Müşrikler, İslâm’ı tamâmen ortadan kaldırmak için yaptıkları bu mücâdelelerinden sonra, müslümanların gündüz mağlûb edilemeyeceğini anladılar. Onlara göre tek çâre aynı şiddetle gece baskınları tertiplemekti. Müslümanlar ancak bu şekilde yenilebilirdi. Bu kararlarını hemen tatbikata koyup, yahudi Kureyzâ oğullarıyla birlikte gece baskınları yapmaya başladılar. Askerlerini gruplara ayıran müşrikler, nöbet ve sıra ile hücûma geçiyorlardı. Bu hâl günlerce devam etti. Başta sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshâb-ı kirâm; aç, uykusuz, yorgun oldukları hâlde müdâfâya devam ettiler. Hiç bir düşman askerini hendekten bu tarafa geçirmediler. Canla başla yapılan bu müdâfâ, daha önce yapılan bütün gazâlardan daha korkulu, daha şiddetli, daha sıkıntılı ve daha zahmetli idi.
Günlerdir çarpışmakta olan müşriklerde, yiyecek sıkıntısı baş göstermeye başladı. At ve develeri de, yerde bir tutam kuru ot bulamadıkları için, ölmeğe başlamıştı. Bu sebeple müşriklerin kumandanı, Dırâr bin Hattâb kumandasında bir birliği, Kureyzâ yahudilerine erzak te’mini için göndermişti. Küffâra her şeylerini fedâ eden yahudiler, derhal yirmi deve yükü buğday, arpa, hurma ve hayvanlar için saman yükleyip teslim ettiler. Dırâr, askerleri ile sevinç içinde dönerken, Kubâ yakınlarında bir grup sahâbî ile karşılaştılar. Kahraman Eshâb, derhal hücûm etti. Kanlı bir çarpışmadan sonra, müşrikleri kaçırtarak yüklü develeri Peygamber efendimize teslim ettiler ve çok duâya mazhar oldular.
Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, bir aya yakın devam eden bu şiddetli çarpışmada, pek güç durumlarda kalan kahraman Eshâbına acıyor, onlara, babalarından kat kat fazla şefkât gösteriyordu. Şanlı Eshâbının gösterdiği bu insan üstü gayretlere karşı, kendisi mübârek alnını toprağa koyuyor, onlar için Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu: “Ey darda kalanların imdatlarına yetişen! Ey muhtâç ve çâresiz kalmışların duâsına icâbet eden Allah'ım! Benim ve Eshâbımın hâllerini muhakkak görüyor ve biliyorsun. Yâ Rabbî! Sen küffârı münhezim kıl, (hezîmete uğrat), içlerine tefrika düşür ve onlara karşı bize nusret ver, zafer ihsân eyle!..." Sevgili Peygamberimiz, bu duâsını, son günlerde sık sık tekrarlıyordu.
Müşrikler, kıtlığın da verdiği ızdıraplardan dolayı, bir an önce müslümanları ortadan kaldırmak için, bütün güçlerini harcıyorlardı. Böyle çarpıştıkları bir akşam, müşrik ordusundan, kalbine İslâmın sevgisi düşmüş bir kimse, Peygamber efendimizin huzûruna geldi. Bu, Gatafan kabîlesinden Nu'aym bin Mes’ûd idi. Sevgili Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Ben, Allahü teâlânın bir olduğunu ve senin hak peygamber olduğunu tasdik etmek için geldim. Hamd olsun müslüman olmakla şereflendim. Şimdiye kadar size karşı çarpışmıştım. Bundan sonra da küffâra karşı çarpışacağım. Bana ne emrederseniz yapmağa hazırım! Yâ Resûlallah! Benim müslüman olduğumu kavmim dahî bilmiyor" dedi. Resûl-i ekrem efendimiz; “Bu küffârın arasına girip, tefrika sokarak birbirlerinden ayırmağa çalışabilir misin?" buyurdular. O da; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın yardımı ile onları birbirinden ayırabilirim. Yalnız, her ne dilersem söylemeğe izin var mı?" diye suâl etti. Efendimiz de; “Harp hîledir. İstediğini söyleyebilirsin” buyurdular.
Nu'aym bin Mes’ûd hazretleri, önce Kureyzâ yahudilerinin yanına varıp; "Benim size karşı olan sevgimi bilirsiniz. Yalnız bu konuşacaklarımız aramızda kalsın, hiç kimse bilmesin!" dedi. Yahudiler de; "Hiç kimse bilmeyecektir?" diyerek yemîn ettiler. Bunun üzerine hazret-i Nu'aym; "Şu adamın (Peygamber efendimizin) işi, muhakkak bir belâdır. O'nun, Nâdir ve Kaynuka oğullarına yaptığını biliyorsunuz. Onları, yurtlarından yuvalarından sürüp çıkardığını, hepiniz de gördünüz. Şimdi, Kureyşliler ve Gatafanlar gelip müslümanlarla çarpışmaktalar, siz de onlara yardım etmektesiniz. Günlerce çarpıştığımız hâlde, daha bir netîceye varamadık. Böyle devam ederse, muhâsara uzayacağa benzemektedir. Kureyşliler ve Gatafanların malları, mülkleri, yurtları, çocukları, sizin gibi burada değildir. Bu harpte eğer fırsat bulur da gâlip gelirlerse ganîmetleri toplar giderler. Şâyet mağlûb olurlarsa çekip giderler, sizi, onlarla başbaşa bırakırlar. Halbuki, sizin müslümanlarla başa çıkacak ne gücünüz, ne de kuvvetiniz var. Harbin şu andaki durumu ise, müslümanların zafere kavuşacağını göstermektedir. Tahmin ettiğim gibi olursa, müslümanlar sizi kılıçtan geçirmeden bırakmazlar. Onun için acele bir tedbir almamız lâzımdır!..." dedi. Bu´sözleri büyük bir heyecan ve korku ile dinleyen yahudiler, hazret-i Nu'aym'ın, kendilerini bu derece düşünmesinden dolayı çok memnun kaldılar ve; "Sen bize dostluğunu lâyıkıyla gösterdin. Bize, nasıl bir tedbir almak lâzım geldiğini de söyle" dediler. Bunu bekleyen Nu'aym bin Mes’ûd (radıyallahü anh); "Doğrusu şudur ki; Kureyş ve Gatafan eşrâfından bâzılarını rehin almadıkça, müslümanlarla aslâ harbe girmeyin! Rehineler sizin yanınızda olduğu müddetçe, harbden kaçıp gidemezler!" dedi. Bunun da pek güzel bir tedbir olduğunu kabûl eden yahudiler, ona, teşekkür edip, izzet ikrâmda bulundular.
Hazret-i Nu'aym, yahudilerden ayrılıp doğruca Kureyş karargâhına vardı. Kumandanlarına; "Benim Muhammed'e olan düşmanlığımı ve sizleri de ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz. Öğrendiğim bir şeyi, dostluğumuzun îcâbı, size ulaştırmayı büyük bir vazife bildim. Yalnız, bu söyleyeceklerimi hiç kimseye duyurmayacağınıza söz verip yemîn etmelisiniz!" dedi. Onlar da yemîn edip merâkla; "Söyle, seni dinliyoruz" dediler. "Haberiniz olsun ki, Kureyzâ yahudileri, sizinle ittifâk ettiklerine pişman olmuşlar ve Muhammed'e haber göndermişler: "Kureyşten ve Gatafanların ileri gelenlerinden boyunlarını vurmak üzere rehineler alıp sana teslim edelim. Sonra seninle birlik olup müşriklerin kökünü kazıyıncaya kadar çarpışalım! Yalnız, kardeşlerimiz Nâdir oğullarını affedip yurtlarını bağışlamalısın!" demişler. Muhammed de, yahudilerin bu isteklerini kabûl etmiş! Eğer yahudiler, sizden rehine isterse, sakın kabûl etmeyin, hepsini öldürecekler! Sakın bu söylediklerimi kimse duymasın!..." dedi. Kureyşliler, bu mühim haberden dolayı hazret-i Nu'aym'a çok teşekkür edip iltifât gösterdiler.
Nu'aym bin Mes’ûd (radıyallahü anh) oradan ayrılıp, Gatafanların yanına geldi. Kureyşlilere anlattıklarını onlara da söyledi.
Bir gün sonra Kureyş kumandanı, Kureyzâ oğullarına; "Artık burada durmak bizim için çok güçleşti. Zirâ hava soğuk, hayvanlarımız açlıktan kırılıp gitmektedir. Bu gece iyi bir hazırlık yapıp, yarın hep birlikte şiddetli bir hücûma geçelim" diye haber gönderdi. Yahudiler de; "Biz, hem Cumartesi günü harp etmeyiz hem de sizinle beraber savaşmaya katılabilmemiz için, ileri gelenlerinizden bir çok kimseyi bize rehin olarak vermeniz lâzım. Eğer muhâsara müddeti uzar ve siz âciz kalıp memleketinize giderseniz, bizi Muhammed'e teslim etmiş olursunuz. Şâyet, rehin verirseniz, bizi bırakıp gitmezsiniz!..." dediler. Bu haber, Kureyş kumandanına ulaştığı zaman; "Nu'aym bin Mes’ûd'un sözü doğru imiş!" dedi ve yahudilere tekrar haber gönderip; "Biz size, bir tek adamımızı bile rehin olarak vermeyiz. Eğer, yarın gelip bizimle beraber harb ederseniz ne âla, yoksa biz yurdumuza gideriz. Siz de Muhammed ve Eshâbı ile başbaşa kalırsınız!.." dediler. Bunu işiten Kureyzâ yahudileri, Nu’aym'ın sözünün doğru çıktığını düşünüp; "Bu durumda, biz de sizinle birlik olup müslümanlara karşı savaşmayız..." dediler. Böylece her iki tarafın da kalblerine korku düştü.
Peygamber efendimize, Cebrâil aleyhisselâm gelip; Allahü teâlânın, müşrikleri kasırga ile perişân edeceğini müjdeledi. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi, mübârek dizleri üzerine gelip, mübârek ellerini uzatarak; “Allah'ım! Bana ve Eshâbıma acıdığından dolayı sana şükrederim" diyerek, Allahü teâlâya şükranlarını arzettiler. Sonra kahraman Eshâbına müjdeyi bildirdiler.
O gece Cumartesi gecesi idi. Ortalığı müthiş bir karanlık kaplamış, göz gözü görmüyordu. Derken şiddetli bir ayaz ve arkasından çok kuvvetli bir rüzgâr esmeye başladı. Bu geceyi, Huzeyfe tübnü Yemân hazretleri şöyle anlattı: "Öyle bir gecede bulunuyorduk ki, o zamana kadar ondan daha karanlık bir gece görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte, gök gürültüsünü andıran bir gürültüyle korkunç bir rüzgâr da esmeye başlamıştı. Bu sırada, müşrik ordusunun telâşa ve korkuya kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüklerini Peygamber efendimiz bize haber verdi. Biz, şiddetli soğuktan, açlıktan ve gecenin dehşetinden ayağa kalkamıyor, olduğumuz yerde üzerimize bir şeyler örterek bekliyorduk.
Resûlullah namaza durdu ve gecenin bir kısmını namaz kılarak geçirdikten sonra, bize doğru dönerek şöyle buyurdu: “İçinizden, müşrik ordusunun yanına gidip, durumlarını inceleyerek, bana haber getirecek olan var mıdır? Bu haberi getirenin, Cennet’te bana arkadaş olmasını Allahü teâlâdan dileyeyim." Orada bulunanlar şiddetli açlık ve soğuktan ayağa kalkamadı. Sonra Resûlullah efendimiz, benim yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Resûlullah efendimiz bana dokunarak; “Sen kimsin?" buyurdu. "Ben Huzeyfe'yim yâ Resûlallah" dedim. Resûlullah efendimiz; “Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma, mızrak ve kılıç vurma. Sen benim, yanıma dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin, esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın" buyurdu. Kılıcımı ve yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Resûlullah efendimiz, benim için; “Allah'ım, onu önünden-ardından, sağından-solundan, üstünden-altından koru" diyerek duâ buyurdu.
Müşriklere doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihâyet müşriklerin ordugâhına vardım. Kumandanları ve ileri gelenleri bir siperde ateş yakmışlar, ısınıyorlardı. Ebû Süfyân; "Buradan çekip gitmeli" diyordu. Hemen aklıma, onu orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma yerleştirdim. Ateşin ışığından faydalanarak onu vurmak istedim. Tam atacağım sırada, Resûlullah'ın; “Benim yanıma dönüp gelinceye kadar, bir hâdise çıkartmayacaksın" buyurduğunu hatırladım ve öldürmekten vazgeçtim. Bundan sonra, kendimde kuvvetli bir cesâret buldum. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgâr ve Allahü teâlânın görülmeyen ordusu (melekler), onlara yapacağını yapıyordu. Rüzgârda, kapkacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara, müşrik ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp; "İçinizde gözcüler ve câsuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun" dedi. Ebû Süfyân, aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan önce isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihâyet Ebû Süfyân, ordusuna şöyle hitâb etti: "Ey Kureyşliler! Siz durulacak bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmağa başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan başımıza gelenleri görüyorsunuz. Hemen göç edip gidiniz! İşte ben gidiyorum!" diyerek devesine bindi. Müşrik ordusu perişân bir hâlde toplanıp, Mekke'ye doğru hareket etti. Üzerlerine kum ve çakıl yağıyordu.
Müşrik ordusu çekip gidince, ben de Resûlullah efendimizin yanına doğru yürüdüm. Yolun yarısına geldiğimde karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvâri (melekler) çıktı. Bana; "Resûlullah'a haber ver. Allahü teâlâ düşmanı perişân etti..." dediler. Resûlullah efendimizin yanına döndüğümde, bir kilim üzerinde namaz kılıyordu. Fakat ben döner dönmez, gitmeden önceki üşüme ve titreme hâlim tekrar başlamıştı. Resûlullah efendimiz, namazdan sonra, ne haber getirdiğimi sordu. Ben de, müşriklerin içine düştükleri perişân hâli ve çekip gittiklerini haber verdim. Resûlullah bu habere çok sevindiler ve gülümsediler. Günlerdir uykusuzduk. Peygamberimiz, beni de yanına alıp, üzerindeki kilimin bir ucunu üzerime örttü. O gece bu şekilde sabahladık. Seher vaktinde Resûlullah beni uyandırdı. Sabah olunca, müşrik ordusundan eser kalmamıştı. Onlar, Mekke'ye yaklaşıncaya kadar peşlerinden şiddetli bir rüzgâr esti ve arkalarından da hep tekbir sesleri işittiler.
Kureyş müşrikleri, karargâhlarını terkedip kaçınca, onlara uyup gelen diğer müşrik kabîleler de Medîne'yi terkettiler. Unutamayacakları çok büyük bir mağlûbiyetin keder ve üzüntüsüne boğuldular. Onlar bu hezîmete uğrarken, Kâinatın efendisi sallallahü aleyhi ve sellem ve şanlı Eshâbı radıyallahü anhüm, Allahü teâlâya şükür secdesine kapanıyorlar, hamd edip, şükranlarını arzediyorlardı. Mücâhidler; "Allahü ekber! Allahü ekber!." sadâları arasında, nûrlu Medîne'nin yolunu tuttular. Medîne sokakları, bir anda çocukların istilasına uğramış, Kâinatın sultânını ve mübârek babalarını, amcalarını, dayılarını, ağabeylerini karşılamaya çıkmışlardı. Peygamber efendimiz de, tebessüm buyurarak onlara karşılık veriyordu...
Hendek gazâsında altı şehîd verilmişti... Bu gazâ hakkında Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki: “Allahü teâlâ (Hendek savaşındaki) o kâfirleri, hiç bir hayra, zafere kavuşamadıkları hâlde, öfkeleriyle geri çevirdi. Böylece Allahü teâlâ, (melekler ve rüzgâr ile) muhârebede (muvaffak olmaları için), mü’minlere kâfi oldu. Allahü teâlânın her şeye gücü yeter. O, her şeye gâliptir." (Ahzâb sûresi: 25) “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın üzerinizdeki nîmetlerini hatırlayınız. Hani size (Hendek savaşında) ordular saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik..." (Ahzâb sûresi: 9) Bu savaştan sonra sevgili Peygamberimiz; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez" buyurdular.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.