O gün de Hayber önlerinde şiddetli çarpışmalar oldu. Fakat kale fethedilemedi. Akşam, Kâinatın sultânı; “Yarın sancağı öyle bir yiğide vereceğim ki, o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ ve Resûlü de onu severler. Allahü teâlâ, onun eli ile fethi gerçekleştirecektir!" buyurarak müjde verdi. O gece Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), heyecanla sabahı bekledi. Her biri sancağın kendisine verilmesini umuyor, bu yolda, Allahü teâlâya duâlar ediyordu. Bilâl-i Habeşî hazretleri, sabah ezânını yanık ve güzel sesi ile okudu. Ezân okunurken herkeste ayrı bir heyecan, ayrı bir zevk hâsıl olur, o ilâhî zevkin tadına doyulmazdı. Sevgili Peygamberimiz, Eshâbına sabah namazını kıldırdıktan sonra ayağa kalktılar. Mübârek İslâm sancağının getirilmesini emrettiler. Mukaddes sancak getirilirken, Eshâb-ı kirâm ayakta bekliyor, merâkla, Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dudaklarından çıkacak sözleri dinlemek için, dikkat kesiliyorlardı. Nihâyet Âlemlerin efendisi; “Muhammed'in zâtını peygamberlikle şereflendiren Allahü teâlâya and olsun ki, ben, bu sancağı kaçmak nedir bilmeyen bir yiğide vereceğim" buyurduktan sonra, mübârek gözlerini Eshâbı arasında gezdirip; “Ali nerededir?" buyurdu. Sahâbîler; "Yâ Resûlallah! Onun gözleri ağrıyor" deyince, Efendimiz; “Onu bana çağırınız" buyurdu. O günlerde hazret-i Ali göz ağrısına tutulmuş ve gözlerini açamaz olmuştu. Yanına giderek, durumu bildirdiler ve mübârek koluna girip, Resûlullah efendimizin huzûruna gelirdiler. Kâinatın sultânı, hazret-i Ali'nin şifâ bulması için, Allahü teâlâya duâ etti ve mübârek parmaklarını ağzında ıslatıp gözlerine sürdüler. O anda, hazret-i Ali'nin gözlerinde hiçbir ağrı kalmadı. Ayrıca; “Yâ Rabbî! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını bundan gider" diyerek, onun için duâ buyurdular. Sonra hazret-i Ali'nin üzerine, mübârek elleriyle bir zırh giydirip beline kendi kılıcını kuşatarak, eline beyaz İslâm sancağını verdiler ve; “Allahü teâlâ, sana zafer nasîb edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme!" buyurdular. Hazret-i Ali de; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Onlarla, dîn-i İslâm’a girdikleri zamana kadar çarpışacağım" dedi. Sevgili Peygamberimiz de; “Vallahi, senin sebebinle Allahü teâlânın, onlardan tek bir kişiyi hidâyete kavuşturması, senin için, bir çok kızıl develere sâhip olup, onları Allahü teâlânın yolunda sadaka vermenden daha hayırlıdır" buyurdu.
Hazret-i Ali, elinde sancak ile yahudi kalesine ilerlerken, şanlı sahâbîler de peşinden yürüdüler. Kaleye iyice yaklaşıp, sancağın bir taşın dibine dikildiği sırada, Natât kalesinin kapısının açıldığı görüldü. Yahudilerin hücûm birlikleri dışarı çıktılar. Bunlar, Hayber'in en seçme kahramanları idi. Her biri, çift zırhlarla kaplı, demir muhâfazalara bürünmüşlerdi. İçlerinden birinin, hazret-i Ali'ye doğru yürüyüp, çarpışmak için karşısına geçtiği görüldü. Bu, Merhab'ın cesârette bir benzeri olmayan kardeşi Hâris idi. Sür'atle saldırdı... İki çeliğin çıkardığı ses meydanı doldururken, Zülfikar'ın şimşek gibi indiği ve Hâris'in başını gövdesinden ayırdığı görüldü. Bu anda, "Allahü ekber! Allahü ekber!" sesleri göklere yükseliyordu. Kardeşinin öldürüldüğünü işiten Merhab, emrindeki askerlerle dolu dizgin meydana yürüdü. Hazret-i Ali'nin karşısına dikildi. Onun da üzerinde çift zırh vardı. Çift kılıç kuşanmış olduğu hâlde, iri cüssesi ile sanki bir devi andırıyordu. Bütün hiddeti ile; "Ben ki, harplerin en şiddetli olduğu zamanlarda ortaya atılıp, kahramanca çarpışan Merhab'ım! Ben, kükreyen aslanları bile mızrak veya kılıcımla delik deşik ederim!..." diyerek, kendini övmeye başladı. Hazret-i Ali de; "Ben ki, anam bana Haydar (Aslan) ismi vermiştir. Ben, heybetli bir aslan gibiyimdir! Seni bir hamlede yere serecek bir yiğit kişiyimdir!" diyerek, karşılık verdi. Merhab, hazret-i Ali'den, Haydar kelimesini işitince, kalbine bir korku düştü. Çünkü gece rüyâsında bir aslan kendisini parçalamıştı. Rüyâda gördüğü aslan bu mu idi? Derken dev Merhab'ın hamle ettiği ve Hazret-i Ali'nin onu kalkanıyla karşıladığı görüldü. Sonra Allahü teâlâya sığınıp, Zülfikar'ı, kâfirin başına öyle bir indirdi ki; koca Merhab'ın, Zülfikar'a karşı tuttuğu kalın çelik kalkanını ve çelikten yapılmış miğferini ikiye biçip, kafasını tepesinden ensesine kadar bölüp ayırdığı görüldü. Zülfikar'ın çıkardığı korkunç ses, Hayber'in her tarafında işitilmişti. Peygamber efendimiz; “Sevininiz! Hayber'in fethi artık rahatlaştı, kolaylaştı" buyurdular. Eshâb-ı kirâm, hazret-i Ali'nin bu bahadırlığına hayran kalmışlar; "Allahü ekber!" tekbirleri ile semâyı çınlatmışlardı. Çarpışma bütün şiddeti ile devam ediyordu.
Eshâb-ı kirâm, çarpışa çarpışa kale kapısının yanına geldikleri bir sırada, bir yahudi, kılıcıyla hazret-i Ali'nin kalkanına vurdu. Kalkan yere düştü. Fakat eğilip alacak zaman yoktu. Fırsatı kaçırmak istemeyen yahudi, kalkanı kaptığı gibi geriye kaçtı. Buna çok üzülen Allahü teâlânın aslanı, Zülfikar ile etrâfındaki düşmanları dağıttıktan sonra, kalenin kapısını kalkan yapmaya niyetlendi. "Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek, kocaman demir kapının halkalarına asıldı. Kancalarını duvarından sarstı çıkardı... Hazret-i Ali kapıyı sökerken, kale yerinden sarsıldı. Sekiz on pehlivanın yerinden kıpırdatamayacağı bu kapıyı, tek eliyle kalkan yapıp, çarpışmağa başladı. Karşısına peşpeşe, yahudilerin en yiğit altı pehlivanı daha çıktı. Onları da Allahü teâlânın izni ile alt eden hazret-i Ali, kahraman arkadaşları ile kaleye girdiler. Artık kalenin içinde çarpışılıyordu. Kısa zamanda, karşılarına çıkacak kimse kalmadı, İslâm sancağını kaleye diktiler. Böylece en muhkem kaleleri olan Natât, fethedildi. Sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ali'nin gözlerinden öptükten sonra; “Gösterdiğin kahramanlıktan dolayı, Allahü teâlâ ve Resûlü senden râzı oldu" buyurdular. Bu mübârek kelâmı işiten Ali (radıyallahü anh), sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz; “Niçin ağlıyorsun?" buyurduğunda; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sevincimden ağlıyorum. Zirâ Allahü teâlâ ve Resûlü benden râzı oldu" dedi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Yalnız ben değil, Cebrâil, Mikâil ve cümle melekler senden râzı oldular" buyurdu. Bu sırada Devs kabîlesinden dörtyüz müslüman, Peygamber efendimize yardıma geldi. Bundan sonra, diğer kaleleri fethetmek için çarpışmalara şiddetli bir şekilde devam edildi.
Hayber’in geri kalan yedi kalesi teker teker düşürülünce, çâresiz kalan yahudiler, heyet göndererek sulh isteğinde bulundular. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu teklifi kabûl ederek şu maddeler üzerinde anlaştılar:
1- Bu gazâda müslümanlarla çarpışan yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2- Hayber'i terkeden yahudiler, yanlarında sâdece çocuklarını ve bir deve yükü lüzumlu ev eşyasını götürebilecekler.
3- Geri kalan taşınan ve taşınmayan malların hepsi; zırh, kılıç, kalkan, yay, ok gibi bütün silâhlar, üzerlerindeki elbiseden başka giyeceklerin tamamı; kumaşlar, altınlar ve ayrıca hazineler, at, deve, koyun gibi bütün hayvanlar... ne varsa hepsi müslümanlara kalacak.
4- Müslümanlara bırakılması gereken her hangi bir şey, hiç bir sûretle gizlenmeyecek. Gizleyenler, Allahü teâlâ ve Resûlünün emânından ve himâyesinden dışarda bırakılacak...
Bu şartlara uymayan, hazînelerini tulumlarla toprağa gömen Kinâne bin Rebî' cezâlandırıldı. Ele geçen ganîmetin, haddi hesâbı yoktu. Hayber'in o verimli arâzileri, hurmalıkları tamâmen İslâm ordusuna bırakılmıştı. Bu sırada, memleketlerine dönen Gatafanlılar, yahudilere yardım için geri Hayber'e dönmüşlerdi. Peygamber efendimizin Hayber'i fethedip yahudileri teslim aldığını gördükleri zaman; "Ey Muhammed! Sen, Hayber'i terkettiğimiz takdirde, bize Hayber'in bir senelik hurmasını vermeyi vâd etmiştin. Sözümüzde durduk. Haydi bize onları ver!" dediler. Efendimiz onlara; “Filanca dağ sizin olsun" buyurdular. Gatafanlılar da; "Öyle ise biz, sizinle çarpışırız" diyerek tehdide yeltendiler. Resûl-i ekrem efendimiz de; "Çarpışma yerimiz Cenefa olsun" buyurdu. Cenefa, Gatafanlıların bir bölgesinin ismi idi. Gatafanlılar bunu duyunca korkularından çekilip gittiler.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve kahraman Eshâbı, Hayber'in fethi esnâsında çok yorulmuşlardı. Bir taraftan yaralılar tedavi ediliyor, diğer yandan dinleniyorlardı. Yahudilerin ileri gelenlerinden Sellâm bin Mişken'in karısı Zeynep, Peygamber efendimizi zehirleyerek öldürmek istedi. Bunun için, bir keçi kesip pişirdi ve ete bol miktarda zehir kattı. Sonra, Resûlullah efendimizin huzûruna çıkarak, hediye getirdiğini söyledi. Resûl-i ekrem efendimiz kabûl edip, Eshâbını çağırdılar. Hep birlikte yemek için oturdular. Âlemlerin efendisi, keçinin kol kısmından bir parça koparıp; “Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek mübârek ağızlarına aldılar. Bir kaç defâ çiğnedikten sonra hemen mübârek ağızlarından çıkarıp; “Ey Eshâbım! Bu yemekten elinizi çekiniz! Zirâ şu kürek eti, zehirlenmiş olduğunu bana haber verdi" buyurdular. Sahâbîler derhal ellerini yemekten çektiler. Fakat etten bir lokma yiyen Bişr bin Berâ hazretlerinin, hemen vücûdu morardı ve şehîd oldu. Sevgili Peygamberimize Cebrâil aleyhisselâm gelip, mübârek tükürüklerine karışan zehirin tesirinden kurtulmak için, mübârek omuzları arasından hacamat yaptırarak kan aldırmasını söyledi. Öyle yapıldı. Sonra, zehirli kebab toprağa gömüldü. Bu işi yapan Zeynep, yakalanarak huzûra getirildi. Efendimiz ona; “Bu davar kebabını sen mi zehirledin?" buyurdular. O da, yaptığını îtîrâf ederek; "Evet! Ben zehirledim!" dedi. Peygamber efendimiz; “Bunu niçin yapmak istedin!" diye sorduklarında; "Sen, benim kocamı, babamı, amcamı öldürdün. Kendi kendime; "Eğer O, hakîkaten peygamber ise, Allah O'na bildirir. Değilse, bu zehir O'na tesir eder ve ölür. Böylece kendisinden kurtulmuş oluruz" dedim. Eshâb-ı kirâm, bu hâdiseye çok üzülmüştü. "Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bunu öldürelim mi?" diye sorduklarında, kendi şahsına yapılan her hakâreti affeden Âlemlerin efendisi, bunu da affetti. Bu büyük merhameti gören Zeynep, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu (radıyallahü anhâ).
Hayber'de ele geçen ganîmetler ve esirler arasında, Huyey bin Ahtab'ın kızı Safiyye de (radıyallahü anhâ) vardı. Başkumandanlık hakkı olarak, Peygamber efendimizin hissesine düşmüştü. Âlemlerin efendisi, esirini âzâd etti. O da bu hâle çok duygulanıp, cân u gönülden, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Bu duruma çok sevinen sevgili Peygamberimiz, hazret-i Safiyye vâlidemizi nikâhıyla şereflendirip sevindirdiler. Böylece hazret-i Safiyye, mü’minlerin annesi oldu. Sehbâ mevkîinde düğünü yapılıp, kavun ve hurmadan velîme yâni düğün yemeği verildi. Safiyye (radıyallahü anhâ) vâlidemizin, mübârek gözlerinde bir morluk görülüyordu. Sevgili Peygamberimiz; “Nedir bu iz?" buyurduklarında, o; "Bir gece rüyâmda ayın gökten inip koynuma girdiğini görmüştüm. Kocam Kenâne'ye anlatınca; "Sen şu üzerimize gelen Arab Meliki’nin hanımı olmaya göz dikmişsin!" diyerek, gözüme bir tokat vurdu ve gördüğünüz gibi morardı" dedi.
Hayber fethedildikten sonra, yahudiler, Peygamber efendimize; "Yâ Muhammed! Biz Hayber'den çekip gideceğiz. Fakat, biz zirâattan, tarla, bağ, bahçe bakımından iyi anlarız. İstersen, bu verimli arâzileri bize kirâya ver. Bu mülkleri işleyelim ve çıkan mahsulün yarısını sana verelim!" diye teklifte bulundular. Sevgili Peygamberimizin ve sahâbîlerin, tarla işleri ile uğraşacak zamanları yoktu. Onlar dîn-i İslâm’ı yaymak için uğraşıyor, cihâd-ı fî sebîlillah için gecelerini gündüzlerine katarak durmadan çalışıyorlardı. Bu teklife Peygamber efendimiz memnun oldular ve; “Sizi istediğimiz zaman çıkarmak şartı ile!" buyurdular. Yahudiler bunu kabûl ettiler ve Hayber arâzilerini işletmeye başladılar. Peygamber efendimiz, Eshâbı ile, muzaffer olarak Medîne'ye döndüler. Bu arada daha önce Habeşistan'a hicret eden Esbabının, Ca’fer bin Ebî Tâlib başkanlığında geldiklerini görünce, çok sevindiler. Hazret-i Ca'fer'in alnından öpüp, bağrına bastı ve; “Ben Hayber'in fethine mi, yoksa Ca'fer'in gelişine mi sevineyim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defâdır. Siz, hem Habeş ülkesine, hem de yurduma hicret ettiniz" buyurdular.
Hayber'de elde edilen ganîmetler; Hudeybiye andlaşmasına katılan bütün Eshâb-ı kirâma, Hayber'e katılanlara, Habeşistan'dan hicret eden Eshâba ve fethe iştirâk eden Devs kabîlesine paylaştırıldı. Hayber'in fethedilmesi ile, Arabistan'daki bütün yahudiler, Peygamber efendimizin emri altına girmiş oluyorlardı. Artık müşriklere yardım etme imkânları kalmamıştı. Çevrede bulunan kabîleler ve devletler de, silâh ve asker bakımından fethedilmesi imkânsız gibi görünen Hayber kalesini zapteden müslümanların, büyük bir güce sâhip olduğunu anladılar ve bu İslâm Devleti'nden çekinmeye başladılar. Mekkeli müşrikler, Hayber'in fethi ile büyük bir üzüntüye ve ye'se kapıldılar. Bu fetihden sonra, küçüklü büyüklü pek çok kabîleler, müslüman olmak için Medîne-i münevvereye geldiler ve Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendiler, hattâ Gatafanlılar bile... Yola gelmeyen bâzı kabîleler ise kuvvet gönderilerek itâat altına alındılar.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.