Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

03/04/20

Kıyâmetin kopmasına yakın yeryüzüne dağılacak iki kötü millet. Ye’cüc ve Me’cüc denilen bu kimseler, Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Yafes'in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Her birinin bin çocuğu olur. Sayıları insanların ve cinlerin toplamının onda dokuzu kadardır. Çok eski zamanda bir duvar arkasına bırakıldıkları, kıyâmete yakın yeryüzüne yayılacakları, Kur’an-ı kerîmde haber verilmektedir. Arkeolojik araştırmalar yer altında kalmış şehirleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o duvarın bugün meydanda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydana geldi ise, o iki milletin de, bugün nerede oldukları bilinmeyen bir kaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplayacakları düşünülebilir.
Kur’an-ı kerîmde Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) Ye’cüc ve Me’cüc'e karşı seddi binâ ettikten sonra, meâlen; “Zülkarneyn; işte bu sed, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vâdi geldiği vakit (kıyâmet günü yaklaştığı zaman), O (Allahü teâlâ) bunu dümdüz yapar. Rabbimin vâdi bir haktır dedi” buyrulmuştur. (Kehf sûresi: 98)
Yine Enbiyâ sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ye’cüc ve Me’cüc'ün seddi açılıp da her tepeden koşmaya başlayacakları (yeryüzüne yayılacakları) zamana kadar (yeryüzündeki insanların ihtilafları devam edip duracaktır)” buyrulmuştur.
Ye’cüc ve Me’cüc'ün diğer faaliyetleri ve helâk olmaları ile ilgili hadîs-i şerîfler de vardır. Bunlardan İbn-i Mâce'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ye’cüc ve Me’cüc (seddi delmek için) her gün kazarlar. Nihâyet (delik açılarak) güneşin ışığını görmeleri yaklaşınca başlarındaki reisleri; Geri dönün, kalan kısmını yarın kazarsınız diye emir verir. (Kazı yapan amele de işi bırakıp geri döner.) Allahü teâlâ da orasını eski bulunduğu vaziyetten daha sağlam bir hâle çevirir. Nihâyet Ye’cüc ve Me’cüc'ün orada kalma müddetleri sona erip, Allahü teâlânın onları insanların üzerine (bir musîbet olarak) göndermeyi istediği zaman (gelince) tekrar kazı yaparlar. Fakat güneşin ışığını görmelerine (deliğin açılmasına) çok az bir mesâfe kalınca, başlarındaki kimse; Geri dönün! İnşâallah geri kalan kısmı yarın kazarsınız diyerek istisnâ (yani inşallah) kelimesini söyler. Onlar ertesi günü tünelin bulunduğu yere geldiklerinde, orasını bıraktıkları zamanki hâlinde (kapanmamış olarak) bulurlar. Hemen geri kalan kısmı delip çıkarak insanlara saldırırlar ve bütün suları içip kuruturlar. İnsanlar onlardan kurtulmak için kalelerine, barınaklarına kapanırlar…” Müslim'in, “Sahîh"inde bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Îsâ, Deccâl'i öldürdükten sonra, Hak teâlâ ona; Ey Îsâ! Ben öyle bir tâife gönderirim ki, bütün dünyâda hiç bir kimse onlarla harp edemez. Kullarımı Tûr'a götürerek koru diye vahyeder” buyruldu.
Ye’cüc ve Me’cüc, Mekke, Medîne, Kudüs ve Tûr dağından başka dünyânın her tarafını dolaşırlar. Buldukları insanları öldürürler. Geçtikleri yerde ne bulurlarsa yeyip bitirir, içip kuruturlar.
İmâm-ı Müslim'in “Sahîh”inde bildirdiği hadîs-i şerîfin devamında buyruldu ki: Cenâb-ı Hak, Ye’cüc ve Me’cüc'ü gönderir. Bunlar yüksek yerlerden akın edeceklerdir. Bu sûretle öncüleri Taberiye gölüne uğrayacak ve içindeki suyu içecekler. Sonra gelenler de oradan geçecekler ve; “Vaktiyle burada çok su varmış” diyeceklerdir. Nebîyyullah Îsâ ve eshâbı, Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhâsaranın şiddetinden bir öküz başı, onlardan her biri için, bu günkü paranızla yüz dinârdan daha makbûl olacak. Bunun üzerine Nebîyyullah Îsâ ve eshâbı, onların belâsından kurtulmak için Allahü teâlâya yalvarırlar. Allahü teâlâ onların duâsını kabûl edip, Ye’cüc ve Me’cüc kabîlesinin enselerine, nugaf denilen küçük kurtçukları musallat eder. Sabahleyin hepsi de Allahü teâlânın kudretiyle tek bir nefes gibi, bir anda helâk olurlar. Sonra Îsâ ve eshâbı Tûr dağından yere inerler. Yeryüzünde onların kokmuş leşlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar.
Îsâ ve eshâbı, yine Allahü teâlâya yalvarırlar; cenâb-ı Hak, Horasan develerinin boyunları gibi kuşlar gönderir. Onlar leşleri alıp Allahü teâlânın istediği yere atarlar. Sonra cenâb-ı Hak, pek çok yağmur indirir ki, hiç bir ev ve çadır, yağmurun inmesine engel olamaz. O yağmur, bütün yeryüzünü tertemiz, yemyeşil bir hâle getirir. Sonra yeryüzüne; “Meyvelerini bitir. Evvelki gibi feyz ve bereket ver” diye emrolunur. İşte o gün bir cemâat, tek nardan yiyip doydukları gibi, onun kabuğu ile de gölgelenirler. Merâya gönderilen deve, sığır, koyun ve keçilerin de sütleri bereketli olur. Öyle ki sağmal devenin sütü, kalabalık bir cemâati, sığırınki bir kabîleyi, koyunun sütü de yakın akrabâdan bir cemâati doyurur. İşte bunlar, böylece bolluk içinde huzûrlu bir hayat geçirirken, Allahü teâlâ hoş bir rüzgâr gönderir. Bu latîf rüzgâr onları koltuklarından tuttuğu hâlde, her mü’min ve müslümanın rûhları kabzolunur. Ortada en şerli insanlar kalır. O zaman da birbirleriyle boğuşurlar. Merkepler gibi halkın huzûrunda alenen zinâ ederler, işte bu fenâ kimseler üzerine de kıyâmet kopar.”
Yine İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ye’cüc ve Me’cüc'ün seddi açılıp, Allahü teâlânın; Her tepeden ve dereden akın ettikleri vakit...” (Enbiyâ sûresi: 96) buyurduğu veçhile çıktıklarında, bütün insanların başına musallat olup yeryüzünü kaplayacaklar. Mü’minler onlardan kaçıp şehirlere ve kalelerine sığınacaklar. Hayvanlarını da yanlarına alacaklar. Ye’cüc ve Me’cüc, yeryüzünün sularını içecekler. O kadar ki, onlardan bir kısmı bir nehre uğrayıp ondaki suyun hepsini içecek ve orayı kupkuru bir hâlde bırakacak. Ondan bir sonraki grup bu nehire uğradığında; “Burada bir keresinde su vardı” diyecek. İnsanlardan bir kalede veya bir şehirde bulunanlar hâricinde hiç kimse kalmayınca, içlerinden birisi; “Bunlar yeryüzü ehlidir. Onların işlerini bitirdik, gök ehli kaldı” diyecek. Sonra onlardan birisi mızrağını sallayıp onu göğe atacak. Mızrak, kendine bir imtihân ve fitne vesîlesi olarak, kana bulanmış olduğu hâlde geri dönecek. Onlar bu hâlde iken, Allahü teâlâ birden onların boyunlarından, çekirgelerin boynunda çıkan nugaf kurtçuğu gibi bir kurtçuk gönderecek. Hiç bir hareket ve ses işitilmeyen ölüler hâline gelecekler. Müslümanlar; “Allah için kendini fedâ edip şu düşmanın ne yaptığına bakacak bir kimse yok mu?” diyecekler. İçlerinden birisi kendini ölmüş sayarak aralarından sıyrılıp çıkacak, onları birbirleri üzerine yığılmış ölüler hâlinde bulup; ”Ey müslümanlar topluğu! Müjdeler olsun. Allahü teâlâ sizin için düşmanınıza kâfi olup, sizin yerinize onların hakkından geldi” diye nidâ edecek, şehirlerden ve kalelerden çıkıp hayvanlarını serbest bırakacaklar. Hayvanların, onların (Ye’cüc ve Me’cüc'ün) etlerinden başka bir otlamaya ihtiyaçları olmayacakhayvanları daha önce bulup yedikleri hiç bir bitki ile semirmedikleri kadar güzel bir şekilde semizlenecekler.”
Ye’cüc ve Me’cüc ortaya çıktıktan sonra insanların Mekke-i mükerremeye gelip hac ve umre yapacakları da hadîs-i şerîfte bildirildi.
Taberânî’nin, Nevas'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerîfte; “Müslümanlar; onların silâhlarının kılıflarını, yaylarını, kalkanlarını, oklarını yedi sene yakacaklar” buyruldu.
Ebû Sa’îd-i Hudrî'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, kıyâmet günü, Allahü teâlânın Âdem'e (aleyhisselâm) hitâb buyurup; “Yâ Âdem! Evlâdından Cehennem’e lâyık olan gönder!” diyeceği, Âdem de (aleyhisselâm); “Yâ Rabbî! Ne kadar?” diye sorunca; “Her bin kişiden dokuzyüzdoksandokuzu Cehennem’e ve biri Cennet’e” buyrulacağı ve mahşer halkının bu dehşetli hâlin verdiği korkudan şaşkına dönecekleri bildirildi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hâli haber verince, Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); “Yâ Resûlallah! O (binde) bir hangimiz olabilir?” diye sordular. Resûlullah efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem“Size müjdeler olsun. Sizden bir kişiye mukâbil Ye’cüc ve Me’cüc'den bin kişi” (Cehennem’e gönderilecektir) buyurdu. Sonra da; “Hayatım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn eder ve ümîd ederim ki, siz (Muhammed ümmeti) Cennet ehlinin dörtte birini teşkil edersiniz” diye müjdeleyince, Eshâb-ı kirâm; (Allahü ekber) dediler. Bunun üzerine Resûlullah“Umarım ki Cennet ehlinin üçte biri olursunuz” buyurdu. Eshâb-ı kirâm yine tekbir getirdiler. Bunun üzerine de; “Umarım ki Cennet ehlinin yarısı olursunuz” buyurdu. Eshâb-ı kirâm da tekbir getirdiler. En son Resûlullah“Siz, mahşer halkının tamamına kıyas edilince, ancak bir beyaz öküzün derisi üzerindeki siyah bir tüy mesabesindesiniz. Yâhud da, siyah bir öküz derisinde sanki beyaz bir tüy” buyurdu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Zülkarneyn aleyhisselâm beyaz-kırmızı benizli, orta boylu idi. Güzel ahlâklı, Hakk'a teslimiyeti huşû içinde ve tam, halkına karşı mütevazı ve adâlet sâhibi idi. Cenâb-ı Hakk’ın çeşitli ihsânlarına kavuşmuştu. Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirde çok gayretli idi. Dünyâ malına rağbet etmez, haram ve şüphelilerden çok sakınır, elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun için sabahtan akşama kadar kendi eli ile zenbil örer; kendine çoluk-çocuğuna bu paradan harcar, artanını fakirlere sadaka verirdi. Güzel ve kerîm bir zât idi.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi, insanlara çok büyük zararlar ve sıkıntı veren Ye’cüc ve Me’cüc kavminin zararlarına mâni olmak için, bir sed yaptı. Bu seddi rivâyetlere göre, Asya'nın kuzey doğusundaki mü’min Türklerin ricâsı üzerine inşâ etti. İki dağ arasında, taş ve demirden yapılmış olan bu sed, bugünkü Çin seddinden başkadır. Böyle bir seddin yapılmasına sebep olan ve kıyâmete yakın seddi yıkıp yeryüzüne dağılması gereken bu kavmin nasıl olduğu; özellikleri, üremeleri, dünyâya yayılışları ve ortadan kaldırılışları ne şekilde olacaktır? Bu husûslar, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde nasıl bildirilmiştir? Bunlar, İslâm âlimlerinin eserlerinde geniş anlatılmıştır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber veya velî. Kur’an-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikredilmiştir. Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Yafes'in soyundandır. Asıl ismi İskender'dir. Doğuya ve batıya gittiği için, İskender-i Zülkarneyn namıyla anılmıştır. Yemen'de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo'nun talebesi olan Makedonyalı İskender'den daha önce yaşadı. İbrâhim'le (aleyhisselâm) birlikte haccetti. Onun elini öpüp duâsını aldı. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı (aleyhisselâm), ordusuna kumandan tâyin etti. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin insanlara zarar vermelerine mâni olmak için taş ve demirden bir sed yaptı. Asya ve Avrupa kıtalarına hâkim oldu. Her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaydı. Kafirlerle savaşıp, mü’minlere güzel muâmelede bulundu. Vazifesini bitirip ömrünü tamamlayınca, Medîne ile Şam arasında, Şam'a beş günlük mesâfedeki Dûmet-ül-Cendel denilen yerde vefât eyledi. Mekke'de veya yine o civarda Tehâme dağlarında defnedildi.
İskender-i Zülkarneyn, doğuya ve batıya (yeryüzüne) hâkim olan bir cihângirdi. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde; “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan ikisi, Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kafir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî mâlik olacaktır” buyurmuşlardır.
Mûsâ'ya (aleyhisselâm) gelen Tevrât'ın bir yerinde hazret-i Zülkarneyn'den bahsediliyordu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de peygamberliğini îlân edip, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen ibretli hâdiselerden bahsedince; Kureyş müşrikleri, O'na karşı muhâlefet etmek için kendilerince daha ilgi çekici olan hikâyeler bulup anlatmaya başladılar. Yahudilerden ve İranlılardan duydukları masallar ve geçmiş ümmetlere dâir hikâyelerle, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı çıkmaya kalkıştılar. O sırada âhır zaman peygamberinin kendi içlerinden çıkacağı ve oraya hicret edeceği inancıyla Medîne'ye gelip yerleşmiş olan birçok yahudi vardı. Mekkeli müşrikler, Medîne yahudilerine adam gönderip, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) imtihân için malûmat istediler. Medîne yahudileri onlara; Eshâb-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip fetheden Zülkarneyn'i ve rûhun mâhiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra da; “Eğer bu üç şeyden haber verirse peygamberdir, O'na uyun. Eğer cevap veremezse yalancının biridir, istediğinizi yapın” dediler. Yahudilerden bu bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip bu üç soruyu sordular. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kimseden ilim öğrenmemişti, okuması yazması bile yoktu. İnsanlara söyledikleri, Allahü teâlânın kendisine vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bildirdiği veya kalbine ilham ettiği şeylerdi. Tabi ki, O, ne Eshâb-ı Kehf’i, ne rûhun mâhiyetini, ne de Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) bir yerden öğrenmiş değildi. Müşrikler gelip sorularını sorunca Allahü teâlâ, Resûlüne Kehf sûresini inzâl buyurdu. Bu sûrenin 83-98. âyet-i kerîmelerinde Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) doğuya ve batıya seyahati, bu sırada karşılaştığı kavimler ve kâfirlere olan muâmelesi anlatıldı. Bu vesîleyle müslümanlar da Zülkarneyn aleyhisselâm hakkında en doğru bilgilere sâhip oldular. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Senden Zülkarneyn'i (aleyhisselâmsorarlar. Sen; Ben size onun hâlinden (Allahü teâlâ katından) haber vereyim de! Biz onu yeryüzünde bir kudrete erdirdik. (Onu dünyâda hâkimiyete, güzel bir tasarrufa muktedir kıldık) ve ona her (istediği) şeyden bir sebep verdik. (Onu ilme, kudrete ve başka ne lâzımsa hepsine malik eyledik.) O da, (batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin battığı yere ulaştı. Onu (güneşi) sanki kızgın siyah çamurlu bir pınar içine batarken buldu. Ve onun yanında bir kavim buldu. Ey Zülkarneyn! (Sen muhayyersin. İslâm'a gelmezlerse dilersen öldürmek sûretiyle bu kavme) azâb et! Yâhud onların hakkında hüsn-i muâmele (onları, hak dîne çağırarak kendilerini irşâda çalışırsın. Kendilerine dînî mes’eleleri talim) edersin” dedik. Zülkarneyn hak dîne dâveti seçip), dedi ki: Her kim (ben dîne dâvet ettiğim hâlde küfürde ısrâr ile nefsine) zulmederse biz ona öldürmekle azâb ederiz. Sonra da o, kıyâmette Rabbine döndürülür. Allahü teâlâ ona işitilmemiş şiddetli azâbı ile azâb eder. Ama, kim îmân eder, sâlih amelde bulunursa, onun için dünyâ ve âhırette çok güzel bir mükâfât (Cennet) vardır. Ona emrimizden kolay tarafını da söyleyeceğiz. Sonra o, başka bir yol tuttu (doğuya gitti). Nihâyet üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere ulaştığı zaman, onu bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için buna karşı (korunacak) hiç bir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn'in işi) böyle idi. (Kudreti, mülkü, saltanatı anlatılanlar gibi idi.) Halbuki onun yanında olan (asker, aletler ve kuvvetin gizli ve açık) cümlesini ilmimizle kuşatmışızdır. Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye gitti). Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman, onların önünde hemen hiç söz anlamaz bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla); Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc tâifesi bu yerde fesâd (katil, tahrip, zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek de bizimle onların arasına sed yapsan dediler. (Zülkarneyn;) Rabbimin bu işte bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz haraç ve masraftan hayırlıdır. Haydi siz bana (bedenî) kuvvetle (ve lâzım olan aletlerle) yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir sed (duvar) yapayım. Bana demir kütleleri getirin dedi. (Onu getirdiler. O iki dağın arasını su çıkıncaya kadar kazdılar. Temelini kayalarla doldurup üzerine bir kat demir, bir kat odun döşediler.) Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit oldu. (Sonra çalışanlara) Üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca; Getirin bana, üstüne erimiş bakır dökeyim dedi. Artık (Ye’cüc ve Me’cüc kavmi) onu aşmaya güç yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de kâdir olamadılar. (Zülkarneyn); İşte bu (sed) Rabbimin bir rahmetidir. Fakat Rabbimin vâdi geldiği vakit (kıyâmet yaklaştığı zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin vâdi bir haktır” dedi.”
Bu âyet-i kerîmeleri tefsîr eden müfessirler, hadîs-i şerîflerde ve çeşitli rivâyetlerde bildirilen haberlerle oldukça geniş açıklamışlardır. Bu bilgilerin ışığında Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) hayatı ve hâlleri şöyle anlatılmıştır:
Sâlih bir zât olan Zülkarneyn'i (aleyhisselâmAllahü teâlâ, yeryüzündeki insanlara, emir ve yasaklarını tebliğ ile vazifelendirdi. Zülkarneyn (aleyhisselâm), Allahü teâlâya niyâzda bulunup; “Yâ Rabbî! Bana tevcih ettiğin bu işte ancak sen yardıma kâdirsin. Beni hangi ümmetlere gönderdiğini, onlara hangi asker ve kuvvetle ve nasıl gâlib geleceğimi, bunun için hangi çârelere baş vuracağımı, onlara karşı çoğunluğu nasıl elde edeceğimi, hangi hilm ve sabırla karşı duracağımı, nasıl hitâb edeceğimi ve lisânlarını nasıl anlayacağımı, sözlerini hangi kulak ile duyacağımı, hangi göz ile onlara nüfûz edeceğimi, karşılarına hangi hüccetle çıkacağımı, işlerini hangi hikmetle düzenleyeceğimi, aralarında hangi ilim ve adâletle hükmedeceğimi bilmiyorum. Bu bahsettiğim şeylerden hiçbiri bende yok. Yâ Rabbî! Sen Rahimsin. Sen hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemezsin. Bilakis sen, kullarına merhamet edensin” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
“Sana verdiğim vazifeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Her şeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, ta uzaktakileri işitirsin. Basîretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfûz edersin. Tedbirli olmak istidâdını veririm, her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin her şeyi ihsân ederim. Bunları, senin için muhâfaza ederim. İstediğini her zaman bulursun. Ayağını sağlam bastırırım. Sana heybet veririm, hiç bir kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiç bir şey sana zarar veremez. Seni kuvvetlendiririm, hiç bir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm, hiç bir şeyden korkmazsın. Nur (aydınlık) ve zulmeti (karanlığı) emrine verir, onları senin askerin yaparım. Nur, önünde yol gösterir; zulmet, arkandan seni muhâfaza eder.”
Allahü teâlâ bulutları ve başka vâsıtaları Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) emrine verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerinde tasarruf ve hâkimiyet verdi. Ayrıca; beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse, siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece kısa zamanda düşmana gâlib gelirdi. Her sefere çıkışında, önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi, devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymayı azmetti. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı (aleyhisselâm) kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti.
Allahü teâlânın emriyle, mü’minlerden meydana gelen ordusu ile birlikte, ilk önce batıya yürüdü. Vardığı her yerde kâfirleri hak dîne dâvet etti. İnananlara iltifât ve ikrâmda bulunup inanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş, hep deniz başlamıştı. Oraya vardığı sırada güneşin batma vakti idi. Güneş kızarmış bir hâlde sanki bir çamur pınarında batıyor gibiydi. İnsan gözü güneşin o şekilde battığını zannediyordu. Elbette ki, güneş, değil o denizden, dünyâdan bile defâlarca büyüktü. Zülkarneyn (aleyhisselâm) orada bir kavim buldu. Bu kavmin fertleri kâfir idi. Vahşî hayvan derilerinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Değişik bir dille konuşan, bu güçlü kuvvetli kimselerin acayip tabîatları, yadırganacak âdet ve huyları vardı. Allahü teâlâ, Zülkarneyn'i (aleyhisselâm), onlar hakkında serbest bıraktı. Dilerse îmân etmeyenleri öldürmesini, isterse onların hak dîni kabûl etmeleri için gayret göstererek güzel muâmelede bulunmasını bildirdi. Zülkarneyn'e (aleyhisselâmAllahü teâlânın bildirmesi; eğer kendisi peygamber ise, melek ile; değilse, yanında bulunan bir peygamber ile veya tâbi olduğu peygamberin dîni dairesinde kendisinin yaptığı ictihâd iledir.
Zülkarneyn aleyhisselâm bunlardan ikincisini tercih edip, hüsn-i muâmelede bulundu ve onlara; “Her kim nefsine zulmederek dâvetimi kabûl etmez, küfürden ayrılmazsa; elbette onu öldürürüz. Sonra da âhırette Rabbimizin mahkeme-i kübrâsına sevk olunur. Allahü teâlâ da onu şiddetli ve ebedî olan Cehennem azâbıyla cezâlandırır. Ama kim dâvetimi kabûllenir, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetir ve tasdik eder, yapması emredilen ibâdet ve vazifeleri yerine getirirse, onun için çok güzel ve ebedî olan Cennet vardır. Böyle îmân eden kimse için kendisine emrettiğimiz şeylerde kolaylık söyler, ona; namaz, zekât, cihâd gibi yapabileceği şeyleri teklif eder, yapamayacağı meşakkatli şeyleri emretmeyiz” dedi. Onları îmâna dâvet etti. Bir kısmı îmânla şereflendi, bir kısmı da yüz çevirdi. Zülkarneyn (aleyhisselâm), îmân etmeyenlerin üzerine yürüdü ve karanlık içinde bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Helâk olacak bir hâle gelince, Zülkarneyn'e (aleyhisselâm) yalvararak tevbe edip, dâvetine icâbet ettiler. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine îmân edip, O'nun emir ve yasaklarına canla başla tâbi olacaklarına söz verdiler.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), bu müslümanlardan kalabalık bir ordu kurdu. Bu ordunun arkasını karanlıkla emniyete aldı. Beyaz bayrağı nûr ile önünü aydınlattı. Ordusu ile uğradığı her yerde, ne kadar millete rastlamışsa hepsini hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâya îmâna ve ibâdete çağırdı. Îmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. İbrâhim'le (aleyhisselâm) görüştü. Hayır duâsını aldı. Nâsîhatlerine mazhâr oldu.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Orada güneşten korunacak kaya ve ağaç cinsinden hiç bir şey yoktu ve buranın insanları, güneş doğunca, yeraltındaki mahzenlerine veya denize girerlerdi. Güneşin şiddetli sıcağı geçince, girdikleri yerlerden çıkıp, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Zülkarneyn (aleyhisselâm), onları da hak dîne dâvet etti.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), daha sonra, kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. Bilmediği bir dille konuştuklarından bir şey anlamıyordu. Bir tercümân vâsıtasıyla veya Allahü teâlânın ihsânı olarak Zülkarneyn (aleyhisselâm), onların sözlerini anladı. O kavmin pâdişahı, Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) iyilikle karşıladı. Hediyeler takdim etti. Bütün kavmi ile birlikte hak dîni kabûl etti. Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) iltifâtına mazhar oldu. O kavim, Zülkarneyn'e (aleyhisselâm) Ye’cüc ve Me’cüc'den şikâyet etti. O kavimle birlikte Ye’cüc ve Me’cüc'ün zararından korunmak için sed yaptılar.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) yaptığı seferlerin birinde, bir ülkeye uğradı. Oradaki insanların elinde dünyâ serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden te’min ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezârını kazar, her gün mezârını temizler ve ibâdetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (aleyhisselâm), bunların hükümdârlarını çağırttı. Hükümdâr; “Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm) bu söz üzerine hükümdârın yanına giderek; “Ben seni dâvet ettim, niye gelmedin?” dedi. Hükümdâr; “Sana bir ihtiyâcım yok, olsa gelirdim” cevâbını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Bu hâliniz nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim” deyince, hükümdâr; “Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz! Çünkü baktık ki; bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzûru bozulacak. Onun için dünyâlık peşinde değiliz” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Bu mezârlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibâdetlerinizi burada yapıyorsunuz?” diye sordu. Hükümdâr; “Dünyâlık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezârları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vaz geçeriz” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifâde etseniz olmaz mı?” dedi. Hükümdâr; “Midelerimizin, canlı hayvanlara mezâr olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zâten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız” diye cevap verdi.
Bir gün birisi Zülkarneyn'e; “Bana, îmân ve yakînimi kuvvetlendirecek bir şey öğret” dedi. O da; “Gadab edip kimseye kızma, zirâ şeytanın insana en çok hulûl edebileceği zaman, insanın hiddetli ânıdır. Bunun için, hiddetini sükûnetle yenmeye çalış. Sakın acele etme, zirâ acele ettiğin zaman, nasîbini kaybedersin. Yakın ve uzağına karşı yumuşak ol; inâdçı, inkârcı ve zâlim olma” diye cevap verdi.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), Allahü teâlânın yardımı ile doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri fethedip, her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazifesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi. Kendisi Medîne ile Şam arasındaki Dûmet-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Az bir zaman sonra da vefât etti. Mekke'ye veya Mekke civarındaki Tehâme dağlarında bir yere defnedildiğine dâir rivâyetler vardır.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) vefât etmeden önce yakınlarına; “Ben vefât edince, usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yalnız kollarım, dışarıda sarkık kalsın! Hazînelerimi de katırlara yükleyin” diye vasiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Definden sonra, âlim olan büyük bir zât, onun bu sözlerini şöyle açıkladı. “İskender-i Zülkarneyn, demek istedi ki: Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazînelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ nîmetleri, kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi, mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı, dünyâda kalıyor sizler, âhırette de faydalı olacak işleri yapın.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget