Daha önce tafsilatıyla anlatıldığı üzere Nûh'a (aleyhisselâm) inanmayıp âhırette sonsuz azâba düçâr olan; dünyâda ise suda boğularak helâk edilen kavmin, bu duruma gelmesine sebep olan hâlleri, kısaca şöyledir. Her mü’minin bundan ibret alıp sakınması ve onların âkıbetine düşmekten korkup, titremesi lâzımdır.
1- Küfür: O kavimde, Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olanların dışındaki herkes îmânsız olup, Allahü teâlâya ve gönderdiği peygambere inanmıyordu. Onların kâfir oldukları, Kur’an-ı kerîmde zikrolunmaktadır. Nûh sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh dedi ki: “Ey (beni hidâyet ve doğru yolda gitmek yaratılışı ile terbiye edip, yetiştiren) Rabbim! Yeryüzünde hareket eden, gidip gelen hiç bir kâfiri bırakma. Eğer sen onları (içinde bulundukları hâl üzere) bırakırsan, kullarını dalâlete sürüklerler.” (Senin vahdâniyetini, bir olduğunu tasdik etmiş olan kullarını doğru yoldan ayırır, tevhidden küfre döndürmek isterler.)
2- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, putlara tapıyorlar, başkalarını da putlara tapmaya teşvik ediyorlardı. Putlara tapmak, müşriklik olup, bu da küfrün bir çeşididir. Onların bu hâli Nûh sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi. (Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, aşağı tabakadan kendilerine tâbi olanlara;) “İlâhlarınıza ibâdeti sakın terketmeyin. Husûsen, Vedd, süvâ, yegûs, ye’ûk ve nesr isimlerindeki putlarınızı, bunlara ibâdeti sakın ola ki terketmeyin dediler.”
3- Yine îmân edenlerden başka herkes zındık idi. Zındık, burada putlara tapan, âhırete, Allahü teâlânın Rab olduğuna inanmayan demektir.
4- Onlar âhıret gününü, öldükten sonra tekrar dirilmeyi, haşrı ve neşri inkâr ederlerdi. Hazret-i Nûh'un bildirdiği tevhid (Allahü teâlânın var ve bir olduğunu tasdik etmek) îtikâdına, dalâlet dediler. Kıyâmet günü ile korkutmasına ise apaçık bir sapıklık dediler. Onların bu sözleri, kıyâmet gününü yalanladıklarını göstermektedir. Halbuki, Allahü teâlânın bütün peygamberleri, başta, Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân etmeyi bildirmişlerdir. Ümmetlerinden ilk olarak bunu tasdik etmelerini istemişlerdir. Diğer peygamberler gibi Hazret-i Nûh da, kavmine bunu bildirmiş kavmi ise onu yalanlamıştır.
5- Onlar, Allahü teâlâ tarafından kendilerine peygamber olarak gönderilen Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olmayıp bunu kendileri için aşağılık saydılar. O yüce peygamberi, kendileri gibi alelâde bir insan olarak gördüler. Peygamber olarak gönderilen zâtın kendilerinden apayrı cinsten biri olması, meselâ bir melek olması lâzım geldiğini zannettiler. Nitekim Mü’minun sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden kâfir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nûh ancak sizin gibi bir insandır. (Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi nasıl, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir. Sizi tevhide dâvet etmekle) üzerinizde fazîletli ve size reis olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakîkaten Allahü teâlâ kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra tekrar dirilmeye âit olarak bizi dâvet ettiklerinin hiç birini atalarımızdan duymadık. Bu Nûh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin, ona nezâret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez.”
Yine Mü’minun sûresinin 31-37. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyuruldu ki: “Nûh'a inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayanlardan, dünyâ nîmetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, diğerlerine; Bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtâç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size; ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükten,sonra, bir daha dirilmek yoktur dediler.”
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i kudsîde; “Allahü teâlâ buyurdu ki: Âdemoğlu yalanlamaması lâzım geldiği hâlde beni yalanladı. Şetmetmemesi lâzım geldiği hâlde beni şetmetti. Onun beni yalanlaması, benim kendisini ilk yarattığım gibi (tekrar) onu diriltemeyeceğimi söylemesidir. Onun beni şetmetmesi; Allah çocuk edindi demesidir. Halbuki ben ehad (var ve bir, eşi, ortağı olmayan) ve samedim (yani üstünlüğüm nihâyet derecesinde, sonsuz olup, mahlûkların hiç birisine muhtâç olmayan ebedî ve ezelî Mâlik ve Hâkimim), Doğmadım, doğurulmadım. Bana hiç kimse denk değildir.”
6- Onlar Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olmadıkları gibi bir de onu yalanladılar. Kur’an-ı kerîmde; Hac, Şuarâ, Sâd, Gâfir (Mü’min), Kâf ve Kamer sûrelerinde bu hâl bildirilmektedir. Meselâ Kamer sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Mekke kâfirlerinden evvel kulumuz Nûh'u, kavmi tekzip edip, mecnûndur (delidir) demişlerdi. Hem de, çeşitli eziyetlerle, onu tebliğ vazifesinden zecr etmişlerdi.” (Yâni her türlü yolu deneyerek, onun, peygamberlik vazifesini tebliğ etmesine, yaymasına mâni olmuşlar, bu vazifesine mâni olmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardı.)”
Âyet-i kerîmelerde, Mekkeli müşriklerden evvel; Nûh, Âd, Semûd, Lût kavimleri, Fir’avn, Eshâb-ı Ress ve Eshâb-ı Eyke gibi toplulukların da, kendilerine gönderilen peygamberleri tekzip ettikleri ve bu yalanlamalarının cezâsı olarak dünyâ ve âhırette helâk oldukları bildirilmektedir.
7- Kendilerine rahmet olarak gönderilen peygambere, Hazret-i Nûh'a âsî oldular, karşı geldiler. Nitekim Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh dedi ki: “Ey Rabbim! (Bu kadar uzun dâvet ve nasîhatime rağmen, kendilerine emrettiğim şeylerde) onlar bana âsî oldular...” buyrulmaktadır.
8- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olup, îmân etmeyenler, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği nîmetlere şükretmiyorlar. O'ndan hayâ etmiyorlar ve azâbından korkmuyorlardı. Allahü teâlânın yüceliğine, rahmetinin genişliğine, azâbının çetinliğine hiç aldırış etmiyorlardı.
Nitekim Nûh sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh, kavmine şöyle dedi; Size ne oldu ki, Allahü teâlânın âzametine, büyüklüğüne îtikâd etmiyorsunuz, O'nun ihsânını ümîd etmiyorsunuz? O'nun azâbından ve O'na muhâlefet etmekten korkmuyorsunuz?”
9- Onların kadınları da, edeb ve hayâsını kaybetmiş çok ahlâksız bir hâl üzere idiler. Zînetlerini yabancı erkeklere gösterirlerdi. Giydikleri elbiseleri incilerle süsleyip, yol ortasında çalım satarak ve salınarak yürürlerdi. Bu ise haramdır. Nitekim Ahzâb sûresinin 33, âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Eski câhiliyye zamanındaki kadınlar gibi; kendinizi süsleyip sokakta salınarak yürümeyin...” Bâzı âlimler bu âyet-i kerîmede geçen; “Eski câhiliyye zamanı”ndan murâdın, Âdem (aleyhisselâm) ile Nûh (aleyhisselâm) arasındaki zaman olduğunu haber vermişlerdir.
10- Zinâ, bütün dinlerde haram kılınmış, en çirkin günahlardan olduğu hâlde onlar bu fiili işlerlerdi.
11- Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, zevk ve lezzetlere düşkün olan reislerine uyarlar, onların peşinden giderlerdi. Hattâ bunu da kendileri için bir kıymet sayarlar, başkalarının sevgi ve muhabbetlerine bunları tercih ederlerdi. Mal ve evlâd sâhibi olup, hâlleriyle övünen, gururlanan reislerine uyarlardı. Nitekim, Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh şöyle dedi: Rabbim, onlar (kendilerine emrettiğim şeylerde) bana isyân ettiler, kavmimin fakirleri de şu kimselere tâbi oldular ki, onların mal ve evlâtları ancak âhırette hüsrânlarını arttırır. Onlar zenginler ve kavmin reisleridir.”
Şunu iyi bilmelidir ki, hep keyif ve lezzetlerini düşünen, zenginliği, makâm sâhibi olmasıyla gururlanıp şımaran kimselerle beraber olmak, onlarla düşüp kalkmak, insanın hem şahsına, hem de dînine çok zararlıdır. Çünkü onlarla beraber bulunanlar, zamanla onların huyunu ve ahlâkını kapar ve onlara benzemeye başlar. Onlar gibi, mala, mülke düşkünlüğü artar ve bu arzu kendini kaplar. Netîcede istedikleri şeylere kavuşabilmek için bir çok zahmet ve meşakkatlere katlanır. Bu arzularını mubâh ve meşrû yollardan elde edemezse, meşrû olmayan yollara saparak, haram ve mekruhlara dalar. Hattâ bâzan, arzu ve maksadına kavuşması, onu şımarıklık ve azgınlığa kadar götürür. Elde ettiklerini de güzel bir şekilde sarfetmez. Vakitleri de bunların meşgûliyet ve sıkıntıları ile ziyân olur.
Böyle bir kimse, çalışıp, gayret gösterdikten sonra bütün gücünü sarfettiği hâlde maksadına kavuşamazsa, ya dindarlık tarafı gâlip gelir; maksadına ulaşamadığı için sabredip gam ve kedere tahammül gösterir. Veya, dînine bağlılığında fitne ve bozukluk meydana gelir. Bu sefer de, Allahü teâlânın takdirine karşı gelmeye, kızmaya başlar ve felâkete sürüklenir.
