Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz; “Şunları kim karşılar, kim durdurur?" buyurdu. Talha bin Ubeydullah hazretleri; "Ben! Yâ Resûlallah!" deyip, ileri atılmak istedi. Peygamber efendimiz; “Senin gibi daha kim var?" buyurdular. Medîneli sahâbîlerden biri; "Yâ Resûlallah! Ben!" diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz: “Haydi, sen karşıla" buyurunca, ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Bir kaç îmânsızı öldürdükten sonra şehâdet şerbetini içti. Resûl-i ekrem efendimiz, yine; “Şunlara kim karşı koyar?" buyurdular. Herkesten önce, yine Talha hazretleri çıktı. Peygamber efendimiz; “Senin gibi daha kim var?" diye sorunca, Ensârdan bir mübârek; "Ben karşılarım yâ Resûlallah" dedi. Peygamberimiz; “Haydi onları sen karşıla" buyurdular. O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehîd oldu. Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler, vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Kâinatın sultânı efendimizin o anda yanında Talha bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Talha, Resûlullah'a bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar serî kılıç sallaması, bir anda Resûlullah'ın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, mızrak ve kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi. Hazret-i Talha, pervâne gibi dönüyor, kendisine değen kılıçlara hiç aldırmıyordu. Dileği, Kâinatın sultânını korumak, bu uğurda diğer kardeşleri gibi şehîd olmaktı. Vücûdunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o buna rağmen dört tarafa birden yetişiyordu. O sırada Hazret-i Ebû Bekr ve Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler. Yiğitlerin efendisi hazret-i Talha da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmışaltı büyük, sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı. Sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr'e, hemen hazret-i Talha'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), hazret-i Talha'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talha bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz; "Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah ne yapıyor?" diyerek, sevgi ve bağlılığın en güzelini gösterdi. Resûl-i ekremi sevmek, canını, O'nun mübârek vücûduna fedâ etmek ancak bu kadar olurdu. Hazret-i Ebû Bekr; "Resûlullah iyidir. Beni O gönderdi" deyince, Talha (radıyallahü anh) rahat bir nefes alıp; "Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her müsîbet hiçtir" dedi. O sırada bir kaç sahâbe daha yetişmişlerdi.
Âlemlerin efendisi, Muhammed Mustafa sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, hazret-i Talha'nın yanına teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, Resûlullah'ı sağ olarak görünce, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerini açıp; “Allah'ım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle" diye duâ buyurdular. Resûl-i ekrem efendimizin bir mûcizesi olarak, hazret-i Talha sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için; “Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrâil'den, solumda da Talha bin Ubeydullah'dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm." “Yeryüzünde gezen cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha bin Ubeydullah'a baksın" buyurdular.
Bütün cephede çarpışma, olanca şiddeti ile devam ediyordu. Peygamber efendimizin etrâfında Ebû Dücâne, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr, Talha bin Ubeydullah, Peygamberimizi korumak için arka saflardan koşup yetişen Nesîbe Hâtun ve bir kaç sahâbî (radıyallahü anhüm) vardı. Müşriklere karşı, Resûlullah efendimizle birlikte çarpışıyorlardı. Tepeden tırnağa silâhlı ve zırhlar içerisinde olan ve miğferi bulunan azılı müşrik Abdullah bir Huneyd, sevgili Peygamberimizi görünce, atını mahmuzladı. "Ben Züheyr'in oğluyum. Bana Muhammed'i gösteriniz. Ya ben O'nu öldürürüm, Yâhud O'nun yanında ölürüm!" diye bağırıyordu. Atını, Peygamber efendimizin üzerine doğru sürerken, Ebû Dücâne hazretleri önüne gerildi ve; "Gel bakalım! Ben vücûdumla, Muhammed aleyhisselâmın mübârek vücûdunu koruyan bir kişiyim. Beni çiğnemedikçe, O'na ulaşamazsın!" dedi. Atın ayaklarına kılıcını vurup, Abdullah bin Hüneyd'i yere düşürdü ve kılıcını kaldırarak; "Al, bu da Hareşe'nin oğlundan!" deyip, bir vuruşta yere serdi. Hâdiseyi seyreden Âlemlerin efendisi; “Allah'ım! Hareşe'nin oğlundan (Ebû Dücâne'den) ben nasıl râzı isem, sende öyle râzı ol" diyerek duâ buyurdu.
