Mücâhidlerin tarafında ise, duâlar ediliyor; "Allahü ekber! Allahü ekber!.." diye tekbirler getiriliyor, "Dîn-i İslâm’ın korunması ve yayılması için Allahü teâlâdan yardım taleb ediliyordu. Sevgili Peygamberimiz de, kahraman Eshâbını, cihâda, cenâb-ı Hakk'ın yolunda çarpışmaya teşvik ediyor, bu uğurda kazanacakları sevâbları anlatarak; “Ey Eshâbım! Sayıları az olan kişilere, düşmanla çarpışmak güç gelir. Eğer onlar, sebât ve gayret gösterirlerse, Allahü teâlâ onları ferahlığa erdirir. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine itâat edenlerle beraberdir... Allahü teâlânın size vâd ettiği mükâfatı isteyiniz..." buyuruyordu. Uhud gazâsıyla ilgili âyet-i kerîmelerde de meâlen; “(Ey mü’minler!) Allahü teâlâya ve Resûlüne (emrettiklerine) itâat edin ki, merhamet olunasınız. Rabbinizden mağfiret istemeye ve Cennet’e girmeye koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennet’in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, çok bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler, öfkelerini belli etmezler. Herkesi affederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever." (Âl-i İmrân sûresi: 132-134)
“İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçları altından ırmaklar akan Cennetlerdir, Onlar, orada ebedîyyen kalacaklardır. Böyle yapanların, Allahü teâlâya ve Resûlüne itâat edenlerin mükâfatı ne güzeldir!" buyuruluyordu. (Âl-i İmrân sûresi: 136)
Gönülleri îmânla dolu, gözlerinden cesâret kıvılcımları sıçrayan, şehîd olmak arzusuyla yanan Eshâb-ı kirâm yerlerinde duramıyor, bir an önce düşmana atılmak için emir bekliyordu. Bedr gazâsında olduğu gibi hazret-i Ali beyaz, Zübeyr bin Avvâm sarı, Ebû Dücâne de kırmızı renkteki sarıklarını başlarına bağladılar. Hazret-i Hamza da deve kuşu kanadından yapılmış tuğunu taktı.
İki ordu birbirlerine iyice yaklaştı. Artık heyecan son noktasına gelmişti. Biraz sonra, bir tarafta, Allahü teâlânın dînini yaymak için en yakınları ile savaşmaktan hiç tereddüt etmeyen İslâm mücâhidleri; diğer tarafta, bâtıl yollarında ısrâr eden İslâm düşmanları arasında büyük bir meydan savaşı başlıyacaktı.
Bir ok atımı yaklaştıklarında, düşman saflarından devesini ileri süren zırhlı bir müşrik, mücâhidlerden, çarpışmak üzere er talebinde bulundu. Herkesin kendisinden çekindiğini zannederek, dileğini üç defâ tekrarladı. Bunun üzerine İslâm ordusundan, uzun boylu, sarı sarıklı bir kahraman mücâhidin, yaya olarak meydana yürüdüğü görüldü. Bu, Peygamber efendimizin halası oğlu Zübeyr bin Avvâm idi. İslâm ordusundan; "Allahü ekber!..." nidâları yükseliyor, hazret-i Zübeyr'in muzaffer olması için duâ ediliyordu. Zübeyr bin Avvâm'ın, müşrike yaklaşır yaklaşmaz, devesi üzerine sıçradığı görüldü. Deve üzerinde müthiş bir mücâdele başladı. Bu sırada sevgili Peygamberimizin; “Onu yere düşür!" buyurduğu işitildi. Hazret-i Zübeyr, bu emri alır almaz, rakibini aşağı itti. Arkasından kendi de atlayıp, kılıcını boynuna çaldı. Müşrikin tolgalı başı zırhlı gövdesinden ayrıldı. Efendimiz, Zübeyr hazretlerine duâ ettiler.
Sonra, müşriklerin sancakdârı Talha bin Ebî Talha meydana fırladı; "İçinizde karşıma çıkacak bir kimse var mıdır?" diye bağırdı. Karşısına Allahü teâlânın aslanı hazret-i Ali çıktı. Bir vuruşta, baştan ayağa zırhlara bürünmüş müşrik sancakdârının başını çenesine kadar yardı. Bunu gören sevgili Peygamberimiz; “Allahü ekber!... Allahü ekber!..." diye tekbir getirdi. Buna Eshâb-ı kirâm da katılınca, tekbir sadâları yeri göğü inletti.
Müşrik sancağının yere düştüğünü gören Talha'nın kardeşi Osman bin Ebî Talha, meydana koştu. Sancaklarını kaldırıp, er diledi. Ona da Hazret-i Hamza çıktı; "Yâ Allah!" diyerek Osman'ın omuzuna öyle bir kılıç indirdi ki, sancak tutan kolu kopan müşrik yere düşüp can verdi.
Yine müşriklerden, Ebû Sa'd bin Ebî Talha yaya olarak meydana yürüdü. O da baştan ayağa zırhlı idi. Küfür sancağını yerden kaldırdı ve İslâm ordusuna dönüp; "Ben, Kusam'ın babasıyım. Benim karşıma kim çıkabilir?!..." diyerek bağırmaya başladı. Peygamber efendimiz, onun karşısına yine hazret-i Ali'yi çıkardı. Ali (radıyallahü anh), o müşriki de öldürüp sancaklarını yere düşürdükten sonra, mücâhidlerin safları arasında yerini aldı.
Bundan sonra pek çok müşrik sıra ile meydana çıkıp yere düşen sancaklarını kaldırarak, mücâhidlerden, karşılarına çıkacak yiğit taleb ettiler. Fakat, her defâsında kahraman sahâbîler, Allahü teâlânın izniyle gâlip geldi. Her sancakdâr öldürüldüğünde, İslâm askerinden tekbir sadâları yükseliyor, düşman saflarına büyük bir üzüntü ve yeis çöküyordu. Hattâ şamataları ayyuka çıkan müşrik kadınlar bile; "Yazıklar olsun size!..." diyerek, kendi askerlerine bir taraftan hakâret ediyorlar, bir taraftan da; "Daha ne duruyorsunuz?" diyerek savaşa teşvik ediyorlardı.
Her iki tarafın yerinde duramadığı bir anda, sevgili peygamberimizin, elinde tuttuğu ve üzerinde; "Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve îtibâr var. İnsan korkmakla kaderden kurtulmaz" beyti yazılı olan kılıcını göstererek; “Bu kılıcı benden kim alır?" buyurduğu işitildi. Bunu duyan Eshâb-ı kirâmdan birçokları hep birden almak için, ellerini uzattılar. Peygamberimiz tekrar; “Bunun hakkını vermek üzere kim alır?" deyince, Eshâb-ı kirâm sustular ve geri durdular. Kılıcı harâretle isteyenlerden Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh); "Ben alırım yâ Resûlallah" dedi. Peygamberimiz kılıcı hazret-i Zübeyr'e vermedi. Ebû Bekr, Ömer, Ali'nin (radıyallahü anhüm) istekleri de Peygamberimiz tarafından kabûl edilmedi. Ebû Dücâne (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?" diye sordu. Sevgili Peygamberimiz; “Onun hakkı; eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onun hakkı, müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehitlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır." buyurunca, Ebû Dücâne (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum" dedi. Peygamberimiz de elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne (radıyallahü anh) çok cesâretli, kahraman olduğu hâlde, harp meydanlarında çok kurnaz davranır; “Harp hiledir" hadis-i şerîfine eksiksiz riâyet ederdi. Ebû Dücâne hazretleri kılıcı alınca, harp meydanına doğru çalımlı, vakârlı ve gururlu bir şekilde, beytler söyleyerek yürümeye başladı. Üzerinde, bir gömleği ve başında kırmızı sarığından başka bir şeyi yoktu.
Ebû Dücâne hazretlerinin bu yürüyüşü, Eshâb-ı kirâm arasında pek hoş karşılanmadı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Bu bir yürüyüştür ki, bu yerler (harp meydanları) dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir" buyurarak, yalnız düşmana karşı çalımlı yürümenin câiz olduğunu bildirdiler.
Daha fazla bekleyemeyen müşrik saflarından Hâlid bin Velîd, emrindeki kuvvetlerle hücûma kalktı. Yerinde duramayan Eshâb-ı kirâma, sevgili Peygamberimiz de hücûm emrini verdiler. Bir anda; "Allahü ekber" sadâları harp meydanını doldurmuştu. En önde hazret-i Hamza ellerindeki kılıçlarıyla, zırhsız kuvvetlerin başında olduğu hâlde her gelen kâfire kılıç sallamaya başladı. Büyük bir hırsla gelen Hâlid bin Velîd'in kuvvetleri, derhal geriye püskürtüldü. Hâlid bin Velîd, bu defâ dağ geçidindeki yerden dolaşıp, arkadan vurmak üzere geniş bir kavis çizerek Ayneyn tepesine vardı. Fakat hazret-i Abdullah bin Cübeyr ve emrindeki elli yiğit, onları şiddetli bir ok atışıyla püskürttü.
