Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medîne-i münevvereyi teşrîf ettikten sonra, çeşitli devletlere elçiler gönderip onları İslâm’a dâvet eyledi. Umman, Bahreyn hükümdârları teb’asıyla müslüman olmakla şereflendiler. Ayrıca bir çok kabîlelerden heyetler gelerek, Âlemlerin efendisine tâbi olduklarını bildirdiler ve saâdete kavuştular.
Artık İslâmiyet büyük bir hızla yayılıyordu. Çevre kabîlelere, devletlere dînin esaslarını öğretmek üzere muallimler, onları idâre etmek için vâliler gönderiliyordu. Hicretin dokuzuncu senesinde, Medîne, müslüman olan heyetlerin akınına uğradı.
Hicretin dokuzuncu senesinin Receb ayı idi. Bir gün Resûlullah efendimiz, Eshâbına; “Bugün, sâlih bir kardeşiniz vefât eyledi. Kalkınız, onun namazını kılınız" buyurdu. Peygamber efendimiz imâm olup gâib cenâze namazını kıldırdı. Sonra buyurdular ki: “Kardeşiniz Necâşi Eshame için Allahü teâlâdan mağfiret taleb ettik." Bir müddet sonra Habeşistan'dan gelen haberde, Necâşi Eshame'nin (radıyallahü anh) vefât ettiği öğrenildi. Peygamber efendimizin cenâze namazını kıldırdığı güne rastlıyordu.
İslâmiyetin Arab yarımadasında hızla yayıldığı bu dokuzuncu senede "İslâm Devleti’ni kıskanan ve büyümesini engellemek isteyen Bizans imparatoru Herakliüs'a, hıristiyan Arablar; "Şu peygamberlik dâvâsı ile ortaya çıkmış bulunan kişi vefât etti. Müslümanlar şimdi kıtlık ve yokluk içindeler. Eğer, onları dînine çevirmek istiyorsan, şimdi tam sırasıdır!" diye mektup yazdılar. Bu mektup üzerine Herakliüs, kırkbin kişilik bir orduyu, Kubad'ın kumandasında müslümanlarla savaşmak için yola çıkardı.
Bu durumu haber alan Fahr-i kâinat efendimiz, Eshâbını toplayarak harbe hazırlanmalarını emir buyurdu. O sene kuraklık olduğundan sahâbîler maddî yönden büyük bir darlık içinde bulunuyorlardı. Sâdece, ticâret yapanların durumu, biraz iyi idi. Peygamber efendimiz, Eshâbının, harbe katılacak olan askerin teçhîzâtı için mâlî yardımda bulunmalarını da arzu buyurmuşlardı. Efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem bu arzuları, sahâbîleri harekete geçirdi. Herkes elinde avucunda ne varsa getiriyor, malı ve canı ile cihâda hazırlanmağa çalışıyordu.
Peygamber efendimizin mağara arkadaşı hazret-i Ebû Bekr malının tamamını getirmişti. Resûl-i ekrem efendimiz "Âile efrâdına ne bıraktın, yâ Ebâ Bekr?" buyurunca, o; "Allahü teâlâyı ve Resûlünü bıraktım" diye cevap vermişti. Hazret-i Ömer malının yarısını yardım olarak getirmiş, Peygamber efendimiz ona da; "Âilene ne bıraktın, yâ Ömer?" diye suâl edince; "Getirdiklerim kadar bıraktım" diye cevap vermiş, Peygamber efendimiz de; “İkinizin arasındaki fark, sözleriniz arasındaki fark gibidir" buyurmuştu. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Ebâ Bekr! Hayır yolundaki bütün yarışlarda beni geçiyorsun. Artık hiç bir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice anladım" diye onu takdir etmişti.
Eshâb-ı kirâm, gücü yettiği kadar yardım etmeğe çalışıyordu. Fakat münâfıklar; "Siz gösteriş için veriyorsunuz" diye Eshâb-ı kirâm ile alay ediyorlardı. Peygamber efendimiz; “Kim bugün, bir sadaka verirse, sadakası kıyâmet günü Allahü teâlâ katında, onun lehinde şâhidlik yapacaktır" buyurdu. Peygamber efendimizin bu mübârek sözleri üzerine, mü’minler daha fazla yardım etmeye başladılar. Hazret-i Osman bin Affân, ordunun üçte birini teczhîz etti. Böylece, müslümanların en fazla yardım edeni oldu. Hazret-i Osman ordunun ihtiyaçlarını o şekilde karşılamıştı ki, su tulumlarını tâmir ederken kullanacakları çuvaldızı bile koymayı ihmâl etmemişti. O'nun bu yardımı üzerine, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Bugünden sonra, Osman'a günâh yazılmaz" buyurdu. Maddî durumu çok zayıf olan sahâbîlerden biri de, cihâda yardım sevâbına kavuşmak için, o gece sabaha kadar bir hurma bahçesinde su çekmiş, kazandığı hurmayı Peygamber efendimize getirmiş ve; "Yâ Resûlallah! Rabbimin rızâsını kazanmak için elimde olan getirdim. Kabûl buyrunuz" demişti.
Müslüman erkekler, ellerinden geldiği kadar yardıma çalışırken, kadınlar da bu yolda kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yapıyorlardı.
Tebük seferine hazırlandıkları zaman, müslümanlar, çok sıkıntılı bir zamanda idiler. Kıtlık öyle şiddetli idi ki, elinde avucunda bir şeyi kalmayan Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) pek çok kimseler, Resûlullah efendimizin huzûruna gelip; "Yâ Resûlallah! Yaya kaldık! Yiyecek bir şeyimiz de yok! Bu gazâda sizden ayrılmayıp cihâd sevâbına kavuşmak isteriz" diyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, onlara, kendilerini bindirecek bir şeyin kalmadığını üzülerek bildiriyorlardı. Bir defâsında Sâlim bin Umeyr, Abdullah bin Mugaffel, Ebû Leylâ Mâzînî, Ulbe bin Zeyd, Amr bin Hümâm, Heremî bin Abdullah, İrbâd bin Sâriye (radıyallahü anhüm), sevgili Peygamberimizin huzûruna gelerek aynı dilekte bulunmuşlardı. Efendimiz de onlara büyük bir üzüntü içinde; “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" buyurunca, onlar, Peygamber efendimizden ayrı kalma ve cihâda katılamamanın verdiği üzüntü ile ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ, şu âyet-i kerîmeyi gönderdi. Meâlen; “Bir de o kimselere günâh yoktur ki, kendilerini, bindirip savaşa sevkedesin diye sana geldikleri zaman onlara; “Sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum" demiştin. Bu uğurda sarfedecekleri şeyi bulamadıklarından dolayı kederlerinden, gözleri yaş döke döke döndüler " (Tevbe sûresi: 92) buyruluyordu. Sonunda onları da hazret-i Abbâs ile hazret-i Osman, gazâya hazırladılar.
Hazırlıklar tamamlanınca Peygamber efendimiz, orduyu Seniyyet-ül-Vedâ'da topladı. Gazaya katılmayan yok denecek kadar azdı. Resûl-i ekrem efendimiz, orduyu toplayıp harekete karar verince, Muhammed bin Mesleme'yi Medîne'de kendi yerine bıraktı. Sefere başlıyacağı sırada, Peygamber efendimiz; “Yanınıza fazla ayakkabı alınız. Yedek ayakkabınız bulunduğu müddetçe sıkıntı çekmezsiniz" buyurdu. Ordu hareket ettiği zaman, münâfıkların başı Abdullah bin Übeyy, müslümanları korkutmak için, olmayacak sözler söyledi. Hattâ; "Yemîn ederim ki, sanki O'nu ve Eshâbını ikişer ikişer iplere bağlanmış hâlde görür gibi oluyorum..." diyordu. Fakat bu sözlere, Eshâb-ı kirâm hiç aldırış etmiyor, cihâda katılma aşkı gittikçe artıyordu. Bunu gören münâfıklar kahroluyorlardı.
Resûlullah efendimiz, Seniyyet-ül-Vedâ'dan Tebük'e hareket edeceği zaman, ordunun bayraklarını ve sancaklarını açtırdı. En büyük sancağı hazret-i Ebû Bekr'e, en büyük bayrağı da Zübeyr bin Avvâm hazretlerine verdi. Evs kabîlesinin bayrağını Üseyd bin Hudayr'a, Hazrec kabîlesinin sancağını Ebû Dücâne'ye verdi (radıyallahü anhüm). Peygamber efendimizin kumandasındaki Eshâb-ı kirâmın sayısı, onbini süvâri olmak üzere, otuzbin kişi idi. Sağ kol kumandanlığına hazret-i Talha bin Ubeydullah, sol kola da Abdurrahmân bin Avf hazretleri tâyin edildi.
Şanlı sahâbîler, pek sıcak bir havada ve Peygamberlerinin kumandası altında harekete geçtiler. Başlarında Allahü teâlânın Habîbi olduktan sonra, yiyecek ve içeceklerinin olmaması onları yollarından döndüremez; gidecekleri yolun uzaklığı, düşman askerlerinin çokluğu da gözlerini korkutamazdı. Bu hâlde her yere gidilirdi.
Sevgili Peygamberimiz ve kahraman sahâbîler, her konak yerinde bir müddet istirâhattan sonra tekrar yollarına devam ediyorlardı. Sekizinci konak yerleri, Sâlih aleyhisselâmın kavminin helâk edildiği Hicr'di. Peygamberlerinin emrini dinlemedikleri için Allahü teâlâ, şiddetli bir sayha yâni ses ile onları helâk etmişti. Kâinatın sultânı, Eshâbına; “Bu gece kuvvetli ve ters istikametten bir fırtına esecektir. Kimse, yanında arkadaşı olmadıkça ayağa kalkmasın. Herkes devesinin dizini bağlasın. Burası azâb inen yerdir. Kimse bu sudan içmesin ve abdest almasın!..." buyurdular. Herkes bu emre uydu. Gece çıkan kuvvetli bir fırtına her tarafı alt-üst etmeğe başladı. Bu sırada devesini bağlamayı ihmâl eden biri, aramak için tek başına ayağa kalktığında fırtınaya kapılarak sürüklenip Tayy Dağı’nın eteklerine atıldı. Birisi de çok sıkışmıştı. Abdest bozmak için gittiği yerde, Hunak denilen bir hastalığa yakalandı. Peygamber efendimizin duâ buyurması ile yeniden sıhhate kavuştu.
O sabah su kaplarında hiç su kalmamıştı. Susuzluktan herkes ölecek hâle gelmişti. Münâfıklar bunu fırsat bilip; "Muhammed gerçekten peygamber olsaydı, duâ edip yağmur yağdırırdı" dediler. Durum Âlemlerin efendisine arzedildiğinde, mübârek ellerini kaldırdılar ve Allahü teâlâya yağmur ihsân etmesi için yalvardılar. Sıcak ve bulutsuz bir havada derhal yağmur bulutları peydâ oldu. Şiddetli bir yağmur başladı. Herkes kaplarını doldurarak abdest alıp, hayvanlarını suladı. Yağmur durup bulutlar dağılınca, yağmurun yalnız ordunun üzerine yağdığı, görülmüştü. Sevgili Peygamberimiz ve sahâbîler tekbir getirdiler. Allahü teâlâya hamd ettiler. Münâfıklara da; "Artık bir özrünüz kalmadı. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edin ve sâlih bir müslüman olun!..." dediler. Fakat hayâsız münâfıklar; "Ne olmuş ki?!... Bir bulut, geçerken yağdı ve gitti!..." diye karşılık verdiler.
Açlık da son haddine gelmişti, öyle ki, bir hurmayı iki kişi bölüşür vaziyete düşmüşlerdi. Şiddetli sıcağa, çekilen açlık ve susuzluğa rağmen, Tebük'e yaklaşılmıştı. Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Yarın inşâallah kuşluk vaktinde Tebük kaynağına varacaksınız. Ben gelinceye kadar o suya el uzatmayınız" buyurdular. Ertesi gün oraya vardılar. Kaynağın suyu oldukça azdı. Sevgili Peygamberimiz, o sudan, bir kaba koydurdular ve içine mübârek elini sokup duâ ettiler. Sonra kaynağa döktüler. Sular bir anda kabarıp çoğaldı. Otuzbin kişilik İslâm ordusu içtiği hâlde hiç eksilmedi. Sonradan Fahr-i kâinat efendimizin bir mucizesi olan bu su ile, her taraf sulandı. O bölge yemyeşil bir sahra olup, bereketlerle dolup taştı.
Resûl-i ekrem efendimiz, şanlı Eshâbı ile Tebük'e geldiklerinde, Bizanslılarla, Âmile, Lahm ve Cüzâm gibi hıristiyanlaştırılmış Arab kabîlelerinden müteşekkil Rum ordularını karşılarında bulamadılar. Mûte'de üçbin mücâhide karşı yüzbin kişilik Rum ordusu mağlûb olmuştu. Şimdi ise, karşılarında otuzbin mücâhid vardı ve komutanları Kâinatın efendisi idi. Rumlar, sevgili Peygamberimizin kahraman Eshâbını toplayıp geldiğini duyunca, her biri kaçacak yer aramışlardı.
Resûlullah efendimiz, Eshâbıyla istişâre ederek Tebük'ten öte gitmediler. Bu sırada o bölgede oturan bâzı kabîleler ve devletler, İslâm ordusunun geldiğini işitmişlerdi. Korkularından Peygamber efendimize birer heyet gönderip, cizye vermek üzere emân dilediler. Peygamber efendimiz, merhamet buyurup tekliflerini kabûl eyledi ve her biriyle ayrı ayrı andlaşma maddeleri yazılarak, emniyette oldukları söylendi.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.