Benî İsrâil'e gönderilen peygamberlerden. Kudüs yakınlarında Gazze şehrinde doğdu. Babası, Benî İsrâil'in peygamber ve sultânlarından Dâvûd aleyhisselâmdır. Ya’kûb aleyhisselâmın neslindendir. Annesi bir rivâyete göre, Dâvûd aleyhisselâmın şehîd kumandanı Urya'nın evlenmek istediği kız idi. Urya'nın şehîd olması üzerine, bu kızla, Hazret-i Dâvûd nikâhlanmış, ondan da Süleymân (aleyhisselâm) dünyâya gelmişti. Babasının vefâtı üzerine, 12 veya 13 yaşında sultân, sonra peygamber oldu. Babasının temelini attığı Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'yı yedi yılda, pek san’atkarâne bir şekilde inşâ etti. Saraylar inşâ ettirip, kaleler yaptırdı. Şehirler kurdu. Zamânın medenî dünyâsı olan Akabe körfezinden Fırat'a kadar olan bölgeye hâkim oldu. Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Yemen'deki Sebe’ sultânı olan Belkıs ile evlendi. İnsanlara, cinnîlere, yerdeki ve havadaki hayvanlara hükmeder, onlarla konuşurdu. Rüzgâr emrine verilmişti. Kudret ve ihtişam sâhibi bir peygamberdi. Kırk sene adâletle hüküm sürdü ve Kudüs'de vefât etti.
Süleymân aleyhisselâm, daha çocuk iken son derece akıllı, içi dışı güzel ve olgundu. Bu yüzden, babası, büyük işleri onunla müşavere ederdi. Zekâ, anlayış ve firasette, ictihâdda, isabette en ileride idi. Çocukluk zamanında, bir çocuk için mümkün olmayan, şaşılacak, hayret edilecek hâlleri ve hareketleri görülmüştü.
Buhârî'nin (rahmetullahi aleyh), Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte, şöyle buyrulmaktadır: “Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan çocukları vardı. Yolda giderlerken, kurt gelip, bu kadınlardan birinin (büyük kadının) çocuğunu alıp, götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı (küçük) kadına; Kurt, senin çocuğunu götürdü dedi. Öbür kadın; Hayır, senin çocuğunu götürdü dedi. Nihâyet, bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvûd'a (aleyhisselâm) müracaat ettiler. Dâvûd (aleyhisselâm), çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar muhakemeden çıkıp, Dâvûd'un (aleyhisselâm) oğlu Süleymân'a (aleyhisselâm) gittiler. Dâvûd'un (aleyhisselâm) hükmünü ona söylediler. Süleymân (aleyhisselâm) da; Bana bir bıçak getirin. Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım dedi. Bunun üzerine küçük kadın; Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin. Çocuk bu kadınındır dedi. Bunun üzerine, Süleymân (aleyhisselâm) çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” Dâvûd aleyhisselâm bu hükmü işitip, oğlunun firâset ve zekâsına hayran kaldı.
Dâvûd aleyhisselâmın, geride kalan çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetmesine dâir, âlimler bir takım sebepler bildirmişlerdir. Ancak, Dâvûd aleyhisselâmın, geride kalan bu çocuğu büyük kadının elinde bulması, küçük kadının onun kendi çocuğu olduğuna dâir, delil getirmekten âciz kalması sebebiyle, çocuğun, büyük kadına âit olduğuna hükmetmiş olması da muhtemeldir. Bu sebep, dîni kâidelere muvafık olması bakımından güzel bir te’vildir.
Süleymân aleyhisselâmın, babası Dâvûd aleyhisselâmın hükmünü bozmasına gelince; Süleymân aleyhisselâm, babası Dâvûd aleyhisselâmın hükmünü bozmayı kasdetmiş değildir. Ancak o, verdiği hüküm ile, bu iki kadın arasındaki mes’eleyi halletmiş, hakîkati meydana çıkarmış, ince ve hoş bir çâre ile mes’eleyi halletmişti. Süleymân aleyhisselâm, hâdise kendisine anlatılınca, kadınların ellerinde bulunan çocuğu aralarında paylaştırmak için, bıçak getirmelerini istedi. Aslında, böyle bir şeyi yapacak değildi. Maksadı, bu işin hakîkatini ortaya çıkarmaktı. Nitekim bu yolla, maksadı da hâsıl oldu. Çünkü; “bıçak getirin bu çocuğu aralarında paylaştırayım” deyince, küçük kadın feryâd etmişti. Çocuğunun hayatta kalmasını tercih ederek; onun, büyük kadının olduğunu söylemek zorunda kalmıştı. Ancak, Süleymân aleyhisselâm, küçük kadının bu sözüne îtibâr etmedi. Çünkü, küçük kadının, analık şefkâti ile feryâd edip, çocuğunu kesilmekten kurtarmak için, onun, büyük kadına âit olduğunu söylemesi, çocuğun kendisine âit olduğunu gösteriyordu. Ayrıca, çocuğun kesileceğini duyunca, küçük kadının gösterdiği bu telâşa karşılık, büyük kadında böyle bir telâşın görülmemesi; sonra Süleymân aleyhisselâmın çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetmesine karşılık, îtirâzının olmaması, Süleymân aleyhisselâm için, çocuğun küçük kadına âit olduğuna dâir bir delil idi.
İbn-ül-Cevzî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Dâvûd ve Süleymân'ın aleyhimesselâm ikisi de ictihâdları ile hükmettiler. Şâyet, Dâvûd aleyhisselâm nass ile hükmetseydi, Süleymân aleyhisselâmın bu hükme muhâlefet etmesi câiz olmazdı.
Bu kıssa; fetanet ve anlayışın, Allahü teâlânın mevhibesi, ihsânı olduğuna, yaşın büyüklüğü ve küçüklüğü ile alakası olmadığına delâlet etmektedir. Burada hak, iki tarafta değil, bir taraftadır. Vahiyle mes’elenin hükmünü öğrenmeleri mümkün olmakla beraber, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ictihâd ile hükmetmeleri de câizdir. Çünkü, ictihâdla hükmetmekte ecirleri artmaktadır. Müctehid isabet ederse, iki sevâb, hatâ ederse,bir sevâb kazanır. Sonra peygamberler (aleyhimüsselâm) hatâdan masumdurlar, korunurlar. Masum oldukları için de, bâtıl ve hatâ üzerinde olmazlar. Zelle sâdır olursa da vahiyle ikaz edilirler.
Süleymân aleyhisselâmın böyle isabetli karar ve hükümlerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmde haber verildi. Meâlen şöyle buyruldu: “Dâvûd'u ve Süleymân'ı (aleyhimesselâm) da hatırla! Hani onlar ekin (veya bağ mes’elesi) hakkında hüküm veriyorlardı. O vakit geceleyin bir kavmin davarı ekin tarlasına girip ifsâd etmişti (zarar vermişti). Biz onların hükümlerini bilici idik. Biz o mes’elenin hükmünü Süleymân'a bildirdik. Bununla beraber (Dâvûd ve Süleymân'ın) her birine bir hüküm ve bir ilim vermiştik.” (Enbiyâ sûresi: 78, 79)
Bu âyet-i kerîmeyi tefsîr eden âlimler, hâdiseyi şöyle anlatmışlardır: “Bir gece, bir koyun sürüsü, bir tarlanın ekinlerini telef etti. Tarla sâhibi, Dâvûd aleyhisselâma gelip, koyun sâhibinden dâvâcı oldu. Koyunların kıymeti, telef edilen ekine eşitti. Dâvûd aleyhisselâm, koyunların tarla sâhibine verilmesine hükmetti. Süleymân aleyhisselâm daha onbir yaşındaydı. Babasının bu hükmünü işitince; “Bu davada, iki taraf için de faydalı olan bir hüküm daha vardır” dedi. Babası sorunca, utandı. Zorlayınca; “Koyunları ekin sâhibine verin, süt ve yünlerinden faydalansın. Tarlayı da koyun sâhibine verin, ekin ekip önceki hâle getirsin. Sonra da her biri kendinde olan önceki sâhibine teslim etsin” dedi. Dâvûd aleyhisselâm,oğlunun bu hikmetli sözlerini beğenip, ona göre hüküm verdi. Bu âyet-i kerîme ile murâd, Allahü teâlânın, Dâvûd ve Süleymân'a aleyhimesselâm olan nîmetlerinin zikredilmesidir. Allahü teâlâ önce, her ikisine müşterek olarak, sonraki âyet-i kerîmelerde de, ayrı ayrı verdiği nîmetleri bildirdi. Allahü teâlânın her ikisine müşterek olarak ihsân ettiği nîmet; hüküm vermeleri ve bunda ehil olmalarıdır. Allahü teâlâ, her ikisini de ilim ve anlayışla zînetlendirmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Biz, her birine bir hüküm ve bir ilim verdik” buyrulmuştur. Bu âyet-i kerîmede, ilmin, en üstün kemâl ve fazîlet olduğu zikredilmiş; onlara verilen nîmetler arasında öncelikle bildirilmiştir.
Hasen (rahmetullahi aleyh); “Biz, her birine (Dâvûd ve Süleymân aleyhimesselâma) bir hüküm ve bir ilim verdik” meâlindeki âyet-i kerîme olmasaydı, hüküm verenlerin helâk olduklarını görürdük buyurmuştur. Ancak Allahü teâlâ, Süleymân aleyhisselâmı, hükmünde sevâba (doğruya) isabet etmesi; Dâvûd aleyhisselâmı da ictihâdı sebebiyle medh buyurdu. “Biz, o mes’elenin hükmünü Süleymân'a (aleyhisselâm) bildirdik” meâlindeki âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâmın verdiği hükümde isabet ettiğine delildir.
Tefsîr-i Mazharî’de bu husûsta şöyle buyrulmaktadır: “Amr bin Âs (radıyallahü anh), Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle duyduğunu bildirmektedir: “Hâkim (hüküm veren) hükmettiği zaman, ictihâdında isabet ederse, ona iki ecir (sevab) vardır. Hata ederse, bir ecir vardır.” Bu Hadîs-i şerîf, Müctehidin, doğrunun yanında hatâ da edebileceğini göstermektedir. Müctehidin, ictihâdında hatâ etmesi ve bir ecir (sevab) kazanması, onun, hükmünde isabet ettiğini göstermez. Çünkü hatâ ve doğru, birbirinin zıddıdır. Bu sebeple, Hadîs-i şerîften murâd; “Müctehid, hatâsı üzerine sevâb kazanır” demek değildir. Bilakis, hakkı, doğruyu bulmak husûsundaki ictihâdı yâni bütün gücüyle gayret sarfetmesi sebebiyle sevâba kavuşmasıdır. Çünkü müctehidin doğruyu bulmak husûsundaki ictihâdı, büyük gayreti, ibâdettir. İctihâdında hatâ ederse, gayretinden dolayı affa uğrar. Bundan dolayı, Dâvûd aleyhisselâm zemm olunmadı. Müctehid ictihâdında isabet ederse, ona iki ecir vardır. Bunlar ictihâd ve doğruya isabet etmek sevâbıdır.
Müctehid âlimler de, kitapta (Kur'ân-ı kerîmde) ve sünnette (Hadîs-i şerîflerde) hükmünü bulamadıkları hâdiselerde ictihâd etmişlerdir. Hükmünde hatâ edenin ecir ve sevâb kazanması, hüküm veren kimsenin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesini, kıyası ve daha önce verilen hükümleri bilmesi ve ictihâd edebilme şartlarını taşıması ile olur. İctihâda ehil olmayanın ictihâd yapmaya kalkışması, kendisini ictihâda zorlamaktır. Böyle bir kimse verdiği hükümdeki hatâsı bir tarafa; doğru isabet etse bile mâzur görülemez. Çünkü ehil olmayan kimselerin, Müctehide tâbi olması gerekir.
Âlimler, Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) ictihâdları ile mi yoksa vahye bağlı olarak mı hüküm verdikleri husûsunda ihtilaf etmişlerdir. Bâzıları, onların ictihâdları ile hükmettiklerini, ictihâd sevâbına kavuşmak için, peygamberlerin ictihâdlarının da câiz olduğunu bildirmişlerdir. Bâzı âlimler, ikisinin de vahye bağlı olarak hükmettiklerini, ancak Süleymân aleyhisselâmın hükmünün, Dâvûd aleyhisselâmınkini nesh ettiğini söylemişlerdir. Böyle diyen âlimler; kendilerine vahiy geldiği için, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ictihâdla hükmetmelerinin câiz olmadığını ve bu şekilde hükmetmeye ihtiyaçlarının kalmadığını bildirmişlerdir. Tefsîr-i Mazharî’deki açıklamalar, Dâvûd ve Süleymân'ın aleyhimesselâm bu hükümleri ictihâdlarına göre verdiklerini göstermektedir.
Tevîlat-ı Necmiyye isimli eserde; “Biz o mes’elenin hükmünü Süleymân'a bildirdik” meâlindeki âyet-i kerîme ile, şu husûsa işâret buyrulduğu bildirilmektedir: “Müctehidlerin bâzıları, diğerlerinden üstündür. Büyüklükte ve fazîlette; ilme, hükümleri derin ve ince mânâları anlamaya îtibâr edilir, yaşa değil!” Dâvûd aleyhisselâmın yaşı büyük olmasına rağmen, oğlu Süleymân aleyhisselâm, hükmünde isabet etti.
Dâvûd aleyhisselâmın, bir rivâyete göre ondokuz oğlu vardı. Bunlardan en küçükleri olan Süleymân aleyhisselâmın annesi ayrı idi. Diğerleri ise, Tâlût'un kızından dünyâya gelmişlerdi. Ömrünün sonlarına doğru, Dâvûd aleyhisselâma, akıl ve firasette, hüküm ve adâlette bir çok üstünlüklerine şâhid olduğu, oniki yaşındaki oğlu Süleymân aleyhisselâmı yerine halîfe bırakması emredildi. Dâvûd aleyhisselâm, yine ilâhî emirle, âlimlerin huzûrunda onu imtihân etti. Rivâyete göre, sorduğu suâllere zorlama ve tereddütten uzak bir şekilde cevap aldı. Sorulan suâlleri doğru olarak cevaplandıran Süleymân aleyhisselâma âlimler de soru sormak istediler: “Doğruluğu diğer cüzlerinin doğruluğuna, bozukluğu da diğerlerinin bozukluğuna sebep olan şey nedir?” dediler. Süleymân aleyhisselâm; “Kalb'dir. Onun doğruluğu diğer uzuvların doğruluğuna, bozukluğu da diğer âzanın bozukluğuna sebeptir” dedi. Cevabın doğruluğunu hepsi tasdik ettiler. Bir rivâyete göre, bu imtihâna da kanaat etmeyen İsrâiloğulları, Süleymân aleyhisselâmın hilâfetine karşı çıktılar. “Süleymân daha çocuk sayılır, bizim aramızda ondan üstün ve daha uygun kimseler var” dediler. Bunun üzerine Dâvûd aleyhisselâm, İsrâiloğullarının reîslerinden birer asâ istedi. Herkesin asâsına ismini yazıp, Süleymân aleyhisselâmın asâsı ile beraber bir odaya kilitledi. Sonra; “Kimin asâsı sabaha kadar yapraklanırsa hilâfet onundur” buyurdu. Sabahleyin, hep birlikte, odayı açtılar ve Süleymân aleyhisselâmın asâsının yapraklandığını, diğerlerinin eskisi gibi durduğunu gördüler. Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya hamdetti. Kendisi önde, Süleymân aleyhisselâm peşinde olarak; “İşte bu, benden sonra sizin üzerinize halîfemdir” diye İsrâiloğulları arasında dolaştı. Hepsi Süleymân aleyhisselâmın hilâfetini kabûl ettiler.
Dâvûd aleyhisselâm, Hazret-i Süleymân'ın kendi yerine halîfesi olduğunu îlân edince, ona bâzı nasîhatlerde bulundu; “Ey oğlum! Şaka yapmaktan sakın. Çünkü onun faydası azdır. Şaka, dostlar arasında düşmanlık meydana getirir. Kızmaktan sakın. Çünkü kızmak, sâhibini (kızanı) hafifletip, basitleştirir. Takvâya sarıl. Yâni Allahü teâlâdan kork. Emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakın. O'na tâattan ayrılma. Çünkü, takvâ ve tâat, Allahü teâlânın izni ile, insanın her şeye gâlip gelmesine vesile olur. Hiç bir sebep yokken, âilen hakkında insanlara karşı kıskançlıkta bulunma. Bu davranışın, insanlara su-i zan beslemene sebep olur. İnsanlardan bir şey bekleme. İşte bu, hakîkî zenginliğin ta kendisidir. Allahü teâlânın kullarına verdiği çeşitli nîmetlere göz dikmek, insan için bir fakirliktir. Özür dilemeyi icâbettirecek iş ve sözlerden sakın. Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır. İyilik yapmaktan ayrılma, imkanın varsa, bu günün dünkünden daha hayırlı olmasına çalış. Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl. Aşağı ve bayağı kimselerle oturup kalkma, böyle kimselerle beraber olma. Kızdığın zaman, nefsini toprağa yapıştır. Bulunduğun yerden ayrıl. Allahü teâlânın rahmetinden ümîdli ol. Çünkü, Allahü teâlânın rahmeti, her şeyi kaplamıştır.”
Dâvûd aleyhisselâm, çok geçmeden vefât etti. Süleymân aleyhisselâm da babasının yerine geçti. Mülküne, hikmet ve ilmine vâris oldu. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Süleymân aleyhisselâmı meâlen şöyle övdü: “Biz Dâvûd'a Süleymân'ı (aleyhimesselâm) verdik. O (Süleymân aleyhisselâm), ne güzel kuldur. Hakikaten o, (bütün vakitlerinde zikr, tesbîh ve tevbe ile) Allahü teâlâya (taatine) dönen bir kuldur.” (Sâd sûresi: 30)
Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvûd ve Süleymân aleyhisselâma; zât ve sıfatlarını, emir ve yasaklarını, dünyâ ve âhıret ahvâlini, kuşların ve hayvanların konuşmalarını, dağların tesbîhini bildirdi. O ikisine (aleyhimesselâm), pek çok nîmetler verdi. Onlarda bütün bunlara karşılık, Allahü teâlâya hamdettiler. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dair) ilim verdik. Onlar da; Allahü teâlâya hamdolsun ki, (nübüvvet, kitap ve sair ilimler ve hikmetle) bizi, (kendilerine bu hasletler verilmeyen) mü’minlerin çoğu üzerine üstün kıldı dediler.” (Neml sûresi: 15)
Bu âyet-i kerîme, ilmin şerefi, üstünlük sebebi ve âlimlerin âlim olmayanlardan üstün olduğunu göstermektedir. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Alimin, (âlim olmayan) âbide üstünlüğü; ayın, ondördüncü gecesinde (dolunay hâlinde), diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.” “Alimler, peygamberlerin varisleridir.” “Peygamberler, dinâr ve dirhem mîras bırakmazlar. Onlar ancak ilmi mîras bırakırlar. İlmi alan bol bir nasîb almış olur.” Son Hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mace rivâyet etmiştir. Yine Tirmizî'nin, Ebû Umâme el-Bahili'den rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Alimin, abide üstünlüğü; benim, sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir.”
Yine Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, âlimleri, kendilerine ihsân ettiği ilim nîmetine şükretmeye, tevâzû sâhibi olmaya dâvet etmektedir. Ayrıca, Allahü teâlâ, onları ilim sayesinde çok kimseye üstün kılmış ve kullarının, âlimlerin üstünlüğüne inanmasını istemiştir. Nitekim Allahü teâlâ, Yûsuf sûresinin 76. âyet-i kerîmesinde meâlen; “... Her âlimin üstünde, bir âlim (ilim sâhibi) vardır. (Allahü teâlânın ilmi sonsuzdur. O, her ilim sâhibinin üstündedir)” buyrulmaktadır. Ömer (radıyallahü anh) da, tevâzûsundan; “Herkes Ömer'den daha âlimdir” buyurmuştur.
Eshâb-ı kirâmdan biri, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip; “En fazîletli amel hangisidir?” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlâyı bilmek ve dinde fakîh olmak” buyurdu. Tekrar aynı soruyu sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu mübârek sözünü tekrarladı. O zât yine; “Yâ Resûlallah! Ben, en fazîletli amelin ne olduğunu soruyorum. Siz bana ilimden haber veriyorsunuz?” deyince, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “İlim ile yapılan az bir amel, sana fayda verir. İlimsiz yapılan çok amel, sana fayda vermez” buyurdu. İlmi olmadan ibâdet yapan kimse, değirmeni çeviren merkep gibidir. Devamlı döner, fakat, mesâfe kat edemez.
Evliyânın büyüklerinden, Feth-i Mûsulî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Yiyecek, içecekle beslenip, ilaçla tedavi edilmeyen hastanın ölmesi gibi, kalb de; ilim, hikmet ve tefekkürden nasîbini alamayınca ölür. Maddî gıdalarla haddi aşarak doymak, bâtınî, mânevî gıdaların alınmasına mânidir. Yine ucb (kendini beğenmek) ve kibir de kalbin nûrlanıp, safâ bulmasına engel olur.
İşte insan, görünüşünü, İslâmın emir ve yasaklarına uymakla, batınını yâni içini İslâm ahlâkı ile süslerse, peygamberlere (aleyhimüsselâm) ve evliyâya verilen ilimlerden istifâde etmeye elverişli hâle gelir.
Dâvûd aleyhisselâmın vefâtından sonra, oğlu Süleymân aleyhisselâm, peygamberlik, saltanat ve ilimde ona vâris oldu. Babasının yerine geçince; memleketin ileri gelenleri ile âlimleri dâvet etti. Onlara; Allahü teâlânın kendisine büyük nîmetler verdiğini, kuşların ve hayvanların dillerini öğretip, konuşmalarını anlamayı nasîb ettiğini, ayrıca, kendisine peygamberlik ve mülk (saltanat) verildiğini anlattı. Bütün bunların, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği büyük nîmetler olduğunu söyledi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Süleymân (aleyhisselâm babası) Dâvûd'a (aleyhisselâm, peygamberliğine ve ilmine) mîrascı oldu.” (Neml sûresi: 16) Begavî; Süleymân aleyhisselâma, babası Dâvûd aleyhisselâma verilenlerden başka, cinlerin de onun emrine verildiğini bildirmiştir. Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) her ikisi de, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği nîmetlere çok şükrederlerdi.
Âyet-i kerîmenin devamında, Süleymân aleyhisselâmın meâlen şöyle buyurduğu bildirilmektedir: “... Dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların konuşması (dili) öğretildi.” Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği nîmeti açıkça anmak ve insanları kendisine verilen bu mûcize ile nübüvvetini tasdike çağırmak için, böyle söyledi. Övünmek ve tekebbür için söylemedi. Ruzbehân Bakli (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Tasavvufta temkîn derecesinde olan bir zâtın; mü’minlerin îmânının kuvvetlenmesi, inkarcılara karşı da hüccet (delil) olması için, Allahü teâlânın kendisine lutfettiği nîmetleri halka bildirmesi câizdir. Süleymân aleyhisselâm da bu sebeple, Allahü teâlânın kendisine lutfettiği bu nîmeti izhar etti. Nitekim Kur'ân-ı kerîm de, Duha sûresi 11. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbinin nîmetini anlat” buyrulmaktadır."
Süleymân aleyhisselâmın, “Bize” şeklinde büyüklük ifâde eder bir tarzda konuşması, tekebbür için değildir. Çünkü, siyâset icâbı sultânların âdeti böyledir.
Konuşma, mânâların anlaşılmasına yarayan ses ve harflerle olur. Manaları anlamak, kelime ve cümlelerle olduğu için, konuşmanın sâdece insanlara mahsus olduğu zannedilmektedir. Halbuki, Süleymân aleyhisselâm, insanların konuşmalarından, onların kasdettikleri mânâları anladığı gibi, kuşların seslerinden de, murâd ettikleri mânâları anlıyordu. Onun için, kuşların seslerine “konuşma” buyurdu.
Begavî (rahmetullahi aleyh) Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) şöyle nakletti: Tavus kuşu, Süleymân aleyhisselâmın huzûrunda ötmüştü. Süleymân aleyhisselâm, orada bulunanlara; “Bunun ne dediğini, ne konuştuğunu biliyor musunuz?” buyurdu. Onlar; “Hayır bilmiyoruz” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Süleymân aleyhisselâm; “Cezalandırdığın gibi cezâlandırılırsın” dediğini bildirdi. Aynı şekilde hüdhüdün ötmesini; “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz”, göçeğen kuşunun ötmesini; “Allahü teâlâdan af ve mağfiret olunmanızı isteyiniz, ey günâhkârlar!”, kaya kuşunun sesini; “Her canlı ölecektir. Her yeni eskiyip, çürüyecektir”, kırlangıcın ötüşünü; “Hayırdan ne yaparsanız sonra onu bulursunuz”, güvercinin sesini; “Gökleri ve yeri dolduran Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ederim”, kumrunun ötüşünü; “Sübhâne Rabbiy-el-e'la”, karganın ötmesini; “Allahü teâlâdan başka her şey helâk olacaktır”, kustat kuşunun ötmesini; “Susan, başına belâ ve musîbet gelmesinden kurtulur”, papağânın ötüşünü; “Düşüncesi dünyâ olan kimseye yazıklar olsun”, kurbağanın; “Sübhâne Rabbiy-el-Kuddûs”, doğan kuşunun; “Sübhâne Rabbî ve bihamdihî” dediğini açıkladı. Bu rivâyet, yukarıdaki kuşların konuşmalarının yalnız bu sözlere ve mânâlara mahsus olmadığını göstermektedir. Neml sûresinde, karınca ve hüdhüdün konuşmalarının bildirilmesi, onların içlerine doğan her mânâyı çıkardıkları sesle de olsa anlattıklarını ifâde etmektedir.
Rûh-ul-Beyân tefsîrinde Arais-ül-Beyân kitabından naklen şöyle denilmektedir; “Kuşların, diğer vahşi hayvanların sesleri ve kâinattaki hareketlerin hepsi, Allahü teâlânın, peygamberlerine ve ârifînden olan evliyâsına hitâbıdır. Evliyâ, bu ses ve hareketleri makâmları ve derecelerine göre anlar. Çünkü, peygamberler (aleyhimüsselâm) kuşların ve diğer hayvanların dillerini aynısıyla bilirler. Evliyâ-i kirâm ise, onların dillerini aynen bilemez. Sâdece, onların seslerinden kendi hâllerine âit olan husûsları, Allahü teâlânın kalblerine ilham etmesi ile bilirler.”
Ebû Osman Mağribi şöyle buyurur: “Bütün hâllerinde Allahü teâlâya karşı doğruluk ve ihlâs üzere olan kimse, bu husûsiyetleri sebebiyle her şeyi anlar. Davul çalınması, âdete göre göç vaktinin geldiğini haber verdiği gibi, Allahü teâlâ da, sevdiği ve seçtiği velî kullarına; muhtelif sesleri ve tabîattaki varlıkların değişik hâllerini, onların ne mânâya geldiğini anlamayı lütûf ve ihsân eylemiştir.
Süleymân aleyhisselâma çok şey verilmiştir. Nitekim âyet'i kerîmede, Süleymân aleyhisselâmın meâlen; “Bize (peygamberlere ve meliklere, dünyâ ve âhıret işlerine dâir veya peygamberlik, saltanat ve kuşların dilinin öğretilmesi gibi) her şey verildi. İşte bu (Allahü teâlânın bize verdiği nîmetler) şüphesiz açık bir üstünlüktür.” (Neml sûresi: 16) Yâni bu, bizim müstehak oluşumuz, hak etmemiz sebebiyle ve amellerimize karşılık olarak değil, aksine, Allahü teâlânın lütûf ve ihsânıyladır. Tefsîr-i Vasît’de şöyle bildirilmiştir; “Süleymân aleyhisselâmın böyle söylemesi, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükür ifâdesidir. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ben, Âdemoğullarının efendisiyim. Övünmüyorum.” (yani bu sözü şükür için söylüyorum, övünmek için değil) buyurmuştur. Bu, Allahü teâlânın nîmetini anmak içindir.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.