Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Zafer inananlarındı...

Zafer inananlarındı... || Peygamberler Ansiklopedisi || Hadis Kütüphanesi

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, şanlı Eshâbına; “Nevfel bin Hüveylid hakkında bilgisi olan var mı?" buyurdular. Hazret-i Ali ileri çıkıp; "Yâ Resûlallah! Onu ben öldürdüm" dedi. Bu habere çok sevinen sevgili Peygamberimiz“Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdiler ve; Allahü teâlâ, onun hakkındaki duâmı kabûl eyledi" buyurdular.
Ümeyye bin Halef’in öldürüldüğünü söylediklerinde de çok sevindiler ve; “Elhamdülillah! Allahü teâlâya şükürler olsun, Rabbim kulunu tasdik etti, dînini üstün kıldı" buyurdular.
Resûl-i ekrem efendimiz, Ebû Cehl için; “Acabâ Ebû Cehl ne yaptı, ne oldu, kim gidip bir bakar?" buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamber efendimiz“Arayınız, onun hakkında sözüm var. Eğer onu tanıyamazsanız dizindeki yara izine bakınız. Bir gün ben ve o, Abdullah bin Cüd’ân'ın ziyâfetinde idik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkışınca onu ittim. Dizleri üzerine düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın izi dizinden kaybolmadı" buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibni Mes’ûd, Ebû Cehl'i aramaya gitti. Onu yaralı olarak buldu ve tanıdı. "Ebû Cehl sen misin?" dedi. Boynuna ayağını bastı. Sakalından tutup çekti ve; "Ey Allahü teâlânın düşmanı! Allahü teâlâ nihâyet seni hor ve hakîr etti mi?" dedi. Ebû Cehl; "Ne diye beni hor ve hakîr edecek! Ey koyun çobanı! Allah seni hor ve hakîr etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere çıkmışsın! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver" dedi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh); "Zafer, Allah ve Resûlünün tarafındadır" dedi. Ebû Cehl'in miğferini kafasından çıkarırken; "Ey Ebû Cehl! Seni öldüreceğim" dedi. Ebû Cehl; "Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu, senin beni öldürmen bana çok ağır gelecek. Hiç olmazsa boynumu göğsüme yakın kes de başım heybetli görünsün!" diyerek küfrünün, gurur ve kibrinin ne dereceye çıkmış olduğunu gösterdi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh), Ebû Cehl'in başını kendi kılıcıyla kesemeyince, Ebû Cehl'in kılıcıyla kesti ve silâhını, zırhını, miğferini, başını getirip, Peygamber efendimizin önüne koydu. "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu, Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehl'in başıdır" dedi. Sevgili Peygamberimiz“O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur" buyurdu. Sonra kalkıp Eshâbıyla birlikte Ebû Cehl'in ölüsünün yanına kadar gittiler. Orada; Allahü teâlâya hamd olsun ki, seni zelîl ve hakîr kıldı. Ey Allah düşmanı! Sen bu ümmetin fir'avn'ı idin" buyurdu. Sonrada; “Ya Rabbî! Bana olan vâdini yerine getirdin" diyerek Allahü teâlâya şükrettiler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, yaralı Eshâb-ı kirâmın yaralarını sardırdı. Şehîd olanları tespit ettirdi. Muhâcirlerden altı, Ensârdan sekiz olmak üzere ondört şehîd verilmişti. Hepsinin de mübârek rûhları Cennet’e uçarken, İslâmın nûrunu söndürmeye uğraşan müşriklerden, yetmiş kişi öldürüldü ve bir o kadarı da esir alındı.
Resûlullah efendimiz, zaferi müjdelemek üzere Abdullah bir Revâha ve Zeyd bin Hârise'yi (radıyallahü anhüma) Medîne'ye gönderdi.
Peygamber efendimiz, şehidlerin cenâze namazını kıldırarak kabirlerine defnettirdiler.
Müşriklerin cesedlerinden yirmidört tanesini kör bir kuyuya, diğerlerini topluca çukurlara atıp, üzerlerini doldurdular.
Âlemlerin efendisi, şerefli Eshâbıyla kuyunun başına gelip; “Ey kuyuya atılanlar!" buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle beraber sayıp; “Ey Utbe bin Rebîa! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebû Cehl bin Hişâm!... Sizler, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyârımdan çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp, bağırlarına bastılar. Siz, benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vâdettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vâdettiği zafere kavuşdum" buyurdular.
Hazret-i Ömer; "Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?" diye suâl ettiler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz; “Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler" buyurdular.
Müşrikler, harb meydanından canlarını kurtarmak için hızla kaçarken, getirdikleri hiç bir şeyi alıp götürememişlerdi. Hepsi müslümanların eline geçti. Peygamber efendimiz, ganîmet mallarını Bedr harbine katılan ve vazifeli olan bütün Eshâbına paylaştırdı.
Bu sırada müjdeci olarak gönderilen Abdullah bin Revâha ve Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhüma), Medîne'ye yaklaşmışlardı. Pazar günü kuşluk vakti, Akik mevkîine gelince, ayrıldılar. Abdullah bin Revâha bir taraftan, Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhümâ) de başka bir yönden Medîne'ye girdiler. Ev ev dolaşıp zaferi bildiriyorlardı. Resûlullah efendimizin şâiri olan Abdullah bir Revâha (radıyallahü anh);
"Ey Ensâr cemâati! Size müjdelerim ki,
Sağ ve selâmettedir, Allah'ın Peygamberi.
Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler,
Var esirler içinde, çok şöhretli kişiler.
Rebîa ve Haccâc'ın oğulları bittamâm,
Öldürüldü hem Bedr'de, Ebû Cehl Amr bin Hişâm"
diyerek yüksek sesle zaferi müjdeliyordu. Hazret-i Âsım bin Adîy; "Ey İbn-i Revâha! Söylediğin gerçek mi?" diye sordu. Abdullah bin Revâha; "Evet, vallahi gerçektir! İnşâallah, yarın Resûlullah da, ellerinden bağlanmış esirlerle birlikte gelecektir!" buyurdu.
O gün, sevgili Peygamberimizin kızı hazret-i Rukayye vefât etmişti. Efendisi hazret-i Osman, cenâze namazını kıldırmıştı. Bu üzüntü üzerine gelen zafer haberi, onları biraz ferahlatmıştı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbıyla Bedr zaferini kendisine ihsân eden Allahü teâlâya hamd edip, şükür secdesine kapandıktan sonra, Medîne-i münevvereye doğru esirlerle birlikte yola çıktılar.
Daha önce müjdeyi veren Abdullah bin Revâha ile Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhüm), Bedr gazâsında olanları ve kimlerin şehîd olduğunu anlatmışlardı. Medîne'de kalan çocuklar, kadınlar, vazifeliler zafer için çok sevinmişlerdi. Peygamber efendimizi karşılamaya çıktılar. Şehîd olanların içinde Hârise bin Sürâka (radıyallahü anh) da vardı. Hazret-i Hârise'nin annesi Rebî (radıyallahü anhâ), oğlunun havuzdan su içerken, bir düşman okuyla vurulup şehîd olduğunu öğrenmişti. Rebî (radıyallahü anhâ) vâlidemiz, bu haberi işittiğinde; "Resûl aleyhisselâm gelmedikçe oğlum için ağlamam. Saâdetle Medîne'yi teşrîf ettiklerinde, kendisine suâl ederim. Eğer oğlum Cennet’te ise hiç ağlamam. Yok eğer Cehennem’de ise, gözlerimden yaş yerine kanlar dökerim" demişti.
Sevgili Peygamberimiz, mübârek Eshâb-ı kirâmıyla Medîne'yi teşrîf ettiklerinde, Rebî (radıyallahü anhâ), huzûrlarına varıp; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Oğlum Hârise'ye olan muhabbetimi bilirsin. Acabâ şehîd olup Cennet’e girmiş midir? Eğer böyle ise, sabredeyim. Yok öyle değilse, gözümden kanlı yaşlar dökeyim" dedi. Habîb-i ekrem efendimiz ona; “Ey Ümmü Hârise! Senin oğlun bir değil, birden çok Cennet’tedir. Onun yeri Firdevs'tir" buyurarak müjde verdiler. Bunun üzerine Rebî (radıyallahü anhâ) "Artık oğlum için ağlamam" dedi. Kâinatın sultânı, bir kap ile su istediler. Merhamet buyurup mübârek elini suya sokup çıkardılar. Bu suyu hazret-i Hârise'nin annesi ve kız kardeşine içirdiler. Ayrıca bu suyu, onların başlarına ve yüzlerine sürdüler. O günden sonra Rebî ve kızının (radıyallahü anhümâ) yüzleri pek nûrlu idi. Ömürleri de çok uzun oldu.
Hace-i kâinat aleyhi efdâlüssalevat efendimiz, Medîne'ye getirilen yetmiş esiri, Eshâbı arasında paylaştırarak iyi muâmele yapılmasını emir buyurdular. Esirlerin âkıbeti hakkında, Allahü teâlâdan henüz bir vahiy gelmemişti. Resûlullah efendimiz, Eshâbıyla istişâre ettikten sonra esirlerin, fidye karşılığında serbest bırakılması kararına vardılar. Her esirin mal varlığına göre, fidye miktarı tespit edildi. Parası olmayanlardan okuma yazma bilenler, Medîne'de okuma yazma bilmeyen on kişiye okuma ve yazmayı öğretecek, ondan sonra Mekke'ye gidebileceklerdi. Esirler arasında, Peygamber efendimizin amcası Abbâs da vardı. Efendimiz ona; “Ey Abbâs! Kendin, kardeşinin oğlu Ukayl (Akîl) bin Ebî Tâlib, Nevfel bin Hâris için kurtulmalık akçesi ödeyiniz. Çünkü sen, zenginsin" buyurdu. Hazret-i Abbâs da; "Yâ Resûlallah! Ben müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedr'e getirdiler" dedi. Resûlullah“Senin müslümanlığını Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyorsun, Allahü teâlâ sana elbette onun ecrini verir. Fakat sen, görünüş îtibâriyle aleyhimizdesin. Bunun için, kurtulmalık akçeni ödemen lâzımdır” buyurdu. Abbâs (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Yanımda ganîmet olarak aldığınız 800 dirhemden başka servetim yok" deyince, Peygamber efendimiz“Yâ Abbâs! Ya o altınları niçin söylemiyorsun?” buyurdu. O da; "Hangi altınları?" dedi. Sevgili Peygamberimiz“Hani sen Mekke'den çıkacağın gün, hanımın Hâris'in kızı Ümm-ül-Fadl'a verdiğin altınlar! Onları verirken yanınızda sizden başka kimse yoktu. Sen, Ümm-ül-Fadl'a; “Bu seferde başıma ne geleceğini bilemiyorum. Eğer bir felâkete düçâr olup da dönemezsem, şu kadarı senindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için, şu kadarı Ubeydullah için, şu kadarı Kusem içindir" dediğin altınlar" buyurunca, hazret-i Abbâs şaşırdı ve; "Yemîn ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Bunu nereden biliyorsunuz?" dedi. Peygamber efendimizAllahü teâlâ haber verdi” buyurduğunda, Abbâs (radıyallahü anh); "Senin, Allahü teâlânın resûlü olduğuna ve doğru söylediğine şehâdet ederim" deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz hazret-i Abbâs'ı Mekke'de vazifelendirdi. Oradaki müslümanları korumasını, İslâmiyete düşman olanlarla ilgili haberleri göndermesini emir buyurdular.
Bedr gazâsında hezîmete uğrayan Kureyş'e haber gönderilip, fidye karşılığında esirlerini alabilecekleri bildirildi. Ancak, hicretten önce Peygamberlerin efendisine pek çoz eziyet ve işkencelerde bulunan Nadr bin Hâris'in boynu vuruldu. Bir de, Resûl aleyhisselâm Kâbe'de namaz kılarken mübârek sırtına deve işkembesi koymak bedbahtlığını gösteren alçak Ukbe bin Ebî Mu'ayt öldürüldü. Bu azılı İslâm düşmanının başı gövdesinden ayrılınca, Resûlullah efendimizAllahü teâlâya hamd ettiler. Yanına varıp; “Vallahi Allahü teâlâyı, resûlünü ve Kur'ân-ı kerîmi inkâr eden, peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senin kadar kötü bir kimse bilmiyorum” buyurdular.
Esirler, sâhipleri tarafından fidye karşılığı alınıncaya kadar, Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân yanında kaldılar. Sahâbenin hepsi de esirlere çok iyi muâmele edip, onları yiyeceklerine ortak ettiler. Mus’ab bin Umeyr'in (radıyallahü anh) kardeşi Ebû Azîz esirler arasında idi. O anlattı; "Ben de Medîneli bir müslümanın evinde esir idim. Bana çok iyi davranıyorlar, sabah ve akşam yiyecekleri ekmeği bana veriyorlar, kendileri sâdece hurma yemek mecbûriyetinde kalıyorlardı. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, doğruca bana getirip verirdi. Utandığımdan ekmeği, getirene geri verirdim. Fakat o, ekmeği tekrar bana iâde ederdi."
Yine esirlerden Yezid ismindeki Kureyşli şöyle anlattı: Müslümanlar Bedr'den Medîne'ye gelirken, biz esirleri hayvanlara bindirdiler, kendileri ise yaya olarak yürüdüler."
Müşriklerin Bedr'de hezîmete uğrayıp, perişân bir vaziyette harp meydanından kaçmaları, Mekke'de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hattâ hiç akıllarından geçmeyen bir netîce ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin sözlerine, Ebû Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebû Süfyân Mekke'ye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar, Ebû Leheb ona; "Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?" diye sordu. Ebû Süfyân orada, bir yere oturdu. Bir çok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyân şöyle anlattı; "Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Yemîn ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kır atlar üzerinde beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabiliyor, ne de bir kimse karşı durabilirdi."
İslâmın ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmayan Abbâs'ın (radıyallahü anh) kölesi Ebû Râfi' hazretleri orada idi. Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Râfi' (radıyallahü anh), sevincinden her şeyi unuttu ve; "Vallahi onlar meleklerdir" deyiverdi. Ebû Leheb, ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli de dövdü. Bunun üzerine, orada bulunan hazret-i Abbâs'ın hanımı Ümmü Fadl (radıyallahü anhâ) dayanamadı. Çünkü kendisi de önceden müslüman olmuştu. Ümmü Fadl, odadaki direklerden birini alıp; "Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?" diyerek, şiddetle Ebû Leheb'e vurdu. Ebû Leheb'in başı yarıldı. Kanlar akarak zelîl, hakîr ve horlanmış bir vaziyette dönüp gitti. Yedi gün sonra, Allahü teâlâ ona kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalıktan öldü. Oğulları iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Nihâyet kokmaya başladı. Herkes, Ebû Leheb’in yakalandığı hastalıktan, tâ'ûndan kaçar gibi kaçıyor ve iğreniyordu. Bunun üzerine kureyş'ten biri, Ebû Leheb'in oğullarına; "Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız. Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin" dedi. Oğulları o şahsa; "Biz ondaki hastalıktan korkuyoruz!" diye cevap verdiler. Bu defâ adam onlara; "Siz gidiniz, ben geliyorum, size yardımcı olacağım" dedi. Sonra, üçü bir araya geldiler. Yüklenip, ücrâ bir yere bıraktılar. Görünmeyinceye kadar, üzerine taş attılar. Ebû Leheb böylece ebediyyen azâb ve ateşler içerisinde kalacağı yurduna, karanlık ve Cehennem çukuru olan kabrine girdi.
Bedr'de esir edilen Kureyşliler arasında Velîd bin Velîd de vardı. Onu Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh) esir almıştı. Velîd'in kardeşleri Hişâm ile henüz müslüman olmayan Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) Medîne'ye geldiler. Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh) fidye-i necât yâni kurtuluş akçesi verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Hâlid râzı olduysa da, babası bir annesi ayrı kardeşi Hişâm kabûl etmedi. Resûlullah efendimiz, babalarının silâh ve teçhîzâtının verilmesini teklif etti. Buna Hişâm râzı olduysa da Hâlid kabûl etmedi. Fakat sonunda babalarının yüz dinâr kıymetindeki kılıcı, zırhı ve miğferi, karşılığında anlaştılar. Velîd'i esâretten kurtarıp, Mekke'ye yola çıktılar. Fakat Velîd, Mekke yolu üzerinde Medîne'ye dört mil mesâfedeki Zü'l-Huleyfe'de onlardan ayrılıp, Peygamber efendimizin yanına geldi. Îmân edip, Eshâb-ı kirâmdan oldu. Müslüman olduktan bir müddet sonra, Mekke'ye kardeşlerinin yanına gitti. O zaman Hâlid bin Velîd; "Mâdem, müslüman olacaktın. Kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın? Babamızdan kalan hâtırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın?" diye sorunca; "Kureyşlilerin; "Esârete dayanamadı ve Muhammed aleyhisselâma tâbi oldu" demelerinden korktum" cevâbını verdi. Bu cevâba çok sinirlenen kardeşleri onu, Mahzûm oğullarından bâzı müslümanlarla, Iyâş bin Ebî Rebîa ve Seleme bin Hişâm'ın (radıyallahü anhüm) yanına haps ettiler.
Velîd bin Velîd (radıyallahü anh), îmân ettiği için senelerce hapis yattı. İslâmiyetin azılı düşmanlarından amcası Hişâm ile müşrik akrabâlarından çok zulüm ve işkence gördü. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, müşriklerin zulmüne uğrayan Iyâş bin Ebî Rebîa ile Ebû Seleme bin Hişâm ve Velîd için şöyle duâ ettiler: “İlâhî! Velîd bin Velîd'i, Seleme bin Hişâm’ı, Iyâş bin Rebîa'yı (küffâr elinde bunalıp) zayıf (ve âciz) görülen diğer mü’minleri kurtar. İlâhî, Mudar'ı (Kureyş'i) daha beter (çök kötü) çiğne. Bu yılları (onlara) Yûsuf'un yıllarına benzet.” Velîd (radıyallahü anh), Resûlullah efendimizin duâsı bereketiyle bir fırsatını bulup, bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medîne-i münevvereye gelip, sevgili Peygamberimize kavuştu. Habîbullah efendimiz, Iyâş bin Rebîa ile Seleme bin Hişâm'ın hâlini sorunca, onların ayaklarından birbirlerine bağlı olduklarını, şiddetli azâb ve işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi. Kâinatın sultânı, onların hâline çok üzülüp, kurtarılma çârelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velîd, büyük bir cesâret ve aşkla; "Yâ Resûlallah! Onları ben kurtarırım, sana getiririm" diye cevap verdi. Tekrar Mekke'ye gelip, işkence gören müslümanların yerini, onlara yiyecek götüren bir kadını tâkib ederek öğrendi. İkisi de tavansız bir binâda hapisti. Velîd (radıyallahü anh) gece, ölümü göze alarak büyük bir cesâretle duvardan inip, arkadaşlarının yanına vardı. Îmân etmekten gayrı bir suçları olmayan iki mazlum, müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistan'ın çöl havasındaki yakıcı sıcağında, her türlü zulme uğratılıyordu. Velîd, bu mübârek kardeşlerini kurtarıp, devesine bindirdi. Kendisi de yayan, yalın ayak Medîne-i münevvereye, çok sevdiği Resûlullah’ın yanına bir an önce varmak için yola çıktı. Onu çölün kavurucu sıcağı değil, Âlemlerin efendisine kavuşmak aşkı yakıyordu. Medîne'ye aç, susuz, yalın ayak, üç günde geldi. Parmakları, taşların tahribatından param parça olmuştu. Velîd bin Velîd (radıyallahü anh), kan revân içinde çok sevdiği Habîbullah'a kavuştu.
Şevk-i haddin nârına her cân ki yansa nûr olur,
Aşk derdiyle harâb olan gönül ma’mûr olur.
Bedr zaferi, müslümanları büyük bir sevince garketti. Müşrikler ise büyük bir üzüntü ve hüsrâna düşmüşlerdi. Habeşistan meliki Necâşî de Resûlullah efendimizin muzaffer olduğunu işitince, hemen ülkesindeki Eshâb-ı kirâmın yanına gidip; "Allahü teâlâya hamdolsun ki, Resûlünü Bedr'de muzaffer edip, zafer ihsân eyledi" diyerek müjde verdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

[blogger]

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget