Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

01/07/20

Kavlu Abâdile
Bk. Abâdile
“Abdullahlar” manasına gelen bu deyim, fıkıh ilmine hakkıyla vakıf Abdullah isminde dört sahabiyi ifade eder. Abdullah isimli yüzlerce sahabî arasında ayrı yerleri olan bu dört Abdullah adlı sahabî, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah İbnu'z-Zubeyr ve Abdullah b. Amr İbni'l-Âs'dir. Abdullah b. Mes'ud, abâdileden değildir.29
Abdullah isimli 220 sahâbî içinde, anılanlardan başka Abâdile denilen kimse yoktur. Herhangi bir fıkıh meselesinde bu dört Abdullah'ın görüşleri birleşirse kavlu abâdile adını alır.

Kavlî Sünnet
Bk. Sünnet
Sözlükte yol, usul, adet, iyi ve kötü bir kimsenin gidişatı, alışkanlık hahine getirdiği davranışları manasınadır. Kelimenin alındığı “senne” kök fiili, esas itibariyle bir çığır açmak, iyi veya kötü bir yol tutmak anlamını verir. Kur'ân-ı Kerim'deki “Sunnetu'l-evvelîn” (önceliklerin sünneti) bu manayadır. Sunnetullah (Allah'ın sünneti) ise hükmü, emir ve nehiyleri, kainatın idaresi için koyduğu fizik kanunlar demektir. Sünnet kelimesinin çoğulu sünen gelir. Hadis İlminde Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözleri, fiilleri, takrirleri ve gerek peygamberliğinden önceki devreye, gerekse peygamberlik devresine ait olsun, ahlakî vasıflan ve siretidir. Bu tarif muhaddislerin tarifidir. Buna göre sünnet hadisle eş manalıdır. Fıkıh Usulü alimleri sünneti, Hz. Peygamber'den Kur'ân-ı Kerim dışında sadır olan ve şer'i hükme delil olabilecek nitelikte söz, fiil ve takrirler olarak tarif etmişlerdir. Fıkıhcılara gelince onlara göre sünnet, farz veya vacip olmamak kaydiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'den sadır olduğu sabit olan şeylerdir. 1098 Bu tariflerden en şümullüsü muhaddislerin tarifidir. Onlara göre Hz. Peygamberle ilgili her nakil, onun sünnetine dahildir. Dikkat edilirse bu tarif pratik hayatta uygulama imkanı olmayan Hz. Peygamber'in fizyonomik özellikleri gibi bazı konuları da kapsamaktadır. Fıkıh alimlerinin tarifinde ise hukukî değerin esas alındığı dikkati çekmektedir. 1099 Bütün bu açıklamalara göre sünnet özetle, Hz. Peygamber'in sözleri, davranışları, peygamberlik hayatı boyunca takip ettiği tutumu ve izlediği yoldur. Buna göre “şu iş sünnettir” denildiği zaman onun, Hz. Peygamber'in söylediği bir sözle sabit olan iş olduğu veya onun tarafından işilendiği veyahut yapılması emir ya da tavsiye edildiği, veyahutta sahabîler tarafından yapılıp tasvip gördüğü anlaşılır. Mesela, “Sehl b. Sa'd'dan Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ben ve yetimi koruyan kimse Cennette şöyle (yanyana) olacağız.” Hz. Peygamber bunları işaret ve orta parmağını göstererek söyledi.” 1100 “Enes (b. Malik r.a) dan rivayet edildiğine göre demiştir ki, “Hz. Peygamber (s.a.s) her namaz için (abdesti bozulmamış bile olsa) abdest alırdı.” 1101 “Amr İbnu'l-As'tan rivayet edilmiştir, demiştir ki “Zâti's-Selâsil Gazası sırasında soğuk bir gece ihtilam oldum. Hasta düşer ölürüm korkusuyla boy abdesti almaktan çekindim. Hemen teyemmüm ettim ve (yol) arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım. Olayı (döndüğümüzde) Hz. Peygamber (s.a.s)'e haber verdiler. Bana “Amr, dedi; cünup olduğun halde arkadaşlarına namaz kıldırmışsın (öyle mi?)” “Beni yıkanmaktan alıkoyan sebebi kendisine haber verdim ve ben Allah'ın (Kur'ân-ı Kerim'de) “Nefislerinize kıymayın. Allah size karşı pek merhametlidir” buyurduğunu (sizden) işittim dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) gülümsedi ve bir şey söylemedi.” 1102 Misaller dikkatle incelenecek olursa görülür ki ilkinde Hz. Peygamber yetimlere kucak açarak onları büyütenlerin Cennet'te kendisiyle yan yana olacaklarını söylemiştir. İkincisinde onun yaptığı bir iş haber verilmiştir. Sonucu-sunda ise sahabeden birinin yaptığı bir işe bir şey söylemediği bildirilmiştir. Şu hale göre yetimleri korumak, abdestli bile olsa her namaz için ayrı abdest almak, hastalık tehlikesi söz konusu olduğunda teyemmüm etmek sünnettir. Sünnet, konusunu teşkil eden söz, fiil ve takrir itibariyle üç kısma ayrılır. Birincisi kavlî (sözle olan) sünnettir ki es-Sunnetu'l-Kavliyye denir. Misalimizdeki gibi Hz. peygamber'e ait sözlerden ibarettir. İkincisi fiilî sünnettir, es-Sııımetu'l-Fi'iliyye adı verilir ve Hz. Pey-gamber'in fiillerinden ibarettir. Üçüncüsü ise takriri sünnet (es-Sunnetu’t-Takrîriyye) adını alır ve Hz. Peygamber'in huzurunda veya onun olmadığı yerde bir sahabî tarafından işlenip kendisine haber verildiğinde bir şey söylemediği işlerdir. Hz. Peygamber'in sözleri, davranışları, hareketleri ve emir ve yasaklarından meydana gelen sünnet İslâmiyetin ibadet, mu'amelât, helal-haram, ahlak ve diğer konularda önemli bir hüküm verme vasıtası, kısacası Fıkhın Kur'ân-ı Kerim'den sonra ikinci kaynağıdır. Hakkında Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir hüküm bulunmayan konularda sünnete başvurulur. Öte yandan Kur'ân-ı Kerim'deki hükümler mücmeldir. Yani kısa ve özlüdür. Sünnet bu hükümlerin nasıl tatbik edileceğini açıklığa kavuşturur. Mesela, Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de Mü’minlere hitaben “namaz kılınız, zekât veriniz” buyurmuştur. Ancak bu ibadetlerin nasıl yapılacağım açıklamamıştır. Bunları açıklayan, nasıl yapılacağını gösteren sünnettir. Bununla birlikte sünnet, Kur'ân-i Kerim'de bulunmayan dinî hükümler koyar. Buna misal olarak da nikahlanması haram olan kadınlar konusunda Kur'ân-ı Kerim'İn hükmüne ilave olarak bir kadınla teyzesi veya halasını birlikte nikahlamanın haram kılınması; yırtıcı hayvanlardan köpek dişlilerin, yırtıcı kuşlardan pençeli olanların ve tek tırnaklılardan eşeklerin etinin yenmesinin haram olsu hükümleri verilebilir. Bunlar hakkındaki haram hükmünü sünnet koymuştur. Dinî hüküm kaynağı olması dolayısiyle sünnet geniş çapta vahye dayanmıştır. Bu demektir ki, Hz. Peygamber'in bir dini hüküm koyan sünneti vahiy eseridir. Buna delâlet eden pek çok akli ve naklî deliller vardır. Ancak işaret etmek gerekir ki, vahye dayanan sünnet, tabiî olarak Kur'ân-ı Kerim'den farklıdır. Bazı âlimler Hz. Peygamber'in bütün yaptıklarının vahiy eseri olduğuna kanidirler. Buna karşılık bazıları da kimi konularda kendi içtihadıyla hareket ettiği görüşündedirler. Rivayetler onun bir dinî esas olabilecek hususlarda vahye dayandığını, dinî bir husus söz kkonusu olmayan hususlarda ise kendi ictihadiyle hareket ettiğini gösterecek nitelikte görülmüştür. Şayet her yaptığının vahiy eseri olduğu kabul edilirse o takdirde günlük konuşmalarının bilhassa zelle tabir edilen görüşlerinde hata etmesini, sahabîlerle istişare etmesi sonucu kendi görüşünden vaz geçmesi gibi olayları vahye bağlamak icap eder. Bu ise imkansızdır. Şu hale göre dinî bir esas vaz eden sünnetin vahye dayandığını söylemek daha uygun olacaktır. Sünnette varid olan bir husus eğer dinî bir hüküm getirmişse müslümanlann kayıtsız şartsız ona uymaları gerekir. Şu ayet buna delalet eder: “Allah ve Peygamberi bir şeyi hükmettiği zaman ne erkek ne de kadın Mü’mine işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah'a ve Peygamberine baş kaldıran şüphesiz açık bir şekilde sapıtmış olur,” 1103Ayrıca Yüce Allah birçok ayette Mü’minlere kendisine itaatten sonra Hz. Peygamber'e itaati emretmiştir. Bu itibarla herhangi bir dinî konuda Hz. Peygamber'in söylediklerinin aksine hareket etmek doğru değildir.

Kat’ Tedlisi
Bk. Tedlîs.
Karanlığa getirmek, hile yapmak, göz boyamak manasına “delese” kök fiiliniden alınma Tef’il ölçüsünde mastardır. Alışveriş sırasında satıcının sattığı malın kusurunu gizleyerek müşterisini aldatmasına denilmiştir.1165 Hadis terimi olarak tedlis, bir ravinin muasırı olup görüşmediği veya görüştüğü halde hadis almadığı bir şeyhten işitmişçesine rivayette bulunmasına denir. Ravinin hadis işittiği şeyhten gerçekte işitmemiş olduğu hadisi rivayet etmesi de tedlistir. Tarifi açıklamak gerekirse şunlar eklenebilir. Bir ravi aynı asırda yaşadığı bir şeyhle görüşmemiştir. Veya görüşmüş olmakla birlikte ondan hadis rivayet etmemiştir. Böyle iken ondan görüşmüş gibi rivayette bulunursa yaptığı işe tedlis adı verilir. Bunun gibi yalnızca bir-iki hadis işittiği şeyhten aslında işitmemiş olduğu hadisleri ona isnad ederek naklederse aynı işi yapmış demektir. Tedlisin gerek aslındaki karanlık ve hileli iş görmek, gerekse kendisindeki kusuru gizlemek manası dikkate alınırsa görüşmediği şeyhten hadis rivayet eden ravi bu kusurunu gizlemiş demektir. Rivayetlerinde tedlis yapan raviye mudellis, ravinin tedlis yoluyla rivayet ettiği hadise ise mudelles adı verilir. Hadis âlimlerine göre tedlis önemli bir cerh sebebidir. Tedlis yapanlar şiddetle tenkit edilmişlerdir. İmam Şafiî tedlisi yalanın kardeşi saymıştır. Hadis Usulü âlimlerinin büyük çoğunluğu isnadında tedlis olan hadislerin reddedilmesi gerektiği görüşündedir. Aslına bakılırsa bir ravi isnadında mesela şeyhini bilinmeyen bir isim veya künye ile anmak suretiyle tedlis yapmakla onu cehalet ithamına maruz bırakmış demektir. Bir muhaddis, hadis alimleri arasında bilinen isminden başka bir isim veya künye ile söylenen şeyhin kim olduğunu kestiremezse hadisini terk etmesi gerekir. Kaldı ki tedliste çok kere zayıf veya mecruh bir ravi gizlenmiş olur. Bu ise büyük fesattır. 1166Bu ve diğer bazı mühim sebepler göz önünde tutularak hadise yalana eşdeğer hile karışmasına mani olmak gayesiyle tedlis caiz görülmemiş, müdellisler tenkid edilmiştir. Tedlisin birkaç çeşidi vardır. Bunlar hakkında da kısa bilgiler vermek yerinde olur. 1. İsnad tedlîsi (Tedlîsu'l-İsnâd): Hadis ravileri arasında en fazla görülen tedlis çeşididir. Ravi, hadisini, isnadında kesinlikle rivayeti belirten cezm sığaları yerine kale, an gibi lafızlar kullanarak nakleder. Oysa naklettiği hadisi isnad ettiği kimseden işitmiş değildir. Ondan işittiği zannını uyandıracak şekilde rivayet etmekle isnadında tedlis yapmış olur. Şu haber isnadda tedlisin nasıl yapıldığını gösterecek niteliktedir: “Ali b. Haşrem anlatmıştır: “Bir gün, Sufyan b. Uyeyne'nin yanında idik. Bize “Kale'z-Zuhrî” diyerek bir hadis rivayet etti. Rivayet ettiği hadisi ez-Zuhrî'den bizzat işitip işitmediği soruldu. İşitmediğini söyledi ve şöyle dedi: “Haddesenî Abdurrezzâk, an Ma’mer, ani'z-Zuhrî.” Sufyan b. Uyeyne ez-Zuhri ile aynı asırda yaşamış, onunla görüşmüştür. Ne var ki ondan hiçbir hadis rivayet etmemiştir. Oysa bu haberde görüldüğü gibi önce “kale'z-Zuhrî” diyerek bizzat ondan kendisi işitmişcesine hadis rivayet etmiştir. Hadisi ez-Zuhrî'den işitip işitmediği sorulunca ondan Abdurrezzâk -Ma’mer yoluyla rivayet ettiğini açıklamak zorunda kalmıştır. Buradaki tedlis, isnadda olmuştur ve Sufyân'ın şeyhi Abdurrezzâk ile onun şeyhi Ma’ıner'i söylemeden doğrudan ez-Zuhrî'den rivayet etmişçesine nakletmesiyle meydana gelmiştir. Bu bakımdan isnad tedlisidir. 2. Şuyuh Tedlîsi (Tedlîsu'ş-Şuyûh): Ravinin hadis rivayet ettiği şeyhinin isnadında herkesçe bilinen meşhur isim, künye veya lakabıyla değil, bilinmeyen isim, künye, ya da lakabla anmasryla meydana gelen tedlistir. Raviyi, şeyhinin bütün hadiscilerle bilinen isim vea lakab veyahut künyesi ile anmayıp belirsiz şekilde zikrederek tedlis yapmasına neden olan sebepler çeşitlidir. Şeyh, ya mecruhtur; yani bazı kusurları yüzünden cerhedilmiştir. Ravi onu herkesçe bilinen isim, künye veya lakabıyla andığı takdirde hadisi zayıf sayılacaktır. Onu herkes tarafından bilinmeyen bir isim, lakab, künye veya nisbe ile anmakla mecruh olduğunu gizlemeye çalışır. Ya yaş bakımından kendisinden küçüktür. Yahutta ondan pek çok hadis işitmiştir. Bu hadisleri aynı şahıstan aynı şekillerde rivayet etmek hoşuna gitmez. Bir değişiklik yapmak ister. Bu gibi durumlarda ravi, şeyhini herkesin bileceği şekilde anmamakla tedlis yapmış olur. Söz gelimi Ebu Bekr b. Mucâhid isimli bir ravi, bazı isnadlarmda “haddesenî Abdullah b. Ebî Abdillah” demiştir. Abdullah b. Ebî Abdillah ismiyle andığı şeyhinin muhaddislerce bilinen ismi Abdullah b. Ebî Dâvuddur. Sünen sahibi meşhur muhaddis Ebu Davud'un oğludur. Ebubekr b. Mucâhid'in isnadında şeyhini bütün hadiscilerin bildiği ismiyle değil değişik bir isimle anmış olması şeyhini tedlistir. 3. Tesviye Tedlisi (Tedlîsu't-Tesviye): Ravinin isnadında sika olan raviler arasındaki bir zayıf ravinin adını atlayıp, isnadı aynı seviyede sika ravilerden meydana geliyormuş gibi göstermesinden ibaret tedlistir. Bu tedlis türü el-Irâkî'ye göre ayrı bir tedlis çeşidi, İbn Hacer'e göre ise tedlîsu'l-isnadın bir başka şeklidir. Misal verilecek olursa şu rivayet üzerinde durulabilir: “Bakiyye'den rivayet edilmiştir: (Demiştir ki) bana Ebu Vehbi'l-Esedî tahdis etti. Nafi'den, İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre (şöyle demiştir). “Bir kimsenin görüşünün esasını bilmeden müslümanlığını öğmeyiniz.” Bu hadisin isnadı, aslında Ubeydullah b Amr-İshak b. Ebî Ferve-Nafi- İbn Ömer şeklindedir. Ancak Bakiyye, aradaki İshâk b. Ebî Ferve adındaki zayıf raviyi isnadından düşürüp, bütün isnadı aynı seviyede sika ravilerden ibaret gibi göstermiştir. 1167Diğer taraftan yaptığı tedlisin anlaşılmaması için Abdullah b. Amr isimli şeyhini meşhur olmayan Ebu Vehbi'l-Esedî künyesiyle anmıştır. Böylece hem tesviye hem de şuyuh tedlisi yapmıştır. Hadis Usulü âlimlerine göre en kötü tedlis çeşidi tesviye tedlisidir; zira bu tedlis şeklinde ravi zayıf olan şeyhini çok kere isnadda atlamakla inkitaa sebep olmaktadır. Onu değişik isimle anmakla ise mübhem bırakmakta, böylece tereddüde yol açmaktadır. Tedlisin bu sayılanlardan başka birkaç çeşidi daha vardır. Bunlara dair kısa bilgiler vermek de yerinde olacaktır: Tedlîsu'l-Atf (atıf tedlisi): Ravinin isnadında gerçekte hadis işitmediği şeyhin ismini işittiğinin ismi üzerine atfetmesiyle yaptığı tedlistir. Böyle tedlis yapan ravi isnadında “haddesenâ fulanun ve fulânun” der. Aslında ikinci şeyhten hadis işitmemiştir. Öyle iken işittiği birinci şeyhin ismi üzerine atfederek söylemiş, böylece ondan da işittiği zannını uyandırmıştır. Tedlîsu's-Sukût (Sükût tedlisi): Tedlîsu'1-Kat' de denilen bu tedlis çeşidi, ravinin isnadını söylerken hadis işittiği şeyhinin ismini andıktan sonra bir süre susup başka bir isim söylemesiyle meydana gelir. Ravinin bunu yapmaktaki maksadı, dinleyenler üzerinde gerçekten hadis işitmediği bir şeyhten işittiği intibaını uyandırmaktır. Bunlardan başka İbn Hacer'in farkına vardığı tedlîsu'l-bilâd denilen bir çeşit tedlis daha vardır. Şu şekilde yapılır. Ravi isnadını söylerken falan yerde diye bir kayıt ekler. Aslında söylediği yer, söylediği isimle meşhur olan yer değildir. Mesela Mısırlı bir ravinin İsnadında “haddesenâ fulânun bi'1-Endelus” demesi buna örnek gösterilebilir. Buradaki En-delüs, Endülüs değil, Kahire'de bir mahalle ismidir. Aynı şekilde Bağdatlı bir ravinin “haddesenî fulânun varâ'e'n-nehr” diyerek isnadını sevketmesinde de tedlîsu'l-bilâd söz konusudur; çünkü “bana falanca nehir kenarında tahdis etti” derken kasdettiği yer Mâverâ'un-nehir değil, Dicle kıyışıdır. Böyle tedlis yapan raviler, belki de, hadis elde etmek uğruna uzak yerlere gittikleri, çetin yolculuklar yaptıkları intibaını uyandırarak rivayetlerine ilgi çekmek istemiş olmalıdırlar.

Kassâs
Bk. Kussâs
Anlatmak, haber vermek, bir haberi birine ulaştırmak, bir haber veya sözü bildirmek manalarında kassa kök fiilinden alınma bir tabirdir. Va'iz manasına kas ile aynı manada mübalağa sîgası ile gelen kassâs'ın çoğuludur. Hadis ilminde kussâs, halkın gözüne görmek için va'zlarında uydurma kıssalar anlatan kıssacılarla hadis uyduran veya va'zlarınmda uydurma hadisler işleyen va'izlere denir. Bilindiği gibi İslâm Tarihinde ilk ihtilaflar Hz. Osman devrinde başlamıştır. Üçüncü Halife'nin şehit edilmesi üzerine İslam toplumu parçalanmıştır. Devam eden olay lar üzerine siyasî ve itikadı fırkalar zuhur etmiştir. Bu fırkaların her biri kendi görüşlerine uygun hadisler uydurmaktan çekinmemişlerdir. Kıssacı va'izlerin cami ve mescidlerde heyecanlı va'zlar vererek halkı coşturup meşhur olmak ve dünyalık elde etmek arzulan daha doğrusu hırslan hadis uydurmanın önemli sebepleri arasındadır. Denilebilir ki, hadis uydurmacılığı siyasî ihtilaflar üzerine başlamış, kussas vasıtasiyle yayılmıştır. Umumiyetle ilimden nasibi olmayan, cerbezeli konuşmaktan başka elinde sermayesi bulunmayan kussâs taifesi ezberledikleri bir iki isnada akıllarına esen sözleri ekleyerek kürsülerden halka ulaştırmışlardır. Böylece kussâs, uydurma hadislerin en önemli yayılma vasıtası haline gelmiştir. Kussasın halk üzerinde büyük tesiri olmuştur. Aslında cahil halk her kürsüye çıkanı İslâmiyeti iyi bilen âlim biri sanmıştır. Hele güzel konuşan biri ise halka göre gerçek âlim odur. Şu iki hadise bunu gösterir: Bağdad mescidlerinden birinde Zur'a isminde bir kas (kıssacı va'iz) vardı. İmam-ı A'zam'ın anası bir gün oğlundan bir mesele hakkında fetva ister. Ebu Hanîfe fetvayı verirse de anası kabul etmez ve: “ben vaiz Zur'anın sözünden başkasını kabul etmem” der. Bunun üzerine İmam-ı A'zam anasını Zur'aya götürür ve: “Bu der; benim anamdır. Şu mesele hakkında fetva istiyor. Zur'a: “Sen benden daha âlimsin; fıkhı çok daha iyi bilirsin. İstediği fetvayı sen ver” deyince İmam-ı Azam: “Ben şöyle şöyle fetva verdim” diyerek mesele hakkındaki görüşünü söyler. Zur'a: “Mesele Ebu Hanîfe'nin dediği gibidir” demesi üzerine kadın razı olur ve oradan uzaklaşır.” 579 Meşhur âlimlerden eş-Şa'bi bir gün namaz kılmak için bir mescide gider. Yanında etrafını halkın çevirdiği uzun sakallı birisi vardır. “Haddesenâ fulân, an fulan” diyerek Hz. peygambere ulaşan bir isnadla şöyle bir hadis rivayet etmektedir: “Allah Teâlâ iki tane sûr yaratmıştır. Her ikisi de helak olma ve kıyam nefhası olmak üzere ikişer kere üflenecektir.” Namazı hafif kılmakta olduğundan eş-Şa'bî ihtiyarın bu rivayeti üzerine kendini tutamayıp: “Ya Şeyh der; Allah'tan kork. Yalan yanlış şeyler rivayet etme. Allah iki değil bir sûr yaratmıştır. O sur iki kere üflenecektir. Birisinde mevcudat bayılacak, ikincisinde ayağa kalkacaktır.” Bunun üzerine ihtiyar: “Utanmaz adam! Bu hadisi bana fulanca rivayet etti. Sen de kalkmış bana itiraz ediyorsun” diyerek pabucunu kaptığı gibi eş-Şa'bî'nin üzerine yürür. Halk da ihtiyarla birlik olup onu döğmeye başlarlar. eş-Şa'bî, Allah'ın otuz tane sur yattığına yemin ederek halkın elinden kendisini zor kurtarır! 580 Kussâs halkın gözüne girmek için pek cok yollar denemişlerdir. Belki de kendi uydurmaları olan mevzu hadisleri, meşhur imamlardan rivayet etmiş gibi göstermeleri bu cümledendir. Buna dair pek çok misal vardır, ikisini kaydedelim. Meşhur muhaddislerden Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Ma'în bir gün Bağdat'ta Rusâfe mescidine giderler. Namazdan sonra kürsüye çıkan kussâs'dan biri “Haddesenâ Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Maîn, kala, haddesenâ Abdurrezzak, an Ma’mer, an Katâde, an Enes kale, kale Resûlullah (s.a.s) diye Hz. Peygamber (s.a.s)'e kadar ulaşan bir isnadla onun “Kim lâilâhe illallah derse Allah, her kelimesinden gagası altından, tüyü mercandan bir kuş yaratır...” dediğini söyleyerek yirmi sayfa kadar tutan uzun bir hadis uydurur. Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Ma'în, hayretler içinde kalarak adlarının karıştığı böyle bir hadisi rivayet etmediklerini birbirlerine söylemek lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra Yahya b. Ma'în cemaatın verdiği bahşişleri toplamakta olan kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir dünyalık ümidi ile onların yanına gelen sözde vaize “Bu hadisi sana kim rivayet etti?” diye sorar. O da “Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'în rivayet etti” cevabını verir. Yahya sözüne devamla: “Yahya b. Ma'în benim; Ahmed b. Hanbel de budur. Ömrümüzde Hz. Peygamber'in hadisi olarak böyle bir söz işitmiş değiliz. Eğer sana muhakkak yalan uydurmak lazımsa bizden başkasının adına uydur” diyerek azarlayınca kıssacı şu karşılığı verir: “Çoktan beri Yahya b. Ma'în'in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Doğru olduğunu Şimdi anladım. Yahu, dünyada sizden başka Yahya b. Ma'în ve Ahmed b. Hanbel yok mu? Ben adları Yahya b. Ma'în ve Ahmed b. Hanbel olan onyedi kişiden hadis yazmışımıdır!” Ahmed b. Hanbel adamdaki utanmazlığa şaşırır kalır. Ellerle yüzünü kapamak zorunda kalarak “Bırak şunu gitsin” der. Kıssacı da onlarla alay eder bir eda ile uzaklaşır. 581 Ebu Hatim İbn Hibbân el-Bustî anlatır: Rakka ile Harran arasında (küçük bir kasaba olan) Bacûrvan'a girdim. Namaz vakti mescide gittim. Namaz bitince önümüzde bir genç kalktı ve “Haddesenâ Ebû Hanîfe, haddesena'l-Velîd, haddesenâ Şu'be, an Katâde, an Enes kale, kale Resûlullah (s.a.s)” isnadıyla Hz. Peygamberin “Müslümanın bir hacetini görene Allah şunu şunu verir” dediğini rivayet etti. Rivayetini bitirince yanıma çağırdım ve “Sen Ebu Hanîfeyi hiç gördün mü?” diye sordum “Hayır görmedim” cevabını verdi. “Görmediğin halde ondan nasıl rivayette bulunabiliyorsun?” dedim. Bana şunları söyledi: “Bizimle münakaşa etmek mürüvvetin azlığındandır. Bir tek bu isnadı biliyorum. Ne zaman bir hadis duysam onu bu isnada ekliyorum.”582 Kussâs hadis İlmine telafisi imkânsız büyük zararlar vermişlerdir. Hadis alimlerinin ittifakla belirttiklerine göre hadise fesad kussâs yoluyla girmiştir. Gerçekten bu taife taraftar toplamak, bazı fikirleri yaymak, kimsenin bilmediği hadisleri bilir görünmek gibi sebeplerle hadis uydurmuşlardır. Bunun yanısıra anlatmak istediklerini yerine göre hadis olarak anlatmışlardır. İşleyecekleri konuyu en iyi şekilde anlatan nakilleri sahih olup olmadığına bakmadan yerine göre rivayet ettikleri, yerine göre anlattıklarından yüzlerce hadis olmayan sözün müslümanlar arasında yayılmasına sebep olmuşlardır. Hadis uyduran, uydurma hadisleri kürsülerde büyük bir şevk ve heyecanla anlatan kussâs, hadisleri birbirine karıştırmak, hadis metinlerine ilaveler yapmak suretiyle de Hadis İlmine büyük zararlar vermişlerdir, nitekim meşhur muhaddis Şu'be, kussasm, bir kanş hadisi bir arşın yaptıklarını söylemiştir: Ebu'l-Velid et-Tayâlisi anlatır: Şu'be'nin yanında idim. Derken yanıma bir genç geldi, bir hadis sordu. Şube: “Sen Kasımsın?” diye sordu. Genç, “Evet” diye cevap verince “Defol git; çünkü biz kussâsa hadis rivayet etmeyiz” diyerek onu koğdu. Genç adam gidince ben neden böyle yaptığını sordum. “Hadisi bizden bir karış alıyorlar; bir arşın haline getiriyorlar” cevabını verdi. 583 Kussasın Hadis ilmine verdikleri zararlardan birisi de gaflet yüzünden bir takım saçma sözleri ve felsefî fikir kırıntılarını halka hadis olarak takdim etmeleridir. Bu yolla nice eski hakimlerin sözleri, halk arasında hadis olarak kabul edilmiş; Hz. Peygamberin sözü sayılmıştır. Bununla birlikte kussas, va'zlarında asılsız hikâyeler anlatmak, mevzu hadisleri işleyerek İslâm'ın aslında olmayan hurafeleri gerçek gibi vermek suretiyle islamî değer ölçülerini saptırmışlardır. Böylece İslamiyet'e büyük zarar vermişlerdir. İçlerinden öyleleri çıkmıştır ki “salâtul husemâ (hasım namazı) gibi bir namazdan söz etmiş; bu namazı kılanların kendilerine yapılacak haksızlıklardan ve zulümden emin olacaklarını, düşmanlarının şerrinden zarar görmeyeceklerini söylemişlerdir. Bunun gibi halkı teşvik etmek için basit bir nafile ibadete büyük sevaplar va'd eden, aksine menhiyyattan korkutmak üzere önemsiz bir günahdan dolayı büyük azap görüleceğini bildiren hadisler uydurmuşlardır. Haliyle uzun yıllar ibadetle elde edilecek sevabı iki rekatlık nafile namazla alacağına inanları yanlış yöne sevk etmişlerdir. Şüphesiz nafile ibadetlerin fazileti inkâr edilemez. Ne var ki, kussâsın bol keseden sevap dağıtarak Islamî değer ölçülerini çarpıttıkları kuşkusuzdur. Hadis İlmine ve dolayısıyla İslamiyete önemli ölçüde zararları dokunmuş olan kussas, cerh ve ta'dil âlimleri tarafından umumiyetle münkerât rivayetiyle cerh edilmişlerdir. Rivayetleri merdud itibar edilmiştir. Söz gelişi meşhur vaiz Yezîd er-Rakâşî hakkında Ahmed b. Hanbel “hadisleri münkerdir” demiştir. Yahya b. Ma'în'e göre Yezid'in hadisleri zayıftır. Şube “zina etmeyi Yezîd'in hadislerini yazmaktan ehven” sayar. 584İbn Hibbân'a göre Yezid “el-Hasenu'l-Basrî'nin sözlerini Enes-Hz. Peygamber isnadıyla rivayet edilmiş hadisler haline getirir. Rivayetleri arasında Enes ve başkalarının hadisi olmayan sözler çoğalınca hadisleriyle ihticâc batıl sayılmıştır. Taaccüp için olmadıkça ondan rivayet helâl değildir.” 585 Yine meşhur vaizlerden Salih el-Murrî hakkında da Ahmed b. Hanbel, “kıssacıdır. Hadis ehli değildir. Esasen hadisi hiç bilmez” demiştir. 586Muhammed İbnu'l-Hasen isimli vaiz için söylenenler de aynı mahiyettedir: “Daha çok kıssacı idi. Hadisde yalan söylerdi” 587 Kussas hakkında müstakil kitaplar yazılmıştır. Belli başlıları şunlardır: 1. Ahbâru'l-Kussas; en-Nakkaş 588 2. Kitabu'l-Kussâs ve'1-Müzekkirîn: İbnu'l-Cevzî. 3. el-Bâ'is ale'l-Halâs min Havâdisi'l-Kussâs: el-Irâki. 4. Tahziru'l-Havâs min Ekâzîbi'l-Kussâs: es-Suyûtî.

Ka-Senâ
İsnadda en çok kullanılan kale haddesenâ eda lafzının remzidir. Bazılarına göre kalenin ilk harfi “kaf ile haddesenâ'nın remzi senanın birleşmesiyle meydana gelmiştir. Bazı hadisciler aynı remzi şeklinde bitişik yazarak kullanmışlardır. Zamir tekil olduğunda bu remiz, ka-senî şeklinde yazılmıştır.

Kas
Bk. Kussâs
Anlatmak, haber vermek, bir haberi birine ulaştırmak, bir haber veya sözü bildirmek manalarında kassa kök fiilinden alınma bir tabirdir. Va'iz manasına kas ile aynı manada mübalağa sîgası ile gelen kassâs'ın çoğuludur. Hadis ilminde kussâs, halkın gözüne görmek için va'zlarında uydurma kıssalar anlatan kıssacılarla hadis uyduran veya va'zlarınmda uydurma hadisler işleyen va'izlere denir. Bilindiği gibi İslâm Tarihinde ilk ihtilaflar Hz. Osman devrinde başlamıştır. Üçüncü Halife'nin şehit edilmesi üzerine İslam toplumu parçalanmıştır. Devam eden olay lar üzerine siyasî ve itikadı fırkalar zuhur etmiştir. Bu fırkaların her biri kendi görüşlerine uygun hadisler uydurmaktan çekinmemişlerdir. Kıssacı va'izlerin cami ve mescidlerde heyecanlı va'zlar vererek halkı coşturup meşhur olmak ve dünyalık elde etmek arzulan daha doğrusu hırslan hadis uydurmanın önemli sebepleri arasındadır. Denilebilir ki, hadis uydurmacılığı siyasî ihtilaflar üzerine başlamış, kussas vasıtasiyle yayılmıştır. Umumiyetle ilimden nasibi olmayan, cerbezeli konuşmaktan başka elinde sermayesi bulunmayan kussâs taifesi ezberledikleri bir iki isnada akıllarına esen sözleri ekleyerek kürsülerden halka ulaştırmışlardır. Böylece kussâs, uydurma hadislerin en önemli yayılma vasıtası haline gelmiştir. Kussasın halk üzerinde büyük tesiri olmuştur. Aslında cahil halk her kürsüye çıkanı İslâmiyeti iyi bilen âlim biri sanmıştır. Hele güzel konuşan biri ise halka göre gerçek âlim odur. Şu iki hadise bunu gösterir: Bağdad mescidlerinden birinde Zur'a isminde bir kas (kıssacı va'iz) vardı. İmam-ı A'zam'ın anası bir gün oğlundan bir mesele hakkında fetva ister. Ebu Hanîfe fetvayı verirse de anası kabul etmez ve: “ben vaiz Zur'anın sözünden başkasını kabul etmem” der. Bunun üzerine İmam-ı A'zam anasını Zur'aya götürür ve: “Bu der; benim anamdır. Şu mesele hakkında fetva istiyor. Zur'a: “Sen benden daha âlimsin; fıkhı çok daha iyi bilirsin. İstediği fetvayı sen ver” deyince İmam-ı Azam: “Ben şöyle şöyle fetva verdim” diyerek mesele hakkındaki görüşünü söyler. Zur'a: “Mesele Ebu Hanîfe'nin dediği gibidir” demesi üzerine kadın razı olur ve oradan uzaklaşır.” 579 Meşhur âlimlerden eş-Şa'bi bir gün namaz kılmak için bir mescide gider. Yanında etrafını halkın çevirdiği uzun sakallı birisi vardır. “Haddesenâ fulân, an fulan” diyerek Hz. peygambere ulaşan bir isnadla şöyle bir hadis rivayet etmektedir: “Allah Teâlâ iki tane sûr yaratmıştır. Her ikisi de helak olma ve kıyam nefhası olmak üzere ikişer kere üflenecektir.” Namazı hafif kılmakta olduğundan eş-Şa'bî ihtiyarın bu rivayeti üzerine kendini tutamayıp: “Ya Şeyh der; Allah'tan kork. Yalan yanlış şeyler rivayet etme. Allah iki değil bir sûr yaratmıştır. O sur iki kere üflenecektir. Birisinde mevcudat bayılacak, ikincisinde ayağa kalkacaktır.” Bunun üzerine ihtiyar: “Utanmaz adam! Bu hadisi bana fulanca rivayet etti. Sen de kalkmış bana itiraz ediyorsun” diyerek pabucunu kaptığı gibi eş-Şa'bî'nin üzerine yürür. Halk da ihtiyarla birlik olup onu döğmeye başlarlar. eş-Şa'bî, Allah'ın otuz tane sur yattığına yemin ederek halkın elinden kendisini zor kurtarır! 580 Kussâs halkın gözüne girmek için pek cok yollar denemişlerdir. Belki de kendi uydurmaları olan mevzu hadisleri, meşhur imamlardan rivayet etmiş gibi göstermeleri bu cümledendir. Buna dair pek çok misal vardır, ikisini kaydedelim. Meşhur muhaddislerden Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Ma'în bir gün Bağdat'ta Rusâfe mescidine giderler. Namazdan sonra kürsüye çıkan kussâs'dan biri “Haddesenâ Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Maîn, kala, haddesenâ Abdurrezzak, an Ma’mer, an Katâde, an Enes kale, kale Resûlullah (s.a.s) diye Hz. Peygamber (s.a.s)'e kadar ulaşan bir isnadla onun “Kim lâilâhe illallah derse Allah, her kelimesinden gagası altından, tüyü mercandan bir kuş yaratır...” dediğini söyleyerek yirmi sayfa kadar tutan uzun bir hadis uydurur. Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Ma'în, hayretler içinde kalarak adlarının karıştığı böyle bir hadisi rivayet etmediklerini birbirlerine söylemek lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra Yahya b. Ma'în cemaatın verdiği bahşişleri toplamakta olan kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir dünyalık ümidi ile onların yanına gelen sözde vaize “Bu hadisi sana kim rivayet etti?” diye sorar. O da “Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'în rivayet etti” cevabını verir. Yahya sözüne devamla: “Yahya b. Ma'în benim; Ahmed b. Hanbel de budur. Ömrümüzde Hz. Peygamber'in hadisi olarak böyle bir söz işitmiş değiliz. Eğer sana muhakkak yalan uydurmak lazımsa bizden başkasının adına uydur” diyerek azarlayınca kıssacı şu karşılığı verir: “Çoktan beri Yahya b. Ma'în'in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Doğru olduğunu Şimdi anladım. Yahu, dünyada sizden başka Yahya b. Ma'în ve Ahmed b. Hanbel yok mu? Ben adları Yahya b. Ma'în ve Ahmed b. Hanbel olan onyedi kişiden hadis yazmışımıdır!” Ahmed b. Hanbel adamdaki utanmazlığa şaşırır kalır. Ellerle yüzünü kapamak zorunda kalarak “Bırak şunu gitsin” der. Kıssacı da onlarla alay eder bir eda ile uzaklaşır. 581 Ebu Hatim İbn Hibbân el-Bustî anlatır: Rakka ile Harran arasında (küçük bir kasaba olan) Bacûrvan'a girdim. Namaz vakti mescide gittim. Namaz bitince önümüzde bir genç kalktı ve “Haddesenâ Ebû Hanîfe, haddesena'l-Velîd, haddesenâ Şu'be, an Katâde, an Enes kale, kale Resûlullah (s.a.s)” isnadıyla Hz. Peygamberin “Müslümanın bir hacetini görene Allah şunu şunu verir” dediğini rivayet etti. Rivayetini bitirince yanıma çağırdım ve “Sen Ebu Hanîfeyi hiç gördün mü?” diye sordum “Hayır görmedim” cevabını verdi. “Görmediğin halde ondan nasıl rivayette bulunabiliyorsun?” dedim. Bana şunları söyledi: “Bizimle münakaşa etmek mürüvvetin azlığındandır. Bir tek bu isnadı biliyorum. Ne zaman bir hadis duysam onu bu isnada ekliyorum.”582 Kussâs hadis İlmine telafisi imkânsız büyük zararlar vermişlerdir. Hadis alimlerinin ittifakla belirttiklerine göre hadise fesad kussâs yoluyla girmiştir. Gerçekten bu taife taraftar toplamak, bazı fikirleri yaymak, kimsenin bilmediği hadisleri bilir görünmek gibi sebeplerle hadis uydurmuşlardır. Bunun yanısıra anlatmak istediklerini yerine göre hadis olarak anlatmışlardır. İşleyecekleri konuyu en iyi şekilde anlatan nakilleri sahih olup olmadığına bakmadan yerine göre rivayet ettikleri, yerine göre anlattıklarından yüzlerce hadis olmayan sözün müslümanlar arasında yayılmasına sebep olmuşlardır. Hadis uyduran, uydurma hadisleri kürsülerde büyük bir şevk ve heyecanla anlatan kussâs, hadisleri birbirine karıştırmak, hadis metinlerine ilaveler yapmak suretiyle de Hadis İlmine büyük zararlar vermişlerdir, nitekim meşhur muhaddis Şu'be, kussasm, bir kanş hadisi bir arşın yaptıklarını söylemiştir: Ebu'l-Velid et-Tayâlisi anlatır: Şu'be'nin yanında idim. Derken yanıma bir genç geldi, bir hadis sordu. Şube: “Sen Kasımsın?” diye sordu. Genç, “Evet” diye cevap verince “Defol git; çünkü biz kussâsa hadis rivayet etmeyiz” diyerek onu koğdu. Genç adam gidince ben neden böyle yaptığını sordum. “Hadisi bizden bir karış alıyorlar; bir arşın haline getiriyorlar” cevabını verdi. 583 Kussasın Hadis ilmine verdikleri zararlardan birisi de gaflet yüzünden bir takım saçma sözleri ve felsefî fikir kırıntılarını halka hadis olarak takdim etmeleridir. Bu yolla nice eski hakimlerin sözleri, halk arasında hadis olarak kabul edilmiş; Hz. Peygamberin sözü sayılmıştır. Bununla birlikte kussas, va'zlarında asılsız hikâyeler anlatmak, mevzu hadisleri işleyerek İslâm'ın aslında olmayan hurafeleri gerçek gibi vermek suretiyle islamî değer ölçülerini saptırmışlardır. Böylece İslamiyet'e büyük zarar vermişlerdir. İçlerinden öyleleri çıkmıştır ki “salâtul husemâ (hasım namazı) gibi bir namazdan söz etmiş; bu namazı kılanların kendilerine yapılacak haksızlıklardan ve zulümden emin olacaklarını, düşmanlarının şerrinden zarar görmeyeceklerini söylemişlerdir. Bunun gibi halkı teşvik etmek için basit bir nafile ibadete büyük sevaplar va'd eden, aksine menhiyyattan korkutmak üzere önemsiz bir günahdan dolayı büyük azap görüleceğini bildiren hadisler uydurmuşlardır. Haliyle uzun yıllar ibadetle elde edilecek sevabı iki rekatlık nafile namazla alacağına inanları yanlış yöne sevk etmişlerdir. Şüphesiz nafile ibadetlerin fazileti inkâr edilemez. Ne var ki, kussâsın bol keseden sevap dağıtarak Islamî değer ölçülerini çarpıttıkları kuşkusuzdur. Hadis İlmine ve dolayısıyla İslamiyete önemli ölçüde zararları dokunmuş olan kussas, cerh ve ta'dil âlimleri tarafından umumiyetle münkerât rivayetiyle cerh edilmişlerdir. Rivayetleri merdud itibar edilmiştir. Söz gelişi meşhur vaiz Yezîd er-Rakâşî hakkında Ahmed b. Hanbel “hadisleri münkerdir” demiştir. Yahya b. Ma'în'e göre Yezid'in hadisleri zayıftır. Şube “zina etmeyi Yezîd'in hadislerini yazmaktan ehven” sayar. 584İbn Hibbân'a göre Yezid “el-Hasenu'l-Basrî'nin sözlerini Enes-Hz. Peygamber isnadıyla rivayet edilmiş hadisler haline getirir. Rivayetleri arasında Enes ve başkalarının hadisi olmayan sözler çoğalınca hadisleriyle ihticâc batıl sayılmıştır. Taaccüp için olmadıkça ondan rivayet helâl değildir.” 585 Yine meşhur vaizlerden Salih el-Murrî hakkında da Ahmed b. Hanbel, “kıssacıdır. Hadis ehli değildir. Esasen hadisi hiç bilmez” demiştir. 586Muhammed İbnu'l-Hasen isimli vaiz için söylenenler de aynı mahiyettedir: “Daha çok kıssacı idi. Hadisde yalan söylerdi” 587 Kussas hakkında müstakil kitaplar yazılmıştır. Belli başlıları şunlardır: 1. Ahbâru'l-Kussas; en-Nakkaş 588 2. Kitabu'l-Kussâs ve'1-Müzekkirîn: İbnu'l-Cevzî. 3. el-Bâ'is ale'l-Halâs min Havâdisi'l-Kussâs: el-Irâki. 4. Tahziru'l-Havâs min Ekâzîbi'l-Kussâs: es-Suyûtî.

Kari’
“Kara'e (okudu)” kök fiilinden alınma ismi fail olan kari, hadis rivayet yollarından arz veya kırâ'a ale'ş-şeyh denilen metotla rivayette hadisleri şeyhe okuyan kimseye denir. Kâri, aynı zamanda şeyhden hadis rivayet eden talibdir. Şeyhin rivayet hakkım elde ettiği hadislerini ya bir kitap veya yazılı metinden, ya da ezberinden okur. Haliyle şeyh dinler. Okuma işi tamamlanınca okunan kitap veya metindeki hadisler rivayet edilmiş olur. (Bk. Arz).

Kara'tu Alâ Fulân
Bk. Arz.
Sözlükte sunmak, ortaya koymak, bir nesneyi göstermek, arzetmek gibi değişik manalara gelir. Terim olarak arz ale'ş-şeyh şeklinde de kullanılır ve hadis rivayet metotlarından birine denir. Kısaca ravinin elinde bulunan hadisleri şeyhe okumasından ibarettir. Uygulaması şöyledir: Adına tâlib de denilen ravi, şeyhin rivayet hakkını elinde bulundurduğu hadisleri ezberinden veya çok kere şeyhe ait olan kitaptan okur.
Şeyh, ya ezberinden ya da yazılı metninden kendisine okunan hadisleri dinler, takip eder. Hata olursa düzeltir. Böylece uygulanan okuma işi tamamlanınca okunan hadisler tâlib tarafından rivayet edilmiş olur.
Arz metoduyla rivayete bazı alimler kîrâ'at ale'-şeyh (şeyhe okuma) demişlerdir. Aynı manada arz-ı kırâ'at, arz-ı semâ tabirleri de kullanılmıştır. Bununla beraber İbn Haceri'l-Askalânî kıra'atle arz arasında umum-husus farkı olduğunu ileri sürerek “arz kıra'atten daha özeldir. Kırâ'atsiz arz olamazsa da arz kasdı olmaksızın da kıraat olabilir” demiştir.
Arz yoluyla hadis rivayetinde ister talib bizzat okumuş, ister hadis meclisinde bir başkası okumuş da o dinlemiş; hadisler ister kitaptan isterse ezberden okunmuş; şeyh ister o hadisleri ezberlemiş olsun, ister ezberden değil, hadislerinin yazılı olduğu nüshasından kendisi veya o nüshayı elinde tutan diğer bir sika kimse takip etsin, farketmez.
el-Irâki, arzın bir başka şeklini haber vererek “kimsenin elinde kitap olmaksızın dinleyenlerden sika biri şeyhin asıl nüshasını ezbere bilir; şeyh de okunanı gaflete düşmeden dinlerse kâfidir” der.59 
Bütün bu durumlara göre arz yolu ile rivayette altı ihtimal söz konusudur:
1. Şeyh, okunan hadisleri ezbere bilir ve asıl olan nüshasını elinde bulundurur. Bu şekilde rivayetin sahih olduğunda şüphe yoktur.
2. Şeyh, nüshasındaki hadisleri ezbere bilmekle beraber, nüshası sika ve okuduğuna dikkat eden karî denilen bir okuyanın elinde bulunur. Böyle rivayetin sahih olduğunda da şüphe yoktur. Hatta her iki zat dikkatli okuma konusunda birbirlerine yardım ettiklerinden denilebilir ki bu şekil arz, bir öncekinden daha sahihtir.
3. Şeyh, okunan hadisleri ezberine almamıştır. Ancak asıl nüshası kendi elinde bulunur. Böyle arzın sahih olduğunda görüş ayrılığı söz konusu değildir.
4. Şeyh, okunan hadisleri ezberlememiştir. Asıl olan nüshası sika ve dikkatle okuyan birinin elinde bulunur. Bu takdirde de rivayet sahihtir. Bu şekilde rivayeti hoş görmeyen şiddet taraftan hadiscilerin itirazları ise geçerli sayılmamıştır.
5. Şeyhin hıfzı yoktur. Hadisleri okuyan, şeyhin asıl nüshasından başka bir nüshadan okur. Dinleyenler arasında bulunan dikkatli ve sika biri asıl nüshayı elinde tutar. Böyle rivayetin sahih olup olmadığında ihtilaf vardır. İmâmu'l-Haremeyn'e göre bu şekildeki bir arz sahih değildir. Ebu Bekr Bakıllânî de böyle rivayetin sahih olduğunda tereddüt göstermiş ve daha çok sahih olmadığına meyletmiştir. Buna karşılık kimi âlimler bu şekil arzı caiz görmüşlerdir. Nitekim İbnu's-Salâh, böyle arzın muhtar olan sahih görüşe göre caiz olduğunu söylemiştir. Aynı konuda el-Irâki, “bütün şeyhlerin yaptıkları bu minval üzeredir”, es-Silefi ise “bütün alimlerimizi bunu kabulde ittifak halinde bulduk” demişlerdir.
6. Şeyh hadislerim ezberlememiş olduğu gibi asıl nüshasını elinde bulunduran kimse, ister okuyan kişi olsun; isterse dinleyenlerden biri olsun, sika değilse böyle rivayet sahih sayılmaz. 60
Görülüyor ki arz yoluyla rivayet şeyh ile talibin çeşitli durumlanna göre daha çok sahih olmakta, bazı hallerde ise olmamaktadır. Bununla birlikte bu yolla hadis rivayetinin sağlam bir şekilde gerçekleşebilmesi için bazı durumların göz önünde bulundurulması faydalı görülmüştür. Bu durumların belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz.
a) Şeyhe okuyan kimse, hadisleri şeyhin huzurunda okuduğu sırada şeyh dikkatle dinlediği halde susar ve herhangi bir şekilde tasdik etmeyecek olursa bu şekilde semâ caiz olduğu gibi rivayet de caiz olur; zira bu şekilde rivayette rivayet esnasındaki durum şeyhin tasdikine karine sayılır. Bu konuda hadisciler, fıkıhcılar ve kelâmcılar arasında görüş birliği vardır. Ancak bazı zahiri âlimleri böyle durumlarda şeyhin herhangi bir şekilde okunan hadisleri tasdik etmesinin şart olduğu görüşündedirler. Şafi'îlerden Ebu İshak eş-Şirâzî ile Ebu Nasr İbni's-Sabbâğ ve Ebu'1-Feth Suleym er-Râzî de bu meselede zahiri alimlere uymuşlardır. Hatta İbnu's-Sabbâğ. “Bu suretle hadis alan kimsenin işittiğiyle amel etmesi caiz ise de haddesenî yahut ahberanî diyerek rivayet etmesi caiz değildir. Olsa olsa kara'tu aleyh yahut kuri'e aleyhi ve huve yesme'u diyebilir” der. 61İmam Gazâlî de sahih olan görüşün bu olduğunu söylemiştir.
b) Hadislerin şeyhe okunuşu sırasında gerek okunan hadisleri dikkatle dinlemesi gereken şeyhin, gerekse dinleyenlerden birinin semâ halinde başka bir şeyle meşgul olması, söz gelimi bir kilap kopya etmeleri halinde rivayetin sahih olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Ebu İshak İsferâ'inî ile İbrahim b. İshak el-Harbî, Ebu Ahmed b. Adi ve daha birçok hadis âliminin görüşüne göre böyle bir rivayet sahih değildir. Buna karşılık Musa b. Harun el-Hammâl ve diğer bazı muhaddisler sahih olduğu görüşündedirler. Nitekim Ebu Hatim er-Râzi'nin, üstadı Arim'in huzurunda hadis okunması anında yazı ile meşgul olduğu, Abdullah İbnu'l-Mubârek'in ise yanında hadis okunurken başka birşey yazdığı sabittir.
İbnu's-Salâh'a göre hadis okunurken bir kitap kopya etmekle meşgul olan kimsenin meşgul olduğu şey okunan şeyleri anlayıp hıfztetmesine mani olacak gibiyse rivayeti sahih değildir. Buna karşılık okunanları anlayıp hıfzetmesine engel olacak kadar değilse rivayet sahihtir. İbnu's-Salâh buna dair ed-Dârekutnî'den bir misal nakleder. Tanınmış muhaddisimiz gençliğinde İsma'il b. Saffâr'ın hadis meclisinde bulunur. Bir gün İsmail, talebelerine hadis yazdırırken o yazmayı bırakıp beraberinde getirdiği hadis cüzünü istinsah etmeye başlar. Orada hazır olanlardan biri “Böyle istinsah ile meşgul olursan semain sahih olmaz” der. ed-Darekutnî 
“Benim kavrayışım seninkine benzemez” dedikten sonra 
“Şeyhin şimdiye kadar kaç hadis yazdırdığını biliyormusun? diye sorar. 
“Hayır” cevabını alınca da o ana kadar on sekiz hadisin imlâ edildiğini söyler. Yazdırılan hadisleri sayarlar o kadar çıkar. Bir de “Birinci hadis falandan, o da fülandan; ikincisi falancadan...” diyerek on sekiz hadisin senetlerini de metinlerini de birer birer sonuna kadar okur. Hazır olanlar şaşırakalırlar. 62
Aynı konuda yine er-Dârekutnî'ye dair ilginç iki misali de es-Suyütî nakletmiştir. Buna göre bir gün kendisine hadis okunurken namaza durur. Kıra'at esnasında kari, bir hadisin isnadındaki Nuseyr b. Zu'lûk ismine rastlayınca Nuseyri Beşîr okur. ed-Dârekutni yapılan yanlışı ihtar etmek üzere namazda olduğu halde “subhânallâh” der. Okuyan hatasını anlayınca bu sefer Buşeyr okur. Yine “subhânallâh” deyince Yesîr şeklinde okur. Bunun üzerine ed-Dârekutnî “nûn” ve'1-kalemi...” ayetini okumaya başlar. Böylece yanlış okunan ilk harfin “nûn” ismin de “Nuseyr” olduğunu ihtar etmiş olur.
Hamza b. Muhammad b. Tahir anlatmıştır: Bir kere ed-Dârekutnî'nin hadis meclisinde bulundum. Hadisleri ona arzetmek için okuyan kimse okumakla meşgulken o nafile namaza durdu. Okuma esnasında kari, bir hadisin isnadındaki Amr b. Şu'ayb ismini Amr b. Sa'id diye okudu. ed-Dârekutnî, “subhânallâh” dedi; okuyanın yanlışını ihtar etti. O ise yanlışını tekrarladı ve durdu. Bunun üzerine ed-Dârekutnî, “Yâ Şu'aybu e salâtuke te’ınuruke...” ayetini okuyarak hatayı düzeltti.” 63
Kıraat esnasında gerek şeyh, gerekse şeyhin hadislerini dinleyen kimse konuşur veya okuyan acele eder yahut alçak sesle okur. yahutta okuyanla dinleyen arasındaki mesafe fazla olur da dinleyen okunan hadisleri layıkıyla anlamayacak olursa böyle durumlarda rivayetin sahih olup olmamasında az önceki açıklama geçerlidir. Yani dinleyen okunan hadisleri anlayıp zabtedebilirse sahih olur. Edemezse olmaz. Hadisin siyakından çıkarılabilecek bir iki kelime yanlışı önemli değildir. Ancak bu takdirde okunan kitap veya cüzden işitilmemiş tek-tük kelimelerin rivayetinin sahih olabilmesi için şeyhin dinleyene icazet vermesi mustehab görülmüştür. 64
c) Hadîs âlimi ile talib arasında perde veya duvar gibi bir engel olduğu takdirde hadisleri dinleyen, şeyhin sesini tanır, yahut şeyhi tanıyan sika bir kimsenin haber vermesiyle konuşanın o olduğunu, yahut da şeyhin mecliste olup okuyanı dinlediğini öğrenirse hadis alimlerinin tümüne göre rivayet sahihtir. Ancak Şu'be “Dinleyenin şeyhi görmesi şarttır. Bir muhaddisin yüzünü görmedikçe ondan rivayet etme; zira ne bilirsin, belki de şeyhin suretinde görünüp ahberanâ, haddesenâ diyen şeytandır” demiştir. Şu'benin bu görüşü ifrattan çok tefrittir. Nitekim Ahmed Naim Merhum da “yüzünü gördüğü muhaddisin şeytan olmadığına nasıl güveneceğini sorarız” diyerek Şu'be'nin tefride kaçtığına dikkat çekmiştir.
Hadis alimi ile onun okunan hadislerini dinleyen arasında perde olduğu takdirde şeyhi sesinden tanıyorsa rivayetin sahih olduğu görüşünde olanlar İbn Ömer'in bir hadisine dayanırlar. Bu hadise göre Hz. Peygamber İbn Umrai Mektûm ezan okuyuncaya kadar imsakin geciktirilmesini emretmiştir. O ezan okurken herkes evinde bulunuyor; onu görmüyordu. Demek oluyor ki sesin tanınması yeterli görülmüştür. Aynı şekilde Mü’minlerin Annesi Hz. A'işe ve diğer peygamber ailelerinin perde arkasından söylediği hadisler rivayet edilmiş, hepsinin rivayeti sahih sayılmıştır.
d) Ravi şeyhten bir hadisi dinledikten sonra şeyh “bunu benden rivayet etme” veya “bunu benden rivayet etmene iznim yoktur” diyerek rivayetten men edecek olsa hiçbir hükmü olmaz. Özellikle şeyh, bazı kimselerin rivayetini kasdettiği halde hadisleri okunurken kendisinden habersiz bazı kimseler de dinlemiş olsalar durum aynıdır. Şeyh, “ben yalnız size ihbar ediyorum, falancaya etmiyorum” demekle o falancanın rivayetinede mani olamaz. Bir hata veya şüpheden dolayı şeyh rivayetten rücu etse, işitenlerin o hadisi rivayet etmeleri sahih olmaz. Böyle bir hata veya şüphe yoksa şeyhin sözünün hükmü yoktur. 65
Arz metoduyla hadis rivayet eden hadiscilerin isnadlannda kullandıkları eda sığalarının başlıcalan şunlardır:
Ahberanâ fulânun kırâ'aten aleyhi; hadisi, bizzat kendisi şeyhe okumak suretiyle rivayet etmişse, kara'tu alâ fulân; başkası okumuş, kendisi dinlemişse kuri'e aleyhi ve ene esme'u. Ahberanâ fulânun fînıâ kuri'e aleyhi eda sîgası da aynı yerde kullanılır.
Semâ' yoluyla rivayette kullanılan semi'tu dışındaki lafızlar, kırâ'at tasrih edilmek suretiyle arzda da kullanılabilirler:
Haddesenâ (enbe'enâ, nebbe'enâ) fulânun bi-kırâ'atî aleyh; haddesenâ (ahberanâ, enbe'enâ, nebbe'enâ) fulânun kırâ'aten aleyhi ve ene esme'u; kale (zekera) lenâ fulânun bi-kırâ'atî aleyh; Kale (zekera) lenâ fulânun kırâ'aten aleyhi ve ene esme'u.,. gibi.
Buradan anlaşılmaktadır ki, arz yoluyla rivayette kullanılması caiz görülmeyen lafız sadece semi'tudur. Kadı İyad, İmam Mâlik ile Sufyânu's-Sevri ve Sufyân b. Uyeynenin semi'tu lafzının arzda da kullanılmasını caiz gördüklerini söyler.66 Sahih olan, caiz olmadığıdır.
Arz yoluyla alınan hadislerin kırâ'at lafzıyla kayıtlamadan semâda olduğu gibi yalnızca ahberanâ, haddesenâ lafızlarıyla eda etmenin sahih olup olmadığı konusunda hadisciler arasında görüş ayrılığı vardır. Abdullah İbnu'l-Mubârek, Yahya b. Yahya et-Temimî, meşhur olan görüşlerine göre Ahmed b. Hanbel ve Nese'î, bu iki eda lafzının kıraat lafzıyla kayıtlanmadan arz metoduyla rivayette kullanılmasını caiz görmemişlerdir. Hatta Kâdî Ebubekr, sahih olan görüşün bu olduğunu söylemiştir. el-Hatîbu'l-Bağdâdî, bunlara İbn Cureyc'i kattıktan sonra “hadiscilerden çok kimsenin görüşü budur” demiştir. 67
Buna karşılık Hicaz ve Küfe alimlerinin çoğu, her iki lafzın birbiri yerine kullanılmasını caiz görmüşlerdir. İbn Şihâb ez-Zuhri, Mâlik. Sufyân b. Uyeyne, Yahya b. Sa'îd el-Kattân, Buhârî, Sufyân es-Sevri ile Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf, Muhammed İbnu'l-Hasen eş-Şeybânî, Yezîd b. Harun, Nadr b. Şumeyl, Ebu Âsim en-Nebîl, Vehb b. Cerir, Sa'leb, et-Tahâvî, Ebu Nu'aym el-İsbehânî, diğer görüşe göre Ahmed b. Hanbel bu görüşte olanların en meşhurlarıdır.
Öte yandan İmam Şâfi'î, Müslim, el-Evzâ'î ve İbn Vehb'in temsil ettikleri görüşe göre, bu ki lafızdan yalnız ahberanâ arz yoluyla alınan hadislerin rivayetinde kullanılır. Burada şuna işaret etmek gerekir. Ahberanâ maddesinde de söz konusu edildiği gibi, bu lafız zamanla özellikle arz yoluyla rivayet edilen hadislerin edası sırasında kullanılmıştır. Hatta el-Cevherî'nin açıkladığına göre ahberanâ lafzı, hadisciler arasında “ben şeyhe okuyarak arzettim” manasına gelen adeta bir alem olmuştur. 68
Bir üçüncü grup ise arz yoluyla hadis rivayetinde kırâ'at lafzını kullanmadan ahberanâ demeyi caiz gördükleri halde haddesenâ demeyi görmemişlerdir. İmam Şâfi'î ile taraftarları, Müslim; İbnu's-Salâh ve en-Nevevî'nin dediklerine bakılırsa bütün ıraklı muhaddisler ve hadis alimlerinin çoğu bu görüştedirler. Her ne hal ise hadisciler arasında sonradan şayi olan bu görüş olup bundan maksatlarının haddesenâ deyince semâ, ahberanâ deyince arz olduğunu belirtmektir.
Bu lafızlar artık terim olarak o kadar yaygınlaşmıştır ki lügat itibariyle delâlet ettiği manalar arasında fark yoktur, diyerek aksine bir görüş ileri sürmek bile fazladır. Ebu Bekri'l-Berkânî'nin şu hikâyesi her iki terimin ayrı ayrı kullanılışının daha o zamandan beri ne kadar kökleşmiş olduğunu gösterir:
“Horasanın önde gelen hadis çilerin den Ebu Hatim Muhammed b. Ya'kub el-Herevî, bir gün el-Berkanî'ye şöyle demiş: “Bazı şeyhlerimden, Ebu Abdillah Muhammed b. Yusuf el-Firebri'den Sahîh-i Buhârîyi arz suretiyle rivayet ederek okudum. O şeyhim her hadiste “haddesekumu'l-Firebrî” derdi. Kitabı bitirdikten sonra öğrendim ki, o şeyh de Sahihi el-Fîrebri'den benim gibi arz yoluyla almış. İtiraz ettim. Kitabı yeni baştan bana okuttu. Her hadisin başında “ahberakumu'l-Firebrî” dedi.” 69
Semâ'dan sonra en sahih rivayet metodu olan arz yoluyla alınmış hadislerin rivayet edilmesinin caiz olup olmadığı konusunda ciddi bir ihtilaf yoktur. Ancak arzın semâ1 karşısındaki durumu hakkında üç görüş vardır. Bunlardan birincisi semâ' ile arzın arasında herhangi bir fark bulunmadığını savunanların görüşüdür. İkincisi arzı semâ'a, üçüncüsü ise semâ'ı arza tercih edenlerin görüşleridir. Arz ile semâ' arasında hiçbir fark olmadığı ve arzın semâ'dan ibaret olduğu görüşünde olanlar, Medine hadis ekolünden Abdurrahman İbnu'l-Hâris, İkrime, İbn Şihab ez-Zuhrî, Rebî'atu'r-Rey, el-Alâ b. Adirrahmân, Yahya b. Sa'îd el-Ensârî, Hişâm b. Urve, Muhammed b. Amr el-Leysî, Mâlik b. Enes; mekkelilerden Alkame b. Kays en-Neha'î, Âmir b. Şurahîl eş-Şabi, el-Hasen b. Salih b. Hayy; Basralılardan Katâde b. Di'âme, Ebu'l-Aliye Ziyâd b. Firûz, Kahmes, Sa'îd b. Ebî Arûbe; Mısırlılardan Abdurrahman İbnu'l-Kasım, Eşheb b. Abdilazîz, Abdullah b. Vehb. Abdullah İbni'l-Hakem gibi âlimlerdir. 70
Arz ile semâ’ arasında fark görmeyenler, bir hadise dayanırlar. Enes b. Mâlik den rivayet edilen bu hadis şöyledir:
“... Hz. Peygamber'in ma'iyyetinde oturuyorduk. Derken devesine binmiş bir adam geldi. Devesini mescid (avlusun)da ıhtırıp bağladı. Sonra oturan sahabilere 
“Muhammed hanginiz?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s) aralarında (yanma) yaslanmış oturuyordu. 
“İşte şu oturan beyaz adam” dedik. Adam Hz. Peygamber'e 
“Abdulmuttalibin oğlu!” diye seslendi. Allah Resulü, 
“Seni dinliyorum” diye cevap verdi. Adam, 
“Sana bazı şeyler soracağım. Soracaklarım yüzünden sana sıkıntı verebilirim, bana gücenme” deyince Allah Resulü: 
“İstediğini sor” buyurdu. Bunun üzerine adam, 
“Senin ve senden öncekilerin rabbi (olan Allah) aşkına söyle! Seni bütün insanlara peygamber olarak Allah mı gönderdi?” diye sordu. Hz. Peygamber bu soruya 
“Allah adına evet!” cevabını verdi. Adam ikinci olarak, 
“Allah aşkına söyle, sana bir gün ve gecede beş vakit namaz (kılmmasın)i Allah mı emretti?” Allah Resulü bu soruya da 
“Allah adına evet!” diye cevap verdi. Daha sonra adam, 
“Allah aşkına söyle, senenin şu (ramazan) ayında oruç tutmanı sana Allah mı emretti?” dedi. Hz. Peygamber, “Allah adına evet!” buyurdu. Bu sefer de 
“Allah aşkına söyle, şu zekâtı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı sana Allah mı emretti?” sorusunu sordu. Hz. Peygamber bu soruya da 
“Allah adına evet!” cevabını verdi. Bunun üzerine adam, 
“Bütün getirdiklerine iman ettim. Ben geride bıraktıklarımın elçisiyim. Adım Dimam b. Sa'lebedir” dedi.” 71
Buhârî ayrıca el-Hasen, Sufyânu's-Sevrî ve İmâm Mâlik'in kırâ'at ale'ş-şeyh yani arzı caiz gördüklerini de kaydetmiştir. Bütün bunlar, arz metoduyla rivayetin sahih olduğuna ve semâ' ile arasında önemli bir fark bulunmadığına delalet eden açık deliller sayılmıştır. Diğer taraftan kimi sahabilerden rivayet edilen bazı haberler de arz ile semâ' arasında fark olmadığı görüşünde olanlara açık birer delil teşkil eder. Bu haberlerden birine göre Ali b. Ebî Talib'e alime bir şey okumanın hükmü sorulduğunda o “âlime okumak ondan işitmek derecesindedir” demiştir. Şu söz de ona nisbet edilmiştir: “Senin âlime okuman ile âlimin sana okuması birdir.” 72
Arzı semâ'a tercih edenlerin başında İbn Cureyc, el-Leys b. Sa'd el-Kattân, Yahya b. Abdillah b. Bukeyr, Hişâm b. Abdilmelik, Ebu Ubeyd el-Kasim b. Selâm, Ebu Hatim er-Râzî, Muhammed b. İshak, İmam Mâlik, Sufyân es-Sevrî, Ebu Hanîfe, Hişâm b. Urve, İbn Ebî Zi'b, Sa'îd b. Ebî Arûbe, el-Musennâ İbnu's-Sabbâh gibi meşhur muhaddisler gelir. Bunlara göre talebenin âlime okuması, âlimin talebeye okumasından hayırlıdır. 73
Arz metodunu semâ'a tercih edenler bazı sebepler göstermişlerdir. Abdurrahman b. Mehdi, Mâlike okuyarak arzettiği hadislerin ondan dinlediklerinden daha sağlam olduğunu söylemiştir. Ona göre bunun sebebi Mâlik'in bazan isnad söylemesi, bazan da araya başka sözler kalmasıdır. Ebu'l-Velîd de hadisin şeyhe arzedilirken daha dikkatli okunduğundan arzın daha sağlam olduğunu söylemiştir. Musa b. Davud da şeyhe okuduğu zaman bütün dikkatini verebileceğini, oysa kendisi rivayet ettiği zaman muhatabı olan talebeden gafil olabileceğini belirtmiştir.
Arz yoluyla rivayeti, şeyhten dinlemekten ibaret semâ'a tercih edenler tercihlerine sebep olarak bir de semâ' sırasında şeyhin hata yapması halinde talibin bu hatayı düzeltme imkan ve fırsatının olmamasını göstermişlerdir.74 Halbuki hadis şeyhe okunduğu zaman talebe hata yapsa bile, bütün dikkatini okunanı dinlemek için sarfeden şeyh tarafından düzeltilmesi çok daha kolay olur. 75Ne var ki semâ' yoluyla rivayette şeyhin hata yapması halinde talibin hiçbir şekilde bu hatayı düzeltmek imkanı olmadığı itirazına karşı çıkılmış ve talibin okuması halinde de Şeyhin hata yapabileceği ileri sürülmüştür. Bu itirazı ileri sürenler, semâ'ı arza tercih edenlerdir. Genellikle “Meşrık ehli” denilen Irak ekolü muhaddislerinden ibaret bu grup semâ'ın arzdan üstün olduğu görüşündedirler. İbnu's-Salâh, en-Nevevî ve es-Suyütî sahih olanın bu görüş olduğunu söylemişlerdir. İbn Haceri'l-Askalânî'ye göre ise şeyh ile talib aynı ilmî seviyede olduklarında veya talibin daha bilgili olması halinde semâ' tercih edilir; zira bu takdirde talib, işittiklerine daha fazla dikkat eder. Talibin ilmi daha az olduğu takdirde ise şeyhe okuyup arzetmek daha münasip olur; çünkü bu usul talibin zabtına daha fazla yardımcıdır. Bu nükteye binaendir ki, imlâ halinde talibin şeyhin lafzını dinlemesi hadis rivayet usûllerinin en yükseğidir, bu takdirde şeyh de talib de dikkatli olurlar. 76
Bununla birlikte arz iie semâ’ın birbirine tercihinde şeyhin ezberden okuması ve imlâ gibi hususların da dikkate alındığı gözden kaçmamaktadır. Bu iki rivayet, metodunun bir olduğu görüşünde olanlardan Ahmed b. Ali el-Bağdâdi, Şeyhin kendi kitabından okuması halinde arz ile semâ' arasında fark olmadığını, fakat şeyhin ezberinden okuması durumunda semâ’ın arzdan üstün olduğunu söylemiştir. 77
Bütün bunlardan şu sonuç çıkmaktadır: Hadiscilerin kimi semâ'ı arza, kimi de arzı semâ'a tercih etmiştir. Kimisi de her ikisinde de görülen hadis rivayeti açısından küçümsenemiyecek bazı aksayan yönleri göz önünde tutarak tesviye, yani ikisini bir tutma yoluna gitmiştir. Semâ ile arz arasında fark görmeyenler “gerek şeyhin, gerekse talibin hataya düşmesi bahis konusu olunca arz ile semâ arasında hiçbir fark yoktur” demişlerdir. 78
Şurası muhakkaktır ki, üzerinde en çok tartışmanın yapıldığı hadis rivayet metodu, arz metodu olmuştur. Onun uzun boylu münakaşalara konu olması bir bakıma en çok uygulama alanı bulan rivayet usullerinden biri olmasından ileri geliyor olmalıdır.

Kalîlu't-Tahdîs
Az tahdîs eden, yani hadis rivayeti üzerinde az duran demektir. Kendisine müracaat edenlere hadis rivayet etmekten çekinen, çekindiği için de her işittiğin italebeye rivayet etmeyen bazı hadiscilere denilmiştir. Hadis alimleri ve ravileri arasında işittiği her hadisi bir emanet sayarak talebeye aktarmayı görev bilenler olduğu gibi, aksine hareket ederek tahdisten kaçınanlar da olmuştur. İkinci gruptakilere kalîlu't-tahdîs tabir edilmiştir.

Kalîlu'l-Hadîs
“Hadisi az” anlamını veren bir tabir olup az hadis rivayet eden raviler hakkında kullanılmıştır. Bir muhaddisin kalîlu'l-hadîs oluşu, onun az hadis bildiği manasına değil, rivayet ettiği hadislerin sayıca az olması manasına alınır. Söz gelişi Hz. Ebubekr kalîlu'l-hadîstir. Bunca yıl Hz. Peygamber (s.a.s)'le birlikte olduğu halde ondan 142 hadis rivayet edilmiştir. Hiç de küçümsenemiyecek bir rakama ulaşan rivayetleri diğer çok sayıda hadis nakleden sahâbilere nisbetle az itibar edildiğinden o da bu gruba dahil edilmiştir.

Kâle'llâhu Te'âlâ
Bk. Kudsî Hadis.
Kudsî, mukaddes bir yüce varlığa (Allah'a) nisbet edilen anlamına gelir. Kudsî hadîs ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Rabbine izafe ettiği veya Hz. Peygamberden Rabbine izafe edilerek rivayet edilmiş olan hadîslerdir. Kudsi hadîse rabbani, ilâhî hadis de denir. Kudsî hadis söz olarak Hz. Peygambere aittir. Ne var ki manası Cenâb-ı Hak'tandır. Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbine bir fikir ilham etmiş, o da kalbine ilham edilen fikri dile getirmiştir. Şu hale göre kudsî hadis manası Allah'tan, sözleri Hz. Peygamberden olan hadislerdir. Manaları itibariyle nebevi hadisler de denilen diğer hadislerden farklı olan kudsî hadisler hadis kitaplarında umumiyetle Allah'a nisbet edilen lafızlarla rivayet edilirler. Bu lafızların en çok kullanılanları şunlardır: Bir misal verelim: Ebu Hureyre (r.a)'in Hz. Peygamber (s. a.s)'den rivayetine göre Yüce Allah “iki ortakdan biri arkadaşına ihanet etmedikçe onların üçüncü ortağı benim. Biri diğerine hiyanet edince ben hemen aralarından çıkarım” buyurmuştur. 577 Kudsî hadis bir taraftan Cenâb-ı Hak'ka nisbet edilir; öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadisleri gibi kabul edilir. Öyle olunca Hz. Peygamberin kalbine ilka edilmiş olma yönünden Kur'ân-ı Kerim'e benzerse de ondan farklıdır. Bu fark ilk defa Kuranın lafzı ve manasıyle vahye dayanmasında görülür. Hatta tertibinin bile vahy eseri olduğu söylenir. Kudsî hadis ise yalnızca manasıyla kalbe ilham şeklindeki vahy kabul edilir. Lafzı ise tabiî konuşmasından farksız olarak, Hz. Peygamberin kendisine aittir. Bir de Kur'ân lafızları mucizdir. İnsanın en küçük bir suresinin benzerini bile meydana getirmesine imkân yoktur. Halbuki kudsi hadiste Kur'ân-ı Kerim icazına benzer icaz yoktur. Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerim gerek lafzı, gerek manasıyla mütevâtirdir. Herhangi bir ayetini bile manasıyla rivayet caiz olmaz. Oysa kudsî hadisin gerek lafzı gerekse manası nıütevatir değildir. Öyle olunca manasıyla rivayeti caizdir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim ibadet maksadıyla okunur. Namazda okunması namazın rükünlerinden birini teşkil eder. Abdestsiz ele alınamaz. Oysa kudsî hadis için böyle bir şey söz konusu değildir. Şu da var ki, kudsî hadisler içinde sahih olarak rivayet edilenleri olduğu gibi zayıf olanları da vardır. Gayet tabiî olarak Kuran için zayıflık gibi bir şey düşünülemez. Yalnızca kudsî hadislere tahsis edilen bazı kitaplar vardır. Anılmaya değer olan birkaçı şunlardır: 1. el-İthâfâtu's-Seniyye bi'1-Ahadisi'l-kudsıyye; Abdurraûf Munâvî. (272 kudsi hadis ihtiva eder.) 2. Mişkâtu'l-Envâr fîmâ nıviye ani'llahi Subhânehu ve Teâlâ Mine'l-Ahbâr: Muhyiddin Arabî. 3. el-Ahâdisu'1-Kudsiyye: Aliyyu'l-Kaarî. 4. el-Erba'ûn fî'r-Rivâyeti an Rabbi'l-Âlemin: İbn Dakîki'1-İyd. 5. et-Tuhfetu'1-Merdiyye fi'1-Ahbâri'l-Kudsiyye: Şeyh Abdulmecîd Mısri.

Kale Resûlullah (s.a.s) Fîmâ Yervîhi An Rabbihi
Bk. Kudsî Hadis.
Kudsî, mukaddes bir yüce varlığa (Allah'a) nisbet edilen anlamına gelir. Kudsî hadîs ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Rabbine izafe ettiği veya Hz. Peygamberden Rabbine izafe edilerek rivayet edilmiş olan hadîslerdir. Kudsi hadîse rabbani, ilâhî hadis de denir. Kudsî hadis söz olarak Hz. Peygambere aittir. Ne var ki manası Cenâb-ı Hak'tandır. Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbine bir fikir ilham etmiş, o da kalbine ilham edilen fikri dile getirmiştir. Şu hale göre kudsî hadis manası Allah'tan, sözleri Hz. Peygamberden olan hadislerdir. Manaları itibariyle nebevi hadisler de denilen diğer hadislerden farklı olan kudsî hadisler hadis kitaplarında umumiyetle Allah'a nisbet edilen lafızlarla rivayet edilirler. Bu lafızların en çok kullanılanları şunlardır: Bir misal verelim: Ebu Hureyre (r.a)'in Hz. Peygamber (s. a.s)'den rivayetine göre Yüce Allah “iki ortakdan biri arkadaşına ihanet etmedikçe onların üçüncü ortağı benim. Biri diğerine hiyanet edince ben hemen aralarından çıkarım” buyurmuştur. 577 Kudsî hadis bir taraftan Cenâb-ı Hak'ka nisbet edilir; öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadisleri gibi kabul edilir. Öyle olunca Hz. Peygamberin kalbine ilka edilmiş olma yönünden Kur'ân-ı Kerim'e benzerse de ondan farklıdır. Bu fark ilk defa Kuranın lafzı ve manasıyle vahye dayanmasında görülür. Hatta tertibinin bile vahy eseri olduğu söylenir. Kudsî hadis ise yalnızca manasıyla kalbe ilham şeklindeki vahy kabul edilir. Lafzı ise tabiî konuşmasından farksız olarak, Hz. Peygamberin kendisine aittir. Bir de Kur'ân lafızları mucizdir. İnsanın en küçük bir suresinin benzerini bile meydana getirmesine imkân yoktur. Halbuki kudsi hadiste Kur'ân-ı Kerim icazına benzer icaz yoktur. Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerim gerek lafzı, gerek manasıyla mütevâtirdir. Herhangi bir ayetini bile manasıyla rivayet caiz olmaz. Oysa kudsî hadisin gerek lafzı gerekse manası nıütevatir değildir. Öyle olunca manasıyla rivayeti caizdir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim ibadet maksadıyla okunur. Namazda okunması namazın rükünlerinden birini teşkil eder. Abdestsiz ele alınamaz. Oysa kudsî hadis için böyle bir şey söz konusu değildir. Şu da var ki, kudsî hadisler içinde sahih olarak rivayet edilenleri olduğu gibi zayıf olanları da vardır. Gayet tabiî olarak Kuran için zayıflık gibi bir şey düşünülemez. Yalnızca kudsî hadislere tahsis edilen bazı kitaplar vardır. Anılmaya değer olan birkaçı şunlardır: 1. el-İthâfâtu's-Seniyye bi'1-Ahadisi'l-kudsıyye; Abdurraûf Munâvî. (272 kudsi hadis ihtiva eder.) 2. Mişkâtu'l-Envâr fîmâ nıviye ani'llahi Subhânehu ve Teâlâ Mine'l-Ahbâr: Muhyiddin Arabî. 3. el-Ahâdisu'1-Kudsiyye: Aliyyu'l-Kaarî. 4. el-Erba'ûn fî'r-Rivâyeti an Rabbi'l-Âlemin: İbn Dakîki'1-İyd. 5. et-Tuhfetu'1-Merdiyye fi'1-Ahbâri'l-Kudsiyye: Şeyh Abdulmecîd Mısri.

Kale Resûlullah
“Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu” manasına gelen bu tabir. Hz. Peygamber'in sözlerini sevkederken kullanılan eda lafızlarının başında gelir. İbnu's-Salâh'a göre cezm sigalanndandır ve sadece sıhhati açığa çıkarılmış hadisleri isnadsız olarak rivayet ederken kullanılır. Şöyle ki, zayıf bir hadisi isnadsız olarak rivayet ederken kesinlikle Kale Resûlullah dememek gerekir; zira bu lafız, hadisi Hz. Peygamber'in söylediğine delâlet eden cezm lafızlarındandır. Hatta sahih mi zayıf mı olduğunda şüphe edilen hadislerde de bu lafzı kullanmamalıdır. “Kale Resûlullah” (s.a.s) lafzı ancak sıhhati açığa çıkmış bulunan hadisleri sevketmek için kullanılır. 543 Şu da var ki sahabîler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bizzat kendileri işitmedikleri hadisleri de Kale Resûlullah diyerek rivayet etmişlerdir. Bu takdirde lafzın manası “Hz. Peygamber şunları söylemiş” demek olur. Ancak sahabenin, kendileri işitmedikleri halde bizzat işiten veya işitenden öğrenen başka sahabilerden öğrendikleri hadisleri bu lafızla rivayet etmeleri, kendileri işitmişcesine rivayet gibidir.

Kale Lî Fulân
Bk. Kale lenâ fulân.
“Falanca bize dedi ki” manasına eda lafızlarındandır. Kadı İyad'a göre kale lenâ fulân lafzının “haddesenâ, ahberanâ, enbe'enâ, semî’tu fulânen yekûlu lafızları gibi şeyhten işitme (semâ’) yoluyla alınan hadislerin rivayetinde kullanılması caizdir ve bunda ihtilaf yoktur. 540 İbnu's-Salâh, Kadı İyad'ın bu sözünün açıklanmaya muhtaç olduğunu söylemiş ve “özel olarak şeyhten işitmeksizin rivayet olunan hadisleri rivayet ederken kullanılmaları yaygın hale gelen bu lafızların yanlış anlaşılmaya ve karışıklığa sebep olacaklarından, bizzat şeyhten işiterek alman hadislerin rivayetine ıtlak edilmemeleri gerekir” demiştir.541 Buhâri'nin rivayetleri arasında kale lenâ fulânun, (veya tekil zamiriyle) kale lî fulân edâ lafızlarına sıkça rastlanır. İbnu's-Salâh, bazı müteahhir Mağrib alimlerinin bunları görünüşe göre ittisale, manaca ise kopukluğa delâlet eden ta'liklann alameti saydıklarına işaret ettikten sonra şu görüşü nakletmiştir: “Buhâri'nin kale liî, kale lenâ dediğini gördün mü, bilki bu, ihticac için değil istişhad için zikrettiği bir isnattır. Yani böyle naklettiği haberi hüccet olarak değil, şahit olarak zikretmiştir. Aslında muhaddisler bu gibi, lafızları aralarında hadis müzakere ederlerken veya münazara vesilesiyle çokça kullanırlar. Müzakere hadisleriyle ihticac ettikleri nadirdir. “ Buradan anlaşıldığına göre Mağrib alimleri kale lenâ fulân lafzını daha çok talika hamletmişlerdir. Şu da var ki, İbnu's-Salâh, bu görüşün sahibinden önce yaşayan ve Sahih-i Buhari'yi daha iyi bilen Ebu Ca'fer b. Hamdan en-Nîsâbûrî'nin bir sözünü naklederek bu görüşe katılmamıştır. Ebu Ca'fer'e göre Buhâri'nin kale lî fulân lafziyle rivayet ettiği bütün hadisler şeyhinden arz veya munâvele yoluyla alınmışlardır.542 Buna göre kale lenâ fulân veya kale lî fulân lafızları ta'lika delâlet etseler bile daha çok sema'dan başka yollarla rivayet edilen hadislerin naklinde kullanılmışlardır

Kale Lenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi
Bk. Kale lenâ Fulânun bi-Kırâ'atî.
Arz ya da kırâ'at ale'ş-şeyh denilen metotla rivayet edilen hadislerin eda edilmesi sırasında kullanılan lafızlardandır. Kale lafzının semâ'a delâlet ettiği görüşünde olanlar tarafından kullanıldığı kabul edilmiştir. Aynı manada kale lenâ fulânun kırâ'aten aleyhi tabiri de kullanılmıştır. (Bk. Arz.)

Kale Lenâ Fulân
“Falanca bize dedi ki” manasına eda lafızlarındandır. Kadı İyad'a göre kale lenâ fulân lafzının “haddesenâ, ahberanâ, enbe'enâ, semî’tu fulânen yekûlu lafızları gibi şeyhten işitme (semâ’) yoluyla alınan hadislerin rivayetinde kullanılması caizdir ve bunda ihtilaf yoktur. 540 İbnu's-Salâh, Kadı İyad'ın bu sözünün açıklanmaya muhtaç olduğunu söylemiş ve “özel olarak şeyhten işitmeksizin rivayet olunan hadisleri rivayet ederken kullanılmaları yaygın hale gelen bu lafızların yanlış anlaşılmaya ve karışıklığa sebep olacaklarından, bizzat şeyhten işiterek alman hadislerin rivayetine ıtlak edilmemeleri gerekir” demiştir.541 Buhâri'nin rivayetleri arasında kale lenâ fulânun, (veya tekil zamiriyle) kale lî fulân edâ lafızlarına sıkça rastlanır. İbnu's-Salâh, bazı müteahhir Mağrib alimlerinin bunları görünüşe göre ittisale, manaca ise kopukluğa delâlet eden ta'liklann alameti saydıklarına işaret ettikten sonra şu görüşü nakletmiştir: “Buhâri'nin kale liî, kale lenâ dediğini gördün mü, bilki bu, ihticac için değil istişhad için zikrettiği bir isnattır. Yani böyle naklettiği haberi hüccet olarak değil, şahit olarak zikretmiştir. Aslında muhaddisler bu gibi, lafızları aralarında hadis müzakere ederlerken veya münazara vesilesiyle çokça kullanırlar. Müzakere hadisleriyle ihticac ettikleri nadirdir. “ Buradan anlaşıldığına göre Mağrib alimleri kale lenâ fulân lafzını daha çok talika hamletmişlerdir. Şu da var ki, İbnu's-Salâh, bu görüşün sahibinden önce yaşayan ve Sahih-i Buhari'yi daha iyi bilen Ebu Ca'fer b. Hamdan en-Nîsâbûrî'nin bir sözünü naklederek bu görüşe katılmamıştır. Ebu Ca'fer'e göre Buhâri'nin kale lî fulân lafziyle rivayet ettiği bütün hadisler şeyhinden arz veya munâvele yoluyla alınmışlardır.542 Buna göre kale lenâ fulân veya kale lî fulân lafızları ta'lika delâlet etseler bile daha çok sema'dan başka yollarla rivayet edilen hadislerin naklinde kullanılmışlardır

Kale Fulân
Bk. Kale.
“Dedi ki” manasına gelir. Hadis Usulünde bilhassa isnadda hemen hemen en çok kullanılan lafızdır. Ravi isnadında “kale fulân” dediği zaman rivayetini bir raviye nisbet etmiş olur. Kale eda lafzının kullanıldığı yerler konusunda muhaddisler arasında birlik yoktur. Nitekim bazı muhaddisler bu lafzı semâ' yoluyla alman hadislerin rivayetinde kullanmışlardır. Söz gelişi Haccâc b. Muhammed el-Aver, İbn Cureyc'in rivayet ettiği hadislerin yazılı olduğu kitapları “Kale'bnu Cureyc” diyerek rivayet etmiştir. Öte yandan el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre eğer ravinin sadece semâ' yoluyla almış olduğu hadisleri kale lafzıyla rivayet ettiği halinden anlaşılırsa, bu tabir haddesenâ mertebesinde olur. Ancak bir ravi bu lafzı hem işitme yoluyla, hem de başka yollarla rivayet ettiği hadislerin rivayetinde kullanırsa o zaman ondan yalnızca hangi yolla aldığını belirttiği hadisler alınır. 536 Buharî ise kale lafzını bazen semâ, bazen semadan başka yollarla alınan hadislerin rivayetinde kullanmıştır.537 Onun bu eda lafzını en çok kullandığı yerlerden birisi ta'liklerdir. Görülüyor ki muhaddislerden kimi kale lafzını yalnız semâ yoluyla; kimi de semâ ile beraber başka yollarla alınan hadisleri rivayet ederken kullanmışlardır. Hatta isnad tedlisi yaparak rivayette bulunurken kale eda lafzını kullanan da olmuştur. Nakledildiğine göre Ali b. Haşrem şunları söylemiştir: “Bir gün Sufyan b. Uyeyne'nin yanında idik. Bize “Kâle'z-Zuhrî” diyerek ondan bir hadis rivayet etti. Kendisine bu hadisi ez-Zuhrî'den bizzat işitip işitmediği soruldu. İşitmediğini söyledi ve şöyle dedi: “Haddesenâ Abdurrezzak, an Ma’mer, ani'z-Zuhri”538 (Misale göre Sufyân b. Uyeyne senedinde ez-Zuhrî ile arasındaki iki vasıtayı, Abdurrezzâk ile Ma’mer'i atlamış, hadisi bizzat ez-Zuhrî'den işitmişcesine rivayet ederek tedlîs yaparken de kale lafzını kullanmıştır. Şu hale göre isnadlarda en çok kullanılan bu eda lafzının kullanılışında muhaddisler arasında birlik yoktur. Son zamanlarda tatbik edilen bir adete göre isnadlarda çokça geçen kale lafzı yazıda hazfolunur; fakat okunur. Senedde iki kale lafzı yanyana gelirse biri yazılmaz. Ancak okunur. Mesela Buhari'nin, şeklindeki senedi tarzında yazılır, tamamı okunur.  

Kale
“Dedi ki” manasına gelir. Hadis Usulünde bilhassa isnadda hemen hemen en çok kullanılan lafızdır. Ravi isnadında “kale fulân” dediği zaman rivayetini bir raviye nisbet etmiş olur. Kale eda lafzının kullanıldığı yerler konusunda muhaddisler arasında birlik yoktur. Nitekim bazı muhaddisler bu lafzı semâ' yoluyla alman hadislerin rivayetinde kullanmışlardır. Söz gelişi Haccâc b. Muhammed el-Aver, İbn Cureyc'in rivayet ettiği hadislerin yazılı olduğu kitapları “Kale'bnu Cureyc” diyerek rivayet etmiştir. Öte yandan el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre eğer ravinin sadece semâ' yoluyla almış olduğu hadisleri kale lafzıyla rivayet ettiği halinden anlaşılırsa, bu tabir haddesenâ mertebesinde olur. Ancak bir ravi bu lafzı hem işitme yoluyla, hem de başka yollarla rivayet ettiği hadislerin rivayetinde kullanırsa o zaman ondan yalnızca hangi yolla aldığını belirttiği hadisler alınır. 536 Buharî ise kale lafzını bazen semâ, bazen semadan başka yollarla alınan hadislerin rivayetinde kullanmıştır.537 Onun bu eda lafzını en çok kullandığı yerlerden birisi ta'liklerdir. Görülüyor ki muhaddislerden kimi kale lafzını yalnız semâ yoluyla; kimi de semâ ile beraber başka yollarla alınan hadisleri rivayet ederken kullanmışlardır. Hatta isnad tedlisi yaparak rivayette bulunurken kale eda lafzını kullanan da olmuştur. Nakledildiğine göre Ali b. Haşrem şunları söylemiştir: “Bir gün Sufyan b. Uyeyne'nin yanında idik. Bize “Kâle'z-Zuhrî” diyerek ondan bir hadis rivayet etti. Kendisine bu hadisi ez-Zuhrî'den bizzat işitip işitmediği soruldu. İşitmediğini söyledi ve şöyle dedi: “Haddesenâ Abdurrezzak, an Ma’mer, ani'z-Zuhri”538 (Misale göre Sufyân b. Uyeyne senedinde ez-Zuhrî ile arasındaki iki vasıtayı, Abdurrezzâk ile Ma’mer'i atlamış, hadisi bizzat ez-Zuhrî'den işitmişcesine rivayet ederek tedlîs yaparken de kale lafzını kullanmıştır. Şu hale göre isnadlarda en çok kullanılan bu eda lafzının kullanılışında muhaddisler arasında birlik yoktur. Son zamanlarda tatbik edilen bir adete göre isnadlarda çokça geçen kale lafzı yazıda hazfolunur; fakat okunur. Senedde iki kale lafzı yanyana gelirse biri yazılmaz. Ancak okunur. Mesela Buhari'nin, şeklindeki senedi tarzında yazılır, tamamı okunur.  

Kalb-i Mürekkeb
Bk. Kalb.
Sözlükte bir nesneyi geriye döndürmek, çevirmek, altını üstüne getirmek manalarına gelir. 533 Hadis ıstılahı olarak kalb, bir hadisin senedinde veya metninde yer alan kelimelerin yerlerini değiştirmeye denir. Bu tariften anlaşılacağı gibi kalb, hadisin ya senedinde ya da metninde olur. Senedinde olana kalb fi's-sened; metninde olana ise kalb fi'1-metn adı verilmiştir. Kelimelerin olduğu gibi cümlelerin yerlerini değiştirmeye de kalb denilmiştir. Senedde kalbe misal vermek gerekirse râvinin hadisin senedinde bulunan Ka'b b. Murra ismini Murra b. Ka'b okuyup önce gelen kelimeyi sona, sona geleni ise başa alarak yerlerini değiştirmesi verilebilir. Bir hadisin isnadını başka hadise bağlamak, bir ravinin hadisini bir başka râvinin hadisiymiş gibi rivayet etmek de kalb şekillerindendir. Bir'de kalb-i mürekkeb vardır ki birkaç hadisin isnad ve metinlerini değiştirmekten ibarettir. Buhâri'nin Bağdat'a gelişinde hıfzını ve hadis bilgisini kontrol etmek maksadıyla yapılanı meşhurdur. Şöyle ki, Buharı Bağdat'a geldiğinde Bağdatlılar onu denemek için yüz hadis seçerek isnadlarını ve metinlerini değiştirmişler; kalbettikleri hadisleri onar onar on kişiye vererek Buhari'ye sordurmuşlardır. buhari sorulan her bir hadisi dinledikçe böyle bir hadis bilmediğini söylemiştir. Son hadisin okunuşunun ardından kendisine en önce hadis okuyan şahısa dönerek “senin ilk okuduğun hadisin isnadı şu, metni şudur; ikincisi şöyledir” diyerek düzeltmiştir. Daha sonra ikinci, üçüncü şahsın okuduğu hadislerin ilkinden sonuncusuna kadar doğrusunu söylemiş, onuncunun hadislerini de aynı şekilde düzelterek büyük takdir toplamıştır.” 534 Kalp, ya ravinin zayıf olması sonucu muhalefetten doğar, ya da meselâ, kimsenin rivayet etmediği garîb hadis rivayet ederek ona olan rağbeti artırmak ve ilim taliblerini kendi hadis meclisine çekmek gibi bir maksatla veya Buhari misalinde olduğu gibi bir muhaddisi denemek için kasden yapılır. Ravinin muhalefetinden doğan kalb tekerrür ederse zabta dokunur. Kasden garâib rivayet ediyor intibaı uyandırmak için yapılan kalbi pek çok muhaddis sirkat saymış535; bir kısmı da hadis uydurmaktan farksız görmüştür. İster senedinde olsun, ister metninde, kelime ya da cümlelerin yerleri ve isnadları değiştirilerek kalb yapılmak sonucu meydana gelen hadise maklûb denir. Maklûb hadislere verilen misaller aynı zamanda kalbe de misal olurlar. Bu itibarla daha fazla kalb misali maklûb maddesinde görülebilir.

Kalb Fi's-Sened
Bk. Kalb.
Sözlükte bir nesneyi geriye döndürmek, çevirmek, altını üstüne getirmek manalarına gelir. 533 Hadis ıstılahı olarak kalb, bir hadisin senedinde veya metninde yer alan kelimelerin yerlerini değiştirmeye denir. Bu tariften anlaşılacağı gibi kalb, hadisin ya senedinde ya da metninde olur. Senedinde olana kalb fi's-sened; metninde olana ise kalb fi'1-metn adı verilmiştir. Kelimelerin olduğu gibi cümlelerin yerlerini değiştirmeye de kalb denilmiştir. Senedde kalbe misal vermek gerekirse râvinin hadisin senedinde bulunan Ka'b b. Murra ismini Murra b. Ka'b okuyup önce gelen kelimeyi sona, sona geleni ise başa alarak yerlerini değiştirmesi verilebilir. Bir hadisin isnadını başka hadise bağlamak, bir ravinin hadisini bir başka râvinin hadisiymiş gibi rivayet etmek de kalb şekillerindendir. Bir'de kalb-i mürekkeb vardır ki birkaç hadisin isnad ve metinlerini değiştirmekten ibarettir. Buhâri'nin Bağdat'a gelişinde hıfzını ve hadis bilgisini kontrol etmek maksadıyla yapılanı meşhurdur. Şöyle ki, Buharı Bağdat'a geldiğinde Bağdatlılar onu denemek için yüz hadis seçerek isnadlarını ve metinlerini değiştirmişler; kalbettikleri hadisleri onar onar on kişiye vererek Buhari'ye sordurmuşlardır. buhari sorulan her bir hadisi dinledikçe böyle bir hadis bilmediğini söylemiştir. Son hadisin okunuşunun ardından kendisine en önce hadis okuyan şahısa dönerek “senin ilk okuduğun hadisin isnadı şu, metni şudur; ikincisi şöyledir” diyerek düzeltmiştir. Daha sonra ikinci, üçüncü şahsın okuduğu hadislerin ilkinden sonuncusuna kadar doğrusunu söylemiş, onuncunun hadislerini de aynı şekilde düzelterek büyük takdir toplamıştır.” 534 Kalp, ya ravinin zayıf olması sonucu muhalefetten doğar, ya da meselâ, kimsenin rivayet etmediği garîb hadis rivayet ederek ona olan rağbeti artırmak ve ilim taliblerini kendi hadis meclisine çekmek gibi bir maksatla veya Buhari misalinde olduğu gibi bir muhaddisi denemek için kasden yapılır. Ravinin muhalefetinden doğan kalb tekerrür ederse zabta dokunur. Kasden garâib rivayet ediyor intibaı uyandırmak için yapılan kalbi pek çok muhaddis sirkat saymış535; bir kısmı da hadis uydurmaktan farksız görmüştür. İster senedinde olsun, ister metninde, kelime ya da cümlelerin yerleri ve isnadları değiştirilerek kalb yapılmak sonucu meydana gelen hadise maklûb denir. Maklûb hadislere verilen misaller aynı zamanda kalbe de misal olurlar. Bu itibarla daha fazla kalb misali maklûb maddesinde görülebilir.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget