Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

02/26/20

İnsanlara, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmayı emrediyor. Yâni benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve benim yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız buyuruyor.
Emr-i mâruf ve nehy-i münker farz olup insanların birbirine nasîhat etmesidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Din nasîhattir” buyurdu. Nâsîhat, doğru yola dâvet ve kötülüklerden sakındırmaktır. Allahü teâlâ, nihâyetsiz merhametinden dolayı, bu işle vazifeli olarak, evvela peygamberleri, sonra bunların yerine evliyâyı ve âlimleri dâvetçi gönderdi. Bunların dili ile sevâblarını ve azâblarını bildirerek, bütün insanların iyilik yapmalarını, kötülüklerden uzaklaşmalarını emretti. Yâni emr-i mâruf ve nehy-i münker, peygamberlerin, âlimlerin ve velîlerin sünnetidir ve onların yoludur.
Nâsîhatin terk edildiği cemiyetlerde kötülük artar. Netîcede, bundan herkes zarar görür. Daha önce hak dinlerde olduğu gibi, İslâm dîninde de çok mühim yer tutan emr-i mâruf ve nehy-i münker hakkında, İslâm âlimleri tarafından çeşitli târifler yapılmıştır. Bunlardan Gavs-i Samedânî Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (rahmetullahi aleyh); “Kur’an-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun olan şeylere, mâruf, bunlara uymayan yâni (âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen) şeylere de münker denir” buyurdu.
Nâsîhat etmek, emr-i mâruf ve nehy-i münkerde bulunmak, yâni insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatmak, Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlâ kimseye karışılmamasını isteyip sevseydi; peygamberleri göndermez, hak dinleri bildirmez, insanları kendi dînine dâvet etmez ve uydurma dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi. Ayrıca, geçmiş peygamberlere inanmayanları çeşitli azâblarla helâk etmezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye bir şey emretmez ve inanmayanlara da azâb yapmazdı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmeyenlerin sözü ile nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennet’e sokardı. Fakat ezelde Cehennem’i insan ve cinle doldurmak diledi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, O'na sebebini soramaz.
Allahü teâlânın peygamberlerinin yolunda giden insanlar; Hakk'a, hakîkate dâvet etmekte, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmakta da ona uyar. Bunları yapmayan tâbi olmuş değildir. Yâni, her mü’min, imkânı kadar ve kâbil olan nispette bunu yapmalı, söz veya yazı ile, yapamıyorsa, hâli, yaşayışı ile numûne olmalıdır. Îmân sâhipleri, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanıp, hâl lisânı ile emr-i mârufta bulunmalı, bunun çok tesirli olduğunu unutmamalıdır. Nitekim; “Lisân-ı hal, lisân-ı kâlden entakdır” sözü pek meşhûrdur.
Nâsîhat yapmak, emr-i mârufta bulunmak iki sûrette yapılır. Birinci yol; söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Herkes emr-i mâruf yapamaz. Bunu yaparken, emr-i mâruf yapanın bilgisi az ise veya hiç yoksa yâni câhilse, cemiyetin âdetlerine, devletin kanunlarına dikkat ve riâyet edemezse fitneye sebep olabilir. Kendisine ve müslümanlara zarar verir. Nehy-i münker yapanda ise şu üç haslet mutlakâ bulunmalıdır: İlim, verâ ve güzel ahlâk. İlim olmayınca yasağı emirden ayıramaz. Verâ olmayınca, ayırabilse bile, işleri maksatlı olur. Niyeti düzgün olmayınca da, başkalarına tesirli olamaz. Ahlâk güzel olmazsa, kendisini incitirlerse o zaman kızar ve Allahü teâlâyı unutur. Allahü teâlâyı unutunca da haddin dışına çıkar ve yaptıkları Hak için değil, nefsi için olur. O zaman onun emr-i mâruf nehy-i münkeri de sevâb olmaktan çıkar.
Bunun için Emir-ül-mü’minîn Ali (radıyallahü anh) harpte öldürmek için bir kâfiri yıktı. Kafir hakâret etmek, kızdırmak için ve beni bir hamlede, çabucak öldürsün de fazla acı çekmeyeyim diye, Hazret-i Ali'nin yüzüne tükürdü. O da öldürmekten vazgeçti ve; “Kızmıştım, onu Allah için öldürmüş olmayacağımdan korktum” buyurdu. Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan o kâfir, o anda Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Bu Hazret-i Ali'nin güzel ahlâkının bereketiyle olmuştu.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir kimsenin, karnına vurmuştu. O da Hazret-i Ömer'e hakâret etti. Hazret-i Ömer bir daha vurmadı. “Niçin vurmadın?” dediklerinde; “Önce ona Hak için vurmuştum, şimdi bana hakâret edince, yine vurursam, kızdığım için vurmuş olurum” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Emir ve nehyettiği şeyi bilmeyen, emri ve nehyi hilm (yumuşaklık) ile söylemeyen, emri ve yasağı rıfk ile, yumuşaklıkla bildirmeyen, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapamaz” buyurmuşlardır.
Nehy-i münker yapanın edeblerinden biri de sabırlı olması, bu husustaki sıkıntılara katlanmasıdır. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanın, dünyâ ile alâkası az ve emeli kısa olmalıdır. İnsanların kendisini sevmesini, övmesini, râzı olmasını ve beğenmesini isteyen nehy-i münker yapamaz. Yapıyor görünse bile faydası olmaz. Çünkü niyet ve maksat başkadır.
Emr-i mârufta, nasîhatte, bulunmakta ikinci yol; hâl ile İslâmın güzel ahlâkına uyarak nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler-yüz göstermek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanunlara uymak en tesirli nasîhat yoludur. İslâmın güzel ahlâkı üzere yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır.
Nâsîhat el ile, dil ile ve kalb ile yapılır. El ile güç kullanarak nasîhati bildirmek hükümetin vazifesidir. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri el ile yapmak, hükümet adamlarına, dil ile yapmak din adamlarına, yâni âlimlere, kalb ile yapmak da her müslümana farz olan bir vazifedir. Çünkü Buharî'deki hadîs-i şerîfte; “Sizden biriniz bir münkeri, yâni çirkin kötü, günah olan biri işi görürse, onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmezse dili ile engel olsun. Buna da kâdir değilse, kalbi ile o işi beğenmesin. Kalben nefret etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir” buyruldu. Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde müslümanların emr-i mâruf ve nehy-i münker yapması, ellerinden geldikçe bunu terk etmemeleri emredilmektedir. Ancak böyle yaparlarsa zarar ve hüsrânda kalmazlar. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan ile, nasîhati terk eden şu kavme benzer ki, gemiye binerler. Kimi alttaki odalarda, kimisi üstteki kamaralarda bulunurlar. Altta bulunanlar, bize su lâzım olunca, üste çıkıp oradaki nehirden mi su alacağız, gelin gemiyi delelim, buradan su alalım, derler. Kalkıp gemiyi delmeye koyulurlar. Üstte olanlar, onların ellerini tutup engel olamazlarsa, üsttekiler de, alttakiler de helâk olurlar. Onlara engel olup, kendi arzularına bırakmazlarsa, hepsi helâk olmaktan kurtulurlar.” O hâlde insanlara nasîhat, Allahü teâlânın kullarının kurtulmasına çalışmak demektir. Bu da zor ve çetin bir iştir. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmın ümmetini, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle ümmetlerin en hayırlısı eylemiştir. Nitekim Âl-i imran sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz ve Allah'a îmânınızda devam edersiniz.” buyruldu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye buyurdular ki; “Yâ Ali! Altıyüzbin koyun mu istersin, yâhut altıyüzbin altın mı, veyâhut altıyüzbin nasîhat mı istersin?” Hazret-i Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasîhat isterim.” Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Şu altı nasîhate uyarsan, altıyüzbin nasîhate uymuş olursun.”
1- Herkes, nâfilelerle meşgûl olurken, sen farzları îfâ et. Yâni farzlardaki rükünleri, vâcibleri, sünnetleri, müsteâbları îfâ et!
2- Herkes, dünyâ ile meşgûl olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yâni din ile meşgûl ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!
3- Herkes, birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgûl ol!
4- Herkes, dünyâyı îmâr ederken, sen dînini îmâr et, zînetlendir.
5- Herkes, halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakk'ın rızâsını gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara!
6- Herkes, çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”
Nâsîhatin faydalı olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Ayrıca nasîhat edenin, söylediklerine kendisinin de riâyet etmesi gerekir. Böyle olan kimsenin her sözü ve hareketi Allahü teâlânın emirlerine uygun olmalı, kimse hakkında kötü zanda bulunmamalıdır. Müslümanların işi, hep iyilik üzere olmalıdır.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i mârufu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.”
“Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da emr-i mâruf ve nehy-i münker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.”
“Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem’e atın emri gelir. Barsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem’de olanlar kendisine sen emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir.”
“Bir yerde kötülerin yanında iyiler de bulunsa ve o iyiler, kötülerin kötülüklerine mâni olacak durumda bulunsalar da, o kötülüklere engel olmayıp, işlerine karışmayıp, sessizce otursalar, yarın kıyâmette, maymun sûretinde haşr olunurlar.”
“Mîrâc gecesinde göklere çıktığım zaman, bir takım kimseleri gördüm. Melekler makasla onların dudaklarını keserlerdi. Cebrâil'e (aleyhisselâm) bunlar kimlerdir? diye sorduğumda; Onlar senin ümmetinin âlimleri ve hatipleridir. Allahü teâlânın kitabını okurlar, insanlara vâz ve nasîhat ederler, halbuki kendileri yapmazlardı diye cevap verdi.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Şükür, teşekkür etmek. İyilik edene, nîmet verene; kalb, dil ve davranışla hürmet edip saygı göstermek demektir. Istılahî mânâ olarak şükür; kulun, ihsân edilen nîmetlere, iyiliklere karşı olan sevincini, bunları kendisine vermiş olan Allahü teâlâya, çeşitli söz ve davranışlarla göstermesidir. Abdullah-i Ensârî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti bilmenin ismidir. Zirâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur’an-ı kerîmde İslâm ve îmâna, şükür ismi verilmiştir.”
Sırri-yi Sekatî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bir kimse, bir nîmete kavuşur da, bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de o kimsenin haberi bile olmaz.”
İnsanın, önce kime ve niçin şükredeceğini bilmesi gerekir. Bütün mahlûklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi yoktan var eden, var olmak nîmetini bahşeden ve her an varlıkta durduran, varlıkta durdurmakla yok olmaktan koruyan O'dur. Bütün kâmil ve iyi sıfatlar insana O'nun rahmeti ve acıması ile verildi. Hayatımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, bir çok şeye gücümüzün yetmesi velhasıl bütün insanî sıfatlarımız O'ndandır. Sayılmayan nîmetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran, duâları kabûl eden, belâlardan koruyan hep O'dur. Öyle bir rızık vericidir ki, kullarının rızıklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını açığa çıkarmıyor. Hilmi, yumuşaklığı o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor. Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost, düşman herkese saçıyor. Bütün nîmetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi ve en üstünü olarak da, kullarına, beğendiği yol olan İslâm'ı gösteriyor. Yaratılmışların en şereflisi, en kıymetlisi olan ve bir hadis-i kudsîde; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğu Muhammed Mustafa'ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uyarak, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmayı emrediyor. O hâlde insan; Allahü teâlâya, verdiği bu nîmetlerden dolayı şükretmelidir.
Kul kime ve niçin şükredeceğini bildikten sonra nasıl şükredeceğini öğrenmelidir. İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh, Mektûbât’ının üçüncü cild 17. mektubunda buyuruyor ki: “İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu insanlık icâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık icâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıb ve kusurdan uzak; insanlar ise ayıb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduklarından O'nunla hiç münâsebetleri, ilişkileri yoktur. O'nu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. O'na karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler O'na çirkin gelebilir. O'nu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. O'na hürmet ve şükür şekilleri, yine O'ndan bildirilmedikçe, O'na lâyık olacağına güvenilemez ve O'nun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. O'na belki hakâret olur. İşte O'nun tarafından bildirilen, tâzim, hürmet ve şükür şekli, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bildirdikleri dinlerdir. O'na kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş; dil ile yapılacak şükürler orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri açık ve geniş olarak beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak; kalbin ve bedenin yapması ile şükretmek, ancak dîne uymakla mümkündür. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Böyle olunca sevâb sanılan aksine günah olur.” Bunlardan da anlaşılıyor ki, kulun Allahü teâlâya nasıl şükredeceğini dinden öğrenmesi ve dînin emrettiği şekilde yapması insanlık icâbıdır. Akıl da bunu emreder. Allahü teâlâya, O'nun dînine muhalif olarak şükredilemez.
ŞükürAllahü teâlânın verdiği nîmetleri, O'nun emrettiği gibi kullanmaktır. Beden nîmetinin şükrü, bedendeki her uzvun, Allahü teâlânın beğendiği, dîninde bildirdiği işleri yapmakla olabilir. Buna göre; malın şükrü, onu helâl olan yerlere harcamak, zekâtını vermek hayırlara vesîle etmektir. Gözün şükrü, helâle bakmak; kulağın şükrü, haramı dinlememektir. Elin şükrü, helâli tutmak, helâle vermek; ayağın şükrü ise haram yerlere gitmemek, haram işlere alet olmamaktır. Rütbe ve mevkinin şükrü, o mevki ve rütbeyi İslâmiyete ve insanlara hizmete vesîle etmek, kimseye zulmetmemek, adâletle hükmetmek, zayıfı kollamaktır. Yâni bütün nîmetlere şükrün özü, kul olmaktır. (Kul olduğunu bilip, kula yakışacak olanı yapmaktır.)
İslâm âlimleri şükür için; “Nimet sâhibinin nîmetlerini îtirâf etmektir” dediler. Bâzıları ise; “Şükür, ihsânını anıp, ihsân sâhibini senâ etmektir” buyurmuşlardır. Bu durumda kulun Allahü teâlâ için şükrü, Allahü teâlânın kendisine olan ihsânını, nîmetlerini hatırlayıp; övmek, yüceltmektir. Nimeti Allahü teâlâdan görmek, kendini şükürden âciz bilmek, şükürdür. Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez” buyurmuşlardır. Allahü teâlânın nîmetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise küfran-ı nîmettir.
Nimeti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince şükrü yapılmış olur. Şükrün îmânla alakası vardır. “Şükür, îmânın yarısıdır” buyrulmuştur. Hadîs-i şerîflerde; “Yemek yiyip, şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir” ve “Kıyâmet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkamaz.” buyruldu.
Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız ikrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti” diye münâcâtta bulununca, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem, bütün bu ikrâmların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.
Hucvîrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Şüphesiz, Allahü teâlâ nîmete şükredilmesini emretmiş, nîmetin artması için şükrü sebep kılmıştır. Kendisine olan yakınlığın artması için de fakirliğe sabredilmesini emretmiştir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyrulmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7)
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyhResûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu anlattı: Allahü teâlâ bir kula büyük veya küçük bir nîmet verince; (Allah'a hamd olsun) derse, ona verdiğinden daha fazîletlisini verir.” Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allahü teâlânın yardımı sabredenlerle beraberdir.” buyruldu.
Ebü'l-Leys-i Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Hamd ve şükür, hem evvel hem sonra gelen zâtların ibâdetidir. Ayrıca meleklerin ve peygamberlerin de (aleyhimüsselâm) ibâdetidir. Yer ehlinin olduğu gibi, Cennet ehlinin de ibâdeti hamd ve şükürdür.”
Ehl-i sünnet âlimleri şu üç nîmete her zaman şükretmişlerdir. 1- Allahü teâlâ mahlûkâtı bin sınıf olarak yarattı. Bunlar arasında en çok Âdemoğluna ikrâmda bulundu. Bizi de Âdemoğlundan eyledi. 2- Dinlerin en fazîletlisi olarak İslâm'ı seçti, beğendi. Bizleri de müslüman eyledi. 3- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetini, ümmetlerin en fazîletlisi kıldı. Bizi de Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakla şereflendirdi.
Resûl-i ekrem efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Kıyâmet günü hamdedenler kalksın diye bir münâdî seslenir. Bunun üzerine bir zümre kalkar. Onlar için bir bayrak dikilir ve bayrak altında Cennet’e girerler.” buyurdu. “Hamd edenler kimlerdir?” suâline ise; “Darlıkta ve genişlikte şükredenlerdir.” cevâbını verdi.
Eskiler birbirlerine her karşılaştıklarında; “Nasılsın” diye sorarlardı. Onların bundan maksadı; “Elhamdülillah, iyiyim” cevâbını alarak, birbirlerinin Allahü teâlâya şükretmesine sebep olmaktı. Böylece, hem şükrettiren hem de şükreden sevâba kavuşurdu. Durumundan suâl edilen herkes ya şükreder, ya şikâyette bulunur, veya susar. Şükür, itâat; şikâyet ise mâsiyettir. Şikâyet, din erbabından olursa çirkin bir mâsiyettir. Her şeyin sâhibi ve yaratanı olan Allahü teâlâyı âciz bir kula şikâyet nasıl çirkin olmasın? İnsana yakışan, şâyet uğradığı musîbete dayanamıyorsa, buna olan aczini yine O'na arzetmesidir. Çünkü derdi veren O olduğu gibi, dermânı da yine O verecektir. Aynı zamanda kulun Mevlâsına zillet göstermesi, izzettir; başkasına şikâyeti ise zillettir. Kendisi gibi zelîl bir kula, Allahü teâlâyı şikâyet etmeyi hiç bir selim akıl kabûl etmez.
Şöyle anlatılır; Birinin dostu zamanın pâdişahı tarafından hapsedildi. Hapsedilen adam bunu dostuna haber verince, dostu, gönderdiği bir mektupla Allahü teâlâya şükretmesini söyledi. Hapsedilen adam dövülmeye başlayınca tekrar durumu dostuna haber verdi. Dostu tekrar, Allahü teâlâya şükret diye tavsiye etti. Bir müddet sonra hapse, ishal olmuş, ayağı zincire vurulmuş bir hıristiyan getirildi. Ayağındaki zincirin bir ucu da o adamın ayağına bağlanmıştı. Hıristiyanın her helâya gidişinde o da peşinden gitmek mecbûriyetinde kalıyordu. Bu durumu da dostuna bildirip yine şükret tavsiyesini alınca dayanamayıp dostuna; “Ben belânın en büyüğüne çatmışım, sen hâlâ şükret diye tavsiyede bulunuyorsun” şeklinde sitem dolu bir haber gönderdi. Dostu; “Hıristiyanın ayağına vurulan zincir, senin ayağına vurulsa, onun beline dolanan zünnar senin beline sarılsa, o zaman ne yapardın?” diye cevap verdi. Allahü teâlâ beterinden saklasın diyerek başa gelen dert ve musîbetlere şükretmek lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, şükretmeyenlere azâb edeceğini bildirmekte ve meâlen; “Şükrederseniz elbette size nîmetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz azâbım çok şiddetlidir” buyurmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7) Maazallah verilen nîmete şükretmeyen kimsenin, son nefeste îmânsız gitmesinden korkulur.
Âdemoğlundan hiç biri ibâdeti ile Cennet’e giremeyecek; hiç kimse ihlâsı, zühdü ve takvâsı ile sonsuz âhıret saâdetine kavuşamayacaktır. Bütün ömrünü ibâdet ile geçiren bir insan, tek bir uzvunun kendisine ihsân edilmesine karşılık olan şükrü yapmış olamaz. Kul, îtikâdını Ehl-i sünnet ve cemâat yolu üzere düzeltmeli, ibâdetini aksatmamalı, şükretmeli ve duâ ile af ve mağfiret dilemelidir. Bütün bunlardan sonra da korku ve ümîd üzere bulunmalıdır. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle anlatmışlardır; “Benî İsrâil'de çok ibâdet eden biri vardı. Deniz ortasında bir adada yaşayan bu adam beşyüz yıl ibâdet etmişti. Allahü teâlâ ona tatlı su çıkarmış, bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Allahü teâlâ, duâsı üzerine âbidin rûhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde hâlindedir.
Kıyâmet günü, bu âbid diriltilir. Allahü teâlânın ihsânı ile mi, yoksa beşyüz yıllık makbûl ameliyle mi Cennet’e girmek istediği sorulur. Âbid; “Ben, amelimle Cennet’e girmek isterim” der. Melekler, beşyüz yıllık kabûl olmuş amelini hesap ederler. Bu kadar amelin, sâdece bir gözün şükrünü bile edâ edemediği meydana çıkar. Melekler, cenâb-ı Hakk'ın emriyle onu Cehennem’e götürürler. O zaman âbid der ki; “Yâ Rabbî! Beni fadlın ve ihsânınla Cennet’e koy.”Allahü teâlâ; “Ey kulum! Seni kim yarattı?” buyurunca, “Sen yarattın, yâ Rabbî!” der. “Senin yaratılışın, kendin tarafından mı, yoksa benim ihsânım ve rahmetimle mi oldu?” buyurur. “Senin rahmetinle oldu, yâ Rabbî!” der. “Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defâ meyve veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra rûhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?” buyurur. “Sen yaptın, yâ Rabbî!” der. O zaman Allahü teâlâ; “Benim rahmetim ve fadlım ile Cennet’e gir” buyurur.”
Şükrün de; ilim, hâl ve amel ile yapılan üç şekli vardır. Bunlar bilinmeyince şükrün hakîkati anlaşılamaz.
1- İlimle olan şükür: Şükrün ilmi; nîmeti Allahü teâlâdan bilmektir. Kul; mahsûlü topraktan, yağmuru buluttan, sıhhatini kendine iyi bakmasından bilirse, bu hâl şükür değildir.
2- Hâl ile olan şükür: Allahü teâlâ bir nîmet verince, o nîmete nîmet sâhibinden dolayı sevinmek, şükretmektir. Bu nîmete, nîmet sâhibi sebebi ile değil de, nîmet olduğu için sevinenin yaptığı şükür, bir nevi şükür ise de makbûl değildir.
3- Amelî olan şükür: Kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü, hürmeti muhâfaza hâlini devam ettirmekle beraber, Allahü teâlânın tecellîlerini temâşa ve şühûd yaygısı üzerine îtikâfta bulunmak sûretiyle olur. Aynı zamanda kalb ile şükür, herkes için iyilik istemek, kimseye hased etmemektir. Dil ile olan şükür, insanın kulluk tevâzûu içinde nâil olduğu nîmeti îtirâf etmesi, sâhibine memnuniyetini izhâr etmesi yâni elhamdülillah demesi ile olur. Beden ile olan şükür ise; bütün âzâların Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu bilmek ve yaratılış gâyesine uygun işlerde kullanmaktır.
Bir kişi Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerine gönderdiği bir mektupta; “Biz bulursak şükreder, bulamazsak sabrederiz” diye yazdı. Buna Ubeydullah-i Ahrar hazretlerinin cevâbı şu oldu: “Sizin o yaptığınızı Horasan'ın köpekleri de yapıyor. Biz; bulursak dağıtıyor, bulamazsak şükrediyoruz.” Şiir:
Vücûdumun her zerresi, gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamaz bile.
Hazret-i, Nûh, 950 sene gibi çok uzun bir müddet, kavmini hak dîne dâvet etti. Onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı, nasîhatte bulundu. Yâni Emr-i mâruf ve nehy-i münker yaptı. Bu da onun bâriz husûsiyetlerinden idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, Emr-i mâruf, nehy-i münker ve nasîhatte bulunmak hakkında verilen bilgi özetle şöyledir:


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Kendinden önceki dîni neshedip yeni bir din getiren resûllerdendir. “Hazret-i Âdem de resûl idi. Fakat kendinden evvel herhangi bir din hattâ insan olmadığı için, onun dîni herhangi bir dîni neshetmiş değildir.” 2- Hak dîne dâvet ettiği için kavmi tarafından ezâ ve cefâ gören ilk peygamberdir. 3- Ömrü çok uzun idi. O kadar yaşına ve pek çok eziyet ve cefâ görmüş olmasına rağmen kuvvetinden bir şey kaybetmemiş, dişi dökülmemiş ve saçları ağarmamış idi. 4- O zamanda yeryüzünde bulunan bütün kâfirler onun duâsı sebebiyle helâk oldu. 5- Kavmini hak dîne dâvet için, 950 sene çok ısrârlı bir şekilde, gizli ve âşikâre olarak, gece-gündüz çalıştı, gayret etti. Kavmi ise ona devamlı eziyet ettiler. 6- Mîsak ve vahiyde, Peygamber efendimizden sonra ikinci derecede kılındı. Nitekim, Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Husûsen bu ahd aldıklarımız içinde meşhûr ve ülü’l-azm olanları sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan sağlam, yemînli, te’kidli bir ahd, söz aldık.” Nisâ sûresinin 163. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey Resûlüm! Nûh'a (aleyhisselâmve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik...” buyuruldu. 7- Allahü teâlâ ona gemi yapma ilmini ve san’atını verdi. Gemiyi suda yürütme imkanı verdi. 8- Yine Allahü teâlâ Nûh'u aleyhisselâm“Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi. Ona tûfandan kurtuluş verdi ve bereketle ikrâmda bulundu.
Muhammed bin Kâ'b el-Kurazi (rahmetullahi aleyh); “Hûd sûresinin 48. âyet-i kerîmesindeki bereket ve selâmın içerisine kıyâmete kadar erkek ve kadın bütün mü’minler girmektedir. Onun zürriyeti devamlı kılındı” buyurmuştur. 9- Kıyâmet gününde Peygamber efendimizden sonra, kabrinden ilk kalkacak olan odur. 10- Devamlı olarak kavmini îmâna dâvet ederdi. Bununla beraber ibâdetten hiç geri durmaz, her gün yediyüz rekat namaz kılardı. Kur’an-ı kerîmde İsrâ sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Nûh ile beraber gemiye yüklediğimiz kimselerin zürriyeti! Doğrusu Nûh çok şükredici bir kul idi” buyruldu.
“Tefsîr-i Mazharî” de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde İbn-i Merdeveyh'in (rahmetullahi aleyh), Ebû Fâtıma'dan (rahmetullahi aleyh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Nûh aleyhisselâm, “Bismillâh” ve “Elhamdülillah” demeden, büyük olsun, küçük olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ, onu; “Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi.”
 İbn-i Cerîr ve Taberânî (rahmetullahi aleyhima) Sa'd bin Mes’ûd es-Sekafî'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmişlerdir: “Nûh aleyhisselâm bir şey yeyip içtiği veya bir elbise giydiğinde hep Allahü teâlâya hamdederdi. Bunun için; “Çok şükredici bir kul” olarak zikredilmiştir.
Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya şükretmeye teşvik vardır. Yâni siz, Hazret-i Nûh'a inanan kimselersiniz. Onun ve gemide onunla beraber taşınanların zürriyetisiniz. O hâlde siz de onlar gibi olunuz demektir.
Hazret-i Nûh her hâliyle Allahü teâlâya şükreden bir zât idi. Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükreder, hayrı ancak Allahü teâlâdan bilirdi.
Katâde (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Nûh (aleyhisselâm) bir elbise giyse “Bismillâh”, onu çıkardığında ise, “Elhamdülillah” derdi.”
“Tefsîr-i Kurtubi”de büyük âlimlerden nakledilerek; “Nûh (aleyhisselâm) bir şey yerken “Bismillâh”, yedikten sonra ise “Elhamdülillah” derdi.” buyrulmaktadır.
İmrân bin Süleym’den (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet edilmiştir; “Hazret-i Nûh'a “Çok şükredici bir kul” buyrulmasının sebebi şudur: O yemek yeyince; “Beni doyuran Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni aç bırakırdı” derdi. Bir şey içtiğinde; “Bana su veren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni susuz bırakırdı” derdi. Bir şey giydiğinde; “Beni giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni çıplak bırakırdı” derdi. Ayakkabısını giydiğinde; “Bana ayakkabıyı giydiren Allahü teâlâya hamdolsun. Dileseydi beni yalın ayak bırakırdı” derdi.
“Mir’ât-ı kâinat”ta diyor ki; “Hazret-i Nûh, devamlı sûrette Allahü teâlâya hamdeder, çok şükrederdi. Büyük abdest bozduğunda; “Bana eziyet veren şeyi benden çıkaran Allahü teâlâya hamdederim. O, çıkmamasını dileseydi, eziyet veren şey benden çıkmazdı” derdi. İftar edeceği zaman, elinde bulunan yiyeceği mü’minlerden ihtiyâcı olan varsa ona verir, kendisi açlığa sabrederdi.”
Nûh aleyhisselâmın en büyük husûsiyetlerinden olan şükür hakkında Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında verilen bilgi özetle şöyledir:


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Ravdat-üs-safâ” kitabında bildirildiğine göre, Hazret-i Nûh, tûfanın olduğu sene, tûfan son bulduktan, yeryüzünde hayat yeniden başladıktan ve evlâdı etrâfa dağıldıktan sonra vefât etti. Tûfandan sonra daha uzun seneler yaşadığı, hattâ, bu senelerin adedi hakkında muhtelif rivâyetlerin olduğu bildirilmiştir. En kuvvetli rivâyet, elli yaşında iken peygamber olduğudur. Peygamberliğinin 950 sene sürdüğü Kur’an-ı kerîmde açıkça bildirildi. Rivâyetlerin en kuvvetlisi tûfandan sonra, o sene vefât ettiğidir. Yâni bin sene ömür sürmüştür.
Hazret-i Nûh'un vefâtı yaklaştığında Cebrâil ve Azrâil (aleyhimesselâm) birlikte geldiler. Azrâil (aleyhisselâm),”Ey uzun ömürlü peygamber! Ömür olarak bu kadar hayat sürdün. Çok günler geçirdin. Sıkıntı ve meşakkat diyârı olan bu fânî âlemi nasıl buldun?” diye sordu. O da cevâbında buyurdu ki: “İki kapısı olan bir kervansaray gibi buldum. Bu kapının birinden içeri girdim. Diğerinden çıkıp gidiyorum. Ancak içeride az bir miktar kaldım.” Bundan sonra vefât edip, Kudüs'te Beyt-i Makdis'de defnedildi. Kabr-i şerîfinin Necef yâni Kûfe'de İmâm-ı Ali'nin (radıyallahü anh) kabrinin bitişiğinde olup, Hazret-i Âdem'in de orada bulunduğu rivâyet edilmiştir. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.
“Ravdat-üs-safâ” kitabında anlatıldığına göre, Ali bin Zeyd bin Cüd’ân, Yûsuf bin Mihran’dan (rahmetullahi aleyhima) o da Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet etti: Havârîler, Îsâ'ya (aleyhisselâm) dediler ki; “Ey Allah'ın peygamberi! Allahü teâlâ sana, ölüleri diriltmek mûcizesini verdi.” Nûh'un (aleyhisselâm) gemisini görmüş, bize ondan bahsedecek birisini diriltseydin ne iyi olurdu. Bunun üzerine Îsâ (aleyhisselâm) onları, bir kum tepeciğinin yanına götürdü. Oradan bir avuç toprak alıp; “Buranın ne olduğunu bilir misiniz?” diye sordu. Onlar; “Allahü teâlâ ve resûlü daha iyi bilir” dediler. O zaman Îsâ (aleyhisselâm); “Burada Hazret-i Nûh'un oğlu Sam (rahmetullahi aleyh) vardır” buyurup, elindeki asâsı ile toprağa vurdu ve; “Allahü teâlânın izni ile kalk!” buyurdu. O böyle söyler söylemez orası açıldı ve Sam, başındaki toz toprağı silkerek ayağa kalktı. Gayet yaşlanmış, saçları ağarmıştı.
 Hazret-i Îsâ ona; “Sen bu hâlde mi vefât ettin?” diye sorunca; “Hayır, bilakis daha genç idim. Lâkin ben tekrar diriltilince kıyâmet kopuyor zannettim. Bunun heybetinden bir anda böyle yaşlandım. Saçım ağardı” dedi. Hazret-i Îsâ, Sam'a; “Nûh'un (aleyhisselâm) gemisinden bahset, haber ver” dedi. Sam da şöyle anlattı: “Geminin uzunluğu 1200 zrâ' (takriben 600 m.) genişliği 600 zrâ' (takriben 300 m.) idi. Gemi üç katlı idi. Birinci katta evcil ve vahşî hayvanlar, ikinci katta kuşlar üçüncü katta da mü’minler vardı. Birbirine hasım olan hayvanlar arasında Allahü teâlâ ülfet (dostluk) verdi. Böylece birbirlerine zararları dokunmadı.” Bu şekilde suâl ve cevaplardan sonra, Îsâ (aleyhisselâm); “Allahü teâlânın izniyle geri dön” buyurdu. Sam da tekrar vefât edip toprağa girdi.
Rivâyet edilir ki, Nûh (aleyhisselâm) ve gemide onunla beraber bulunanlar, devamlı suya baktıklarından dolayı gözleri karardı. Bu sebeple, gemiden çıktıkları âşûrâ günü gözlerine sürme çekmekle emrolundular.
Nitekim İbn-i Abbâsın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte meâlen buyuruldu ki: “Her kim Âşûrâ gününde ismidle sürmelenirse (ismid denilen husûsî kühl taşı ile gözüne sürme çekerse ve bunu kullanmaya devam ederse) ebediyyen göz ağrısı çekmez.” “Ramuz-ül-ehadis”in şerhi olan “Levâmiul-ukûl”de bu hadîs-i şerîfin şerhinde buyruluyor ki: İsmid, göze sürme çekilen mârûf, mâdenî bir taştır. Sürme çekilen taşlar içinde ismidin ayrı bir husûsiyeti vardır. Tirmizî (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh); “Sürmelendiğiniz şeylerin en hayırlısı ismiddir” dediğini rivâyet etmiştir. İsmide kühl-i İsfehânî de denir. Göz yaşını ve yaraları kurutur. Gözün sıhhatini korur, sinirlerini kuvvetlendirir. Gözün nûrunu artırır. Bilhassa yaşlılar ve çocuklar için çok faydalıdır.
Ebüşşeyh'in, “Ahlâk-un-nebî” kitabında, Hazret-i Âişe'nin şöyle naklettiği bildirilmektedir: “Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ismidi vardı. Uyuyacakları zaman onunla gözlerini üçer defâ sürmelerdi.”
Hazret-i Ali buyurdu ki: “İsmid ile sürmelenmeye iyi yapışınız. Çünkü o, kirpikleri kuvvetlendirir, göz çapağını giderir ve görmeyi netleştirir.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Çok ibâdet ederdi. Vakitleri sıkıntılı ve meşakkatli geçerdi. Buna rağmen her gün ve gecede yediyüz rekat namaz kılardı. Gâyet zâhid bir zât idi. Dünyâ ve dünyâlık ile hiç meşgûl olmazdı. Bin senelik ömründe, kıldan yapılmış çadır bir evde kaldı. Kendisine; “Ey Allah'ın peygamberi! Kendinize bir ev yapsanız” diye arzettiklerinde; “Nasıl olsa ya bu gün, ya yarın öleceğim. Kısa bir zaman için böyle şeylerle meşgûl olmaya değer mi?” buyururdu.
Dünyâ hayatının kısalığını, ömrü, faydasız, boş şeylere harcetmenin çok yanlış olduğunu bildirirdi. Her anının Allahü teâlâya ibâdet, O'nun dînine hizmet ve Onun zikri ile geçmesine çok dikkat ederdi. Hattâ vefâtında, Azrâil (aleyhisselâm) ona; “Ey Nûh (aleyhisselâm)! Dünyâyı nasıl buldun?” dedi. O da; “Kendisine bir ev yapılan ve bir kapısından girip diğer kapısından çıkan bir kimsenin hâli gibi gördüm” buyurdu.
İbn-ül-Verdi’nin (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, Nûh (aleyhisselâm) kamıştan bir ev yapıyordu. Kendisine; “Keşke bundan değil de daha sağlam bir şeyden yapsaydınız” diye arzedilince; “Ölecek olan kimseye bu kadarı bile çoktur” buyurdu.
Bâzı kitaplarda şöyle yazmaktadır. Hazret-i Nûh'a; “Ey Allah'ın peygamberi! Ömrünüzü kerpiçten bir evde geçirecek yerde, niçin kara çadırı tercih ediyorsunuz?” denilince; “Ben, yarın vefât edip onu bırakacağım. Terk edeceğim bir şey için niye zahmet çekeyim?” buyururdu.
Nûh (aleyhisselâm), adedlerini (sayılarını), Allahü teâlânın bildiği peygamberler silsilesinin en üstünlerindendir. Asfiyânın yâni kalbi pak, hâli dürüst olanların önderi, hidâyet ve kurtuluş gemisinin kaptanı, tevhid denizinin yüzücüsü idi. Âlemin düzelmesinin sebebi, Âdem'in (aleyhisselâm) neslinin devamının vâsıtasıdır. Peygamberlerin dördüncüsü, peygamberlerden azm sâhiplerinin (ülül'azm denilen en yüksek altı peygamberin) ikincisidir. Cebrâil (aleyhisselâmAllahü teâlânın vahyi için Hazret-i Nûh'a elli defâ geldi.
Babası Lamek (rahmetullahi aleyh) Hazret-i Nûh daha kırk günlük iken, başka bir rivâyette, o, peygamber olduktan çok sonra vefât etti.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Nûh (aleyhisselâm), Hazret-i Âdem'e çok benzerdi. Buğday tenli, iri yapılı, iri gözlü, uzunca boylu, geniş omuzlu olup, kolları ve baldırları ince ve kalın değildi. Her şeyin yaratıcısı olan yüce Rabbimiz, onun mübârek teninin rengini, hâlis gümüş misâli, beyaz halketmişti. Mübârek başı büyükçe ve pek güzel idi. Sakalları uzunca idi.
Gayet şiddetli ve gadablı idi. Bununla beraber çok kerîm, sabırlı ve yumuşak huylu olup çok şükredici idi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Hazret-i Nûh'a kavminden bir kısım kimseler gelip köylerindeki büyük taşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Hazret-i Nûh bunun için duâ edince, cenâb-ı HakCebrâil'i (aleyhisselâm) gönderip; “Eliyle taşlara işâret etsin” buyurdu. Hazret-i Nûh eliyle taşlara işâret edince bütün taşlar, istisnâsız toprak kesildi. Onun bu mûcizesi ile oniki kişi îmâna geldi.
2- Hazret-i, Nûh, Allahü teâlânın izni ile, çok uzak olan, gözlerin göremeyeceği şeyleri görerek, haber verirdi. Bu mûcizesine sebep şu idi: Bir defâsında, çocuklarını kaybeden iki kimse gelerek; “Hak peygamber isen çocuklarımızın nerede olduklarını haber ver, biz de îmân edelim” dediler. Cenâb-ı HakCebrâil'i (aleyhisselâm) gönderip, ona, uzak yerdeki şeyleri görecek göz verdiğini bildirdi. Hazret-i Nûh gündoğumu tarafına bakıp, pek uzak bir yerde, çocukların koyun gütmekte olduklarını görüp haber verdi. Hazret-i Nûh'un haber verdiği yer çok uzak olduğundan, o kimseler, orayı kolay bulabilmeleri için alâmet istediler. Hazret-i Nûh filan tepe diye târif etti. O iki kimse târif edilen yere gidip, çocuklarını buldular. Bu mûcizeyi görmekle, Hazret-i Nûh'un hak peygamber olduğunu anlayan o iki kişi îmânla şereflendiler.
3- Hazret-i Nûh, mûcize olarak, susuz yerlerden su çıkarırdı. Bir defâsında kavminden bir takım kimseler susuz bir yerde yerleşmişlerdi. Bunların, zirâatçı olduklarından, suya ihtiyaçları vardı. Bir gün Hazret-i Nûh'a gelerek; “Bizim yerleştiğimiz yerde su akıtırsan îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh duâ edince; “Orada bulunan bir dağa gidip eliyle işâret edersen, su akacaktır” diye vahiy geldi. Nûh (aleyhisselâm) bildirilen dağa eliyle işâret edince, dağın eteklerinden billur gibi berrak sular akmaya başladı.
4- Hazret-i Nûh'un emir ve işâretiyle, ağaçlar kökleriyle birlikte yerinden kalkıp, başka bir yerde dururdu. Bir defâsında, Hazret-i Nûh kavminden bâzı kimselerle sefere çıkmıştı. Bir yerde konakladıklarında, güneşin sıcaklığı kendilerine çok tesir etti. Yanındakiler, Hazret-i Nûh'a; “Hak peygamber isen, şu karşıda bulunan ağaca emret de yerinden kalkıp yanımıza gelip, bize gölgelik etsin” dediler.
Hazret-i Nûh; “Allahü teâlânın izni ile bunu yaparsam, hakîkaten îmân eder misiniz?” dedi, Hepsi de; “Evet, îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh, bunun için duâ edince, ağaç yerinden ayrılıp, yanlarına geldi. O toplulukta bulunanların hepsi, bunu gördü ve hayretle seyrettiler. Bu mûcize ile, o topluluktan sekiz kişi îmânla şereflendi. Diğerleri ise; “Bu sihirdir” diyerek küfür ve dalâlette ısrâr ettiler.
5- Hazret-i Nûh bulutsuz olarak yağmur yağdırırdı. Rivâyet edildiğine göre, kavminden bâzı kimseler, Hazret-i Nûh'a gelerek; “Bir mûcize gösterirsen îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh; “Nasıl mûcize istersiniz?” dedi. Onlar da; “Bulut olmadığı hâlde yağmur yağdır” teklifinde bulundular. Hazret-i Nûh, bunun için duâ edince, Allahü teâlâ; “Ellerini semâya kaldır” buyurdu. Hazret-i Nûh emir icâbı, ellerini semâya kaldırdı. Kaldırmasıyla birlikte yağmur yağmaya başladı. Aslında, onların böyle mûcize istemekten maksatları, mûcizeyi görünce îmân etmek değildi. Kendi bozuk düşüncelerine göre, Hazret-i Nûh'dan yapamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şey isteyip yapamayınca da, güyâ, birbirlerine; “Bakın! Bu peygamber filan değildir. Hakîkaten peygamber olsa mûcizeler gösterirdi” diyeceklerdi. Fakat, hakîkat, onların kısa görüşleriyle zannettikleri gibi olmuyordu.
Allahü teâlânın izni ile Hazret-i Nûh bir mûcize gösterip, dağın eteklerinden güzel sular akıverince hepsi birden sinir küpü hâline geldiler. Hazret-i Nûh'a hakâret etmeye başladılar. Hattâ dövmeye kalkıştılar. Onların bu azgınlıklarına karşı, Allahü teâlâ da onları suda boğulmakla helâk etti.
6- Hazret-i Nûh, kuru bir ağacın meyve vermesi için duâ edince, ağaç hemen yeşillenir, meyve verirdi. Bir defâsında, kavmini îmâna dâvet ederken, onlar mûcize olmak üzere, daha evvel kurumuş olan ağaçları göstererek; “Bunlar meyve versin” dediler. Hazret-i Nûh, bunun için duâ edince, ne kadar kuru ağaç varsa, hepsi meyve verdi.
7- Hazret-i Nûh kum, toprak, kül gibi şeylere duâ edince, Allahü teâlânın izniyle o şeylerin hepsi yiyecek yemek hâline gelirdi.
8- Kavminden bâzılarını îmâna dâvet ederken onlar bir dağı göstererek; “Eğer bu dağ yerinden ayrılır, Arafat dağının bulunduğu yere kadar gidip, Arafat dağına katılırsa, sana îmân ederiz” dediler. Hazret-i Nûh, duâ edince dağ yerinden ayrılıp Arafat dağına gitti. Arafat'a birleşti. Bu mûcizeyi görenlerden bâzıları îmân etmekle şereflendiler.
9- Hazret-i Nûh gemiyi tamamladığında, müşrikler gemiyi yakmak istedikleri hâlde yakamadılar. Cenâb-ı Hakk'ın kudretiyle, Hazret-i Nûh'un bir mûcizesi olarak gemi konuştu. Bu sırada gemiden; “La ilâhe illallah ilâh-ül-evvelin vel âhırin. Ben o gemiyim ki, bana giren kurtulur. Girmeyen helâk olur. Bana ancak ihlâs sâhibi olanlar biner” diye ses geldi. Bunun üzerine Nûh aleyhisselâm müşriklere; “Ne dersiniz? Şimdi bana îmân eder misiniz?” buyurdu. Onlar ise, gemiyi yakabilmek için, etrâfında çok büyük ateşler yaktıkları hâlde, gemiye bir şey olmamıştı. Bu durum karşısında, Hazret-i Nûh'a îmân edecekleri yerde, kızıp hakârete devam ettiler.
10- Nûh (aleyhisselâm) gemiyi tamamlayıp hacca gitti. Geminin yanından ayrıldıktan sonra, yine onun bir mûcizesi olarak, gemi havaya kalkıp hacdan dönünceye kadar boşlukta durdu. Müşrikler bir zarar yapamadılar. Nûh (aleyhisselâm) hacdan dönünce tekrar yere indi. Bundan sonra tûfan başladı.
11- Hazret-i Nûh'un duâsı bereketiyle, gemide bulunan mü’minler karaya çıktıktan sonra, kısa zamanda çoğaldılar.
12- Hazret-i Nûh, selâmetle gemiden indiğinde mübârek eliyle bir ağaç fidanı dikmişti. Onun bir mûcizesi olarak, o fidan biraz sonra, rengi birkaç nevi olan çeşit çeşit meyveler verdi.
Önceden gemiye koymuş oldukları fidanları da dikti. Onlar da kısa zamanda yeşerip meyve verdi. Bunlardan ilkinin zeytin olduğu “Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî”de yazılıdır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Daha önce tafsilatıyla anlatıldığı üzere Nûh'a (aleyhisselâm) inanmayıp âhırette sonsuz azâba düçâr olan; dünyâda ise suda boğularak helâk edilen kavmin, bu duruma gelmesine sebep olan hâlleri, kısaca şöyledir. Her mü’minin bundan ibret alıp sakınması ve onların âkıbetine düşmekten korkup, titremesi lâzımdır.
1- Küfür: O kavimde, Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olanların dışındaki herkes îmânsız olup, Allahü teâlâya ve gönderdiği peygambere inanmıyordu. Onların kâfir oldukları, Kur’an-ı kerîmde zikrolunmaktadır. Nûh sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh dedi ki: “Ey (beni hidâyet ve doğru yolda gitmek yaratılışı ile terbiye edip, yetiştiren) Rabbim! Yeryüzünde hareket eden, gidip gelen hiç bir kâfiri bırakma. Eğer sen onları (içinde bulundukları hâl üzere) bırakırsan, kullarını dalâlete sürüklerler.” (Senin vahdâniyetini, bir olduğunu tasdik etmiş olan kullarını doğru yoldan ayırır, tevhidden küfre döndürmek isterler.)
2- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, putlara tapıyorlar, başkalarını da putlara tapmaya teşvik ediyorlardı. Putlara tapmak, müşriklik olup, bu da küfrün bir çeşididir. Onların bu hâli Nûh sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi. (Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, aşağı tabakadan kendilerine tâbi olanlara;) “İlâhlarınıza ibâdeti sakın terketmeyin. Husûsen, Vedd, süvâ, yegûs, ye’ûk ve nesr isimlerindeki putlarınızı, bunlara ibâdeti sakın ola ki terketmeyin dediler.”
3- Yine îmân edenlerden başka herkes zındık idi. Zındık, burada putlara tapan, âhırete, Allahü teâlânın Rab olduğuna inanmayan demektir.
4- Onlar âhıret gününü, öldükten sonra tekrar dirilmeyi, haşrı ve neşri inkâr ederlerdi. Hazret-i Nûh'un bildirdiği tevhid (Allahü teâlânın var ve bir olduğunu tasdik etmek) îtikâdına, dalâlet dediler. Kıyâmet günü ile korkutmasına ise apaçık bir sapıklık dediler. Onların bu sözleri, kıyâmet gününü yalanladıklarını göstermektedir. Halbuki, Allahü teâlânın bütün peygamberleri, başta, Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân etmeyi bildirmişlerdir. Ümmetlerinden ilk olarak bunu tasdik etmelerini istemişlerdir. Diğer peygamberler gibi Hazret-i Nûh da, kavmine bunu bildirmiş kavmi ise onu yalanlamıştır.
5- Onlar, Allahü teâlâ tarafından kendilerine peygamber olarak gönderilen Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olmayıp bunu kendileri için aşağılık saydılar. O yüce peygamberi, kendileri gibi alelâde bir insan olarak gördüler. Peygamber olarak gönderilen zâtın kendilerinden apayrı cinsten biri olması, meselâ bir melek olması lâzım geldiğini zannettiler. Nitekim Mü’minun sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden kâfir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nûh ancak sizin gibi bir insandır. (Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi nasıl, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir. Sizi tevhide dâvet etmekle) üzerinizde fazîletli ve size reis olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakîkaten Allahü teâlâ kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra tekrar dirilmeye âit olarak bizi dâvet ettiklerinin hiç birini atalarımızdan duymadık. Bu Nûh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin, ona nezâret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez.”
Yine Mü’minun sûresinin 31-37. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyuruldu ki: “Nûh'a inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmayanlardan, dünyâ nîmetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, diğerlerine; Bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtâç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size; ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükten,sonra, bir daha dirilmek yoktur dediler.”
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i kudsîde; Allahü teâlâ buyurdu ki: Âdemoğlu yalanlamaması lâzım geldiği hâlde beni yalanladı. Şetmetmemesi lâzım geldiği hâlde beni şetmetti. Onun beni yalanlaması, benim kendisini ilk yarattığım gibi (tekrar) onu diriltemeyeceğimi söylemesidir. Onun beni şetmetmesi; Allah çocuk edindi demesidir. Halbuki ben ehad (var ve bir, eşi, ortağı olmayan) ve samedim (yani üstünlüğüm nihâyet derecesinde, sonsuz olup, mahlûkların hiç birisine muhtâç olmayan ebedî ve ezelî Mâlik ve Hâkimim), Doğmadım, doğurulmadım. Bana hiç kimse denk değildir.”
6- Onlar Nûh'a (aleyhisselâm) tâbi olmadıkları gibi bir de onu yalanladılar. Kur’an-ı kerîmde; Hac, Şuarâ, Sâd, Gâfir (Mü’min), Kâf ve Kamer sûrelerinde bu hâl bildirilmektedir. Meselâ Kamer sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Mekke kâfirlerinden evvel kulumuz Nûh'u, kavmi tekzip edip, mecnûndur (delidir) demişlerdi. Hem de, çeşitli eziyetlerle, onu tebliğ vazifesinden zecr etmişlerdi.” (Yâni her türlü yolu deneyerek, onun, peygamberlik vazifesini tebliğ etmesine, yaymasına mâni olmuşlar, bu vazifesine mâni olmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardı.)
Âyet-i kerîmelerde, Mekkeli müşriklerden evvel; Nûh, Âd, Semûd, Lût kavimleri, Fir’avn, Eshâb-ı Ress ve Eshâb-ı Eyke gibi toplulukların da, kendilerine gönderilen peygamberleri tekzip ettikleri ve bu yalanlamalarının cezâsı olarak dünyâ ve âhırette helâk oldukları bildirilmektedir.
7- Kendilerine rahmet olarak gönderilen peygambere, Hazret-i Nûh'a âsî oldular, karşı geldiler. Nitekim Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh dedi ki: “Ey Rabbim! (Bu kadar uzun dâvet ve nasîhatime rağmen, kendilerine emrettiğim şeylerde) onlar bana âsî oldular...” buyrulmaktadır.
8- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olup, îmân etmeyenler, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği nîmetlere şükretmiyorlar. O'ndan hayâ etmiyorlar ve azâbından korkmuyorlardı. Allahü teâlânın yüceliğine, rahmetinin genişliğine, azâbının çetinliğine hiç aldırış etmiyorlardı.
Nitekim Nûh sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Nûh, kavmine şöyle dedi; Size ne oldu ki, Allahü teâlânın âzametine, büyüklüğüne îtikâd etmiyorsunuz, O'nun ihsânını ümîd etmiyorsunuz? O'nun azâbından ve O'na muhâlefet etmekten korkmuyorsunuz?”
9- Onların kadınları da, edeb ve hayâsını kaybetmiş çok ahlâksız bir hâl üzere idiler. Zînetlerini yabancı erkeklere gösterirlerdi. Giydikleri elbiseleri incilerle süsleyip, yol ortasında çalım satarak ve salınarak yürürlerdi. Bu ise haramdır. Nitekim Ahzâb sûresinin 33, âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Eski câhiliyye zamanındaki kadınlar gibi; kendinizi süsleyip sokakta salınarak yürümeyin...” Bâzı âlimler bu âyet-i kerîmede geçen; “Eski câhiliyye zamanı”ndan murâdın, Âdem (aleyhisselâm) ile Nûh (aleyhisselâm) arasındaki zaman olduğunu haber vermişlerdir.
10- Zinâ, bütün dinlerde haram kılınmış, en çirkin günahlardan olduğu hâlde onlar bu fiili işlerlerdi.
11- Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, zevk ve lezzetlere düşkün olan reislerine uyarlar, onların peşinden giderlerdi. Hattâ bunu da kendileri için bir kıymet sayarlar, başkalarının sevgi ve muhabbetlerine bunları tercih ederlerdi. Mal ve evlâd sâhibi olup, hâlleriyle övünen, gururlanan reislerine uyarlardı. Nitekim, Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh şöyle dedi: Rabbim, onlar (kendilerine emrettiğim şeylerde) bana isyân ettiler, kavmimin fakirleri de şu kimselere tâbi oldular ki, onların mal ve evlâtları ancak âhırette hüsrânlarını arttırır. Onlar zenginler ve kavmin reisleridir.”
Şunu iyi bilmelidir ki, hep keyif ve lezzetlerini düşünen, zenginliği, makâm sâhibi olmasıyla gururlanıp şımaran kimselerle beraber olmak, onlarla düşüp kalkmak, insanın hem şahsına, hem de dînine çok zararlıdır. Çünkü onlarla beraber bulunanlar, zamanla onların huyunu ve ahlâkını kapar ve onlara benzemeye başlar. Onlar gibi, mala, mülke düşkünlüğü artar ve bu arzu kendini kaplar. Netîcede istedikleri şeylere kavuşabilmek için bir çok zahmet ve meşakkatlere katlanır. Bu arzularını mubâh ve meşrû yollardan elde edemezse, meşrû olmayan yollara saparak, haram ve mekruhlara dalar. Hattâ bâzan, arzu ve maksadına kavuşması, onu şımarıklık ve azgınlığa kadar götürür. Elde ettiklerini de güzel bir şekilde sarfetmez. Vakitleri de bunların meşgûliyet ve sıkıntıları ile ziyân olur.
Böyle bir kimse, çalışıp, gayret gösterdikten sonra bütün gücünü sarfettiği hâlde maksadına kavuşamazsa, ya dindarlık tarafı gâlip gelir; maksadına ulaşamadığı için sabredip gam ve kedere tahammül gösterir. Veya, dînine bağlılığında fitne ve bozukluk meydana gelir. Bu sefer de, Allahü teâlânın takdirine karşı gelmeye, kızmaya başlar ve felâkete sürüklenir.
Ebû Nu'aym, Avn bin Abdullah'ın (rahmetullahi aleyhim) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Bir ara zenginlerle beraber bulunmuştum. Onların arasında gam ve kederim pek fazla idi. Çünkü, onların, elbiselerine ve bineklerine bakar, benimkilerden daha iyi olduğunu görür bunun için üzülürdüm. Fakat, daha sonra fakirlerle beraber bulundum. Önceki gam ve kederli hâllerden kurtularak rahata kavuştum.”
Büyüklerden, buna benzer daha nice sözler nakledilmiş, lüzumsuz dünyâlığı toplamanın, hattâ bununla vakit geçirenlerle beraber olmanın, dert ve gamı satın almak olduğu bildirilmiştir.
İbn-i Hâcer-i Askâlânî'nin (rahmetullahi aleyh) El-Münebbihât kitabında bildirdiği ve İmâm-ı Tirmizî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İki haslet vardır ki, kimde bunlar bulunursa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kimde bu ikisi bulunmazsa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Bu iki haslet şudur: 1- Kişinin, dîni husûsunda kendisinden yukarıdakine bakıp ona uyması, 2- Dünyâsı husûsunda kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine olan lütfunden dolayı hamdetmesidir. Allahü teâlâ böyle bir kulu şükredici ve sabredici olarak yazar. Bunun aksi, kişinin, dîni husûsunda kendisinden aşağıdakine, dünyâ husûsunda kendisinden yukarıdakine bakması ve kaçırdığı şeyden dolayı üzülmesidir. Böyle bir kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz.”
İmâm-ı Ahmed, Müslim, Tirmizî ve İbn-i Mâcenin (rahmetullahi aleyhim), Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: (Dünyâlık bakımından) sizden aşağıda olanlara bakınız, sizden yukarıda olanlara bakmayınız. Böyle yapmak, Allahü teâlânın size verdiği nîmetleri aşağı görmekten pek sakındırıcıdır.”
12- Mekr, hîle yapmak büyük günahtır. Allahü teâlâ, Nûh aleyhisselâmın kavmi için, Nûh sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ve çok büyük bir mekr, hîle yaptılar” buyurdu.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) bu âyet-i kerîmenin meâli hakkında; “Dinde büyük bir mekr yaptılar” buyurmuştur.
Mekrin âkıbeti pek vahimdir. Mekrin hakîkati, başkasına zarar vermek için hîle yapmaktır. Fâtır sûresinin 43. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Çirkin fiil, kötü hîle, ancak sâhibinin (hileyi yapanın kendi) başına geçer.”
13- İnsanları aldatıp doğru yoldan saptırmak, onları Allahü teâlâya îmândan, O'na tâattan menetmek, onları, günahlara ve kötülüklere dâvet etmek, kötü kimselere tâbi olmak, onların peşinden gitmek, çok yanlış ve çirkin bir iştir. Hazret-i Nûh'un kavmi, bu yanlış hâlde bulunuyordu Nitekim, Nûh sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçekten bunlar çok kimseyi azdırıp yoldan çıkardılar” buyruldu. Âlimler, bu âyet-i kerîmenin; Nûh aleyhisselâmın kavmi içinde, insanları doğru yoldan saptırmaya çalışanların bulunduğunu, dalâlet ehline uymanın kötülüğünü ve diğer dinlerde de bunun yasaklanmış, nehyedilmiş olduğunu haber vermişlerdir.
İmâm-ı Ahmed ve Taberânî'nin (rahmetullahi aleyhima), Ebud-Derdâ'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ümmetim hakkında en korktuğum; reis, rehber durumunda olup da insanları doğru yoldan saptıranlardır.”
Buharî, Müslim, İmâm-ı Ahmed, Tirmizî ve İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyhim) Abdullah bin Amr bin Âs'tan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfinde buyuruldu ki: Allahü teâlâ ilmi, insanlardan hemen çekip almaz. Âlimleri almak sûretiyle ilmi alır. Nihâyet âlim kalmayınca, insanlar, câhil kimseleri kendilerine baş, rehber, reis edinirler. Bunlara suâl sorulur. Onlar da ilimleri olmadığı hâlde fetvâ verirler. Böylece, hem kendileri dalâlete düşer, hem de başkalarını sapıtırlar.”
14- Nâsîhat dinlemekten yüz çevirmek. Bu hâl çok fenâdır. Nâsîhat dinleyerek ve nasîhatlere uyarak hâlini düzeltmek yerine, nasîhat dinlemekten yüz çevirip, ayrılmak akıl sâhiplerinin yapacağı şey değildir.
 Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen, Hazret-i Nûh'un Allahü teâlâya şöyle münâcât ettiği bildirilmektedir: “Îmân etmeleri sebebiyle, onları mağfiret etmen için, her ne zaman kendilerini îmân etmeye dâvet ettimse, dâvetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını kapadılar. (Dâvetimi duymak istemediklerinden başka, yüzümü dahî görmemek için) elbiselerini de başlarına örttüler. Küfür ve isyânlarında ısrâr edip, bana tâbi olmaktan istikbar ettiler. (Çok kibirlenip, tâbi olmaktan kaçındılar.)
İşte nasîhat dinlemekten yüz çevirenlerin hâli, Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin hâline benzemektedir. Halbuki, nasîhat dinlememek, insanı, kibre ve Allahü teâlâdan yüz çevirmeye götürür.
Şeyhayn, Ebû Vâkıd Leysî’den (rahmetullahi aleyhim) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâm ile birlikte mescidde oturuyordu. Bu sırada mescide üç kişi girdi. Bunlardan ikisi Resûlullah’ın huzûrlarına kadar geldiler. Birisi halkada (sohbette bulunanlar arasında) bir boşluk bulup oturdu. Diğeri de geri tarafta bir yerde oturdu. Üçüncü ise geri dönüp gitti.
Resûlullah aleyhisselâm sözlerini bitirince buyurdu ki: “İsterseniz, bu üç kişinin hâlini size haber vereyim. (Halkada yer bulup oturan birinci kimse için) İçlerinden biri Allahü teâlâya sığındı. Allahü teâlâ da onu barındırdı. Diğeri utandı. (Halkaya oturmak için sıkışırsa, diğerlerine sıkıntı vermekten korktu ve geride oturdu.) Allahü teâlâ da ondan hayâ etti. Öteki de (geri dönüp giden üçüncü şahıs ise, bu meclisten) yüz çevirdi. Allahü teâlâ da ondan yüz çevirdi.”
15- Nâsîhat edenlere buğzetmek: Hazret-i Nûh, kavmine nasîhat ederken, onların, elbiseleriyle yüzlerini kapatmaları; nasîhat edenlere kızıp hakâret ettiklerini gösteriyor.
Hazret-i Ömer, buyurdu ki: “Nâsîhat edenleri sevmeyen, (onlara buğzeden) kimsede hayır yoktur.” Bunun sebebi de câhilliktir. Nitekim, âlimlerimiz; “Câhil, kendisine nasîhat edene düşman olur” buyurmuştur.
16- Mâsiyette, (günah işlemekte) ısrâr etmek de çok hatâlı bir davranıştır, hâldir.
Isrârın aslı; devam, sürat ve bu’d yâni uzaklıktır. Günah işlemekte ısrâr eden kimse, müptelâ olduğu günahı devamlı yapar. Bir defâ yapınca, diğer bir defâ daha yapmaya azmeder. Günahı tekrar işlemekte sürat gösterir, yâni beklemeden tekrar tekrar yapar. Hal böyle olunca, iyilik yapamaz olur. Bu sebeple hayırdan uzaklaşır. Böyle bir kimsenin yaptığı günahtan pişman olması, günahtan yüz çevirmesi lâzımdır. İstiğfar, günahtan ayrılmak, onu terketmektir. Hazret-i Nûh da kavmine, îmân etmelerini, işledikleri günahlarından dolayı istiğfâr etmelerini emretmiştir.
Nitekim Nûh sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde, Hazret-i Nûh'un meâlen Allahü teâlâya; (Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki, küfürden tevbe edip, Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ O, şirk ve isyândan tevbe edeni, çok mağfiret edicidir.” dediği bildirilmektedir.
 Fakat onlar, günahta tekrar tekrar ısrâr edip, istiğfârda bulunmadılar. Dâveti kabûl etmediler. Nûh sûresinin 6. âyetinde meâlen Hazret-i Nûh'un; “Benim dâvetim, ancak, onların îmân ve tâattan firarlarını, uzaklaşmalarını arttırdı” dediği bildirilmektedir.
İnsan, gaflete düşerek herhangi bir günah işlerse, bunun için derhal tevbe ve istiğfâr etmeli, âcizlik ve gevşeklik göstermemelidir. İşte Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, günahlarına tevbe ve istiğfâr etmedikleri için tûfanda boğulup helâk oldular.
Hataya düşmekle, günah işlemekle, hemen belâ ve musîbet, ilâhî cezâ gelmez. Bu sırada kuldan istenen, tevbe ve istiğfâr etmesidir. İnsan, yaşadığı müddetçe tevbe kapısı açıktır. Günaha düşmekle, belâ ve musîbet gelmesi, günahta ısrâr sebebiyledir. Bazen belânın büyüklüğü, o günahta ısrâr etmek sebebiyle olur.
17- İstikbar (Kibirlenmek): Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde açıkça bildirildiği gibi, onlar çok kibirli kimselerdi. Kibirlendikleri, için îmândan mahrûm kaldılar. Kibirlenmeleri bu büyük nîmet ve şerefe kavuşmalarına mâni oldu. Şeytanın da ebedî mel’ûn olmasına sebep kibirlenmesidir. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.” Ancak cezâsını çektikten sonra girer.
18- İyiliğe kötülükle mukâbele etmek: Nûh (aleyhisselâm) kavmine nasîhat eyledi. Kavmini, ibâdet edilecek O'ndan başkası bulunmayan Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etti. Onlara karşı pek şefkâtli davrandı. Çünkü onlara azâb gelmesinden korkuyordu. Buna rağmen, kavmi iyiliğe kötülükle karşılık verdi, üstelik ona yalancı ve deli dediler. Böylece Hazret-i Nûh'un ve ona îmân etmiş olanların fazîlet ve üstünlüklerini inkâr ettiler. Bununla da kalmayıp taşkınlıkta bulundular. Hakâret ve alay ederek, aşağıladılar hattâ olmadık işkenceyi revâ görüp, acımasızca dövdüler.
Ubeyd bin Umeyr (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Kavmi, Nûh'u (aleyhisselâm) bayılıncaya kadar döverdi. O ise kendine geldiği zaman; “Allah'ım kavmimi hidâyete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar” derdi.”
Peygamberlerin ahlâk ve merhametlerinin ne kadar yüksek olduğu buradan açıkça anlaşılmaktadır. Hazret-i Nûh ve diğer peygamberler, kavimlerinin işkencelerine, eziyet ve cefâlarına sabır ve tahammül ettikleri gibi, onlara şefkât gösteriyorlar, affedilmeleri için duâ ediyorlardı. Allahü teâlânın evliyâsının, sevdiği kullarının ahlâkı da bu şekildedir.
Nitekim evliyâdan Behlül Dânâ diye meşhûr olan Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’yi çocuklar taşa tutarlardı. Hattâ atılan taşlarla vücûdundan kanlar akardı da buna karşılık o şöyle derdi: “Bana Allahü teâlâ kâfidir. Ben O'na tevekkül ettim. Bütün mahlûkât O'nun kudretindedir.
Yâ Rabbî! Onlardan gelen bu taşlardan beni muhâfaza eyle. Ben onlara şefkât ve merhametten başka bir şey yapamam.”
Allahü teâlânın evliyâsına, sevgili kullarına, hakârette, ezâ ve cefâda çok ileri gidilince, bu hâl Allahü teâlânın gadabına sebep olur ve ezâ edenler Allahü teâlânın azâbına uğrayabilir. İşte, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, Hazret-i Nûh'u ve ona îmân edenleri, aşağılamaya ve kötülük etmeye devam edince, Allahü teâlâ onları helâk etti. Hattâ, Hazret-i Nûh'u onlara şefkât etmekten, onlara gelecek azâbın def’i için duâ etmekten bile men etti.
19- Azgınlık ve taşkınlık: Büyüklere karşı hayâsızca davranmak, kötülük yapmaya yeltenmek ve saygısızlık etmek, küçük çocukları onlara kötülük yapmak için göndermek de Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin azgın ve taşkın hâllerinden idi. Nitekim, yukarıda geçen, bir ihtiyârın oğluyla birlikte Hazret-i Nûh'a gelerek, oğlunu ona tâbi olmaktan men etmesi dolayısıyla, oğlunun âsâyı alarak Hazret-i Nûh'un mübârek başına vurma hâdisesi buna açık misâldir.
Nûh (aleyhisselâm) zamanında, nesil değiştikçe, kavmin bedbahtlığı da artmıştır. Yaşlıların çocuklara, kötü örnek olup, daha küçüklüklerinden îtibâren, Nûh'a (aleyhisselâm) inanmamaları husûsunda tembihte bulunmaları şartlanmalarına sebep olmuştur. Böylece bu kötü hâl onlarda asırlar boyu devam etti. Her gelen nesil, kendilerinden önceki neslin kötü işlerini ve âdetlerini kendilerine örnek aldılar. Böylece, aralarında büyüğe hürmet ve küçüğe merhamet de kalmadı. Bu hâl ise, akıllı kimselerin ahlâkından değildir.
Nitekim İmâm-ı Ahmed ve Hâkim’in (rahmetullahi aleyhima) Ubâde bin Samit'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Büyüğümüze hürmet, küçüğümüze merhamet etmeyen bizden değildir.”
20- Allahü teâlânın bâzı kullarına, ilim, hikmet ve benzerlerini vererek onları kıymetli kılmasını kabûl etmemek de, o kavmin kötü ahlâkından idi.
Halbuki, Allahü teâlâ Bakara sûresinin 269. âyet-i kerîmesinde meâlen; Hak teâlâ dilediği kimseye hikmet verir. (Faydalı ilim ihsân eder ve bu ilmin icâbı ile amel ettirir. Bu sebeple onu rızâsına erdirir.) Her kime ki hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir. (Kâmil akıl sâhiplerinin dışındaki kimseler bu âyetlerdeki nasîhatlerden ibret almazlar.) Ancak akl-ı kâmil sâhipleri tezekkür ve tefekkür ederler” buyurmaktadır.
Ama, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi, onun nasîhatlerinden hiç ibret almazlardı. Onu ve ona tâbi olanları da kendileri gibi birer insan olarak görürlerdi. Daha da ileri gidip Hazret-i Nûh'a îmân eden mü’minler için; “Kavmimizin en aşağı, rezil kimseleri” dediler. Onların böyle düşünmelerinin ve söylemelerinin pek yanlış olduğu âşikârdır. Peygamberlerinin haber verdiği şeyleri yalanlayan bütün ümmetler bu hatâya düşmüşlerdir. Onlar, insan olmak bakımından eşit bulunmayı, içlerinden bâzı kullara ilim, hikmet gibi fazîletlerin verilmesine mâni olarak gördüler. Yine onlar, böyle fazîletlerin, makâm, mevki, zenginlik, soy, akrabâlarının çokluğu gibi sebeplerle, kendilerinde bulunması icâbettiğini zannettiler. Halbuki, kendilerine peygamber olarak gönderilen zâtlar, içlerinden en güzel soydan, en asîl âileden gelirdi. Buna rağmen inâdla direnirler ve hakîkati kabûl etmezlerdi.
21- Görünüşe bakıp, ona göre hüküm vermek: Onlar, bir kimseye ilim, hikmet gibi fazîletlerin yanında peygamberlik nîmetinin verilmesi için kendilerince şartlar koşarlardı. Bu şartlar; iyi bir maddî kazanca, herkes tarafından tutulan bir san’ata, şatafatlı bir görünüşe sâhip veya melek olmaktı. Bu ise pek basit ve yanlış bir düşüncedir. Kişilerin meslek ve san’atlarının, doğru yolda bulunup bulunmamaları ile hiç alakası yoktur. Hem san’at ve teknikte ileri seviyede bulunmak doğru ve hak yolda bulunmak demek değildir. Hal böyle olunca bu şekilde düşünmelerinin bir kıymet ve ehemmiyeti yoktur. Nitekim, san’at ve teknikte ileride olan pek çok millet ve insanlar hak din üzere değildirler. Üstelik onlarda, insanlığın, şefkât ve merhametin zerresi bile bulunmamaktadır.
Allahü teâlâ, bu dünyâda, mü’min, kâfir ayırt etmeden her çalışana karşılığını verir. Nitekim, İsrâ sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Görüşleri ve akılları, bu dünyâ çerçevesine sıkışmış olanlar âhıreti bırakarak, dünyânın çabuk geçici zevklerinin arkasında koşuyor. Gece-gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu nîmetlerden dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fakat, bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hazırlıyoruz. Bunlar âhırette rahmetten uzaklaştırılıp, kötü bir hâlde, Cehennem’e sürükleneceklerdir. Her biri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünyâ lezzetlerine bağlanmayıp da, vâd ettiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhıret nîmetlerini isteyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince; bunlar, Kur’an-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini beğeniriz. Dünyâda, hem dünyânın âşıklarına, hem de sözlerine inanıp emirlerimi yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız. Nimetlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin nîmetlerinin yetişmediği kimse yoktur.”
Müslümanlık çalışmayı emreder. Tembellikten men eder. Müslümanlar, İslâmiyetin emirlerine uydukları zamanlarda pek ileri gitmişler, hattâ Avrupalı talebeler, müslümanların medreselerine gelip, tahsil görmüşlerdir. Müslümanlar, İslâmiyete uymakta gevşek davrandıkları anda ise gerilemeye başlamışlardır. Târih bunun en açık vesîkasıdır.
22- Fazîlet sâhiplerinin fazîletini inkâr etmek: Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, Hazret-i Nûh'un ve ona îmân edenlerin fazîletlerini, üstünlüklerini inkâr ettiler. Nitekim Hûd sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden kâfir olanların reisleri, ileri gelenleri ona dediler ki; Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca senin, üzerimizde ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması icâbettiği gibi bir husûsiyet sana has kılınmış olsun ve biz sana uymuş, îmân etmiş olanların da en alçak ve en aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların, bizim üzerimize bir fazîletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik dâvâsında, sana tâbi olanları da senin sadık olduğunu bilmeleri husûsunda hepinizi yalancılardan zannediyoruz.”
Hatib-i Bağdâdî, ”Târih-i Bağdat” kitabında, Enes'den (radıyallahü anh) İbn-i Asâkir de “Târih-i Dımeşk” kitabında Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Fazîlet ehlinin, fazîletini, üstünlüğünü ancak fazîlet ehli bilir” buyrulmuştur.
23- Kibir sebebiyle, fakirlerle beraber olmaktan sıkılmak: Böyle kimseleri meclislerinden, toplantı yerlerinden kovmak, kovulmalarını istemek de onların kötü ahlâklarından idi. Nitekim, onlar, Hazret-i Nûh'a ilk önce îmân etmiş olan fakir mü’minleri yanından kovmasını istemişlerdi. Îmân etmek husûsunda, onlarla beraber olmayı kendilerine yakıştıramamışlar ve; “Etrâfındaki fakir, aşağı kimseleri kov, biz de sana îmân edelim” demişlerdi. Hûd sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen bildirildiğine göre Hazret-i Nûh da onlara; “... Sizin talebinizle ben, mü’minleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zirâ onlar, kıyâmet günü Rablerine kavuşup mükâfâtlarını alacaklar. Böyle olunca, Allahü teâlâ onlara mükâfât verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları tardedenlere yâni kovanlara da elbette cezâlarını verir...” diye cevap vermiştir.
Yine Hûd sûresinin 29. âyet-i kerîmesinde Hazret-i Nûh'un kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir: “Ey kavmim! Îmân edip bana tâbi olan mü’minler bu durumda iken ben, sizin arzunuza uyarak, onları yanımdan tardetsem, kovsam, o takdirde Allahü teâlânın azâbından beni kim kurtarır. Benim onları kovmamı, yanımdan uzaklaştırmamı istemekliğinizin doğru olmadığını düşünmez, tefekkür etmez misiniz?”
Kureyş müşrikleri de Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) aynı teklifte bulunmuşlardı da bunun üzerine En'am sûresinin 52. âyet-i kerîmesi nâzil olmuştu.
Rivayete göre, müşriklerden birkaçı Resûlullah efendimizin yanına gelmişlerdi. O sırada Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilâl-i Habeşî, Ammâr bin Yâser, Habbâb bin Eret ve Mikdâd bin Esved (radıyallahü anhüm) gibi, Eshâb-ı kirâmın fakirlerinden otuz kadar mü’min ile oturup sohbet ediyordu. Müşrikler, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, onların yanında görüşmekten çekindiler. Onları yanından kovmasını istediler. O da, kovamayacağını söyledi. Bu sefer müşrikler; “Hiç olmazsa görüşürken yanımızda bulunmasınlar. Bizim için bir yer tâyin edin de geldiğimizde orada görüşelim. Biz geldiğimizde, onlar sizin yanınızda bulunmasınlar. Bir bahâne ile, sonra tekrar gelmek üzere çıksınlar. Biz onlarla birlikte görülmekten utanırız” dediler.
Peygamber efendimiz, belki bu beraberlikte müslüman olurlar ümidiyle bunu kabûl etti. Onlar ise; “Bunun için konuştuğumuz şekilde bize bir ahidname yaz" dediler. Peygamber efendimiz bunu yazdırmak için Hazret-i Ali'yi çağırdı. O sırada En'am sûresinin 52 ve 53. âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. Allahü teâlâ sevgili Habîbine hitâben; “Sırf Rablerinin rızâsını isteyerek, sabah-akşam (yani devamlı olarak) ihlâs ile Allahü teâlâya duâ edenleri, (O'nu zikreden fakir müslümanları) yanından kovma.” buyurdu.
Kibir sebebiyle fakirlerle oturmayı, onlarla beraber bulunmayı istememek, kendileriyle birlikte oturmaktan kaçınmak, helâk olan kavimlerin ahlâkındandır. Fakirlerle oturmak, onlarla beraber bulunmak, onlara tevâzû göstermek ise peygamberlerin aleyhimüsselâm güzel huylarındandır.
24- Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden daha zâlim ve daha taşkın bir kavim gelmemiştir. Nitekim, Necm sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlardan (Âd ve Semûd kavimlerinden) önce de Nûh'un kavmi (ni suda boğulmakla helâk ettik. Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi) zulüm ve taşkınlıkta, (Âd ve Semûd kavimlerinden) daha şiddetli idiler” buyuruldu.
Onların çok zâlim ve taşkın olmaları; insanlık târihinde zulüm ve taşkınlığa ilk başlayan kimseler olmaları ve 950 sene gibi çok uzun bir müddet kendilerini îmâna dâvet eden Hazret-i Nûh'a, îmân etmeyip ona ezâ ve cefâya başlamaları sebebiyledir.
Ken’ân (Yâm) bin Nûh da, Âdem'in (aleyhisselâm) evlâdı arasındaki münâfıklardan yanî îmân etmiş görünüp, kalben kâfir olanlarından idi. Hûd sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Nûh (aleyhisselâm) ayrı bir yerde bulunan oğlu Ken’ân'ı gemiye binmeye dâvet etti ise de o kabûl etmedi. Tefsîr âlimleri, Ken’ân için âyet-i kerîmede geçen; “...ayrı bir yerde idi” sözünü; “Babasının gemisinden yâhut babasının dîninden ayrı idi” diye tefsîr etmişlerdir. Yine âyet-i kerîmede, onun sâlih olmayan bir amel işlediği ve bu amelin helâkine sebep olduğu bildirilmiştir.
O hâlde akıl sâhibi herkesin, onun yaptığı işlerden sakınıp; şirk, küfür ve münâfıklıktan ziyâdesiyle uzak durması lâzımdır. Yam'ın helâkine sebep olan diğer hâllerden bâzıları şunlardır:
1- Ken’ân bin Nûh'un helâkine sebep olan husûslardan bir tanesi de, din ve hak olan îtikâd husûsunda, ülül'azm peygamber olan bir babaya muhâlefet etmektir. Buradan baba ve hocanın akl-ı selîm sâhibi olup, hak üzere doğruluğu sâbit ve temiz îtikâtlı olduğu bilinirse, onlara muhâlefet etmenin felâkete sürüklenmek olduğu anlaşılıyor.
Hâkim ve İmâm-ı Şafiî’nin (rahmetullahi aleyhima), Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kişinin babasına benzemesi saâdetindendir.” Burada babaya benzemekten murâd; hayır, güzel ahlâk ve hakkı talep husûsundadır. Babaya, bunlardan başka husûslarda benzemeye gelince, bu hâl kişinin, şekâvetinden ve kötülüğündendir. Çünkü, baba ve dedelere dalâlet husûsunda benzemek, yâni baba ve dedelerin bâtıl ve sapık olan yollarını tâkip etmek, Kur’an-ı kerîmde zemmedilmiş yâni kötülenmiştir.
2- Ken’ân'ın annesi olan Vâile, îmânsız bir kadın idi. Önceden îmân ettiği hâlde, sonra îmândan ayrılmıştı. O da, Hazret-i Nûh'a mecnûn, deli diyordu. Çocuğun tabîatında anne ve babaya meyil vardır. Anne ile babanın hâlleri birbirine zıt olunca, çocuğun tabîatı de onlardan birisine meyleder. Ken’ân'ın tabîatı de îmânsız ve mürted olan annesine çekmişti. Fakat, bu hâlini belli etmeyerek babasına itâat eder görünüyordu. Son anda bu ayrılık ve itâatsizliğini gizleyemedi.
3- Ken’ân'ın kötü ahlâkından biri de babaya sevgiyi muhâfaza etmemesidir. O, babasına olan sevgiden ayrıldı. Böyle olmasaydı, babası gemiye binmesini isteyince, helâk olacağını bilmese bile, tereddüt etmeden hemen binmesi lâzım gelirdi. “Dağa sığınırım. O beni korur” demezdi. Çünkü Allah için seven, sevdiği için canını fedâ eder. Çekinmez ve ayrılmaya râzı olmaz.
4- Kendi görüşünde sâbit olup, başkasının söylediklerini, doğru olduğu hâlde kabûl etmemek: Şahsî görüşünü, doğru olana tercih etmek. Böyle yapmak akıl sâhiplerinin işi değildir. Kim böyle yaparsa muvaffak olamaz.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri “İhyâ” kitabında edeb-ül-müteallim bahsinde buyuruyor ki: “İlim ve edebi çok olan, talebeyi yetiştirip, onun doğru yolda ilerlemesine vesîle olan zât, talebesine hangi yolu gösterirse, talebe kendi görüşünü bırakıp hocasınınkine uymalıdır. Çünkü hocasının hatâlı olan görüşü, talebenin doğru görüşünden, ona daha faydalıdır.”
5- Kendi tedbirini Allahü teâlânın tedbir olarak gösterdiği sebebe ve; kendi tercihini Allahü teâlânın ve Resûlünün ihtiyârına tercih etmek: Nûh (aleyhisselâm) Ken’ân'a; “Bizimle beraber gemiye sen de bin!” demişti. Yâni Allahü teâlânın ve kendisinin, tûfandan kurtulabilmek için tedbir olarak gösterdikleri şeyi bildirdi. Gemiye binmesini söyledi. O ise; “Ben dağa sığınırım, o beni korur” diyerek kendi tedbirini tercih etti. Netîcede helâk oldu.
6- Şiddet, sıkıntı ve meşakkat zamanlarında Allahü teâlâdan başkasına sığınmak: Ken’ân, dağın kendisini koruyacağını zannetti. Allahü teâlâdan başkasına güvendi. Babasının; “Bugün Allahü teâlânın azâbından koruyucu yoktur” sözü de ona fayda vermedi.
Bütün bunlardan anlaşılan şudur; Mü’minlerin çocuklarını, çok iyi terbiye etmeleri ve itâatkar birer evlâd olarak yetiştirmeleri gerekir. Böyle yetiştirildiği hâlde, evlâd büyüdükten sonra, istenildiği gibi hareket etmez, bâtıl ve bozuk yollara düşerse, anne ve babası mes’ûliyetten kurtulmuş olur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget