Hazret-i Nûh, dörtyüzelli sene kadar uzun bir müddet kavmini îmâna dâvet etti ise de, ilk zamanda îmân edenlerden başka kimse îmân etmedi. Böyle bir kavmin insanlarının, bu dâveti kabûl edeceklerine artık imkân ve ihtimâl yoktu. Çünkü o nasîhat ettikçe bunların yumuşaması ve yapılan dâveti kabûl etmesi gerekirken, zaman ilerledikçe tam bunun tersi oluyor, onların saldırması, karşı koymaları daha da artıyordu. Demek ki bunlar, îmân etmeyecek ve hidâyete kavuşamayacaklardı. Çünkü hasmâne tavırları hiç eksilmeden devam edip gidiyordu.
Hûd sûresinin 32-36. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, Hazret-i Nûh'a) dediler ki: “Ey Nûh! Sen bizimle çok mücâdele ettin ve bu mücâdelende de çok ileri gittin, (Senin bu mücâdelen çok uzadı). Eğer sen sözünde, vâdinde sâdıklardan isen bize vâdeylediğin azâbı getir de görelim.” (Zirâ senin mücâdele etmenin, nasîhat verip durmanın bize bir tesiri yoktur. Bu sözleri üzerine) Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Allahü teâlâ dilerse (hemen veya takdir ettiği daha sonraki bir zamanda) azâbı size getirir. Ama siz, (azabı def etmekle veya, azâbdan kaçmakla) O'nu azâb etmekten âciz bırakıcı değilsiniz. Ben size nasîhat etmek istesem bile, cenâb-ı Hak dalâlette kalmanızı dilemiş ise, nasîhatim size fayda vermez. O Allahü teâlâ sizin Rabbinizdir (sizi yaratan O'dur) ve siz O'na döndürüleceksiniz. Dönüşünüz O'nadır. (O, size amelinizin karşılığını verir).”
(Nûh kavmi, bu vahyi Nûh kendisinden) uydurdu mu diyorlar. (Ey Nûh!) Sen onlara de ki: Eğer ben, (kendimden bir şey uydurup, sonra Allahü teâlâ bana böyle vahyetti diyerek,) Rabbime iftirâ etmiş isem bunun günahı benim boynumadır. Ama ben, sizin, iftirâ etti diyerek bana iftirâ, ettiğiniz suçtan, bu günahınızdan berîyim, uzağım.”
Nûh sûresi 5-9. âyet-i kerîmelerinde Hazret-i Nûh'un Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulunduğu bildirilmektedir: “Yâ Rabbî! Ben gece-gündüz devamlı olarak, kavmimi, tâat ve ibâdete dâvet ettim. Benim dâvetim, ancak onların, îmân ve tâattan uzaklaşmalarını arttırdı. Senin, îmân etmeleri sebebiyle onları mağfiret etmen için her ne zaman kendilerini îmâna dâvet ettimse, dâvetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. (Dâvetimi duymak istemediklerinden başka, yüzümü dahî görmemek için) elbiselerini başlarına örttüler. Küfür ve isyânlarında ısrâr edip bana tâbi olmaktan istikbâr ettiler. (Çok kibirlenip, tâbi olmaktan kaçındılar.) Sonra onları, âşikâre olarak îmâna dâvet ettim. Daha sonra da, hem yüksek sesle, hem de her birini ayrı ayrı çağırarak, gizliden gizliye dâvetime devam ettim.”
Bilindiği gibi Hazret-i Nûh evvela gizli olarak dâvete başladı. Bu hâl kavmine pek tesir etmedi. Bundan sonra açıktan açığa dâvetini sürdürdü. Bu da tesirli olmayınca dâvetini her iki şekilde de devam ettirdi. Yâni hem gizli, hem de âşikâre olarak insanları îmâna dâvet etti. Bu âyet-i kerîme Hazret-i Nûh'un dâvetinin; gizli, âşikâre, hem gizli hem âşikâre olmak üzere üç safhada yapıldığını bildiriyor. Açıktan açığa, âşikâre olarak dâvette bulunmak; gizli dâvetten daha şiddetli ve daha tesirlidir. Hem âşikâre, hem de gizli yapılan dâvet ve nasîhat ise bundan da daha tesirlidir.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.