Ebû Nu'aym, Avn bin Abdullah'ın (rahmetullahi aleyhim) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Bir ara zenginlerle beraber bulunmuştum. Onların arasında gam ve kederim pek fazla idi. Çünkü, onların, elbiselerine ve bineklerine bakar, benimkilerden daha iyi olduğunu görür bunun için üzülürdüm. Fakat, daha sonra fakirlerle beraber bulundum. Önceki gam ve kederli hâllerden kurtularak rahata kavuştum.”
Büyüklerden, buna benzer daha nice sözler nakledilmiş, lüzumsuz dünyâlığı toplamanın, hattâ bununla vakit geçirenlerle beraber olmanın, dert ve gamı satın almak olduğu bildirilmiştir.
İbn-i Hâcer-i Askâlânî'nin (rahmetullahi aleyh) El-Münebbihât kitabında bildirdiği ve İmâm-ı Tirmizî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İki haslet vardır ki, kimde bunlar bulunursa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kimde bu ikisi bulunmazsa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Bu iki haslet şudur: 1- Kişinin, dîni husûsunda kendisinden yukarıdakine bakıp ona uyması, 2- Dünyâsı husûsunda kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine olan lütfunden dolayı hamdetmesidir. Allahü teâlâ böyle bir kulu şükredici ve sabredici olarak yazar. Bunun aksi, kişinin, dîni husûsunda kendisinden aşağıdakine, dünyâ husûsunda kendisinden yukarıdakine bakması ve kaçırdığı şeyden dolayı üzülmesidir. Böyle bir kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz.”
İmâm-ı Ahmed, Müslim, Tirmizî ve İbn-i Mâcenin (rahmetullahi aleyhim), Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “(Dünyâlık bakımından) sizden aşağıda olanlara bakınız, sizden yukarıda olanlara bakmayınız. Böyle yapmak, Allahü teâlânın size verdiği nîmetleri aşağı görmekten pek sakındırıcıdır.”
12- Mekr, hîle yapmak büyük günahtır. Allahü teâlâ, Nûh aleyhisselâmın kavmi için, Nûh sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ve çok büyük bir mekr, hîle yaptılar” buyurdu.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) bu âyet-i kerîmenin meâli hakkında; “Dinde büyük bir mekr yaptılar” buyurmuştur.
Mekrin âkıbeti pek vahimdir. Mekrin hakîkati, başkasına zarar vermek için hîle yapmaktır. Fâtır sûresinin 43. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Çirkin fiil, kötü hîle, ancak sâhibinin (hileyi yapanın kendi) başına geçer.”
13- İnsanları aldatıp doğru yoldan saptırmak, onları Allahü teâlâya îmândan, O'na tâattan menetmek, onları, günahlara ve kötülüklere dâvet etmek, kötü kimselere tâbi olmak, onların peşinden gitmek, çok yanlış ve çirkin bir iştir. Hazret-i Nûh'un kavmi, bu yanlış hâlde bulunuyordu Nitekim, Nûh sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçekten bunlar çok kimseyi azdırıp yoldan çıkardılar” buyruldu. Âlimler, bu âyet-i kerîmenin; Nûh aleyhisselâmın kavmi içinde, insanları doğru yoldan saptırmaya çalışanların bulunduğunu, dalâlet ehline uymanın kötülüğünü ve diğer dinlerde de bunun yasaklanmış, nehyedilmiş olduğunu haber vermişlerdir.
İmâm-ı Ahmed ve Taberânî'nin (rahmetullahi aleyhima), Ebud-Derdâ'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ümmetim hakkında en korktuğum; reis, rehber durumunda olup da insanları doğru yoldan saptıranlardır.”
Buharî, Müslim, İmâm-ı Ahmed, Tirmizî ve İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyhim) Abdullah bin Amr bin Âs'tan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfinde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ ilmi, insanlardan hemen çekip almaz. Âlimleri almak sûretiyle ilmi alır. Nihâyet âlim kalmayınca, insanlar, câhil kimseleri kendilerine baş, rehber, reis edinirler. Bunlara suâl sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı hâlde fetvâ verirler. Böylece, hem kendileri dalâlete düşer, hem de başkalarını sapıtırlar.”
14- Nâsîhat dinlemekten yüz çevirmek. Bu hâl çok fenâdır. Nâsîhat dinleyerek ve nasîhatlere uyarak hâlini düzeltmek yerine, nasîhat dinlemekten yüz çevirip, ayrılmak akıl sâhiplerinin yapacağı şey değildir.
Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen, Hazret-i Nûh'un Allahü teâlâya şöyle münâcât ettiği bildirilmektedir: “Îmân etmeleri sebebiyle, onları mağfiret etmen için, her ne zaman kendilerini îmân etmeye dâvet ettimse, dâvetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını kapadılar. (Dâvetimi duymak istemediklerinden başka, yüzümü dahî görmemek için) elbiselerini de başlarına örttüler. Küfür ve isyânlarında ısrâr edip, bana tâbi olmaktan istikbar ettiler. (Çok kibirlenip, tâbi olmaktan kaçındılar.)”
İşte nasîhat dinlemekten yüz çevirenlerin hâli, Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin hâline benzemektedir. Halbuki, nasîhat dinlememek, insanı, kibre ve Allahü teâlâdan yüz çevirmeye götürür.
Şeyhayn, Ebû Vâkıd Leysî’den (rahmetullahi aleyhim) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâm ile birlikte mescidde oturuyordu. Bu sırada mescide üç kişi girdi. Bunlardan ikisi Resûlullah’ın huzûrlarına kadar geldiler. Birisi halkada (sohbette bulunanlar arasında) bir boşluk bulup oturdu. Diğeri de geri tarafta bir yerde oturdu. Üçüncü ise geri dönüp gitti.
Resûlullah aleyhisselâm sözlerini bitirince buyurdu ki: “İsterseniz, bu üç kişinin hâlini size haber vereyim. (Halkada yer bulup oturan birinci kimse için) İçlerinden biri Allahü teâlâya sığındı. Allahü teâlâ da onu barındırdı. Diğeri utandı. (Halkaya oturmak için sıkışırsa, diğerlerine sıkıntı vermekten korktu ve geride oturdu.) Allahü teâlâ da ondan hayâ etti. Öteki de (geri dönüp giden üçüncü şahıs ise, bu meclisten) yüz çevirdi. Allahü teâlâ da ondan yüz çevirdi.”
15- Nâsîhat edenlere buğzetmek: Hazret-i Nûh, kavmine nasîhat ederken, onların, elbiseleriyle yüzlerini kapatmaları; nasîhat edenlere kızıp hakâret ettiklerini gösteriyor.
Hazret-i Ömer, buyurdu ki: “Nâsîhat edenleri sevmeyen, (onlara buğzeden) kimsede hayır yoktur.” Bunun sebebi de câhilliktir. Nitekim, âlimlerimiz; “Câhil, kendisine nasîhat edene düşman olur” buyurmuştur.
16- Mâsiyette, (günah işlemekte) ısrâr etmek de çok hatâlı bir davranıştır, hâldir.
Isrârın aslı; devam, sürat ve bu’d yâni uzaklıktır. Günah işlemekte ısrâr eden kimse, müptelâ olduğu günahı devamlı yapar. Bir defâ yapınca, diğer bir defâ daha yapmaya azmeder. Günahı tekrar işlemekte sürat gösterir, yâni beklemeden tekrar tekrar yapar. Hal böyle olunca, iyilik yapamaz olur. Bu sebeple hayırdan uzaklaşır. Böyle bir kimsenin yaptığı günahtan pişman olması, günahtan yüz çevirmesi lâzımdır. İstiğfar, günahtan ayrılmak, onu terketmektir. Hazret-i Nûh da kavmine, îmân etmelerini, işledikleri günahlarından dolayı istiğfâr etmelerini emretmiştir.
Nitekim Nûh sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde, Hazret-i Nûh'un meâlen Allahü teâlâya; “(Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki, küfürden tevbe edip, Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ O, şirk ve isyândan tevbe edeni, çok mağfiret edicidir.” dediği bildirilmektedir.
Fakat onlar, günahta tekrar tekrar ısrâr edip, istiğfârda bulunmadılar. Dâveti kabûl etmediler. Nûh sûresinin 6. âyetinde meâlen Hazret-i Nûh'un; “Benim dâvetim, ancak, onların îmân ve tâattan firarlarını, uzaklaşmalarını arttırdı” dediği bildirilmektedir.
İnsan, gaflete düşerek herhangi bir günah işlerse, bunun için derhal tevbe ve istiğfâr etmeli, âcizlik ve gevşeklik göstermemelidir. İşte Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, günahlarına tevbe ve istiğfâr etmedikleri için tûfanda boğulup helâk oldular.
Hataya düşmekle, günah işlemekle, hemen belâ ve musîbet, ilâhî cezâ gelmez. Bu sırada kuldan istenen, tevbe ve istiğfâr etmesidir. İnsan, yaşadığı müddetçe tevbe kapısı açıktır. Günaha düşmekle, belâ ve musîbet gelmesi, günahta ısrâr sebebiyledir. Bazen belânın büyüklüğü, o günahta ısrâr etmek sebebiyle olur.
17- İstikbar (Kibirlenmek): Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde açıkça bildirildiği gibi, onlar çok kibirli kimselerdi. Kibirlendikleri, için îmândan mahrûm kaldılar. Kibirlenmeleri bu büyük nîmet ve şerefe kavuşmalarına mâni oldu. Şeytanın da ebedî mel’ûn olmasına sebep kibirlenmesidir. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.” Ancak cezâsını çektikten sonra girer.
18- İyiliğe kötülükle mukâbele etmek: Nûh (aleyhisselâm) kavmine nasîhat eyledi. Kavmini, ibâdet edilecek O'ndan başkası bulunmayan Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etti. Onlara karşı pek şefkâtli davrandı. Çünkü onlara azâb gelmesinden korkuyordu. Buna rağmen, kavmi iyiliğe kötülükle karşılık verdi, üstelik ona yalancı ve deli dediler. Böylece Hazret-i Nûh'un ve ona îmân etmiş olanların fazîlet ve üstünlüklerini inkâr ettiler. Bununla da kalmayıp taşkınlıkta bulundular. Hakâret ve alay ederek, aşağıladılar hattâ olmadık işkenceyi revâ görüp, acımasızca dövdüler.
Ubeyd bin Umeyr (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Kavmi, Nûh'u (aleyhisselâm) bayılıncaya kadar döverdi. O ise kendine geldiği zaman; “Allah'ım kavmimi hidâyete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar” derdi.”
Peygamberlerin ahlâk ve merhametlerinin ne kadar yüksek olduğu buradan açıkça anlaşılmaktadır. Hazret-i Nûh ve diğer peygamberler, kavimlerinin işkencelerine, eziyet ve cefâlarına sabır ve tahammül ettikleri gibi, onlara şefkât gösteriyorlar, affedilmeleri için duâ ediyorlardı. Allahü teâlânın evliyâsının, sevdiği kullarının ahlâkı da bu şekildedir.
Nitekim evliyâdan Behlül Dânâ diye meşhûr olan Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’yi çocuklar taşa tutarlardı. Hattâ atılan taşlarla vücûdundan kanlar akardı da buna karşılık o şöyle derdi: “Bana Allahü teâlâ kâfidir. Ben O'na tevekkül ettim. Bütün mahlûkât O'nun kudretindedir.
Yâ Rabbî! Onlardan gelen bu taşlardan beni muhâfaza eyle. Ben onlara şefkât ve merhametten başka bir şey yapamam.”
Allahü teâlânın evliyâsına, sevgili kullarına, hakârette, ezâ ve cefâda çok ileri gidilince, bu hâl Allahü teâlânın gadabına sebep olur ve ezâ edenler Allahü teâlânın azâbına uğrayabilir. İşte, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, Hazret-i Nûh'u ve ona îmân edenleri, aşağılamaya ve kötülük etmeye devam edince, Allahü teâlâ onları helâk etti. Hattâ, Hazret-i Nûh'u onlara şefkât etmekten, onlara gelecek azâbın def’i için duâ etmekten bile men etti.
19- Azgınlık ve taşkınlık: Büyüklere karşı hayâsızca davranmak, kötülük yapmaya yeltenmek ve saygısızlık etmek, küçük çocukları onlara kötülük yapmak için göndermek de Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin azgın ve taşkın hâllerinden idi. Nitekim, yukarıda geçen, bir ihtiyârın oğluyla birlikte Hazret-i Nûh'a gelerek, oğlunu ona tâbi olmaktan men etmesi dolayısıyla, oğlunun âsâyı alarak Hazret-i Nûh'un mübârek başına vurma hâdisesi buna açık misâldir.
Nûh (aleyhisselâm) zamanında, nesil değiştikçe, kavmin bedbahtlığı da artmıştır. Yaşlıların çocuklara, kötü örnek olup, daha küçüklüklerinden îtibâren, Nûh'a (aleyhisselâm) inanmamaları husûsunda tembihte bulunmaları şartlanmalarına sebep olmuştur. Böylece bu kötü hâl onlarda asırlar boyu devam etti. Her gelen nesil, kendilerinden önceki neslin kötü işlerini ve âdetlerini kendilerine örnek aldılar. Böylece, aralarında büyüğe hürmet ve küçüğe merhamet de kalmadı. Bu hâl ise, akıllı kimselerin ahlâkından değildir.
Nitekim İmâm-ı Ahmed ve Hâkim’in (rahmetullahi aleyhima) Ubâde bin Samit'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Büyüğümüze hürmet, küçüğümüze merhamet etmeyen bizden değildir.”
20- Allahü teâlânın bâzı kullarına, ilim, hikmet ve benzerlerini vererek onları kıymetli kılmasını kabûl etmemek de, o kavmin kötü ahlâkından idi.
Halbuki, Allahü teâlâ Bakara sûresinin 269. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hak teâlâ dilediği kimseye hikmet verir. (Faydalı ilim ihsân eder ve bu ilmin icâbı ile amel ettirir. Bu sebeple onu rızâsına erdirir.) Her kime ki hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir. (Kâmil akıl sâhiplerinin dışındaki kimseler bu âyetlerdeki nasîhatlerden ibret almazlar.) Ancak akl-ı kâmil sâhipleri tezekkür ve tefekkür ederler” buyurmaktadır.
Ama, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, onun nasîhatlerinden hiç ibret almazlardı. Onu ve ona tâbi olanları da kendileri gibi birer insan olarak görürlerdi. Daha da ileri gidip Hazret-i Nûh'a îmân eden mü’minler için; “Kavmimizin en aşağı, rezil kimseleri” dediler. Onların böyle düşünmelerinin ve söylemelerinin pek yanlış olduğu âşikârdır. Peygamberlerinin haber verdiği şeyleri yalanlayan bütün ümmetler bu hatâya düşmüşlerdir. Onlar, insan olmak bakımından eşit bulunmayı, içlerinden bâzı kullara ilim, hikmet gibi fazîletlerin verilmesine mâni olarak gördüler. Yine onlar, böyle fazîletlerin, makâm, mevki, zenginlik, soy, akrabâlarının çokluğu gibi sebeplerle, kendilerinde bulunması icâbettiğini zannettiler. Halbuki, kendilerine peygamber olarak gönderilen zâtlar, içlerinden en güzel soydan, en asîl âileden gelirdi. Buna rağmen inâdla direnirler ve hakîkati kabûl etmezlerdi.
21- Görünüşe bakıp, ona göre hüküm vermek: Onlar, bir kimseye ilim, hikmet gibi fazîletlerin yanında peygamberlik nîmetinin verilmesi için kendilerince şartlar koşarlardı. Bu şartlar; iyi bir maddî kazanca, herkes tarafından tutulan bir san’ata, şatafatlı bir görünüşe sâhip veya melek olmaktı. Bu ise pek basit ve yanlış bir düşüncedir. Kişilerin meslek ve san’atlarının, doğru yolda bulunup bulunmamaları ile hiç alakası yoktur. Hem san’at ve teknikte ileri seviyede bulunmak doğru ve hak yolda bulunmak demek değildir. Hal böyle olunca bu şekilde düşünmelerinin bir kıymet ve ehemmiyeti yoktur. Nitekim, san’at ve teknikte ileride olan pek çok millet ve insanlar hak din üzere değildirler. Üstelik onlarda, insanlığın, şefkât ve merhametin zerresi bile bulunmamaktadır.
Allahü teâlâ, bu dünyâda, mü’min, kâfir ayırt etmeden her çalışana karşılığını verir. Nitekim, İsrâ sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Görüşleri ve akılları, bu dünyâ çerçevesine sıkışmış olanlar âhıreti bırakarak, dünyânın çabuk geçici zevklerinin arkasında koşuyor. Gece-gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu nîmetlerden dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fakat, bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hazırlıyoruz. Bunlar âhırette rahmetten uzaklaştırılıp, kötü bir hâlde, Cehennem’e sürükleneceklerdir. Her biri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünyâ lezzetlerine bağlanmayıp da, vâd ettiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhıret nîmetlerini isteyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince; bunlar, Kur’an-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini beğeniriz. Dünyâda, hem dünyânın âşıklarına, hem de sözlerine inanıp emirlerimi yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız. Nimetlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin nîmetlerinin yetişmediği kimse yoktur.”
Müslümanlık çalışmayı emreder. Tembellikten men eder. Müslümanlar, İslâmiyetin emirlerine uydukları zamanlarda pek ileri gitmişler, hattâ Avrupalı talebeler, müslümanların medreselerine gelip, tahsil görmüşlerdir. Müslümanlar, İslâmiyete uymakta gevşek davrandıkları anda ise gerilemeye başlamışlardır. Târih bunun en açık vesîkasıdır.
22- Fazîlet sâhiplerinin fazîletini inkâr etmek: Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, Hazret-i Nûh'un ve ona îmân edenlerin fazîletlerini, üstünlüklerini inkâr ettiler. Nitekim Hûd sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden kâfir olanların reisleri, ileri gelenleri ona dediler ki; Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca senin, üzerimizde ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması icâbettiği gibi bir husûsiyet sana has kılınmış olsun ve biz sana uymuş, îmân etmiş olanların da en alçak ve en aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların, bizim üzerimize bir fazîletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik dâvâsında, sana tâbi olanları da senin sadık olduğunu bilmeleri husûsunda hepinizi yalancılardan zannediyoruz.”
Hatib-i Bağdâdî, ”Târih-i Bağdat” kitabında, Enes'den (radıyallahü anh) İbn-i Asâkir de “Târih-i Dımeşk” kitabında Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Fazîlet ehlinin, fazîletini, üstünlüğünü ancak fazîlet ehli bilir” buyrulmuştur.
23- Kibir sebebiyle, fakirlerle beraber olmaktan sıkılmak: Böyle kimseleri meclislerinden, toplantı yerlerinden kovmak, kovulmalarını istemek de onların kötü ahlâklarından idi. Nitekim, onlar, Hazret-i Nûh'a ilk önce îmân etmiş olan fakir mü’minleri yanından kovmasını istemişlerdi. Îmân etmek husûsunda, onlarla beraber olmayı kendilerine yakıştıramamışlar ve; “Etrâfındaki fakir, aşağı kimseleri kov, biz de sana îmân edelim” demişlerdi. Hûd sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen bildirildiğine göre Hazret-i Nûh da onlara; “... Sizin talebinizle ben, mü’minleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zirâ onlar, kıyâmet günü Rablerine kavuşup mükâfâtlarını alacaklar. Böyle olunca, Allahü teâlâ onlara mükâfât verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları tardedenlere yâni kovanlara da elbette cezâlarını verir...” diye cevap vermiştir.
Yine Hûd sûresinin 29. âyet-i kerîmesinde Hazret-i Nûh'un kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir: “Ey kavmim! Îmân edip bana tâbi olan mü’minler bu durumda iken ben, sizin arzunuza uyarak, onları yanımdan tardetsem, kovsam, o takdirde Allahü teâlânın azâbından beni kim kurtarır. Benim onları kovmamı, yanımdan uzaklaştırmamı istemekliğinizin doğru olmadığını düşünmez, tefekkür etmez misiniz?”
Kureyş müşrikleri de Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) aynı teklifte bulunmuşlardı da bunun üzerine En'am sûresinin 52. âyet-i kerîmesi nâzil olmuştu.
Rivayete göre, müşriklerden birkaçı Resûlullah efendimizin yanına gelmişlerdi. O sırada Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilâl-i Habeşî, Ammâr bin Yâser, Habbâb bin Eret ve Mikdâd bin Esved (radıyallahü anhüm) gibi, Eshâb-ı kirâmın fakirlerinden otuz kadar mü’min ile oturup sohbet ediyordu. Müşrikler, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, onların yanında görüşmekten çekindiler. Onları yanından kovmasını istediler. O da, kovamayacağını söyledi. Bu sefer müşrikler; “Hiç olmazsa görüşürken yanımızda bulunmasınlar. Bizim için bir yer tâyin edin de geldiğimizde orada görüşelim. Biz geldiğimizde, onlar sizin yanınızda bulunmasınlar. Bir bahâne ile, sonra tekrar gelmek üzere çıksınlar. Biz onlarla birlikte görülmekten utanırız” dediler.
Peygamber efendimiz, belki bu beraberlikte müslüman olurlar ümidiyle bunu kabûl etti. Onlar ise; “Bunun için konuştuğumuz şekilde bize bir ahidname yaz" dediler. Peygamber efendimiz bunu yazdırmak için Hazret-i Ali'yi çağırdı. O sırada En'am sûresinin 52 ve 53. âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. Allahü teâlâ sevgili Habîbine hitâben; “Sırf Rablerinin rızâsını isteyerek, sabah-akşam (yani devamlı olarak) ihlâs ile Allahü teâlâya duâ edenleri, (O'nu zikreden fakir müslümanları) yanından kovma.” buyurdu.
Kibir sebebiyle fakirlerle oturmayı, onlarla beraber bulunmayı istememek, kendileriyle birlikte oturmaktan kaçınmak, helâk olan kavimlerin ahlâkındandır. Fakirlerle oturmak, onlarla beraber bulunmak, onlara tevâzû göstermek ise peygamberlerin aleyhimüsselâm güzel huylarındandır.
24- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden daha zâlim ve daha taşkın bir kavim gelmemiştir. Nitekim, Necm sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlardan (Âd ve Semûd kavimlerinden) önce de Nûh'un kavmi (ni suda boğulmakla helâk ettik. Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi) zulüm ve taşkınlıkta, (Âd ve Semûd kavimlerinden) daha şiddetli idiler” buyuruldu.
Onların çok zâlim ve taşkın olmaları; insanlık târihinde zulüm ve taşkınlığa ilk başlayan kimseler olmaları ve 950 sene gibi çok uzun bir müddet kendilerini îmâna dâvet eden Hazret-i Nûh'a, îmân etmeyip ona ezâ ve cefâya başlamaları sebebiyledir.
Ken’ân (Yâm) bin Nûh da, Âdem'in (aleyhisselâm) evlâdı arasındaki münâfıklardan yanî îmân etmiş görünüp, kalben kâfir olanlarından idi. Hûd sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Nûh (aleyhisselâm) ayrı bir yerde bulunan oğlu Ken’ân'ı gemiye binmeye dâvet etti ise de o kabûl etmedi. Tefsîr âlimleri, Ken’ân için âyet-i kerîmede geçen; “...ayrı bir yerde idi” sözünü; “Babasının gemisinden yâhut babasının dîninden ayrı idi” diye tefsîr etmişlerdir. Yine âyet-i kerîmede, onun sâlih olmayan bir amel işlediği ve bu amelin helâkine sebep olduğu bildirilmiştir.
O hâlde akıl sâhibi herkesin, onun yaptığı işlerden sakınıp; şirk, küfür ve münâfıklıktan ziyâdesiyle uzak durması lâzımdır. Yam'ın helâkine sebep olan diğer hâllerden bâzıları şunlardır:
1- Ken’ân bin Nûh'un helâkine sebep olan husûslardan bir tanesi de, din ve hak olan îtikâd husûsunda, ülül'azm peygamber olan bir babaya muhâlefet etmektir. Buradan baba ve hocanın akl-ı selîm sâhibi olup, hak üzere doğruluğu sâbit ve temiz îtikâtlı olduğu bilinirse, onlara muhâlefet etmenin felâkete sürüklenmek olduğu anlaşılıyor.
Hâkim ve İmâm-ı Şafiî’nin (rahmetullahi aleyhima), Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kişinin babasına benzemesi saâdetindendir.” Burada babaya benzemekten murâd; hayır, güzel ahlâk ve hakkı talep husûsundadır. Babaya, bunlardan başka husûslarda benzemeye gelince, bu hâl kişinin, şekâvetinden ve kötülüğündendir. Çünkü, baba ve dedelere dalâlet husûsunda benzemek, yâni baba ve dedelerin bâtıl ve sapık olan yollarını tâkip etmek, Kur’an-ı kerîmde zemmedilmiş yâni kötülenmiştir.
2- Ken’ân'ın annesi olan Vâile, îmânsız bir kadın idi. Önceden îmân ettiği hâlde, sonra îmândan ayrılmıştı. O da, Hazret-i Nûh'a mecnûn, deli diyordu. Çocuğun tabîatında anne ve babaya meyil vardır. Anne ile babanın hâlleri birbirine zıt olunca, çocuğun tabîatı de onlardan birisine meyleder. Ken’ân'ın tabîatı de îmânsız ve mürted olan annesine çekmişti. Fakat, bu hâlini belli etmeyerek babasına itâat eder görünüyordu. Son anda bu ayrılık ve itâatsizliğini gizleyemedi.
3- Ken’ân'ın kötü ahlâkından biri de babaya sevgiyi muhâfaza etmemesidir. O, babasına olan sevgiden ayrıldı. Böyle olmasaydı, babası gemiye binmesini isteyince, helâk olacağını bilmese bile, tereddüt etmeden hemen binmesi lâzım gelirdi. “Dağa sığınırım. O beni korur” demezdi. Çünkü Allah için seven, sevdiği için canını fedâ eder. Çekinmez ve ayrılmaya râzı olmaz.
4- Kendi görüşünde sâbit olup, başkasının söylediklerini, doğru olduğu hâlde kabûl etmemek: Şahsî görüşünü, doğru olana tercih etmek. Böyle yapmak akıl sâhiplerinin işi değildir. Kim böyle yaparsa muvaffak olamaz.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri “İhyâ” kitabında edeb-ül-müteallim bahsinde buyuruyor ki: “İlim ve edebi çok olan, talebeyi yetiştirip, onun doğru yolda ilerlemesine vesîle olan zât, talebesine hangi yolu gösterirse, talebe kendi görüşünü bırakıp hocasınınkine uymalıdır. Çünkü hocasının hatâlı olan görüşü, talebenin doğru görüşünden, ona daha faydalıdır.”
5- Kendi tedbirini Allahü teâlânın tedbir olarak gösterdiği sebebe ve; kendi tercihini Allahü teâlânın ve Resûlünün ihtiyârına tercih etmek: Nûh (aleyhisselâm) Ken’ân'a; “Bizimle beraber gemiye sen de bin!” demişti. Yâni Allahü teâlânın ve kendisinin, tûfandan kurtulabilmek için tedbir olarak gösterdikleri şeyi bildirdi. Gemiye binmesini söyledi. O ise; “Ben dağa sığınırım, o beni korur” diyerek kendi tedbirini tercih etti. Netîcede helâk oldu.
6- Şiddet, sıkıntı ve meşakkat zamanlarında Allahü teâlâdan başkasına sığınmak: Ken’ân, dağın kendisini koruyacağını zannetti. Allahü teâlâdan başkasına güvendi. Babasının; “Bugün Allahü teâlânın azâbından koruyucu yoktur” sözü de ona fayda vermedi.
Bütün bunlardan anlaşılan şudur; Mü’minlerin çocuklarını, çok iyi terbiye etmeleri ve itâatkar birer evlâd olarak yetiştirmeleri gerekir. Böyle yetiştirildiği hâlde, evlâd büyüdükten sonra, istenildiği gibi hareket etmez, bâtıl ve bozuk yollara düşerse, anne ve babası mes’ûliyetten kurtulmuş olur.