Nihâyet gemiye binecekler bindi. Tûfan başlamıştı. Sular yükseliyordu.
Hazret-i Nûh ilk önce, îmân etmiş olan Amûre ismindeki bir hanımla evlenmişti. Bundan olan oğulları ve bunların hanımları yâni, Hazret-i Nûh'un gelinleri de mü’min idi. Bunların hepsi gemiye binmişlerdi. İkinci olarak îmân etmiş olan Vâ’ıle ise, daha sonra, îmândan ayrılmış, mürted olmuştu. Hazret-i Nûh'un bu kadından doğan oğlu Yâm yâni Ken’ân da babasına îmân etmemişti.
Bu Vâ’ıle, îmân gibi büyük bir devlete, sonra da yüce bir peygambere zevce olmak gibi çok üstün bir şeref ve saâdete kavuşmuş iken, îmândan ayrılmış ve nasipsizin biri olmuştu. Mürted olduktan sonra ise, aşağılık ve alçaklığına bir yenisini daha ekleyerek Hazret-i Nûh'a hakâret ve hâinlik yapmağa başladı. Nûh'a (aleyhisselâm) mecnûn, deli diyerek, küstahlıkta bulunduğu gibi, onun gizli sırlarını, kavmin müşrik olan reislerine vermekten de geri kalmıyordu. Tabi ki, bu kadın gemiye binemedi.
Diğerleri gemiye binerken, Hazret-i Nûh'un oğlu Ken’ân bir köşede duruyordu. Hazret-i Nûh, babalık ve peygamberlik şefkâti ile son bir defâ daha bu âsî evlâda nasîhat etti. Îmân etmesini söyledi. Onların bu hâli Hûd sûresinin 42. ve 43. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle bildirildi: “Nûh o sırada ayrı bir yerde bulunan oğlu Ken’ân'a şöyle nidâ etti: “Ey oğulcuğum! Bizimle beraber sefîneye gir (ki müslümanlarla selâmete eresin). Kâfirlerle beraber olma. (Eğer kâfirlerle beraber olursan helâk olursun. Ken’ân; “Ne İslâm'a gelirim, ne de sefîneye girerim.”) Bir büyük dağa sığınırım. O dağ beni, su (ya gark olmaktan, boğulmak) dan korur” dedi. Nûh dedi ki: “Allahü teâlânın îmân nasîb etmekle rahmet buyurdukları hâriç, bu gün Allahü teâlânın azâbı olan boğulmaktan koruyucu, kurtarıcı yoktur. Bu sırada ikisi arasına, (Hazret-i Nûh ile Ken’ân veya dağ ile Ken’ân arasına) bir dalga girip (Ken’ân da diğer kâfirlerle beraber) boğulanlardan oldu.”
Yine Hûd sûresinin 45-47. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh, Allahü teâlâya nidâ edip dedi ki: “Yâ Rabbî! Oğlum (Ken’ân) benim ehlimdendir ve senin vâdin elbette haktır. (Senin vâdinde hilâf olmaz. Sen beni ve ehlimi gark etmeyeceğini vâd etmiştin.) Sen hâkimlerin hâkimisin.”
Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Nûh, o senin ehlinden değildir. (Tefsîr âlimleri bunu; “Senin dîninin ehlinden değildir, yâni kâfirdir” diye tefsîr etmişlerdir.) Zirâ o sâlih olmayan bir amel sâhibidir. O hâlde ilmine vâkıf olmadığın bir şeyi benden isteme! Şüphesiz ben, seni, câhillerden olmaktan men ederim.” Nûh dedi ki: “Yâ Rabbî! İlmim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni mağfiret ve bana affınla rahmet etmezsen ben ziyâna düşenlerden olurum.”
Tefsîr âlimleri, kesin olarak Ken’ân'ın, Hazret-i Nûh'un oğlu olduğu, dolayısıyla onun ehlinden, âilesinden olduğunu bildiriyorlar. Bunda şüphe yoktur. Âyet-i kerîmede, Hazret-i Nûh'a; “O senin ehlinden değildir” buyrulması; “Senin dîninin ehlinden veya tûfanda kurtaracağımı vâd ettiğim kimselerden değildir” demektir.
Yine tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Ken’an, îmân etmiş görünen bir münâfık idi. Öyle olmasaydı, Hûd sûresinin 37. ve Mü’minun sûresinin 27. âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi, Allahü teâlâ Hazret-i Nûh'a; “Küfürle nefislerine zulmedenler hakkında azâbın def’i için bana duâ eyleme ki, onlar garkolun (makla, suda boğulmakla hüküm olun) muşlardır” buyrulduğu hâlde Hazret-i Nûh, îmân etmiş görünen Ken’ân için Allahü teâlâya niyâzda bulunmazdı. Ken’ân münâfık olduğundan Hazret-i Nûh da bunu bilmediğinden, görünüşe göre hüküm verip, onun için niyâzda bulundu. Ken’ân, babasının ısrârına rağmen gemiye binmeyerek o güne kadar gizli tuttuğu küfrünü açığa vurmuş oldu.
Tûfan başlamıştı. Gökten âdetâ sel akıyor, yerden de su fışkırıyordu. Hem bu su, sâir zamanlarda yağan yağmur suları gibi, tatlı değildi. Tadı acı olup, içenin midesini harâb ederdi. Nereye dokunsa ateş gibi yakardı. Bunun normal bir yağmur değil, azâb suyu olduğu, gâyet açık ve âşikâr idi. Bu yakıcı sular her tarafı kapladı. Gemide bulunanların haricinde hiç bir canlı mahlûk kalmamak üzere hepsi boğuldu. Suların yükselmesinden, en yüksek dağlar bile su altında kaldı. Bu kadar büyük ve geniş bir su deryâsında dalgaların büyüklüğünü târif etmek mümkün değildir.
Bu tûfan esnâsında, Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi emniyet ve selâmet içinde, rahatça yol alıyordu. Nitekim Hûd sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “O sefîne, dağlar gibi dalgalar içinde yüzüp onları götürüyordu...”
Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi dağlar gibi dalgalar arasında bütün dünyâyı dolaştı. Her uğradığı yerde, yâni şehirler üzerinden geçerken; “Bu şehir filan şehirdir. Tûfandan sonra da burada filan şehir kurulacaktır” diye bir ses gelirdi. Mekke-i mükerremeye vardıklarında, gemi, Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerin etrâfında, su üzerinde, yedi defâ döndü. Böylece Kâbe-i muazzamayı tavâf etmiş oldular.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.