Müşriklerden çok keskin bir nişâncı ve her attığını vuran bir okçu olan Mâlik bin Züheyr, her yerde Peygamber efendimizi arıyor, bir fırsatını bulup ok ile vurmak istiyordu. Resûlullah efendimizin yakınlarına gelip, yayını gerdi ve sevgili Peygamberimizin mübârek başını hedef alarak okunu fırlattı. Göz açıp kapayıncaya kadar zaman yoktu. Hazret-i Talha ânında elini açarak hedef oldu. Ok, hazret-i Talha'nın avucuna saplandı ve elini parçaladı. Parmaklarının bütün sinirleri kesildi, elinin kemikleri kırıldı. Olanları Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz de görmüş ve: “Eğer (beni korumak için elini oka uzatırken) Bismillah deseydin, insanlar sana bakışırken, melekler seni göklere yükseltirdi" buyurmuşlardı.
Mekkeli müşriklerden; Abdullah bir Kamîa, Übey bin Halef, Utbe bin Ebî Vakkâs, Abdullah bin Şihâb-ı Zührî ismindeki dört müşrik, Resûl-i ekrem efendimizin hayatına son vermek için anlaşıp, yemîn etmişlerdi. Bu sıkışık anda Resûlullah efendimiz, yanında bir kaç sahâbî olduğu hâlde düşmanla kıyasıya mücâdele ediyorlardı. Peygamber efendimizin önünde, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr hazretleri vardı. Hazret-i Mus’ab, vücûduna giydiği zırhdan dolayı, sevgili Peygamberimize çok benziyordu. O da sağ elinde İslâm sancağı olduğu hâlde müşriklerle müthiş bir mücâdeleye girişmişti. Bu sırada zırhlara bürünmüş olan İbn-i Kamîa, atlı olarak oraya yaklaştı. Avazı çıktığı kadar; "Bana Muhammed'i gösteriniz: O kurtulursa ben kurtulmayayım!" diye bağırarak, Peygamber efendimize doğru atını mahmuzladı. Hazret-i Mus’ab ile Nesîbe Hâtun karşı koyup, vücûdlarını Peygamber efendimize siper yaparak çarpışmaya başladılar. Bu kâfire ne kadar kılıç vurdularsa, zırhından dolayı tesir etmedi. İbn-i Kamîa, Nesîbe Hâtun'a bir kılıç vurarak omuzunu parçaladı. Sonra Hazret-i Mus’ab'ın sancak tutan sağ eline kılıcını indirdi. Sağ eli kesilen Mus’ab bin Umeyr, canından üstün tuttuğu mübârek İslâm sancağını yere düşürmeden sol eline aldı. O esnada; “Muhammed (aleyhisselâm) resûldür. Ondan önce de resûller gelmiştir" meâlindeki (Âl-i İmrân sûresi: 144) âyet-i kerîmeyi okuyordu. İbn-i Kamîa, bu defâ kılıcını hazret-i Mus’ab'ın sol eline indirdi. Sol eli de kesilen şanlı sancakdâr, İslâm sancağını yere düşürmüyordu. Kahraman sahâbî, sancağı kolları ile tutup gövdesine bastırarak dalgalandırmaya devam etti. İbn-i Kamîa, bu defâ mızrağını şanlı sahâbînin vücûduna sapladı. O da, diğer arkadaşları gibi şehîd olarak âhırete göçmüştü (radıyallahü anh).
Hazret-i Mus’ab yere düşerken, şanlı İslâm sancağı yere düşürülmemiş, onu hemen Mus’ab’ın sûretine giren bir melek kapmıştı. Sevgili Peygamberimiz; “İleri yâ Mus’ab! İleri!" buyurduğunda, sancağı tutan melek; "Ben Mus’ab değilim" dedi. O zaman, Kâinatın sultânı efendimiz onun melek olduğunu anlayıp, sancağı hazret-i Ali'ye verdi.
