Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

04/11/20

Her insanın dünyaya gelmesi bir takdir ve hikmet iledir. İnsanlar kendi zamanlarını kendileri belirlemez. Allah bizim hakkımızda hangi zamanı takdir buyurmuşsa bizim için en hayırlı zaman odur. Çünkü sahabeler döneminde gelmek mutlaka sahabe olacağımız anlamına gelmez ve gelemez. O günün Ebu Cehilleri olmak ihtimali de vardır. Acaba ayaklarından açılarak ikiye ayrılan Yasir Ailesi gibi olsaydık, ona sabredeceğimizin ve imanla öleceğimizin garantisi var mıdır?
Peygamber Efendimizin (asm) Ahirzaman'da gelecek bazı kimselere "kardeşim" demesi ve onları övmesi Ahirzaman'ın dehşetli fitnelerine dikkat çekmek ve o fitneler içerisinde imanını muhafaza edenleri övmek içindir. Sahabeleri geçme konusu ise bazı hususi fazilet hakkındadır. Yoksa külli fazilette sahabeler geçilemez.
Sahabelere külli fazilette neden yetişilemediğine gelince:

1- Risalet sohbetinin tesiri açısından sahabeler geçilemezler.

Evet, Rasulüllah'ın kendileri ile sohbet etmesi noktasından onlara yetişilemez. Çünkü Rasulullah'ın (s.a.v) nübüvvet sohbeti, nebi olmayan hiç kimsede bulunmayan bir özellik taşır. Rasulüllahın sohbeti bir iksirdir. Bir dakika o sohbeti dinleyen ve ona mazhar olan bir kimse, o iksirle değişir[1]. Sahabeleşir. Kömürken elmas olur. Senelerce velayet yollarında kazanılacak hakikat nurlarına mazhar olur. Nübüvvet Güneşinin nuru ile renklenir. Çünkü her sohbette renk vurucu bir özellik vardır. Rasulüllah’ın talebeleri olan sahabelerine, manevi rütbe bakımından, velayeti ve Peygamberliği ciheti ile peygamberlerin en büyüğünün manevi boyası vurulmuştur. Bu cihetten o manevi boya, o tarzda ve o özellikte risalet asrından sonra vurulamaz. Daha sonra gelenler mümin ve müslüman da olsalar o özellikte olamazlar.[2] O özellikle kazanılan fazilette onlara yetişemezler. Ayrıca Rasulullah'ın sohbeti onların kalp aynalarında aksetmiş, O Güneş, perdesiz onlara, onların kalplerine, manevi latîfelerine sirayet etmiştir. Burada ilki yansıyan, ikincisi kendisinde yansıma tezahür eden iki taraf vardır. Yansıyanın özellikleri mazhar ve aynalarına geçmiştir. O Şems-i Risaletle onlar da bir nevi güneşleşmişler, peygamberlik güneşinin ışıklandırması ile aydınlanan yıldızlar, hakikat ışıkları haline gelmişlerdir. Bu mazhariyetle, ayinedarlıkla, ona yüzünü dönüp tabi olmakla ve Nübüvvetin en büyük nuru ile, sahabeler en büyük mertebelere çıkmışlardır.
Rasulüllah'ın vefatından sonra, Celaleddin Suyûti gibi bazıları, yakaza denilen, uyku ile uyanıklık arası bir halde Rasulüllah'ı görmüşler, onunla konuşmuşlardır. Fakat bu konuşmaları nübüvvet itibarıyla değil, Velayet-i Ahmediye yönüyledir. Rasulüllah onlara velayeti ciheti ile temessül etmiş, görünmüştür. Çünkü Rasulüllah'ın ölümü ile vahiy bitmiş Nübüvvet sona ermiştir. Ölümünden sonra onu Nübüvvetle görmek, sahabe olmak mümkün değildir.
Şu halde Nübüvvetin derecesi velayetin derecesinden ne kadar yüksekse, bir nebi ile sohbet ile bir veli ile sohbet arasında da o kadar fark vardır.

2- Risalet sohbetindeki meziyyet ve fazilet çok yüksektir.

Rasulüllah'ın Ashabının en hayırlı oluşu Zeydilerin büyük âlimlerinden es-Sanani (H. 1059-1182) tarafından birkaç yönden şöyle anlatılır:
Birincisi Rasulüllah'ın hadis-i şeriflerde kendi asrının en hayırlı asır (karn) olduğunu haber vermesidir. Bu ve benzeri hadis-i şeriflerde kastedilen kimselerin, Rasulüllah asrında yaşayıp, özellikle onun etrafında bir Bunyan-ı Mersûs gibi, bir insanın uzuvları, bir fabrikanın çarkları şeklinde sistemleşen cemaati, ümmeti olduğu anlaşılır. Ondan sonra gelenler de ashaba uyan "Tabiin" dir. Bunları da diğerleri takip eder.[3]
İkincisi; cumhuru ulemâ, fert fert sahabelerin üstün olduğu görüşündedirler. Bazıları da sahabenin hep birden, diğer asırlardaki ümmet fertlerinden daha faziletli olduğu görüşündedirler. Bedir'e katılanlar ve Hudeybiye'de bulunanlar, sahabe olsun olmasın kendilerinden sonrakilerden faziletlidirler. İkinci görüşe göre, sahabenin hepsi birden, kendilerinden sonra gelenlerin hepsinden daha faziletlidir.[4]
Buradan anlaşılan şu ki, fıkhi bakış açısı yönünden, hadisçiler, şerhçiler ve müfessirler açısından İslam alimleri sahabenin faziletinde müttefiktirler.[5]

3- Nübüvvet muhitinin kendilerini yetiştirmesi açısından geçilemezler.

İnsanların yetişmesinde çevrenin pek büyük etkisi vardır. Rasulullah'ın dava arkadaşları olan sahabeler ekseriyetle en yüksek kemaldedirler. Çünkü o zaman büyük bir inkılap olmuş, İslam inkılabı ile hayır ve hakkın bütün güzelliği ortaya çıktığı[6] gibi, kötülüklerin ve batılın da bütün çirkinliği açıkça kendini göstermiştir. Bu da hayır ve hak tarafı ile şer ve batıl tarafının iyice, belirgin şekilde birbirinden ayrılması ile mümkün olmuştur. Bir yanda Hak Peygamber, bir yanda ümmetin Firavunu Ebû Cehil ve Peygamberlik iddiasında bulunanlar; bir yanda olabildiğince şefkat ve merhamet, bir yanda kendi kızını hiç acımadan, gözünü kırpmadan gömebilme kasaveti[7] ve vahşiliği; bir yanda kemalatın en yüksek zirvesinde olan Peygamber (s.a.v) ve Onun sahabeleri, diğer yanda her türlü rezalet içindeki küfür liderleri ve esfel-i safilindeki müşrikler.
İşte böyle bir durumda misilsiz bir ahlak yüceliğine sahip sahabeler, elbette doğruluğun, hayrın, hakkın dellâlı ve davasının en güzel numunesi olan Rasulüllah'a koşmuşlar. Onun boyası ile boyanmışlardır. Çünkü böyle bir atmosferde yapılacak tek şey budur.

4- Asr-ı Saâdet; bol yağmurlu verimli toprak gibidir.

Rasulüllah (s.a.v) bir hadislerinde; fiziki çevrenin bazı özellikleri ile, bir temsil getirerek Nübüvvet muhitini anlatır: Ebû Musa (r.a) tan: Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, toprağa yağan bol yağmur gibidir. Yağmur düşen yerlerden bir kısmı iyidir. Suyu kabul eder, içine alır ve çayırlar ve bol otlar bitirir. Yağış alan topraklardan bir kısmı da çoraktır. Suyu tutar, geçirmez. Böylece Allah o sularla insanlara fayda verir, o sulardan içerler, hayvanlarını sularlar, otlatırlar. Yağmur alan topraktan bir diğer kısmı vardır ki, orası ancak düz ve engin, suyu tutmayan ot bitirmeyen bir çöldür. İşte bu anlattığım temsil Allah'ın dini hususunda ince anlayışı olan, Allah'ın benimle gönderdikleri kendisine fayda veren, onları öğrenen ve öğreten kimselerle, ilim ve hidayete başını kaldırıp bakmayan, benim kendisi ile gönderildiğim Allah'ın hidayetini kabul etmeyen kimselerin temsilidir."[8]

______________________________________________

[1] Bk. Tefsîru'l-Kurâni'l-Azîm, IV, 305; Hayatu's-Sahâbe III, 141, 279, 281, 282 (Nitekim Rasulüllah (SAV) iyi kimseyi misk satana benzetmiş, kişinin dostunun dini üzerinde olduğunu belirtmiştir. Sahabeler onun dostu, Nübüvvet miskinden koklan, onun sohbeti ile iksirlenen kimselerdir.) Ayrıca bk. Cevâhiru'l-Buhari s. 231; Şerhu'l-Akideti't-Tahâviye II, 691-692; Rasulüllah ile sohbet imtiyazının, ilk sahabeleri bile diğerlerinden öne çıkardığı belirtilmektedir. Çünkü bu hususta ilkler ikincilerle müşterek değillerdir. Hiç Onun sohbetinde bulunmayanların durumu ise daha açıktır) sahabe olmak, sohbet, arkadaşlık dostluk, mulazemet, itaat gibi manalara gelir. el-Kâmûsu'l-Muhit, I, 93; es-Savâiku'l-Muhrika s. 212; Şerhu'l-Makâsıd, V, 319.
[2] İbn-i Abbas (RA) onların-peygamberle birlikte bir saati sizden birinizin kırk yılından hayırlıdır der bk. Şerhu'l-Akideti't-Tahâviye II, 693.
[3] Sübülüs-Selâm, IV, 127.
[4] A.g.e., IV, 127; Ayrıca bk. el-Câmi'Li Ahkâmî'l-Kurân IV, 170, Şerhu'l-Akideti't-Tahâviye II, 691 vd. İbnu Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadîs, Beyrut, 1985, s. 107-108.
[5] Kelamcılar, usulüddin alimleri de hilafetle ilgili konularda bu husustaki görüşlerini belirtmişlerdir.
[6] Rasulüllah ümmetin gittikçe bozulacağını, müşrik toplumlara benzeyeceğini ilk devirdeki kemalini kaybedeceğini belirtir. Bk. Sünenu İbn-i Mâce II, 1304, 1305, 1310, 1319, 1320, 1333, 1340, 1343, 1348; Tefsîru'l-Kurâni'l-Azîm IV, 204; 230; Riyâzu's-Salihîn s. 271-282, 369; Râmûzu'l-Ehâdîs no: 1366, 6308; Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviye II, 691 vd; Bahru'l-Muhît, III, 301; Mustafa Muhammed Umare Cevahiru'l-Buhârî, terc. Alioğlu, Hasan, İstanbul, ty. s. 231, 405; Şerhu Fıkhı'l-Ekber, s. 206.
[7] Nahl, 58-59, Çağatay, Neset, İslam Dönemine dek Arap Tarihi... s. 86, 106, 122. Tekvir, 8-9. Mahmud Esad, Tarih-i Din-i İslâm, İstanbul, 1983 s. 138; Berki Ali Himmet Keskioğlu Osman Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1993,.... s. 169. Heyet, Doğustan Günümüze I-XIV, İstanbul, 1989, I, 182.
[8]
 Riyâzu's-Sâlihîn, s. 149, no: 162; Mecma'ut-Tefâsîr (Lübâbu't-Te'vîl). III, 483.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Sahabiler hakkında çeşitli tarihlerde pekçok eser kaleme alınmıştır. Fakat bu sahada meşhur olanlar şunlardır:
• Ebû Ömer bin Abdilberr’in (368-463) “el-İstîâb Fî-Mârifeti’l-Ashâb” isimli eseri. Bu eserde 3 bin 500 sahabinin isim ve hayatları yazılıdır.
• İzzeddin bin el-Esîr’in (Hicrî 555-630) “Üsdü’l-Gàbe”si. Bu eserde 7 bin 554 sa­habinin isim ve hayatı vardır.
• İbni Hacer-i Askalânî’nin (773-852) “el-İsâbe fî-Temyîzi’s-Sahâbe”si. Bu eserde 11 bin 783 sahabinin isim ve hayatına yer verilmiştir.
• Ebû Nuaym el-İsbehânî’nin (330-403) “Hilyetü’l-Evliyâ”sı. Bu eserde ise Suffe Ashâbı’nın hayatı zikredilmektedir.
• İbni Sa’d’in (168-230) “Tabakât”ı...

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Ebû Tufeyl Âmir bin Vâsile el-Leysî en son vefat eden sahabidir. Hicrî 100 ile 110 yılları arasında vefat ettiğine dair farklı rivayetler vardır. Bununla bera­ber, çeşitli beldelerde vefat eden sahabiler de ayrı ayrı zikredilmektedir. Me­sela Medine’de en son ve­fat eden sahabi Hicrî 99 tarihinde vefat eden Mahmud bin er-Rebî, Mekke’de Abdullah bin Ömer (73), Basra’da Enes bin Mâlik (93), Kûfe’de Amr bin Hureys, Şam’da Abdullah bin Büsr-i Mâzinî, Dımeşk’ta Vasile bin Eska...
Buna göre, Hicrî 110 tarihinden sonra hayatta olan hiçbir sahabi kalmamış­tır.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Sahabe-i Kirâm içinde 200, başka bir rivayete göre 300 kadar Abdullah var­dır. Bunlardan dördü, “Dört Abdullah” manasına gelen “Abâdile-i Erbaa” ola­rak meşhurdur. Bun­lar: Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Arar bin Âs’tır (r.a.). Peygamberimizin ahirete irtihâlinden sonra birçok meselenin çö­zümünde bu sahabilerin görüşlerine müracaat edilmiştir. Bunların görüş birliğine vardıkları meseleler ise, “Abâdile kavli” olarak ifade edilmiştir.
H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Dinî meselelerde fetva veren sahabiler pek çoktu. Dört Halife bu hususta ilk sırayı almakla beraber, fetvaları kaydedilen ve bize kadar ulaşan sahabiler ise şunlardır:
Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah bin Mes’ud, Abdullah bin Ömer, Abdul­lah bin Abbas, Zeyd bin Sâbit, Hz. Âişe…
Bu zatlardan her birisinin fetvası ayrı ayrı bir araya getirilse, birer büyük cilt tutacak kadardır. Bunlardan başka 20 kadar daha Sahabenin verdiği fetvalar birer küçük kitap olacak mahiyetteydir.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

• Ebû Hüreyre (r.a.), rivayet ettiği 5 bin 374 hadisle ilk sırada bulunmaktadır. Kendisinden de 800 kadar zat (ravi) hadis almıştır.
• Abdullah bin Ömer (r.a.), rivayet ettiği 2 bin 630 hadisle ikinci sırayı almış­tır.
• Enes bin Mâlik (r.a.), Peygamberimizden 2 bin 286 hadis rivayet etmiştir.
• Hz. Âişe Validemiz (r.a.), Peygamber Efendimizden 2 bin 210 hadis rivayet et­miştir.
• Abdullah bin Abbas (r.a.), Peygamberimizden 1660 hadis rivayet etmiş­tir.
• Câbir bin Abdullah (r.a.), Peygamber Efendimizden 1540 hadis rivayet et­miştir.
• Ebû Said el-Hudrî (r.a.) ise Peygamber Efendimizden 1170 hadis rivayet etmiştir.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) irtihâl ettiği sırada hayatta bulunan sahabile­rin toplam sayısı hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla beraber, 100 binin üze­rinde olduğu be­lirtilmektedir. Mesela Veda Haccı’na 40 bin sahabi, Tebük Se­feri’ne 70 bin sahabi ka­tılmıştı. İmam Şâfiî ise, Peygamberimizi gören ve ondan hadis rivayet eden 60 bin sa­habinin bulunduğunu söylemektedir. Ancak daha önce vefat edenlerden başka, Mekke’nin fethi sırasında sahabiler uzak beldele­re dağılmış olduklarından isimleri sonraki nesile tam olarak intikal etmemiştir. En çok sahabi ismini, İbni Hacer, “el-İsâbe”de kaydetmiştir: 11 bin 783 adet.
H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

“Suffe,” maddi-manevi varlık ve hayatlarını Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) hizmetine adamış olan sahabilerin oturdukları mekânın adıdır. Mes­cid-i Saadet’in arkasın­da ev, aile, mal ve mülk ile ilgisi bulunmayan bu yıldız sa­habiler için inşa edilmiş bir yerdir. Bu mütevazi mekânda yaşayan Suffe Ashâ­bı’nın eğitim ve talimiyle Peygamber Efendimiz bizzat ilgilenmişlerdir. Kur’ân’ın cihanı kuşatan prensip ve hakikatlerini önce Suffe Ashâbı’na öğ­ret­mişlerdir. Suffe Ashâbı’nın bütün vakti ilim, tefekkür ve ibadetle geçmiştir. Mu­kaddes dava uğrunda hayatı hiçe sayan bu mücahitler, Kur’ân’a sözle karşı­­lık veremeyince kılıçla saldıran müşriklere karşı cihat ederek şehadet gibi yüce bir makama ermişlerdir. Bir tebliğ ve cihat hizmeti olunca Peygamber Efen­dimiz ilk evvela Suffe Ashâbı’ndan seçmiştir.
Suffe Ashâbı’nı “Allah yoluna nefsini vakfetmiş talebeler” olarak vasıflandıran Elmalılı Hamdi Yazır özetle şöyle der:
“Bundan dolayı, İslam âleminde medreseler camilerin yanına yapılır ve medreselerde okuyan talabelerden Ashâb-ı Suffe’nin yolundan gitmeleri bekle­nir: İlim tahsili, iba­det, din uğrunda her türlü meşakkate tahammül ile iffeti mu­hafaza, dinin neşrine hizmet, icabında cihat…”[Hak Dini Kur’ân Dili, 2: 9  40.]
Mukaddes çileyi sahabileriyle paylaşan Sevgili Peygamberimizin yanından hiç ayrılmayan, onun nurlu sohbetiyle yükselen Suffe Ashâbı, ondan büyük fe­ragat dersi almıştır.
Suffe Ashâbı’nın sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur. Sayıları zaman za­man artar ve eksilirdi. Bir kısmı Peygamberimizin müsaadesiyle evlenir, bir kısmı vefat eder, bir kısmı da tebliğ vazifesiyle başka beldelere giderdi. Bununla birlikte sayılarının 100 ile 400 arasında değiştiği bilinmektedir.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Çok kısa bir müddet için de olsa Peygamberimizi gören müminlere “saha­bi” denmek­le beraber, onu görenler arasında diğerlerinden önce Müslüman olanlar ve bütün ha­­yatlarını onun yanında geçirenler, birlikte savaşlara katılanlar var­dır. Yine onunla bir­­likte İslam’ın yayılması, Allah’ın isminin duyurulması için çalışan, mücadele edenler bulunmaktadır. Peygamber Efendimizle beraber müşriklerin hakaret ve tehdidine uğ­rayanlar, işkence görenler, mallarını, yurt­larını, çoluk çocuklarını bırakıp başka beldelere hicret etmek mecburi­yetinde kalanlar ve Allah yolunda şehit olanlar vardır. Bu sahabiler arasında de­rece far­kının olması gayet tabiidir. Fakat her sahabiyi fazilet bakı­mından bir ve aynı mertebede saymak mümkün değildir. Sahabiler arasındaki bu farktan dolayı, İslam âlimleri onları tabakalara ayırmışlardır.
Buna göre, Peygamber Efendimizden sonra bütün insanların en faziletlisi Hz. Ebû Bekir, ondan sonra sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali’dir. Dört hali­feden sonra fazilet yönünden üstün olanlar dünyada iken cennetle müjdelenen ve “Aşere-i Mübeş­şe­re” tabiriyle meşhur olan, kitabımızda da dört halifeden sonra zikredilen zatlar gelir.
Bu zatlar da içinde olmak üzere sahabilerin fazilet bakımından derecelendi­rilmesi şöyledir:
• Dört Halife gibi ilk Müslüman olanlar.
• Dârü’l-Erkam Ashâbı. Hz. Ömer Müslüman olduktan sonra Dârü’l-Erkam’da bulunan Peygamberimizin yanına götürülmüştü. İslam’ın açıkça duyurul­duğu o sırada Mekkelilerden Müslüman olanlar bu sınıfa girmektedir.
• Habeşistan’a hicret eden sahabiler.
• Birinci Akabe Ashâbı. Peygamberimize ilk olarak Akabe’de biat eden Medineli Müslümanlar.
• İkinci Akabe Ashâbı.
• İlk Muhacirlerden olup Peygamberimiz Medine’ye girmeden önce Ku­ba’da iken kendisine yetişen müminler.
• Bedir Savaşı’na katılanlar. Bu zatlar hakkında Peygamberimiz şöyle buyur­muştur:
“Allah elbette Bedir ehlinden razı olmuştur. Dilediğinizi yapınız, Allah sizi affetti.”
• Bedir Savaşı ile Hudeybiye Sulhü arasında hicret edenler.
• Rıdvan Biatı’na katılanlar.
Rıdvan Biatı, Peygamberimizin ve sahabilerin Mekke müşrikleri tarafından umre yapmaktan men olunmaları üzerine meydana gelmiştir. Burada Peygam­berimiz, gelecek sene umre yapmak için müşriklerle bir de anlaşma imzalamıştı. Hudeybiye, bir kuyunun bulunduğu yerin adıydı. Bu kuyunun yanında bir de ağaç vardı. Fetih Sûresi’nde bu zatlar hakkında mealen şöyle buyurulur:
Ağaç altında sana biat eden müminlerden Allah elbette razı olmuştur.
• Hudeybiye ile Mekke’nin fethi arasında hicret eden sahabiler. Bu zatlar arasında Hâlid bin Velid, Amr bin Âs ve Ebû Hüreyre gibi zatlar vardır.
• Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olanlar
• Peygamberimizi Mekke’nin fethi sırasında ve Veda Haccı’nda gören ço­cuklar.[Tecrid-i Sarih Tercemesi, 1: 28.]

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Allah’tan sonra en çok sevgiye layık olan, şüphesiz, Allah Resûlü’dür. Re­sû­lul­lah’ı en çok sevenlerin başında ise Sahabe gelir. Bu gerçek, Kur’ân’da şu şe­kil­de ifadesini bulmuştur:
Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha sevgilidir.[Ahzab Sûresi, 6.]
Kur’ân’ın medhine mazhar olan sahabilerde bunun birçok canlı misalini görmek mümkündür. Onlar bu yolda eşsiz ve erişilmez fedakârlık örnekleri vermişlerdir.” İnan­dık” demekle yetinmemişler, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) sevgi uğrun­da her türlü zulme ve iş­kenceye göğüs germişlerdir. Bu uğurda gerektiğinde yurtlarından, mallarından ve can­larından fedakârlık etmişlerdir. Onların Re­sû­lul­lah’a olan sevgileri, yavrusunu koru­mak için kendisini tehlikeye atan bir an­nenin ciğerparesine olan şefkatinden daha fazlay­dı. Mesela Hz. Ali’ye, “Siz Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) ne kadar seviyordunuz?” diye sorul­duğunda, o, şu cevabı ver­mişti:
Re­sû­lul­lah bize malımız mülkümüz, çoluk çocuğumuz, anamız ve ba­bamızdan daha sevgili idi. Ona, susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzu­dan daha çok arzu duyar, daha çok severdik.[Terbiyetü’l-Evlâd, 2: 1026.]
Bu sevgi Re­sû­lul­lah’ın şu mübarek sözüne bağlılıklarının ifadesinden başka bir şey değildi:
Hiçbiriniz beni anasından babasından, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe tam iman etmiş olmaz.[Müslim, İman: 69.]
Bu hakikat en güzel tezahürünü Sahabenin hayatında bulmuştu. Belki de bu­nun ilk tecrübelerinden birine Hz. Ömer muhatap olmuştu. Bir gün Re­sû­lul­lah’ın: “Beni ne kadar seviyorsun?” sorusuyla karşılaştı. Cevabı ise, “Seni canım­dan başka her şeyden çok se­­viyorum!” oldu. Ama Re­sû­lul­lah en can alıcı nokta­ya dikkatini çekmiş, “Canından da çok sevmedikçe tam iman et­miş olamazsın, ya Ömer!” buyurmuştu. Re­sû­lul­lah’ı nasıl ve ne derece sevme­si ge­rektiğini öğ­renen Hz. Ömer de, “Canımdan da çok seviyorum yâ Re­sû­lal­lah!” diye cevap vermişti. Peygamberimiz de (a.s.m.), “Şimdi oldu, ya Ömer.” d­iyerek, onun şah­sında bütün Müslümanlara sevgiyi kullanmalarındaki ölçü­yü göstermişti.
Sahabe-i Kirâm, sevgiyi ruhlarının gıdası olarak görüyor, o sevgiyle kalplerinin canlanacağına inanıyorlardı. Bu, onlar için en büyük bir zevkti. Çünkü onlar, hadiste be­lirtilen imanın zevkine erdiren üç şeyden birinin “Allah ve Resû­lü’nü her şeyden çok sev­me”[Buhârî, İman: 9.]olduğunu çok iyi kavramışlardı. O zevkle ken­dilerini tehlikelere attılar, nice güç­lüklere katlandılar.
Sahabe-i Kirâm kadar Re­sû­lul­lah’a bağlı ikinci bir topluluk yoktur. Onlar bütün davranışlarında onu örnek edinmiş, söz, davranış ve fiillerini ölçü olarak kabul etmişlerdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, Resûl-i Ekrem’i (a.s.m.) “en güzel örnek” olarak gösterir. Allah onu yüce ahlakla bezemiş, en güzel edeple edeplendirmiş, insanlığa rehber yapmıştır. Bu ise Re­sû­lul­lah’ı bütünüyle örnek almak ve onun Allah’tan getirdiklerini tatbik etmekle mümkündür. Bu husus âyette mealen şöyle dile getirilir:
Re­sû­lul­lah’ın size getirdiklerini tutunuz, yasak ettiklerinden de sakınınız.[Haşir Sûresi, 7.]
Diğer taraftan insan için en büyük gaye, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini kazanmak­tır. Bunun yolu da Re­sû­lul­lah’a tabi olmaktan geçer. Nitekim Âl-i İmrân Sûresi­’nin 31. âyetinde bu hakikate dikkat çekilerek mealen şöyle buyurulur:
De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günah­la­rı­nı­zı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.’
Bu emirler ışığında yaşamayı gaye edinen sahabilerin en mühim meselesi, Re­sû­lul­lah’ın sevgisini kazanmak, ona olan bağlılıklarını göstermekti. Ona olan bağlılıklarının yolu da onu dinlemek ve ona tabi olmaktan geçiyordu.
Bunun en güzel misalini Bedir Muharabesi öncesi Sa’d bin Muâz’ın şu sözle­rinde görüyoruz:
Yâ Re­sû­lal­lah! Biz sana iman ettik ve seni tasdik ettik. Getirdiklerinin hak olduğuna şehadet ettik. Dinlemek ve itaat etmek için de sana kesin söz verdik. Yâ Re­sû­lal­lah! Nasıl isterseniz öyle yapınız. Seni hak ile gönderen Allah’a ye­min ederim ki, bize denizi gösterip de dalsan, hiçbirimiz geri kalmaksızın se­ninle birlikte dalarız!

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Sahabe en üstün mertebededir. Çünkü onlar doğrudan doğruya peygamberlik güneşinden ışık almışlardır. Ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, evliyanın onla­ra yetişememelerinin sebebi, Sahabenin Peygamber sohbetindeki sırra ermiş olmalarıdır. Sohbetin başka bir özelliği vardır. Sohbette yıkanma vardır, bo­yanma vardır. Bir dakikacık dahi olsa o sohbette bulunmanın o kadar büyük ma­nevi feyiz ve kazancı vardır ki, en büyük evliya dahi onu tadanlara ulaşa­maz.
Uyanıkken Re­sû­lul­lah ile sohbet eden, yerdeyken Arş’ı seyreden Celâled­din-i Su­yutî gibi büyük veliler bile ancak Sahabeden sonra yerlerini alabilmiş­lerdir.
Sahabeyle evliya arasındaki bu farkın en önemli sebebi, Sahabenin doğrudan Peygamber güneşinden, diğerlerinin ise o güneşin aynadaki aksinden fayda­lanmış olmalarıdır.
Sahabe, peygamberlerden sonra Allah’a manen en yakın olan insanların adı­dır. Çünkü onları bizzat Re­sû­lul­lah terbiye etmiş, ruh ve kalplerini kötü düşün­celerden arındırmıştır.
Sahabiler bütün duygularını İslam toprağında iman suyuyla sulamış, inkişaf ettirmişlerdir. Onların bütün duygu ve latifeleri uyanıktır. Mesela sahabi­ler, “Sübhanallah, elhamdülillah” dediklerinde, kelimenin tam manasıyla söyler­­­lerdi. Namaz kıldıklarında bütün dünyadan el etek çeker, her şeyi unutur, âde­ta fâni olurlardı. Ceset olarak görünür, fakat manen yüce âlemlere uçarlardı.
İşte bu sır içindir ki, birçok duygu ve kabiliyeti körelmiş veya başka taraf­la­ra yönel­miş günümüz insanının duygularını uyandırabilmesi, büyük ve devam­lı bir gayreti ge­rektirmektedir. Sözler’de denildiği gibi, bir Sahabenin 40 da­kikada kazandığı fazilete ve makama, başkasının 40 günde, hattâ 40 sene­de yetişebilmesindeki sır burada saklı­dır.
Sahabenin bütün meselesi Allah’ın rızasını kazanmaktı. Günleri, saatleri “Al­lah’ın rı­zasını nasıl kazanabiliriz?” sorusuna cevap bulmak ve o yolda olmakla geçerdi. Dikkat­leri ona yönelmiş, kalpleri ona bağlanmıştı. Niyetler, sohbetler ve bütün münasebetler o çerçeve etrafından dönerdi. Onların gözünde dünya sa­adeti ancak ebedî saadete ba­samak olabildiği ölçüde mana ifade ederdi.
Geçim derdi içinde boğulmuş, bütün meselesi dünya hayatı, menfaat ve siya­set olmuş; fikir ve kalpleri dağılmış, zihni maneviyata yabancılaşmış, himmet ve gayretleri parçalanmış günümüzün insanının Sahabeye yetişmesi elbette ki mümkün değildir.
Sevap noktasında da onlara yetişmek imkân dışıdır. Nasıl bir asker bazı şart­larda, mesela bir harp hâlinde önemli bir mevkide nöbet tutar veya savaşırken şehit düşer, bir dakikada yüksek mevki olan şehitliğe ulaşır. İşte Sahabe­nin bütün dakikası o erin şehit olduğu dakika gibidir. Dünyanın her türlü men­faatini ayaklar altına alıp İslam’ın bir tek meselesini dahi dünyanın en büyük menfaati­ne feda etmeyen, bin bir türlü korku ve tehdide rağmen imanından ve hak yol­dan ayrılmayan Sahabeye kim yetişebilir? Sonra “Essebebü kelfâil [Bir şeye sebep olan, onu işlemiş gibidir].” sırrınca sevap açısından da yi­ne onlara yetişilemez. Çünkü onların açtığı çığırda yürüyen bütün ümmetin sevaplarının bir misli onların defterine de yazılır.
Fazilet bakımından sahabilere erişilemeyeceği gerçeğini Aşere-i Mübeşşe­re’den Sâid bin Zeyd (r.a.) şöyle anlatır:
Bir kimsenin Re­sû­lul­lah ile (a.s.m.) birlikte yaşayıp cihatta yüzünün tozlan­ması, siz­den birinizin Nuh Aleyhisselam kadar yaşasa bile bu müddet içinde ha­yırlı amellerinin hepsinden hayırlıdır.
Manevi derece bakımından bu durumda olan sahabilerin aleyhinde ko­nuşmak, onlara dil uzatmak, şüphesiz, kişiye büyük bir mesuliyet yükleyecek­tir. Bu hususu Hatîb-i Bağdadî (1002-1071) şöyle ifade eder:
Sahabe doğrudur, adildir. Çünkü onların doğruluğunu, dürüstlüğünü, te­mizliğini Allah bildirmiştir. Re­sû­lul­lah’ın Ashâbından birisine kimin kem gözle baktığını görürsen, bil ki, o zındıktır! Çünkü Kur’ân da, Peygamber de (a.s.m.) ve onun getirdikleri de haktır. Bunları bize tebliğ eden ve aktaranlar ise sahabilerdir.[el-İsâbe, 1: 10.]

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Resûl-i Ekrem de (a.s.m.) sahabilerinden takdirle bahsetmiş, Müslümanların da onlara karşı tavır ve tutumlarının nasıl olması gerektiğini göstermiştir. Bu­nunla ilgili hadislerin bir kısmının meali şöyledir:
Ne mutlu beni görüp iman edene! Ne mutlu beni göreni görene![Müsned, 5: 245.]
Ashâbım hakkında Allah’tan korkun! Ashâbım hakkında Allah’tan korkun! Sakın benden sonra onlara düşman olup sövmeyin! Onları seven, bana olan sev­gisinden dolayı sevmiş olur. Onlara kızıp kin duyan da, bana olan kin ve düş­manlığından dolayı böy­le yapmış olur. Onlara sıkıntı veren bana sıkıntı vermiş, bana sıkıntı veren de Allah’a eza etmiş olur. Allah’a eza eden de büyük bir felaketle yüz yüze gelmiş olur...[Menâkıb: 59; el-İsâbe, 1: 10.]
Bir gün Peygamberimize, “İnsanların en hayırlısı hangisidir?” diye soruldu. O da, “Benim asrımdakilerdir. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir” diye cevap verdi.[Müslim, Fedâil: 211; Tirmizî, Menâkıb: 57.]
Ashâbım yıldızlar gibidir; hangisinin arkasından giderseniz gidiniz doğru yolu bulursunuz.[Keşfü’l-Hafâ, 1: 132.]
Başka bir hadislerinde ise Peygamberimiz, Ashâbına dil uzatılmamasını em­reder ve şöyle buyurur:
Sakın benim Ashâbıma sövmeyiniz! Nefsim kudret elinde olan Allah’a ye­min ederim ki, Uhud Dağı kadar altını sadaka olarak verseniz, sahabilerimden birisinin iki avuç hurma sadakasına, hattâ bunun yarısına bile yetişemez­siniz.[Müslim, Fedâil: 221.]

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Sahabi, kelime manası olarak “sohbet” ve “sahip” kelimelerinden türetilmiş­tir. Resûl-i Ekrem Efendimizi mümin olarak gören ve mümin olarak vefat eden kişiye de “sa­habi” denir. Sahabe ve ashâb, sahabinin çokluk şeklidir. Bazen bu kelime “iyi ve seç­kin insanlar” manasında Sahabe-i Kirâm veya Ashâb-ı Güzîn şeklinde de kullanılır.
Başta Kur’ân olmak üzere İlahî kitaplar Sahabe-i Kirâm’ı övmüş, onların üs­tün vasıflarını dile getirmiştir.
Kur’ân’da onları öven, takdir eden birçok âyet mevcuttur. Bunların bir kısmı­nın meali şöyledir:
Muhammed, Allah’ın Resûl’üdür. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. Sen onların rükû ve secde ettiklerini görürsün. Onlar, Allah’ın lütfunu ve rızasını ararlar. Yüzlerinde ise secde izi vardır. Onların Tevrat’taki vasfı budur. İncil’deki vasıfları ise şöy­ledir: Onlar filizini çıkarmış, sonra gitgide kuvvet bulmuş, kalınlaşmış ve göv­desi üzerinde yükselmiş bir ekine benzer ki, ekincilerin pek hoşuna gider. Al­lah’ın onları böylece çoğaltıp kuvvetlendirmesi, kâfirleri öfkeye boğmak için­dir. Onlardan iman eden ve güzel işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir.[Fetih Sûresi, 29.]
Şu âyette de onların methedilen özellikleri yer alır:
İman edip de hicret eden ve Allah yolunda cihat eden kimselerle onları barındıran ve onlara yardım eden kimseler ise gerçek müminlerin tâ kendileridir. Onlar için günahlarından ba­ğışlanma ve cennette tükenmez bir rızık vardır.[Enfal Sûresi, 74.]
Allah’ın rızasına nail oldukları da şöyle ifade edilir:
İslam’da önceliği olan Muhacirler ve Ensar ile onları güzellikle takip ederek örnek alanlar ve onları ha­yırla yâd edenlere gelince… Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdırlar. Allah onlara, içinde ebedî olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cen­netler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur.[Tevbe Sûresi, 100.]
Muhacir ve Ensar’ın birbirlerine olan kardeşlik bağları da şöyle ifade edi­lir:
O mallarda, bir de yurtlarından çıkarılıp mallarından mahrum bırakılmış fa­kir muhacirlerin hakkı vardır ki, onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını arar, Allah’ın dinine ve Resûlüne yardım ederler. İşte onlar imanlarında sadık olanların tâ kendisidir.
“Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve imanı kalplerinde yerleştirmiş olanla­ra gelin­ce… Onlar kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihti­yaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.
“Onlardan sonra gelenler de, ‘Ey Rabb’imiz,’ derler, ‘bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. İman edenlere karşı kalplerimizde kin bırak­ma Ey Rabb’imiz. Muhakkak ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisin.[Haşir Sûresi, 8-10.]
Sahabilerin cesareti de şöyle anlatılır:
Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar si­ze karşı ordu hazırladılar. Onlardan korkun!’ dedi de, bu söz onların imanını art­ırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.[Âl-i İmrân Sûresi, 173.]
Diğer İlahî kitaplarda da sahabilerden övgüyle bahsedilir. Zebur’da onlar hakkında, “Ey Dâvud, Muhammed’i ve ümmetini bütün ümmetlere üstün tut­tum.[el-Bidâye, 2: 326.]ifadesi yer alır. Tevrat’ta ise onlardan “Kutsiler” diye söz edilir. İncil’de sahabilerden, “cihatla görevli” kimseler olarak bahsedilir.
Hz. Kâb’a Kitab-ı Mukaddes’te sahabiler hakkında neler anlatıldığı soruldu­ğunda şunları söyledi:
Ahmed (a.s.m.) ve ümmeti Allah’a çok hamd ederler. İyi ve kötü hiçbir hâllerinde şükürden ayrılmazlar. Allah’ın şanını yüceltir, O’nu her yerde anarlar. Onların yakarışları göklere kadar yükselir. Namazlarını öyle­sine bir huşu içinde kılarlar ki, çıkardıkları uğultu, oğul arılarının kayalardaki uğultularına benzer. Namazlarında melekler gibi saf tu­tarlar. Savaşta da na­mazdaki gibi dizilirler. Allah yolunda savaşa tutuştuklarında melekler keskin ve sivri mızraklanyla onların ön ve arkalarında yer alır;—işaret parmaklarıyla işaret ederek—tıpkı şu beyaz çiçeklerin, yapraklarının gölgelerini takip ettikleri gibi.— Allah da kudretiyle onları gölgeler. Onlar asla savaştan geri kalmaz­lar.[Hilyetü’l-Evliyâ, 5: 386.]

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Yedinci yüzyıl Arabistan’ı her bakımdan bozuk, şirazeden çıkmış bir hâldeydi. Ala­bildiğine vahşileşmiş, canavarlaşmış, bütün güzel hasletlerden uzaklaşmış olan insanlık, o günkü kadar bozulmamış ve azmamıştı. Öyle ki, kabilelere hücum edip hür insanları köleleştirecek, köleleri de hiç yere öldürebilecek kadar yoldan çıkmışlardı. Arabistan’ın her yanı bin türlü rezaletin, ahlaksızlığın zevkle işlendiği birer sefalet yuvası hâline gelmişti. İçki su gibi içiliyor, kumar bütün çeşitleriyle oynanıyor, fuhuş sıkılmadan açıkça işleniyor, faiz ilikleri sömürüyordu. Kabileler arasındaki kan davaları yürekler sızlatacak dereceye varmıştı. Bir kısmı yüzyıllar boyu sürüp gidiyordu. Medine’deki Evs ve Hazreç kabileleri bunun açık bir misaliydi. Her iki kabile arasındaki düşmanlık 130 yıldan beridir devam edip gidiyordu. Kız çocukları utanç vesilesi kabul ediliyor, canlı canlı toprağa gömülüyordu.
İnsanlar taştan, tahtadan kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyor, onlar adına kurbanlar kesiyor, adaklar adıyor, onlara yalvarıp yakarıyorlardı. Bu sapık inanç ve âdetler Arapların kan ve damarına öylesine işlemiş, onlara öylesine inanıp bağlanmışlardı ki, “Biz atalarımızı bu yolda bulduk. Bu yol doğru yoldur. Ne olursa olsun yolumuzdan dönmeyiz.” diyecek kadar inatlarının peşindeydiler.
Her cihetten şaşkınlık ve taşkınlık içinde bulunan bu insanlara kurtuluş yolunu kim gösterecek, duygu ve kabiliyetlerini kim yönlendirip inkişaf ettirecekti? Onları birbirleriyle kaynaştırıp bir araya kim getirecekti?
Öyle biri gelmeliydi ki, kâinatın ne mana ifade ettiğini, insanın ne olduğunu, niçin yaratıldığını, bu dünyaya ne maksatla gönderildiğini, vazifesinin ne olduğunu öğretmeliydi. Anlaşılmaz bir kitap, manasız bir kâğıt tomarı hâline gelen kâinatı, manasızlıktan kurtarıp, neler ifade ettiğini anlatmalı ve insanın o muhteşem kitap karşısında nasıl dav­ranması gerektiğini göstermeliydi.
Öyle biri gelmeliydi ki, insanca yaşamayı, hayatın gerçek zevkini almayı; hakkı, hukuku, adaleti, eşitliği, sevgiyi, saygıyı, doğruluğu, dürüstlüğü nokta nokta işlemeliydi.
İnsanlık daha ne kadar bekleyebilirdi? Sadece insanlık değil, dağ taş, canlı cansız her yaratık o kurtarıcının hasretiyle yanıp tutuşuyordu. O gelecek, kâina­tı manasızlıktan, başıboşluk ve gayesizlikten kurtaracaktı.
Cenâb-ı Hak bu hasretli gözleri yolda koymadı. Sevgili Resûlü Hz. Muhammed Mustafa’yı (a.s.m.) gönderdi. Onun gelişi âlemlere rahmet oldu. Bir­den kâinatın yüzü güldü. Kâinat onunla mana kazandı, insanlık onunla kendine geldi, her şeyin gerçek yüzü onun getirdiği nurla tanındı. İnsanlar onunla doğru yolu buldu. O zat kendisine verilen en büyük mucize Kur’ân’ı eline aldı, kâinatı okudu ve okuttu:
“Bakın,” dedi, “şu muhteşem kâinata, şu muhteşem yıldızlarla süslü gök­yüzüne; gü­neşe, aya bakın; nasıl ince hesaplarla döndürülüyor… Bakın gece­ye, gündüze; nasıl birbirini takip edip duruyor… Şu dağlara, ovalara, çaylara, ırmaklara, toprak altına gü­mülüp yeniden dirilen sayısız bitkilere bakın. Kendi yaratılışınıza bakın. Bir damla sudan sizi yaratanı düşünün.
“Aklınızı başınıza alın. Bu işler rastgele işler değil, bunlar kendi kendine ola­maz. Bir yaratıcının ilmiyle, kudret ve iradesiyle böyle mükemmel tanzim edi­liyor. Bunları anlayın da, şu kimseye bir zarar ve bir fayda vermeye gücü yetme­yen putlara tapmaktan vazgeçin. Bu manasız ve gülünç inançlarla kendinizi küçültmeyin. Sizi insan olarak yaratan Rabb’inize iman edin ve sayısız nimetlerle sizi yaşatan Hâlık’ınıza şükredin ve yalnız O’na ibadet edin.”
Aklını kullananlar bu İlahî davete uydu. Bunalmış ruhlarına ebediyet ülke­sinin kapıları açıldı. Şirkten kurtulup tevhidin cennetine girdiler. O hidayet nuruna pervane oldular. O nübüvvet güneşinin manzumesine takılan yıldızlar oldular.
Kâinatı okumaya yanaşmayan inatçı kimseler ise saplandıkları inkâr karanlıklarından kurtulamadılar. Onları kâh inatları aldattı, kâh gururları saptırdı. Akıllarını kullanmamaları, onları bu saadetten mahrum etti.
İmanla küfrün arası açıldıkça açıldı. Tıpkı karanlıkla aydınlık, gece ile gündüz gibi...
O zat, eşi ve benzeri görülmemiş öyle büyük bir inkılap yaptı ki, kısa zamanda o ça­pulcu, dağınık, vahşi insanlardan dünyanın en medeni insanlarını çıkar­dı. Onların ruhlarına işlemiş olan sadece bir değil, yüzlerce âdet ve huyları değiştirdi. Birbirinin kanını akıtmaktan perva etmeyen o milleti, karıncaya basamayacak derecede merhamet ve şefkat timsali yaptı.
O seçkin insanlar hep Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) nur halkası içinde yetişti. Re­sû­lul­lah onlara insanın ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, vazifelerinin neler olduğunu anlattı. Onlara başıboş olamayacaklarını, bu dünyaya bir imti­han için gönderildiklerini, neticede inananlarla inanmayanların, iyilerle kötüle­rin birbirlerinden ayırt edileceklerini anlattı.
Onlar içerisinden öylesine büyük insanlar çıktı ki, dost düşman herkes onları takdir etti. Mesela Hz. Ebû Bekir, Re­sû­lul­lah’ı tanımakla peygamberlerden sonra en üstün insan hâline geldi. Hayatını hak yoluna adadı, her şeyini Allah yoluna seferber etti. Merha­meti, şefkati, efendiliği, ileri görüşlülüğü ve dirayetiyle temayüz etti.
Kendi kızını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalpli bir Ömer, imanı elde edip Peygamber terbiyesinden geçince adaletiyle tarihe altın harflerle yazıldı ve Peygamberimizin, “Eğer benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı, Hattab oğlu Ömer gelirdi.” şek­linde takdirine mazhar oldu.
Yine onun terbiyesiyle, meleklerin dahi hayâ ettiği ve alabildiğine cömert Hz. Osman ile Hz. Ali gibi bir kahraman, ilim ve irfan sevdalısı, züht ve takva abidesi şahsiyetler yetişti.
Sıradan bir asker iken birdenbire “Allah’ın kılıcı” oluveren harp dâhisi Hâlid bin Velid, bir siyaset dâhisi olan Amr bin Âs, sıradan bir köle iken ölünceye ka­dar başkomutan olma payesini koruyan Zeyd bin Hârise ve oğlu Üsâme, önce­den bir çoban iken sonraları İran valisi olan ve o makamda iken de halktan birisi gibi yaşayan Selmân-ı Fârisî gibi zatlar, o Peygamber-i Zîşan’dan ders alarak parlayan değerlerdir.
O bahtiyar insanlar, o nur deryasından öyle bir kıvılcım almışlardı ki, en me­deni, en anlayışlı bir insan olup çıkıyor, erişilmez ufuklara yükseliyor, o feyizle coşuyor, hak ve hakikati duyurmak için ülke ülke koşuyorlardı; en medeni mil­letlere medeniyet üstadı oluyorlardı.
* * *

İslam tarihi kaynaklarında binlerce sahabiden bahsedilir. Bunların bir kısmı sadece isim olarak zikredilirken, bir kısmının da kısa veya uzun hayatı anlatılır. Biz burada sadece hayatlarında ibretler ve örnek sahneler bulunan 213 sahabinin hayatını yazmaya çalıştık.
Bu çalışmada kuru bir ansiklopedik malumat verme yerine, okunup istifadeyi kolaylaştırıcı bir üslubu tercih ettik. Ayrıca Dört Halife gibi her biri müstakil kitap olabilecek sahabilerin hayatını özet olarak vermeyi uygun gördük.
Her sahabinin hayatını araştırırken, mevcut Arapça ve Türkçe kaynakları in­celeyip istifade ettik. Bunun için mümkün mertebe hadis-i şerif ve vakaların geçtiği eserleri dipnotlarda ayrıca kaydettik. Mevzuyla doğrudan ilgili olduğu için, Üstad Bediüzza­man Said Nursi’nin sahabiler ve Dört Halife hakkındaki izah ve tespitlerini ansiklopedinin uygun yerlerine aynen dercettik.
Bu çalışmamızla, bir miktar da olsa, Saadet Asrı’nı yansıtmaya, o nurlu nesli tanıtmaya muvaffak olabilmişsek kendimizi bahtiyar sayacağız. Muvaffakiyet Allah’tandır.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ



H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget