç şey bulunursa, Allahü teâlâ onu muhâfaza ve himâye eder, onu sever, merhamet eder. (Bunlar); nîmete şükretmek, zâlimi affetmek, gadaba gelince, gadabını yenmek” buyruldu. Nimete şükretmek, onu İslâmiyete uygun şekilde kullanmak demektir.
Şükür, çok kıymetli yüksek bir mertebedir. Allahü teâlâ; “Şükredenler azdır” buyurdu. Peygamber efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Nimet, yabanî bir kuştur. Ayağını şükürle bağlayın, uçup gitmesin!”
Bir hükümdârın oğlu attan düştü ve boyun kemikleri birbirine girdi. Öyle ki, boynu fil boynu gibi gövdesine battı. Başını çevirebilmek için bütün gövdesini döndürüyordu. Ülkesindeki bütün doktorlar tedavisinde âciz kaldılar. Yalnız, başka ülkeden gelen bir doktor, başını eski hâline getirebildi ve damarlarıyla kemiklerini düzeltti. O doktor olmasaydı, şehzade sakat kalacak, belki de ölüp gidecekti. Bir gün şehzadeyi iyi eden doktor, onu ve babasını ziyârete gitti, iyiliği takdir etmeyen nankör hükümdâr ile şehzade, ona hiç yüz vermediler. Doktor kendisine revâ görülen bu muâmeleden müteessir oldu ve hükümdâr ile oğlu utanacakları yerde, doktor utanarak başını yere eğdi. Kalkıp giderken şöyle mırıldanıyordu: “Ben onun boynunu çevirip eski hâline koymasaydım, bugün yüzünü benden çeviremezdi.”
Zamânla, şehzadenin başı eskisi gibi çarpıldı. Bunun, o zâta yaptıkları hürmetsizlik sebebiyle olduğunu anladılar. Pâdişahın emriyle o doktoru çok aradılar bir türlü bulamadılar. Kendisinden özür dileyeceklerdi. Fakat iş işten geçmişti. Bu kıssadan ibret almalıdır.
Cenâb-ı Hakk'a şükürden yüzünü çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın.
Şakik-i Belhî (rahmetullahi aleyh), Mekke'ye gitti. Orada çok kimseler etrâfında toplanır, sohbetlerinden ve nasîhatlerinden istifâde ederlerdi. Birisine dedi ki: “Geçimini nasıl te’min ediyorsun? Bir şey bulamazsan ne yapıyorsun?” O kimse cevap olarak; “Bir şey bulursam şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum” dedi. Hazret-i Şakik; “Belh şehrinin köpekleri de böyledir. Buldukları zaman sevinirler. Bulamazlarsa bekleyip sabrederler” buyurdu. O kimse; “Peki bu husûsta sizin yaptığınız nedir?” diye sorunca, cevâben; “Elimize bir şey geçerse, başkalarını kendimize tercih eder, başkalarına veririz. Geçmezse şükrederiz” buyurdu. Bunun üzerine o kimse, Şakik-i Belhî hazretlerine sarıldı ve; “Vallahi sen büyük bir zâtsın” dedi.
Ebû Osman (rahmetullahi aleyh); “Şükür; şükürden, aczi îtirâf etmektir” buyurdu.
İmâm-ı Şiblî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti görmeyip, nîmet sâhibini görmektir.”
13- Dâvûd aleyhisselâm günâhtan korkan, ibâdete tahammülü çok ve kuvvet sâhibi idi. Cenâb-ı Hak onu kuvvetli vasfıyla medhetti. Dâvûd aleyhisselâm çok tevbe ve çok istiğfâr ederdi.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.