İnsanlara, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmayı emrediyor. Yâni benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve benim yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız buyuruyor.
Emr-i mâruf ve nehy-i münker farz olup insanların birbirine nasîhat etmesidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Din nasîhattir” buyurdu. Nâsîhat, doğru yola dâvet ve kötülüklerden sakındırmaktır. Allahü teâlâ, nihâyetsiz merhametinden dolayı, bu işle vazifeli olarak, evvela peygamberleri, sonra bunların yerine evliyâyı ve âlimleri dâvetçi gönderdi. Bunların dili ile sevâblarını ve azâblarını bildirerek, bütün insanların iyilik yapmalarını, kötülüklerden uzaklaşmalarını emretti. Yâni emr-i mâruf ve nehy-i münker, peygamberlerin, âlimlerin ve velîlerin sünnetidir ve onların yoludur.
Nâsîhatin terk edildiği cemiyetlerde kötülük artar. Netîcede, bundan herkes zarar görür. Daha önce hak dinlerde olduğu gibi, İslâm dîninde de çok mühim yer tutan emr-i mâruf ve nehy-i münker hakkında, İslâm âlimleri tarafından çeşitli târifler yapılmıştır. Bunlardan Gavs-i Samedânî Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (rahmetullahi aleyh); “Kur’an-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun olan şeylere, mâruf, bunlara uymayan yâni (âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen) şeylere de münker denir” buyurdu.
Nâsîhat etmek, emr-i mâruf ve nehy-i münkerde bulunmak, yâni insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatmak, Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlâ kimseye karışılmamasını isteyip sevseydi; peygamberleri göndermez, hak dinleri bildirmez, insanları kendi dînine dâvet etmez ve uydurma dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi. Ayrıca, geçmiş peygamberlere inanmayanları çeşitli azâblarla helâk etmezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye bir şey emretmez ve inanmayanlara da azâb yapmazdı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmeyenlerin sözü ile nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennet’e sokardı. Fakat ezelde Cehennem’i insan ve cinle doldurmak diledi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, O'na sebebini soramaz.
Allahü teâlânın peygamberlerinin yolunda giden insanlar; Hakk'a, hakîkate dâvet etmekte, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmakta da ona uyar. Bunları yapmayan tâbi olmuş değildir. Yâni, her mü’min, imkânı kadar ve kâbil olan nispette bunu yapmalı, söz veya yazı ile, yapamıyorsa, hâli, yaşayışı ile numûne olmalıdır. Îmân sâhipleri, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanıp, hâl lisânı ile emr-i mârufta bulunmalı, bunun çok tesirli olduğunu unutmamalıdır. Nitekim; “Lisân-ı hal, lisân-ı kâlden entakdır” sözü pek meşhûrdur.
Nâsîhat yapmak, emr-i mârufta bulunmak iki sûrette yapılır. Birinci yol; söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Herkes emr-i mâruf yapamaz. Bunu yaparken, emr-i mâruf yapanın bilgisi az ise veya hiç yoksa yâni câhilse, cemiyetin âdetlerine, devletin kanunlarına dikkat ve riâyet edemezse fitneye sebep olabilir. Kendisine ve müslümanlara zarar verir. Nehy-i münker yapanda ise şu üç haslet mutlakâ bulunmalıdır: İlim, verâ ve güzel ahlâk. İlim olmayınca yasağı emirden ayıramaz. Verâ olmayınca, ayırabilse bile, işleri maksatlı olur. Niyeti düzgün olmayınca da, başkalarına tesirli olamaz. Ahlâk güzel olmazsa, kendisini incitirlerse o zaman kızar ve Allahü teâlâyı unutur. Allahü teâlâyı unutunca da haddin dışına çıkar ve yaptıkları Hak için değil, nefsi için olur. O zaman onun emr-i mâruf nehy-i münkeri de sevâb olmaktan çıkar.
Bunun için Emir-ül-mü’minîn Ali (radıyallahü anh) harpte öldürmek için bir kâfiri yıktı. Kafir hakâret etmek, kızdırmak için ve beni bir hamlede, çabucak öldürsün de fazla acı çekmeyeyim diye, Hazret-i Ali'nin yüzüne tükürdü. O da öldürmekten vazgeçti ve; “Kızmıştım, onu Allah için öldürmüş olmayacağımdan korktum” buyurdu. Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan o kâfir, o anda Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Bu Hazret-i Ali'nin güzel ahlâkının bereketiyle olmuştu.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir kimsenin, karnına vurmuştu. O da Hazret-i Ömer'e hakâret etti. Hazret-i Ömer bir daha vurmadı. “Niçin vurmadın?” dediklerinde; “Önce ona Hak için vurmuştum, şimdi bana hakâret edince, yine vurursam, kızdığım için vurmuş olurum” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Emir ve nehyettiği şeyi bilmeyen, emri ve nehyi hilm (yumuşaklık) ile söylemeyen, emri ve yasağı rıfk ile, yumuşaklıkla bildirmeyen, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapamaz” buyurmuşlardır.
Nehy-i münker yapanın edeblerinden biri de sabırlı olması, bu husustaki sıkıntılara katlanmasıdır. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanın, dünyâ ile alâkası az ve emeli kısa olmalıdır. İnsanların kendisini sevmesini, övmesini, râzı olmasını ve beğenmesini isteyen nehy-i münker yapamaz. Yapıyor görünse bile faydası olmaz. Çünkü niyet ve maksat başkadır.
Emr-i mârufta, nasîhatte, bulunmakta ikinci yol; hâl ile İslâmın güzel ahlâkına uyarak nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler-yüz göstermek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanunlara uymak en tesirli nasîhat yoludur. İslâmın güzel ahlâkı üzere yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır.
Nâsîhat el ile, dil ile ve kalb ile yapılır. El ile güç kullanarak nasîhati bildirmek hükümetin vazifesidir. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri el ile yapmak, hükümet adamlarına, dil ile yapmak din adamlarına, yâni âlimlere, kalb ile yapmak da her müslümana farz olan bir vazifedir. Çünkü Buharî'deki hadîs-i şerîfte; “Sizden biriniz bir münkeri, yâni çirkin kötü, günah olan biri işi görürse, onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmezse dili ile engel olsun. Buna da kâdir değilse, kalbi ile o işi beğenmesin. Kalben nefret etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir” buyruldu. Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde müslümanların emr-i mâruf ve nehy-i münker yapması, ellerinden geldikçe bunu terk etmemeleri emredilmektedir. Ancak böyle yaparlarsa zarar ve hüsrânda kalmazlar. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapan ile, nasîhati terk eden şu kavme benzer ki, gemiye binerler. Kimi alttaki odalarda, kimisi üstteki kamaralarda bulunurlar. Altta bulunanlar, bize su lâzım olunca, üste çıkıp oradaki nehirden mi su alacağız, gelin gemiyi delelim, buradan su alalım, derler. Kalkıp gemiyi delmeye koyulurlar. Üstte olanlar, onların ellerini tutup engel olamazlarsa, üsttekiler de, alttakiler de helâk olurlar. Onlara engel olup, kendi arzularına bırakmazlarsa, hepsi helâk olmaktan kurtulurlar.” O hâlde insanlara nasîhat, Allahü teâlânın kullarının kurtulmasına çalışmak demektir. Bu da zor ve çetin bir iştir. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmın ümmetini, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle ümmetlerin en hayırlısı eylemiştir. Nitekim Âl-i imran sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz ve Allah'a îmânınızda devam edersiniz.” buyruldu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye buyurdular ki; “Yâ Ali! Altıyüzbin koyun mu istersin, yâhut altıyüzbin altın mı, veyâhut altıyüzbin nasîhat mı istersin?” Hazret-i Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasîhat isterim.” Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Şu altı nasîhate uyarsan, altıyüzbin nasîhate uymuş olursun.”
1- Herkes, nâfilelerle meşgûl olurken, sen farzları îfâ et. Yâni farzlardaki rükünleri, vâcibleri, sünnetleri, müsteâbları îfâ et!
2- Herkes, dünyâ ile meşgûl olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yâni din ile meşgûl ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!
3- Herkes, birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgûl ol!
4- Herkes, dünyâyı îmâr ederken, sen dînini îmâr et, zînetlendir.
5- Herkes, halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakk'ın rızâsını gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara!
6- Herkes, çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”
Nâsîhatin faydalı olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Ayrıca nasîhat edenin, söylediklerine kendisinin de riâyet etmesi gerekir. Böyle olan kimsenin her sözü ve hareketi Allahü teâlânın emirlerine uygun olmalı, kimse hakkında kötü zanda bulunmamalıdır. Müslümanların işi, hep iyilik üzere olmalıdır.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i mârufu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.”
“Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da emr-i mâruf ve nehy-i münker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.”
“Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem’e atın emri gelir. Barsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem’de olanlar kendisine sen emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir.”
“Bir yerde kötülerin yanında iyiler de bulunsa ve o iyiler, kötülerin kötülüklerine mâni olacak durumda bulunsalar da, o kötülüklere engel olmayıp, işlerine karışmayıp, sessizce otursalar, yarın kıyâmette, maymun sûretinde haşr olunurlar.”
“Mîrâc gecesinde göklere çıktığım zaman, bir takım kimseleri gördüm. Melekler makasla onların dudaklarını keserlerdi. Cebrâil'e (aleyhisselâm) bunlar kimlerdir? diye sorduğumda; Onlar senin ümmetinin âlimleri ve hatipleridir. Allahü teâlânın kitabını okurlar, insanlara vâz ve nasîhat ederler, halbuki kendileri yapmazlardı diye cevap verdi.”
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.