Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret etmesini taleb etti. Daha sonra âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen şöyle dedi: “Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle! Şüphesiz, herkesin murâdını veren sensin.” (Sâd sûresi: 35) Bu âyet-i kerîme, dine, âhırete âit bir işi, dünyâya âit işe takdim etmek, yâni öncelik vermek lâzım geldiğini göstermektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlâdan, önce af ve mağfiretini isteyip istiğfâr etti. Ondan sonra, mülk ve saltanat istedi. Âyet-i kerîme, Allahü teâlâdan af ve mağfiret istemenin, istiğfâr etmenin, dünyâda hayır kapılarının açılmasına sebep olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâm önce Rabbinden mağfiret diledi. Sonra da bu vesile ile Allahü teâlâdan mülk ve saltanat istedi. Daha önce Nûh aleyhisselâm da böyle yapmıştı. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirildi: “(Nûh aleyhisselâm, münâcâtında Allahü teâlâya yalvararak kavminin hâlini şöyle anlattı: “(Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki: Küfürden tevbe edip, Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ O, şirk ve isyândan tevbe edeni çok mağfiret edicidir. (Siz O'na istiğfâr edin ki, Allahü teâlâ da size) ihtiyâcınız kadar yağmur yağdırsın, çok mal ve evlad ile size imdâd etsin, size meyveli bostanlar (bağlar, bahçeler) versin ve o bostanlarda nehirler akıtsın.” (Nûh sûresi: 10-12)
Yine Allahü teâlâ, Peygamber efendimize de meâlen şöyle buyurdu; “(Ey Muhammed aleyhisselâm!) Ehl-i beytine (ve ümmetine) namazı emret. Sen (ve ümmetin), namazı kılmaya sabredin. (Namaza sebât ile devam eyleyin.) Biz, (kendinin ve Ehl-i beytinin) rızkını vermeni (temin etmeni) senden istemiyoruz. Sana (ve onlara) rızkı biz veririz. (Sen kalbinle âhıret işine ehemmiyet ver.) Güzel akıbet (Cennet) müttekiler içindir.” (Tâhâ sûresi: 132)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) Süleymân aleyhisselâmın; “(Ey Rabbim!) Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle” buyurmasının sebebi hakkında, tefsîr âlimlerinin şöyle söylediklerini bildirmektedir:
1- Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlâdan, peygamber olduğunun doğruluğunu gösteren bir mûcize olması için, ondan başka kimsenin muktedir olamayacağı şeylerin kendisine verilmesini istedi. Nitekim, âyet-i kerîmenin devamında, rüzgârın, Süleymân aleyhisselâmın emrine verildiği, onun emriyle akıp gittiği bildirilmiştir. Bu ise, onun peygamber olduğunu gösteren bir mûcize ve Allahü teâlânın ona verdiği büyük bir kudret ve saltanattır. Beydâvî tefsîri’nin Şihâb hâşiyesinde de şöyle buyrulmuştur: Süleymân aleyhisselâm, mülk ve saltanatı; fânî, geçici olan dünyâ saltanatı ile övünmek için istemedi. O, bunu, mülk ve saltanatları ile övünen zâlim diktatörlerin iş başında olduğu bir zamanda yaşadığı için istemişti. Her peygambere, içinde yaşadığı asırda en meşhûr olan şeyle ilgili bir mûcize verilirdi. Meselâ, Mûsâ aleyhisselâm zamanında, sihir çok yaygındı. Mûsâ aleyhisselâm, elindeki asâyı yere bırakınca, büyük bir yılan olup, sihirbazların getirdikleri şeylerin hepsini yuttu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında fesâhat (düzgün bir şekilde, mükemmel olarak söz söylemek) çok yaygın idi. Buna rağmen müşrikler, Allahü teâlâdan indirilen Kur'ân-ı kerîmin, en kısa sûresinin bile benzerini söylemekten âciz kaldılar. Süleymân aleyhisselâmın mülk ve saltanat istemesi de, insanlar yanında peygamberliğine delil olması içindi. Yoksa, mülk ve saltanata düşkünlüğünden, zamanındaki meliklerle yarış etmek düşüncesinden değildi.
2- Dünyâ lezzetlerinden faydalanmak önce, âhıret nîmet ve saâdeti ise sonradır. Bu yüzden, bâzı kimseler âhıretin saâdet ve nîmetine kavuşmak için, Allahü teâlânın men ettiği geçici dünyâ lezzetlerinden sakınmanın zor olduğunu söylemişlerdir. İşte Süleymân aleyhisselâm; “(Yâ Rabbî!) Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân et. (Bununla beraber, ben dünyânın lezzet ve zevklerinden son derece sakınıcı olayım)” diye duâ etti. Böylece, Süleymân aleyhisselâm insanlara, çok dünyâlığa sâhip olmanın, Allahü teâlâya kulluk vazifesini yerine getirmeye mâni olmadığını ve bunun mümkün olduğunu göstermek istemişti.
Süleymân aleyhisselâmın istiğfâr ve duâsı üzerine, Allahü teâlâ onun dileğini yerine getirdi. Rüzgârı emrine verdi. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Bunun üzerine biz rüzgârı onun emrine verdik ki, rüzgâr onun emri ile istediği yere yumuşacık (hoş bir şekilde) akıp giderdi. (Bir kısmı hayret verici, eşi görülmemiş saraylar, kaleler yapan) binâ ustası, (bir kısmı da, denizden inci mercan çıkaran) dalgıç olan şeytanları da emrine verdik. (İnat ve taşkınlıkta ileri olan) diğerleri de, (insanlara zarar vermemeleri için) birbirlerine zincirlerle bağlanarak zaptolunmuştu” buyruldu. (Sâd sûresi: 36-36) Aslında, Süleymân aleyhisselâmın emrine verilen rüzgâr, şiddetli esen bir rüzgârdı. Fakat, Süleymân aleyhisselâmın emri ile, yumuşak ve hoş bir şekle dönerek eserdi. Bu rüzgârın; bâzan yumuşak, bâzan da şiddetli estiği de bildirilmiştir. Bu sebeple, yukarıdaki âyet-i kerîme ile; “Süleymân'a (aleyhisselâm) şiddetli esen rüzgârı itâatkar kıldık” meâlindeki Enbiyâ sûresi: 81. âyet-i kerîmesi arasında zıtlık yoktur.
İslâm âlimlerinden Ruzbehân Baklî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın cemâline olan sevgisinden dolayı, her an, doğudan batıya kadar Allahü teâlânın yarattıklarını temâşâ etmek isterdi. Allahü teâlâ da rüzgârı ona itâatkar kıldı. Rüzgâr, onun isteğine uygun olarak eserdi. İşte bu, Süleymân aleyhisselâma, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek ve dünyâ lezzetlerine îtibâr etmemekteki sabrının mükafatı idi.”
Allahü teâlâ, rüzgârın ve cinlerin Süleymân aleyhisselâmın emrine verildiğini bildirdikten sonra, meâlen şöyle buyurdu: “(Ey Süleymân!) Bu (mülk ve saltanatın, sana) bizim atâmız (ihsanımız) dır. Ondan dilediğine hesapsız olarak ver. Dilediğinden men et. (Bizim ihsânımız çoktur. Hiç kimse onu hesap edemez. Buna gücü yetmez.) Şüphesiz ona (Süleymân'a (aleyhisselâm) dünyâda verilen bu büyük mülk ve saltanatla beraber âhırette de) indimizde bir yakınlık ve dönüp geleceği bir güzel yer (Cennet) vardır.” (Sâd sûresi: 39, 40)
Rûh-ul-Beyân’daki Hadîs-i şerîfte, Süleymân aleyhisselâmın mülkü ile ilgili olarak şöyle buyruldu: “Süleymân bin Dâvûd'a (aleyhimesselâm) verilen, mülkü görmediniz mi? Bu onun huşûunu arttırdı, Allahü teâlâya karşı huşûundan göğe bakmazdı.”
Yine Rûh-ul-Beyân’da; “İnsan kemâle erince, vâsıtasız olarak ilâhî feyzlere kavuşur. Allahü teâlâ, göktekileri ona itâat ettirir. Meselâ; meleklere, Âdem aleyhisselâma secde etmelerini emretmiştir. Yerdekileri de, o kimseye itâat ettirir. Nitekim cinleri, insanları, vahşî hayvanları ve kuşları, Süleymân aleyhisselâma itâat ettirmiştir” buyrulmuştur.
Emrine verilen rüzgârla, Süleymân aleyhisselâm, sabah bir aylık, akşam da bir aylık yol giderdi. Nitekim Sebe’ sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gündüz esdiğinde bir aylık mesâfeye gidip, akşam bir aylık mesâfeden gelen rüzgârı Süleymân'ın (aleyhisselâm) emri altına verdik...” buyrulmuştur.
Süleymân aleyhisselâm, sabahleyin ordusu ile beraber Şam'dan çıkar, İran'ın İstahar (Persepolis) şehrinde kaylule yapardı. (Öğleye doğru bir miktar uyurdu.) Sonra gün ortasında, İstahar'dan yola çıkar ve akşama Kabil'e varırdı. Hem, Şam-İstahar (Persepolis); hem de İstahar-Kâbil arası, atlı için bir aylık yoldu.
Bâzı âlimler, Süleymân aleyhisselâmın Mısır'dan Kabil'e kadar olan ülkelere sâhip olduğunu bildirmişler; bâzıları da, bütün dünyâya hâkim olduğunu beyân etmişlerdir. Nitekim Mücâhid'in (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri yâni Mehdî de mâlik olacaktır” buyurmuştur. Süleymân aleyhisselâma verilen mülkü beyân eden yukarıdaki âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Onun (Süleymân) için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izni ile, iş gören cinleri de onun emri altına verdik ve bunların içinde (Süleymân aleyhisselâma itâat etmelerine dair) emrimizden çıkan olursa, ona alevli ateşin azâbını tattırırız” buyruldu. (Sebe’ sûresi: 12)
Tefsîr âlimleri; “Allahü teâlâ, bakır ocağından, Süleymân aleyhisselâm için, üç gün üç gece su gibi bakır akıttı” demişlerdir. Bâzı âlimler, âyet-i kerîmede bildirilen azâbın âhıret azâbı olduğunu; bâzıları da, dünyâda ateş ile yakılmaları olduğunu bildirmiştir. Zâhir olan mânâ da budur. Begavî (rahmetullahi aleyh); “Allahü teâlâ, cinler için bir melek vazifelendirdi. Onun elinde ateşten bir çubuk vardı. Süleymân aleyhisselâmın emrinden çıkan cine, bu çubukla vurur ve yakardı buyurdu.
İnsanoğlunun, cinden sakınması lâzımdır. Çünkü, cinle beraber olmak, irtibat hâlinde bulunmak insana zarar getirir. Nitekim, âyet-i kerîmede meâlen; “...Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabbim! Onların huzûrumda bulunmalarından sana sığınırım” buyrulmuştur. (Mü’minun sûresi: 97, 98) Ancak âyet-i kerîmede meâlen; “Rabbinin izni ile...” buyrulması, Süleymân aleyhisselâmın, onların zararından muhâfaza buyrulduğuna, onlarla olmanın kendisine zarar vermediğine işârettir.
Süleymân aleyhisselâm, cinnîlere; mescidler, saraylar, meskenler ve büyük çanaklar gibi şeyler yaptırdı. Nitekim Sebe’ sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O cinler; Süleymân (aleyhisselâm) için mescidlerden (sağlam ve pek güzel saraylar ve meskenlerden), şekillerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan,sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı” buyrulmuştur.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.