İbn-i Kamîa ise, hazret-i Mus’ab'ı, Peygamber efendimiz zannettiği için, acele müşriklerin arasına vardı ve; "Muhammed'i öldürdüm!" diyerek bağırmaya başladı. Bunu işiten müşrikler, hedeflerine ulaşmanın verdiği haz ile daha da azgınlaştılar. Hâdisenin aslını bilemeyen Eshâb-ı kirâmın ise, eli ayağı tutmaz olmuştu. Ortalıkta matem havası esiyordu. Hazret-i Ömer'in bile elleri iki yana düşmüş, arkadaşlarıyla olduğu yere oturakalmışlardı. Enes bin Nadr (radıyallahü anh) onları o hâlde görünce; "Niçin oturuyorsunuz?" diye sordu. Onlar da; "Resûlullah şehîd edilmiş!..." diye cevap verdiler. Hazret-i Enes de; "Resûlullah şehîd edildiyse, O'nun Rabbi (Allahü teâlâ) bakîdir. Resûlullah'tan sonra biz sağ kalıp da ne yapacağız! Haydi kalkınız! Peygamberimizin çarpışarak mübârek canını fedâ ettiği şey için, biz de canımızı fedâ edelim" dedi ve kılıcının kınını kırıp; "Allahü ekber!..." nidâlarıyla yalın kılıç düşmanın ortasına daldı. Küffârdan bir çoklarını kırdı ve şehîd oldu. Sâdece yüzünde yetmiş yara vardı. Vücûdunda sayısız yara olduğu için, onu kız kardeşinden başkası tanıyamamıştı.
Eshâb-ı kirâmın pek çoğu dağılmış, bir kısmı da şehâdete ermişti. Onların bu dağınıklığından istifâde eden müşrikler, Resûl-i ekrem efendimizin etrâfına toplanmışlardı. Taşla, kılıçla iki cihânın sultânını şehîd etmeye çalışıyorlardı. Üzerinde iki zırhı olduğu için, darbeler, tesir etmiyordu. Utbe bin Ebî Vakkâs'ın attığı taşlar, sevgili Peygamberimizin mübârek yüzüne değdi ve alt dudağı yaralandı. Alt çenesindeki mübârek sağ rebâiyye yâni kesici dişi kırıldı. O sırada İbn-i Kamîa denilen müşrik de geldi ve kılıcını Âlemlerin efendisinin mübârek başına vurdu. Sevgili Peygamberimizin miğferi parçalandı, iki halkası da mübârek şakaklarına battı. Yine İbn-i Kamîa'nın vurduğu bir kılıç ile mübârek omuzundan yaralandılar ve müslümanları düşürmek için Ebû Âmir'in kazdığı derin çukura yanı üzere düştüler. Sevgili Peygamberimiz, hâin İbn-i Kamîa için; “Allahü teâlâ seni zelîl ve perişân etsin!" diye duâ ettiler. İbn-i Kamîa pek ziyâde sevinip; "Muhammed'i öldürdüm! Muhammed'i öldürdüm!..." diye bağırarak, Ebû Süfyân'ın yanına gitti. Müşrikler hedeflerine ulaşmışlardı! Artık Peygamberimizle ilgilenmiyorlardı. Peygamber efendimizin bulunduğu çukurun etrâfından çekilmişler, Eshâb-ı kirâm ile çarpışmaya koyulmuşlardı.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, çukura düştüğünde, mübârek yanakları kanıyordu. Mübârek ellerini yüzüne sürünce, ellerinin ve sakal-ı şerîfinin kana boyandığını gördüler. Bir damla yere düşmeden Cebrâil aleyhisselâm yetişip, o mübârek kanı kaptı ve dedi ki: "Yâ Habîballah! Allahü teâlânın hakkı için, eğer bu kandan bir damla yere düşse, kıyâmete kadar yerde ot bitmezdi." Fahri âlem efendimiz de; “Eğer benden bir damla kan yere düşerse, gökten azâb nâzil olur. Yâ Rabbî! Kavmimi affet! Çünkü onlar bilmiyorlar" buyurarak, kendisini öldürmeğe kalkan, mübârek vücûduna kılıç vurup, mübârek dişlerini kıran ve mübârek yüzünü kana boyayan kimselerin hidâyete gelmesi için duâ ediyorlardı.
Bu esnada, Ka'b bin Mâlik hazretleri; "Ey müslümanlar! Müjde! İşte Resûlullah burada!.." diye yüksek sesle bağırıyordu. Bu sesi işiten şanlı Eshâb yeniden hayat bulmuş gibi sevinçle oraya koştu. Hazret-i Ali ile Talha bin Ubeydullah (radıyallahü anh) derhal oraya gelerek çukurdan çıkardılar. Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh, sevgili Peygamberimizin mübârek şakaklarına batan, miğferin halkalarını dişleriyle çekerek çıkardı. Bu demir parçalarını çıkarırken iki ön dişi de çıktı.
Eshâb-ı kirâmdan Mâlik bin Sinân hazretleri, Resûlullah efendimizin mübârek yüzlerinden sızan kanı emdiler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Kanım kanına karışan kimseye Cehennem ateşi dokunmaz" buyurdular.
Müşrikler, tekrar üstlerine gelmeye başladılar. Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimize yeniden kavuşmanın sevinci ile biranda Resûlullah efendimizin etrâfında halka olup; hiç bir müşrik bırakmadılar. Peygamber efendimize artık bir şey yapamayacaklarını anlayan müşrikler, dağın tepesine çıkmaya başladılar. İki cihânın sultânı, yanında bulunan Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretlerine; “Onları geri çevir" buyurdu. Hazret-i Sa'd; "Yâ Resûlallah! Yanımda sâdece bir okum var. Bununla nasıl geri çevireyim?" diye suâl eyleyince, Resûl-i ekrem efendimiz, tekrar aynı emri verdiler. Bunun üzerine okçuların pîri Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, elini çantasına götürüp, okunu attı. Hedefini bulan ok bir müşriki devirdi. Elini tekrar ok çantasına uzattığında, bir ok daha olduğunu gördü. Dikkat etti, bu ok, biraz önceki oktu. Bir müşrik daha öldü. Bu hal, defâlarca sürdü. Sevgili Peygamberimizin bir mûcizesi olarak, hazret-i Sa'd, her, defâsında ok çantasında bir evvelki attığı oku bulmuştu. Peşpeşe adamlarının öldürüldüğünü gören Kureyşliler, dağa çıkmaktan vazgeçtiler. Aşağı inip geriye çekildiler.
İçlerinden Übeyy bin Halef, atını, Peygamber efendimize doğru sürerek; "Nerededir, o peygamber olduğunu iddia eden kişi? Karşıma çıksın da, benimle çarpışsın!" diye bağırmaya başladı. Eshâb-ı kirâm, ona karşı çıkmak istediyse de, sevgili Peygamberimiz müsâde etmedi. Hâris bin Simme hazretlerinin mızrağını alıp ileri çıktılar. Übeyy alçağı atını mahmuzlayıp; "Ey Muhammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!" diyerek yaklaştı. Tepeden tırnağa zırhlara bürünmüştü. Âlemlerin efendisi, elindeki mızrağı Übeyy'in boynuna fırlattı. Mızrak uçarak, miğferi ile zırh yakası arasından boynuna saplandı. Übeyy, sığır gibi böğürerek atından yere yuvarlandı. Kaburga kemikleri kırıldı. Müşrikler, onu kaldırıp, götürdüler. Yolda; "Muhammed beni öldürdü!..." diyerek bağıra bağıra cân verdi.
Resûlullah efendimiz, yanındaki Eshâbı ile Uhud kayalıklarına doğru çıkmaya başladılar. Kayaların yanına varınca, yukarı çıkmak istediler. Ziyâdesiyle yorulduğu, üst üste iki zırh giydiği ve mübârek vücûduna yetmişten ziyâde kılıç vurulduğu için tâkât getiremediler. Bunun üzerine Talha (radıyallahü anh), Peygamber efendimizi sırtına alarak kayaların üzerine çıkardı. Sevgili Peygamberimiz; “Talha, Resûlullah'a yardım ettiği zaman Cennet ona vâcib oldu" buyurdular. Hiç mecâlleri kalmadığından, öğle namazını oturarak edâ ettiler.
Dağın eteklerinde sahâbîler, her biri bir aslan kesilmiş, müşriklerin üzerine atılıyorlardı. Peygamberimize kılıç vuranlara, dünyâyı zindan yapmışlardı. Bir ara Hâtib bin Beltea, sevgili Peygamberimizin yanına geldi ve; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sana bunu kim yaptı!" diye suâl eyledi. Efendimiz; “Utbe bin Ebî Vakkâs, bana taş atıp yüzüme vurdu ve rebâiyye dişimi kırdı" buyurunca, hazret-i Hâtib; "Yâ Resûlallah! O, ne tarafa gitti!" diye tekrar sordu. Peygamber efendimiz, işâretle gittiği tarafı gösterdiler. Hazret-i Hâtib, derhal o tarafa koştu. Araya araya Utbe'yi buldu. Atından düşürüp, bir vuruşta başını kesti ve Resûlullah'ın huzûruna getirip müjde verdi. Peygamber efendimiz de: “Allahü teâlâ senden râzı olsun. Allahü teâlâ senden râzı olsun" buyurarak, ona duâ ettiler.
Müşrikler, derlenip toparlanan ve yeniden hücûma geçen Eshâb-ı kirâm karşısında tutunamadılar. Yetmiş ölü vererek, harp meydanını terk edip Mekke'ye doğru yola koyuldular.
Peygamber efendimizin şehîd olduğu şâyiası Medîne'ye ulaşmıştı. Hazret-i Fâtıma, hazret-i Âişe, Ümmü Süleym, Ümmü Eymen, Hamne binti Cahş, Küaybe (radıyallahü anhünne) gibi hanımlar Uhud'a koştular. Hazret-i Fâtıma, babası Peygamber efendimizi yaralı görünce ağladı. Resûlullah efendimiz, onu tesellî ettiler. Hazret-i Ali kalkanı ile su getirdi. Fâtıma vâlidemiz o su ile Peygamber efendimizin mübârek yüzünü ve kanları yıkadı. Fakat yüzünün kanı dinmiyordu. Hazret-i Fâtıma bir hasır parçasını yakıp, külünü yaraya basınca, kan durdu.
Sonra harp meydanına indiler, önce yaralılar tespit edilerek, yaraları sarıldı. Müşrikler, bâzı şehidleri tanınmaz hâle getirmişlerdi. Kulak, burun ve diğer âzâlarını kesmiş, karınlarını yarmışlardı. Abdullah bin Cahş hazretleri bunlar arasında idi. Bu hâli gören sevgili Peygamberimiz ve Eshâbı çok üzüldüler. En güzîde sahâbîleri şehâdet şerbetini içmiş, Uhud topraklarını kanlarıyla sulayarak Cennet’e uçmuşlardı. Fakat şehidlere yapılan bu muâmele, dayanılacak gibi değildi. Peygamber efendimizin yanısıra bütün sahâbîlerin hüzünle içleri burkuluyordu. Bu manzara karşısında, Âlemlerin efendisi ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar akdığı hâlde; “Ben, şu şehidlerin, Allahü teâlânın yolunda canlarını fedâ ettiklerine, kıyâmet günü şâhidlik edeceğim. Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, kıyâmet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır" buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz; “Hamza'yı göremiyorum. Onun hâli nice oldu" buyurdular. Hazret-i Ali, arayıp buldu. Peygamberimiz oraya varıp akla gelmedik bir manzara ile karşılaşınca, dayanamadılar. Hazret-i Hamza'nın kulakları, burnu ve sâir âzâları kesilmiş, yüzü tanınmaz hâle getirilmiş, karnı yarılmış, ciğerleri çıkarılmıştı. Peygamber efendimiz mübârek gözlerinden yaşlar aktığı hâlde hazret-i Hamza'ya hitâben; “Ey Hamza! Hiç bir zaman, hiçbir kimse, senin kadar musîbete uğramamış ve uğramayacaktır. Ey Resûlullah'ın amcası! Ey Allahü teâlânın ve Resûlünün aslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Resûlullah'a koruyucu olan Hamza! Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!..." buyurdu.
Bu sırada, karşıdan telâş içinde gelen bir kadın görüldü. Bu, sevgili Peygamberimizin halası hazret-i Safiyye vâlidemizdi. O da, diğer hanımlar gibi, Resûlullah efendimizin şehîd olduğu şâyiasını işitince, herşeyi unutmuş, koşa koşa Uhud'a gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz, halasını görünce, şehidlerin hâline dayanamaz düşüncesi ile, oğlu Zübeyr bin Avvâm hazretlerine; “Anneni geri çevir, kardeşinin cesedini görmesin" buyurdu. Hazret-i Zübeyr, koşarak annesinin yanına vardı. Mübârek Hâtun heyecanla; "Oğlum! Resûlullah'tan haber ver!..." dedi. Yanlarına hazret-i Ali de gelmişti. O; "Resûlullah hamdolsun iyidir" deyince, ferahladı, fakat; "O'nu bana gösterin" demekten kendini alamadı. Hazret-i Ali, Âlemlerinin efendisini işâretle gösterdi. Hazret-i Safiyye vâlidemiz, iki cihânın güneşini sağ olarak görünce, çok sevindi ve Allahü teâlâya hamd eyledi. Bu defâ, kardeşi hazret-i Hamza'nın durumunu görmek için ileri yürümek istedi. Oğlu Zübeyr (radıyallahü anh); "Anneciğim! Resûlullah, geri dönmenizi emrediyor" deyince, hazret-i Safiyye; "Eğer ona yapılanı bana göstermemek için geri döneceksem, zâten ben kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmiş bulunuyorum. O, bu hâle Allahü teâlâ yolunda uğramış bulunuyor. Biz, bu yolda daha beterlerine de râzıyız. Sevâbını Allahü teâlâdan bekleyeceğiz. İnşâallah sabredip, katlanacağız" dedi. Zübeyr bin Avvâm hazretleri gelip bunu bildirince, Peygamber efendimiz; “Öyle ise bırak görsün" buyurdu. Safiyye (radıyallahü anhâ), hazret-i Hamza'nın cesedinin yanına oturdu ve sessizce ağladı.
Safiyye (radıyallahü anhâ) gelirken yanında iki hırka getirmişti. Onları çıkarıp; "Bunları kardeşim Hamza için getirdim, ona sarınız" dedi. Seyyid-üş-Şühedâ yâni şehidlerin efendisi olan hazret-i Hamza'yı bu hırkalardan biri ile kefenlediler.
Habîbullah efendimiz, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr'in baş ucuna geldiler, hazret-i Mus’ab’ın elleri kesilmiş, pek çok yerinden yara almıştı. Etrâfı kan golü hâlindeydi. Peygamber efendimiz, burada da çok hüzünlendıler ve bu azîz şehidlere hitâben, Ahzâb sûresinden 23. âyet-i kerîmeyi okudular. Meâlen: “Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allahü teâlâya verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehîd oluncaya kadar çarpışacağına dâir verdiği sözü yerine getirdi (şehîd oldu). Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler" buyruluyordu. Peygamber efendimiz, bundan sonra da şöyle buyurdu; “Allahü teâlânın Resûlü de şâhiddir ki, siz kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda şehîd olarak haşrolunacaksınız." Daha sonra, yanındakilere dönüp; “Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu azîz şehidler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir."
Mus’ab bin Umeyr hazretlerine kefen olacak bir şey bulamadılar. Kendi kaftanı mübârek vücûdunu tam örtmüyordu. Baş tarafına örtseler ayakları, ayak tarafına örtseler başı açıkta kalıyordu. Habîb-i ekrem efendimiz; “Baş tarafını kaftanla, ayaklarını ise ızhır otu ile örtünüz" buyurdular. Hayatını İslâm’a hizmetle geçiren ve bu uğurda şehitlik mertebesine kavuşan bu mutlu sahabi, dünyâdan yarım kefen ile ayrıldı.
Diğer şehidler, namazları kılınıp, kanlı elbiseleri ile ikişer üçer bir kabre konarak defnedildiler (radıyallahü anhüm). Uhud gazâsında yetmiş şehîd verilmişti. Bunlardan altmış dördü Ensârdan, altısı Muhâcirlerden idi.
Eshâb-ı kirâmın çoğunun akrabâları şehîd olmuştu. Bu sebeple, gönülleri yaralı idi. Kalanları tesellî için, Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: “Vallahi, Eahâbımla birlikte ben de şehîd olup, Uhud Dağı’nın bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim. Kardeşleriniz şehîd oldukları zaman, Allahü teâlâ onların rûhlarını yeşil kuşların kursaklarına koydu. Onlar, Cennet’in ırmaklarına gelir, sularından içerler. Meyvelerinden yerler. Cennet’in dört bir bucağını seyrederler. Gülistanlarında uçarlar. Daha sonra Arş-ı âlâ altına asılan, altun kandillerin içine girip akşamlarlar. Onlar, böyle yiyecek ve içeceklerin hoşluğunu, güzelliğini görünce; “Keşke, Allahü teâlânın, bize neler ikrâm ettiğini kardeşlerimiz bilselerdi de, cihâddan çekinmeseler, çarpışmaktan korkup, düşmandan yüz çevirmeselerdi" derler, Allahü teâlâ da; “Ben sizin ahvâlinizi onlara bildiririm" buyurdu. (ve âyet-i kerîme indirip meâlen şöyle buyurdu:) “Sakın Allahü teâlânın yolunda şehîd alanları ölüler sanmayınız! Doğrusu onlar, Rableri katında diridirler. Öyle ki, Allahü teâlânın kendilerine verdiği, ihsân ettiği şehitlik mertebesiyle, hepsi de sevinerek, Cennet nîmetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından şehîdlikle henüz kendilerine katılamayanlar hakkında da; “Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır" diye müjde vermek isterler. Onlar, Allahü teâlâdan gelen bir nîmetle, hattâ daha fazlasıyla sevinirler. Allahü teâlânın, mü’minlere olan mükâfatını zâyi etmeyeceği müjdesi ile neşelenirler." (Âl-i İmrân sûresi: 169-171) ... Allahü teâlâ, onlara görünüp; “Ey kullarım! Canınız neyi çekiyorsa, söyleyiniz, size onu fazlasıyla tattırayım" buyurur. Onlar da; “Ey Rabbimiz! Senin bize ihsân ettiğin nîmetlerden daha üstün bir nîmet yok ki, onu isteyelim. Biz, Cennet’te istediğimiz şeylerden yeyip duruyoruz. Ancak biz istesek; rûhlarımızın cesedlerimize geri çevrilip dünyâya döndürülmemizi ve senin yolunda çarpışarak tekrar öldürülmemizi isteriz" derler."
Artık burada yapılacak bir şey kalmamıştı. Derlenip toparlandılar. Cihâd-ı fî sebilıllah yâni Allahü teâlânın dînini yaymak için geldikleri Uhud'da, târihin eşsiz bir gazâsı yapılmıştı. Gözlerin göremeyeceği, hayâlleri aşan Eshâb-ı kirâmın nice kahramanlıklarına şâhid olunmuş, küffâra bir ders daha verilmişti.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, mübârek Eshâbıyla nûrlu Medîne'ye doğru hareket ettiler. Harre mevkîine geldiklerinde, Eshâbını saf hâline geçirip, mübârek ellerini kaldırarak, Allahü teâlâya yalvarmaya, ve şöyle duâ etmeye başladılar: “Allah'ım! Hamd ve senâ ancak sanadır. Allah'ım! Senin dalâlette bıraktığını hidâyete erdirecek, hidâyete erdirdiğini de saptıracak yoktur... Allah'ım! Bize îmânı sevdir. Kalblerimizi îmân ile süsle. Bizi, küfür, azgınlık ve taşkınlıktan nefret ettir. Din ve dünyâmıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle. Allah'ım! Bizleri müslünman olarak yaşat ve müslüman olarak öldür. Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine ilhâk eyle. Çünkü onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenlerdir, ne de dinlerinden dönenlerdir. Allah'ım! Senin Resûlünü yalanlayan, senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle harbeden kâfirlerin de cezâlarını ver! Onlara hak ve hakîkat olan azâbını indir!... Âmîn!" Eshâb-ı kirâm da, "Âmin! Âmin" diyerek bu duâya iştirâk ettiler.
Sevgili Peygamberimiz, Eshâbıyla Medîne’ye yaklaşmışlardı. Medîne'de kalan kadınlar, çocuklar yollara dökülmüş, merâk ve hüzün ile, gelen ordunun içinde Kâinatın efendisini görmeye çalışıyorlardı. O'nun, cihânı aydınlatan nûrlu yüzünü görünce, Allahü teâlâya hamd ediyorlardı. Sonra, gözler orduya takılıyor, babalar, efendiler, oğullar, dayı ve amcalar aranıyordu. Göremezlerse... gözyaşlarını tutamıyorlardı. Eshâbının bu hüzünlü hâlini gören merhamet deryâsı Resûl-i ekrem efendimiz de, çok üzülüyor, mübârek gözlerinden yaş akıtıyorlardı. Bir ara Sa'd bin Mu'âz hazretlerinin annesi Kebşe hâtunun, Peygamber efendimize yaklaştığı görüldü. Uhud'da, oğlu Amr şehîd olmuştu. Huzûr-ı saâdete geldiğinde; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Elhamdülillah ki seni sağ salim olarak gördüm. Sen selâmette olduktan sonra, bütün felâketler bana hiç gelir!" dedi. Ciğerpâresi oğlunu sormadı. Sevgili Peygamberimiz ona, oğlu Amr için baş sağlığı diledikten sonra; “Ey Sa'd'ın annesi! Sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki, onlardan şehîd düşenlerin hepsi de Cennet’te toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halkına da şefâat edeceklerdir" buyurdu. Kebşe hâtun; "Allahü teâlâdan gelen her şeye râzıyız yâ Resûlallah! Bu müjdelerden sonra artık onlar için kim ağlar! Siz, geride kalanlar için duâ buyurunuz" dedi. Âlemlerin efendisi de; “Allah'ım! Onların kalblerinde bulunan üzüntüleri gider! Arkada kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı eyle!" diye duâ buyurdular.
Peygamber efendimiz, Eshâbına, bedenî isteklerle mücâdeleyi kasdederek; "(Ey Eshâbım! Şimdi) küçük cihâddan döndük, büyük cihâda başlıyacağız" buyurdular. Sonra, herkesin evlerinde istirâhate çekilmelerini ve yaralıların yaralarını tedavi etmelerini tavsiye ettiler. Kendileri de yaralı idi. Doğruca, saâdethânelerine gittiler.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne'ye döndüğünde, müşriklerin her an geri dönüp Medîne'yi basabilecekleri ihtimâli olduğundan, tedbir aldı. Ertesi gün, yaralı oldukları hâlde, müslümanların dünkü harpten dolayı zayıf düşmediğini bildirmek, düşmana göz dağı vererek Medîne'ye tekrar dönmelerini önlemek için, Bilâl-i Habeşî’ye (radıyallahü anh); “Resûlullah, size düşmanı tâkip etmeyi emrediyor! Dün, Uhud'da bizimle beraber çarpışmayanlar gelmeyecek, sâdece çarpışmaya katılanlar geleceklerdir, de." buyurdu. O da, Eshâba bu emri duyurunca, çoğu yaralı oldukları hâlde derhal hazırlandılar. Hattâ ağır yaralı olan Abdullah ile Râfi (radıyallahü anhüm) isimli kardeşler, Resûl-i ekrem efendimizin bu dâvetini işitir işitmez, bütün ağrı ve sızılarına rağmen; "Resûlullah ile gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız yoksa?!" diyerek, mücâhidlerin saflarına koştular.
Sevgili Peygamberimiz, şanlı Eshâbıyla, müşrikleri tâkibe başladılar. Revha denilen mevkide, müşriklerin toplanarak, Medîne'ye baskın yapmak ve müslümanları yok etmek için karar aldıklarını öğrendiler. Bu tedbirin de, Peygamber efendimizin bir mûcizesi olduğu ortaya çıktı. Müşrikler, Resûl-i ekrem efendimizin üzerlerine doğru geldiğini duyunca, korkarak, bulundukları yeri terk edip, Mekke'ye döndüler.
Peygamber efendimiz, onları Hamrâ-ül Esed denilen yere kadar tâkib ettiler. Müşriklerden iki kişi yakalandı.
Burada üç gün kaldılar, sonra Medîne'ye geri döndüler. Allahü teâlâ, Hamrâ-ül Esed’e giden bu şerefli Eshâbı, âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle medhetti; “Yaralandıktan sonra, yine Allahü teâlânın ve Peygamberinin dâvetine koşanlar ve hele onlardan iyilik edip fenâlıktan sakınanlar için, çok büyük bir mükâfat vardır" (Âl-i İmrân sûresi. 172)
Uhud'da, sevgili Peygamberimizi öldürmeye yemîn edenlerden İbn-i Kamîa, Mekke’ye döndüğünde, bir gün koyunlarına bakmak için dağa çıkmıştı. Dağın tepesinde koyunlarını buldu. İçlerinden bir koç, sür’atle koşarak İbn-i Kamîa'ya toslamağa başladı. Vura vura İbn-i Kamîa'yı parçalayarak öldürdü.
Abdullah Şihâb-ı Zührî'yi de, Mekke'ye giderken, beyaz benekli bir yılan ısırarak öldürdü. Peygamber efendimize kasdedenlerin hepsi bir sene içinde cezâlarını görüp öldüler.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.