Artık savaş kızışmıştı. Her iki taraf, olanca güçleriyle çarpışıyordu. Bir sahâbî, en az dört müşrik ile mücâdele ederek, ilerlemeye çalışıyorlardı. Hazret-i Hamza, bir taraftan; "Allahü ekber! Allahü ekber!" nidâlarıyla sesleniyor, bir taraftan da; "Ben, Allahü teâlânın aslanıyım!" diyor ve düşmanı kıra kıra, ilerliyordu. Safvân bin Ümeyye, etrâfındakilere; "Hamza nerededir? Bana gösteriniz" diyor, savaş meydanını araştırıyordu. Bir ara gözleri, iki kılıç ile vuruşan birini gördü ve; "Bu çarpışan kim?" diye sordu. Çevresindekiler; "Aradığın kimse! Hamza!" dediler. Safvân; "Ben bu güne kadar kavmini öldürmek için saldıran, onun gibi hırslı ve gözü pek başka bir kimse görmedim" dedi.
Harbin iyice kızıştığı sırada Muhâcirinden Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh), kılıcın kendisine verilmemesinden dolayı üzgün olduğundan, kendi kendine; "Ben, Resûlullah'tan kılıcı istedim, lâkin Ebû Dücâne'ye verdi. Halbuki, ben, halası Safiyye'nin oğluyum. Üstelik de Kureyşliyim. Halbuki önce ben istemiştim. Gidip bakayım Ebû Dücâne benden fazla ne yapacak?" dedi. Daha sonra Ebû Dücâne'yi (radıyallahü anh) tâkibe başladı. Ebû Dücâne hazretleri; "Allahü ekber!" diyerek tekbir alıyor, müşriklerden kime rastlarsa, onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından, iri cüsseli, her tarafı zırhlarla kaplı sâdece gözleri görünen biri, Ebû Dücâne ile karşılaştı. Evvela kendisi, Ebû Dücâne hazretlerine hücûm etti. Ebû Dücâne (radıyallahü anh), onun darbesinden kalkanıyla korundu. Müşrikin kılıcı Ebû Dücâne'nin kalkanına gömüldü. Kılıcına asıldı, fakat çıkaramadı. Sıra Ebû Dücâne'ye gelmişti. Bir kılıç darbesiyle rakibini öldürdü. Bundan sora Ebû Dücâne (radıyallahü anh), her önüne çıkan îmânsızı devirerek, dağın eteğinde defleriyle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına kadar geldi. Fakat kılıcını kaldırdığı hâlde, Ebû Süfyân'ın hanımı Hind'i öldürmekten vaz geçti. Bunu gören Zübeyr bin Avvâm kendi kendine; "Kılıcın kime verileceğini Allah ve Resûlü benden daha iyi bilir" diye söylendi. "Vallahi ben ondan daha üstün çarpışan, vuruşan bir kimse görmedim" buyurdu.
Mikdâd bin Esved, Zübeyr bin Avvâm, hazret-i Ali, hazret-i Ömer, Talha bin Ubeydullah, Mus’ab bin Ümeyr (radıyallahü anhüm) hepsi de geçilmez bir kale idiler. Peygamber efendimizin düşmana çok yakın çarpıştığını, tekrar tekrar hücûm ettiğini gören şanlı Eshâb, yerinde duramıyordu. Resûlullah'a bir zarar erişebilir diyerek, etrâfına toplanyorlar, zırhlara bürünmüş düşmana göz açtırmıyorlardı. Bu sırada, Abdullah bin Amr hazretlerinin şehîd olduğu görüldü. Bu, Uhud'un ilk şehidiydi. Onun şehîd olduğunu gören arkadaşları aslan kesilerek, Allahü teâlânın rızâsı için düşmanın ortalarına dalmışlardı.
Savaşın çok kızıştığı bir anda yiğitliğin sembolü hazret-i Abdullah bin Cahş ile okçuların piri Sa'd bin Ebi Vakkâs hazretleri karşılaştılar. Çeşitli yerlerinden yaralanmışlardı. Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri diyor ki: "Uhud’da, savaşın şiddetli bir ânıydı. Birdenbire Abdullah bin Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana; "Şimdi burada sen duâ et, ben "âmin" diyeyim. Ben duâ edeyim, sen de "âmin" de!" dedi. Ben de; "Peki" dedim. Ben şöyle duâ ettim: "Allah'ım, bana çok kuvvetli ve çetin düşmanları gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gazi olarak, geri döneyim." Benim yaptığım bu duâya bütün kalbiyle; "Âmin" dedi. Sonra kendisi duâ etmeye başladı; "Allah'ım, bana zorlu düşmanlar gönder kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihâdın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. Sonunda biri beni şehîd etsin. Sonra dudaklarımı, burnumu, kulaklarımı kessin. Kanlar içinde senin huzûruna geleyim. Sen; "Abdullah! Dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?" diye sorduğunda; "Allah'ım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Huzûruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım, öyle geldim" diyeyim" dedi. Gönlüm böyle bir duâya "âmin" demeyi arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için, istemeyerek; "Âmîn" dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı çekerek, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O, son derece bahâdırâne saldırıyor ve düşman saflarını darmadağın ediyordu. Düşmana tekrar tekrar vuruyor, şehîd olmak için tükenmez bir arzu ile yeniden saldırıyordu. "Allahü ekber! Allahü ekber!..." diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mûcize olarak kılıç oldu ve önüne gelenle vuruşmaya devam etti. Pek çok düşman öldürdü. Savaşın sonuna doğru Ebü'l-Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu. Şehîd olunca, kâfirler cesedine hücûm ederek; burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı."
Mücâhidler safında, kılıcının kınını kırıp; "Ölmek, kaçmaktan çok daha iyidir!" diyerek, müşriklerin arasına yalın kılıç dalan Kuzman, nice yiğitlikler, kahramanlıklar gösterdi. Tek başına yedi-sekiz kâfir öldürdü. Sonunda yaralanıp yere düştü. Eshâb-ı kirâm, onun bu kahramanlığına şaşıp, Peygamber efendimize bildirince; “O cehennemliktir" buyurdular. Katâde bin Nu'mân hazretleri, Kuzman'ın yanına varıp; "Ey Kuzman! Şehâdet sana mübârek olsun!" deyince, Kuzman; "Ben din gayreti için değil; Kureyşlilerin Medîne'ye gelip, hurmalığımı harâb etmemeleri için döğüştüm!" dedi. Sonra ok ile bilek damarlarını delip, intihar etti. Peygamber efendimizin; “O cehennemliktir!" buyurmasının hikmeti anlaşıldı.
Savaşın başından beri, başta âlemlerin efendisi sevgili Peygamberimiz olmak üzere, bütün Eshâb-ı kirâm büyük bir mücâdele verdiler. Şiddetli taarruzlar ile müşrik ordusunu geriye püskürttüler. Taştan, ağaçtan yaptıkları ve "Lat, Uzzâ, Hübel!" diye taptıkları putlardan fayda ve yardım isteyen müşrik gürûhu, mücâhidlerin bu kahramanlıkları karşısında bozulup kaçmaya başladı. Onları harbe teşvik etmek için gelen kadınlar, feryâdlar kopararak, kaçan askerlere yetişmeye çalışıyorlardı.
Kureyşli müşrikler, harp meydanını terk edip yanlarında getirdikleri malları bırakıp Mekke'ye doğru kaçmaya başlayınca, İslâm askerleri sevinerek, Allahü teâlânın kendilerine vâd ettiği zafere kavuştukları için hamdettiler. Sayı ve kuvvetçe kat kat üstünlüklerine rağmen müşrikler, müslümanlar karşısında perişân olmuşlardı. Birbirlerini çiğneyerek kaçarlarken, şanlı Eshâb da kovalıyor, yetiştiklerini vurarak öldürüyordu. Bu hengamede yeni evlenen Hanzala bin Ebû Âmir hazretleri, atı ile kaçmaya çalışan müşrik ordusunun baş kumandanı Ebû Süfyân'a yetişti. Atının bacaklarına kılıç vurarak atı yere çökertti. Yere düşen Ebû Süfyân, bütün gücüyle; "Ey Kureyşliler!... Yetişin!'... Ben Ebû Süfyân'ım! Hanzala beni kılıçla doğramak istiyor!..." diye feryâda başladı. Onunla birlikte kaçmaya çalışan müşrikler, bu hâli gördükleri hâlde can derdine düşmüşler, kumandanları ile ilgilenmemişlerdi. Ancak, o anda hazret-i Hanzala'nın hemen arkasında bulunan Şeddad bin Esved müşriki, mızrağını Hanzala'nın (radıyallahü anh) arkasına sapladı. Hazret-i Hanzala; "Allahü ekber!" diyerek bir hamle yapmak istediyse de yere yıkılıp şehîd oldu ve mübârek rûhu Cennet’e uçtu. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Ben, Hanzala'yı, meleklerin, gökle yer arasında, gümüş bir tepsi içinde yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm" buyurdu. Ebû Üseydî şöyle anlattı: "Resûlullah'ın bu sözünü işitince, Hanzala'nın yanına vardım. Başından yağmur suyu damlıyordu. Dönüp bunu Resûl-i ekreme haber verdim." Hazret-i Hanzala'ya, Gasîl-ül-melaike dediler."
Müşriklerin kaçtığını gören Ayneyn geçidindeki okçuların bâzıları, harbin bittiğini zannederek yerlerini terk ettiler. Kumandanları Abdullah bin Cübeyr ve oniki kişi yerlerinde kaldılar.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.