Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Hudeybiye sulh-nâmesi

Hudeybiye sulh-nâmesi || Peygamberler Ansiklopedisi || Hadis Kütüphanesi

Hendek gazâsından sonra, İslâm Devleti'nin gücünü çevredeki kabîlelerin bir kısmı kabûl ettiler. Artık müslümanlarla dost geçinmenin, hattâ müslüman olmanın en isabetli yol olacağını düşünmeye başladılar. Bâzıları, Peygamber efendimizin huzûruna gelip, müslüman olmakla şereflendiler.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, dîn-i İslâmın yayılması için, Eshâbından birlikler teşkil ederek, çevre kabîleleri İslâm’a dâvete gönderdi. Bâzı kabîlelere bizzat kendileri gittiler. Dûmet-ül-Cendel halkı gibi kabîleler, yapılan nasîhatlerı kabûl edip müslüman oldular. Gatafanlılar, Lıhyânoğulları gibi kabîleler de İslâm askeriyle karşılaşmaktan korkup kaçtılar. Böylece civar kabîlelere gözdağı verilmiş oldu.
Hicretin altıncı senesinde, müthiş bir kıtlık olmuş, gökten tek damla düşmemişti. Bu sebeple yerde ot bitmemiş, insanlar ve hayvanlar açlık sıkıntısına düşmüşlerdi. Ramazân-ı şerîf ayının bir Cumâ günü sevgili Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Duâ buyursanız da, Allahü teâlâ yağmur ihsân eylese!..." diyerek, murâdlarını bildirdiler. Peygamber efendimiz, Eshâbıyla sahraya çıkıp, ezân okunmadan ve kamet getirmeden iki rekat namaz kıldılar. Peygamber efendimiz, mübârek ridâsını ters çevirip tekbir getirdiler. Sonra mübârek ellerini, yenlerinin arasından mübârek koltuk altları görününceye kadar kaldırıp; “Ey Allah'ım! bize yağmur ihsân eyle!..." diye duâ etmeye başladılar. Eshâb-ı kirâm da; "Âmin! Âmin!" diyordu. O anda gökyüzü gâyet berrak olup, bir bulut yoktu. Resûl-i ekrem efendimiz duâ ederken, bir rüzgâr esmeye başladı ve gökyüzünü bulutların kapladığı görüldü. Sonra ince ince bir yağmur başladı. Âlemlerin efendisi bu defâ; “Allah’ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve hakkımızda hayırlı eyle!" diyerek duâ ettiler. O anda bardakdan boşanırcasına, yağmur yağmaya başladı. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın elbiselerinde, ıslanmadık yer kalmadı. Eve varıncaya kadar, sular her tarafı göl hâline getirdi. Herkes, sulara dalarak yürüyordu. Yağmur devam ediyordu. O gün, ertesi gün... ertesi gün... bir sonraki Cumâ vaktinde Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Evlerimiz yağmur sularından yıkılmaya, hayvanlarımız da boğulmaya başladı. Allahü teâlâya duâ eyleseniz de yağmur kesilse!..." dediler. Sevgili Peygamberimiz, gülümsediler ve mübârek ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu yağmuru mezralara, ağaç biten yerlere, vâdilere gönder!" diyerek duâ ettiler. O anda, bir hafta müddetle yağan yağmur durdu ve duâ edilen yerler ıslanmaya başladı.
Hicretin altıncı senesinin Zilkâde ayı idi. Bir gece Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz rüyâsında, Eshâb-ı kirâm ile Mekke-i mükerremeye gidip Kâbe-i muazzamayı tavâf ettiklerini, bir kısmının saçlarını kısalttıklarını, bir kısmının da kazıttıklarını gördü. Resûlullah efendimiz, bu rüyâsını Eshâbına anlattığında, onlar pek ziyâde heyecanlandılar. Hicretten bu yana, doğup büyüdükleri, acı tatlı hâtıralarla dolu, o güzel yurtları olan Mekke'ye gideceklerdi. Beş vakit namazda yönlerini döndükleri ve hasretini çektikleri mukaddes Kâbe'yi ziyâret edip tavâfta bulunacaklardı. Bu ne güzel bir müjde idi... Eshâb-ı kirâm, sevgili Peygamberimizin; “Siz, muhakkak Mescid-i Haram'a gireceksiniz!" müjdesini alır almaz, hemen hazırlıklara başladı.
Habîb-i ekrem efendimiz, hazırlıklarını bitirdikten sonra, Abdullah bin Ümm-i Mektûm'u, Medîne'de vekil bıraktı. Zilkâde ayının birinci Pazartesi günü, Kusvâ ismindeki devesine bindi. Hazırlanan bindörtyüz Eshâbı ile birlikte, Medîne'de kalanlarla vedalaştılar. Umreye niyet ederek, Mukaddes belde Mekke'ye doğru yürüdüler. Yanlarına yolcu silâhı olan kılıçlarını ve kesmek üzerede yetmiş deve almışlardı. Kâfileye ikiyüz atlı ve dört hanım sahâbi katılmıştı. Hanımlardan biri, sevgili Peygamberimizin mübârek, mutâhhar zevcesi hazret-i-Ümmü Seleme idi.
Zü'l-Huleyfe denilen mîkât yerine geldiklerinde, ihrâma girdiler, öğle namazını kıldılar. Sonra, kesilecek develerin kulaklarını işâretleyip, boyunlarına ip bağladılar. Naciye-tübnü Cündüb Eslemî’ye (radıyallahü anh), yardımcılar verilerek, develerin başında vazifelendirildi. Abbâd bin Bişr, yirmi kişilik bir süvâri birliğine kumandan tâyin edilerek ileri keşfe gönderildi. Büşr bin Süfyân, Mekke'ye haberci gönderildi.
İhrâm elbisesini giyen sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshâb, beyazlara bürünmüş bir hâlde, Allahü teâlâya hamd ve şânının yüceliğini tasdik etmeye ve yalvarmaya başladılar; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke Lebbeyk! İnnel hamde ven-ni’mete leke vel-mülke lâ şerîke lek!" Bu mübârek telbiye ile yer gök inliyor, Zü'l-Huleyfe, nûranî bir havaya bürünüyordu. Herkes heyecanlanmış, bir an önce Mekke'ye varmak için Zü'l-Huleyfe'den ayrılmışlardı.
Yolda, hazret-i Ömer ile Sa'd bin Ubâde hazretleri, Habîb-i ekrem efendimize yaklaşıp; "Yâ Resûlallah! Seninle harp hâlinde bulunan kimselerin üzerine silâhsız olarak mı gideceğiz? Kureyşlilerin size saldırıp, mübârek vücûdunuza bir zarar eriştirmelerinden korkarız!..." diyerek, endişelerini belirttiler. İki cihânın serveri, onlara; “Ben, umreye niyet ettim. Bu hâlde iken silâh taşımak istemem" buyurdular.
Yolculuk sâkin geçiyordu. Yol üzerindeki çeşitli kabîlelere uğranıyor, Peygamber efendimiz, onları İslâm’a dâvet ediyordu. Bir kısmı kabûl etmekten çekiniyor, bir kısmı hediyeler gönderiyorlardı. Bu şekilde yolun yarısını geçmişler, Usfân'ın arkasında Gadîr-ül-Eştât denilen mevkîe gelmişlerdi. Burada, daha önce Mekkelilere haber gönderilmek üzere vazifelendirilen Büşr bin Süfyân hazretleri, Kureyşlilerle görüşüp geri dönmüştü. Peygamber efendimize, gördüklerini şöyle anlattı: "Yâ Resûlallah! Kureyşliler, senin geldiğini haber almışlar. Korkularından etrâftaki kabîlelere ziyâfetler çekerek, onların yardımlarını istemişler. İkiyüz kişilik bir süvâri birliğini keşf için size doğru yola çıkardılar. Etrâftaki kabîleler, bu isteği kabûl edip Beldah mevkîinde birleştiler. Pek çok askerî yığınak yaptılar ve sizi Mekke'ye sokmamak üzere yemîn ettiler." Bu habere, Âlemlerin efendisi çok müteessir oldular ve; “Kureyş helâk oldu. Zâten harp onları yiyip bitirmiştir... Kureyş müşrikleri, kendilerinde bir kuvvet mi var zannediyor? Vallahi Allahü teâlânın, yaymak için beni gönderdiği bu dîni, hâkim ve üstün kılıncaya, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışmaktan aslâ geri durmayacağım!" buyurdu. Sonra kahraman Eshâbına dönerek, bu konudaki rey ve görüşlerini sordu. Bütün benliği ile Resûlullah'a kendilerini adamış olan şanlı Eshâb; "Allahü teâlâve Resûlü daha iyi bilir. Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Biz, Beytullah'ı tavâf etmek niyetiyle yola çıkmış bulunuyoruz. Ne bir kimseyi öldürmek, ne de çarpışmak için geldik. Ancak, Kâbe'yi ziyâret etmemizi engellemek isterlerse, muhakkak onlarla çarpışır, hedefimize ulaşırız!..." dediler.
Eshâb-ı kirâmın bu kararlı hâli, sevgili Peygamberimizin hoşuna gitti. Buyurdular ki: “Haydi, öyle ise Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile yürüyünüz!..." Sahâbîler, Peygamber efendimizin etrâfında; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!..." diyerek telbiye ve; "Allahü ekber! Allahü ekber!..." diyerek tekbir getirerek Mekke'ye doğru ilerlemeye başladılar.
Bir öğle vaktinde Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh), sesinin bütün güzelliği ile ezân-ı şerîfi okuyarak, namaz vaktinin girdiğini bildirmişti. Bu sırada, ikiyüz kişilik Kureyş süvâri birliği oraya yetişmiş, Mekke ile sahâbîlerin arasına girerek, hücûma hazır vaziyette durmuştu. Buna rağmen, Âlemlerin efendisi yüce Eshâbı ile saf olup namaza durdular. Sevgili Peygamberimizin arkasında binbeşyüz civarındaki Eshâbının saf hâlinde hareketsiz kıyamda duruşları, rükûya eğilmeleri, görülmeye değer bir manzara idi. Hele, hep birlikte secdeye gitmeleri, heybetli bir dağın eğilip, doğrulmasına benziyordu. Onların, Allahü teâlânın huzûrunda şerefli alınlarını toprağa sürerek tevâzû göstermeleri, Kureyş süvârilerinden bâzılarının kalblerine İslâmın muhabbetini düşürdü. Eshâb, selâm verip namazdan çıktıklarında, Kureyş süvâri komutanının; "Müslümanların bu hâllerinden istifâde ederek baskın yapsaydık, onların çoğunu öldürürdük!... Onlar namazda iken niçin saldırmadık?" diye hayıflandığı, sonra da; "Merâk etmeyiniz. Nasıl olsa, canlarından ve çocuklarından da sevgili olan bir namaza daha duracaklardır!..." diyerek, bu defâ fırsatı kaçırmayacaklarını arkadaşlarına bildirdi.
Onların bu sözlerini Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâm ile vahiy göndererek Peygamber efendimize bildirdi.
Gelen âyet-i kerîmede buyruluyordu ki: (Ey Habîbim!) Sen de içlerinde bulunup, (düşman karşısında) onlara (Eshâbına) namaz kıldıracağın zaman (onları iki kısma ayır), bir kısmı seninle birlikte (namazda, diğeri de düşman karşısında) dursun. Silahlarını yanlarına alsınlar. Seninle namazda olup, bir rekat kılanlar (namazı bozacak amellerden sakınarak) düşman karşısına gitsinler. Bundan sonra, henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip, ikinci rekatı seninle kılsınlar ve onlar da zırhlarını, koruyucu aletlerini ve silâhlarını yanlarına alsınlar. (Teşehhüdü seninle okusunlar. Sen selâm verince, onlar selâm vermeden düşman karşısına gitsinler. Önce bir rekat kılmış olanlar geri gelip, kendi başlarına bir rekat daha kılarak selâm versinler. İkinci rekatı imâmla kılmış olanlar da tekrar gelip, bir rekat daha kılarak namazı tamamlayıp selâm versinler.) Kâfirler arzu ederler ki, silâh ve eşyalarınızdan gâfil bulunasınız da size ansızın bir baskın yapalar... Eğer size, yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız, silâhlarınızı koymanızda üzerinize bir vebal yoktur. Fakat yine bütün ihtiyat tedbirlerini alın. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ kâfirlere, hor ve hakîr edici bir azâb hazırlamıştır." (Nisâ sûresi: 102)
İkindi vaktinde, hazret-i Bilâl ezân okuduğunda, Kureyş süvârileri yine Mekke ile Eshâb-ı kirâmın arasında hücûma hazır olarak durdular. Peygamber efendimiz, Eshâbına âyet-i kerîmede belirtildiği gibi namazlarını kıldırdı.
Müslümanların bu tedbirli namaz kılışlarına, müşrikler hayret ettiler. Allahü teâlâ, onların kalblerine korku verdi. Herhangi bir harekette bulunmaya cesâret edemediler. Mekke'ye haber götürmek üzere oradan ayrıldılar. Peygamber efendimiz ve Eshâbı da buradan Hudeybiye denilen mevkie doğru harekete geçtiler.
Mukaddes Mekke hudûduna geldiklerinde, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin devesi Kusvâ, zâhirî hiç bir sebep yok iken çöküverdi. Kaldırmak için çok uğraştılar fakat kalkmadı. Bunun üzerine, Kâinatın sultânı efendimiz buyurdular ki; “Onun böyle bir çökme huyu yoktur. Fakat, bir zamanlar (Ebrehe'nin) fili(ni) Mekke'ye girmekten tutup alıkoyan Allahü teâlâ, şimdi de Kusvâ'yı tutup alıkoydu. Varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Kureyş, Allahü teâlânın, Harem dâhilinde yapılmasını haram ettiği (çarpışmayı ve kan akıtmayı terk etmek gibi) şeylerden hangisini benden isterlerse istesinler, onların bu isteklerini muhakkak yerine getireceğim!" Bundan sonra Kusvâ'yı kaldırmak istediler. Deve sıçrayıp kalktı. Harem hududlarından içeri girmedi, tam hudud üzerinde bulunan Hudeybiye mevkîinde durdu. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâmla, suyu az olan bu yerde konakladılar.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, çadırını mübârek Mekke hudûdunun dışına kurdurdu. Eshâbıyla burada beklemeye başladılar. Vakit girince, namazları, Mekke-i mükerreme hudûdu içinde kılıyorlardı. Kuyularda içecek ve kullanacak su kalmamıştı. Sâdece Peygamber efendimizin ibriğinde vardı. Güç durumda kalan sahâbîler; "Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Yanımızda, yalnız sizin ibriğinizde su var. Mahvolduk!." dediler. Âlemlerin efendisi; “Ben, sizin aranızda iken, siz mahvolmazsınız" buyurdular. Sonra “Bismillah" diyerek, mübârek elini ibriğin üzerine koydular. Sonra kaldırıp; “Alınız!..." buyurduğunda, mübârek parmaklarının arasından, çeşme gibi, sular akmaya başladı. Eshâb-ı kirâm; kana kana su içtiler, abdest aldılar, bütün kırbalarını doldurdular at ve develerini suladılar. Eshâbını gülümseyerek seyreden merhamet deryâsı sevgili PeygamberimizAllahü teâlâya hamd ettiler.
O gün, orada hazır bulunan hazret-i Câbir bin Abdullah; "Biz, binbeşyüz kişi idik. Eğer yüzbin kişi dahî olsaydık, o su, hepimize yeterdi" buyurdu.
Hayret ilen barmağın dişler kim etse istimâ,
Barmağından verdiği şiddet günü Ensâra su.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

[blogger]

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget