Hazret-i Nûh'un bu kadar nasîhat ve yalvarmaları onların, insâfa gelip, ona tâbi olmalarına sebep olacağı yerde, bilakis onların kin ve düşmanlıklarını arttırıyordu. Devamlı yalanladıkları, karşı çıktıkları gibi büsbütün ileri giderek onu tehdit etmeye başladılar. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ey Nûh! Eğer bu sözünden vaz geçmezsen (davet işinden ve bizi azâb ile korkutmaktan geri durmazsan) muhakkak ki, taşla öldürülenlerden olursun dediler,” (Şuarâ sûresi: 116) Böyle sözler söylemekle, ölümle tehdit etmekle onu, bu ulvî dâvâdan, yâni peygamberliğini tebliğ vazifesinden caydırmak, vaz geçirmek istiyorlardı. Bütün peygamberler içinde en yüksek derecede bulunan altı peygamberden biri olan Nûh (aleyhisselâm), bu gibi tehdit ve sataşmalarla dâvâsından elbette vaz geçecek, hattâ, yavaşlayacak, gerileyecek değildi. O yine vazifesine devam etti.
Zaman akıp giderken, Hazret-i Nûh büyük bir sabırla, belki akıllarını kullanırlar, belki uyanırlar da küfür ve isyândan, putlara ibâdet etmekten vazgeçerler ümidiyle, hiç bir şeyden çekinmeden gayret ediyor; “Ey kavmim! La ilâhe illallah deyin” diye yalvarıyordu. O, buna devam ettikçe kavminin hakâretleri de git gide artıyordu. Onu susturmak, üzmek ve insanlara bir şeyler anlatmasına mâni olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hazret-i Nûh, kavminin yanına gelip onlara bir şeyler söylemek istese, insanlar onu görmemek için elbiseleriyle yüzlerini, parmaklarıyla da kulaklarını kapatırlar, hakâretlerini bu şekilde gösterirler, bâzan daha da ileri giderek sille tokat üzerine hücûm edip kıyasıya döverlerdi. Kavmin ileri gelenleri, bir taraftan Hazret-i Nûh'a hakâret ve hücûm ederken bir taraftan da, îmân etmeye meyilli kimselerin arasında dolaşarak, onları tehditten geri kalmazlardı.
Kavmin ileri gelenleri, diğerlerine, asıl mâbudlarının, atalarının ibâdet edegeldikleri bu putlar olduğunu söylüyorlar; “Şâyet bunlar yanlış olsaydı atalarımız hiç ibâdet ederler miydi? Eğer biz bunları terkedersek, atalarımızın yapmış olduklarına karşı çıkmış, onlara hakâret etmiş olmaz mıyız?” diyerek insanların bu hislerini okşayıp, onları tahrik edici sözler sarfediyorlardı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Nûh sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Kavmin ileri gelenleri hâkimiyetleri altındaki kimselere; ilâhlarınıza ibâdeti terk etmeyin. Hâssaten, Vedd, Süvâ’, Yegus, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki ilâhlarınıza ibâdeti terketmeyin dediler.”
Müşrikler, Hazret-i Nûh'un tebliğ ettiği ve bildirdiği şeylere kabûl göstermeyip karşı çıktıkları gibi, Hazret-i Nûh'a îmân edenlere de zulüm ve eziyette ileri gitmeye başladılar. Böyle yapmakla, onları bu saâdet yolundan döndüreceklerini zannediyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden, zayıf ve güçsüz olanlara, müşriklerin, ilk zamanlarda revâ gördükleri zulüm ve haksızlık gibi, Nûh kavminin ileri gelen müşrikleri de mü’minlere aynı şekilde davranıyorlardı. Fakat onların bu hareketleri, îmân etmiş olan herhangi bir mü’mini îmânından döndürmediği gibi, bilakis, îmânlarının ve Hazret-i Nûh'a bağlılıklarının daha da artmasına sebep oluyordu.
Nitekim İbrâhim sûresinin 9-18. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Ey ehl-i Mekke!) Sizden önce, (suda boğulmakla helâk olan) Nûh kavminin, (şiddetli rüzgâr ile helâk edilen) Âd kavminin ve (sayha, şiddetli ses ve gürültü ile helâk edilen) Semûd kavminin haberleri size gelmedi mi? Onlardan sonra da (Hazret-i İbrâhim'in kavmi olan Keldânîler, Nemrûd, Lût kavmi, Eshâb-ı Ress, Eshâb-ı Medyen, Eshâb-ı Eyke ve Kavm-i Tübba’ gibi) nice kavimler geldiler ki, adetlerini Allahü teâlâdan başkası bilemez. Peygamberleri, o kavimlere hüccet ve apaçık mûcizelerle geldiler. Onlar ise (peygamberlerine olan gayz ve kinlerinden, yâhut, onların sözlerini anlayamamanın verdiği taaccüble, veyâhut istihzâ etmek, onları alaya almak için, yâhut peygamberlerine, susmasını, böyle şeyler konuşmamasını işâret etmek için veya peygamberlerinin sözlerini, beyânlarını işitince hayret ve taaccüb edip, istihzâ ederek gülmeye başladıklarından, bu edebsiz gülmelerinin çirkinliğini gizlemek için) ellerini ağızlarına kapatıverdiler. (Yâhud bütün kuvvetleriyle peygamberlerinin ağızlarını tutmağa, yâni onları susturmağa uğraştılar. Peygamberlerden kendilerine uzanan imdâd ve hidâyet ellerini ağızlarıyla reddettiler.) Sonra da dediler ki: Biz, sizin bize gönderilmiş olduğunuz peygamberlik dâvânızı tasdik etmeyiz. Biz onu inkâr ettik. Bizi dâvet ettiğiniz şeyden (Allahü teâlâya îmân ve O'nun bir olduğunu tasdikten) kuşku verici bir şek ve şüphe içerisindeyiz. Peygamberleri onlara dediler ki: Gökleri ve yeri yaratan Allahü teâlâ hakkında hiç şüphe edilir mi? (Aklî ve hissî her şey O'nun var ve bir olduğuna delâlet ederken, şüpheye mahal bırakmazken, siz nasıl şüphe edersiniz?) Allahü teâlâ, (sizinle kendi arasındaki) günahlarınızı mağfiret etmek için sizi, (kendisine, bize ve bizim vâsıtamızla size gönderdiği, bildirdiği şeylere inanmaya, îmân etmeye) dâvet ediyor ve belli bir vakte (ecelinizin gelmesine) kadar size müsâde ediyor. (Azâb etmekte acele etmiyor).
(Bunun üzerine îmân etmeyenler, peygamberlerine) dediler ki: Siz de bizim gibi insansınız. (Şekil ve sûret bakımından bizim gibisiniz, bize bir üstünlüğünüz yok. Şâyet Allahü teâlâ, insanlara bir peygamber göndermeği dileseydi, insanlardan değil de daha efdâl bir cinsten, meleklerden peygamber gönderirdi. Bu dâvetinizle) siz, bizleri, babalarımızın ibâdet edegeldikleri şeyden men ediyor, çevirmek istiyorsunuz. O hâlde (sizin fazîlet sâhibi olduğunuza, peygamber olmaya ve bu tebliğ işini yapmaya lâyık bulunduğunuza ve peygamberlik dâvânızın doğruluğuna dair) bize apaçık delil getirin. (Halbuki peygamberleri onlara, dâvâlarının doğruluğunu ispat edici açık deliller, mûcizeler getirmişlerdi. Fakat müşrikler inanmamışlar, bunlarla ikna olmamışlardı. Güyâ peygamberlerinin hatâlarını bulmak için ve müşriklikte inâd ederek yeniden mûcize istiyorlar, inanmamak için bahane ile böyle sözleri ileri sürüyorlardı.)
(Bunun üzerine) peygamberleri onlara dediler ki: Evet biz de sizin gibi bir insanız. (Zâten melek yâhut başka cinsten bir mahlûk olduğumuzu iddia etmiyoruz ki.) Lâkin Allahü teâlâ kullarından dilediğine (peygamberlik ve bunun gibi şeyleri vermekle) iyilik ihsân eder. (O peygamberler, böyle söylemekle, müşriklere çok güzel cevap verdiler. Hem, insan olmak bakımından müşterek olduklarını, hem de, Allahü teâlânın fadlı ve ihsânı ile kendilerine nübüvvet verdiği için diğer insanlardan daha efdâl olduklarını bildirdiler. Böylece diğer insanlardan ayrı bir husûsiyetlerinin bulunduğunu haber verdiler.)
(Peygamberler, yine o karşı çıkan müşriklere dediler ki:) Allahü teâlânın izni, irâdesi olmadan biz kendi isteğimiz ve gücümüzle size açık delil, mûcize getiremeyiz. (Yâni bu mümkün değildir. Ancak Allahü teâlâ dilerse, irâde ederse ve yaratırsa o zaman biz mûcize gösterebiliriz. Bununla beraber, Allahü teâlâ, peygamberlerinden her birine, nübüvvet dâvâsının doğru olduğuna delil olarak, kâfi miktarda mûcize vermiştir.” O hâlde mü’minler (sizin düşmanlık ve inâdlaşmanıza sabretmek husûsunda) Allahü teâlâya tevekkül etsinler, etmelidirler. Mü’minler olarak biz Allahü teâlâya niçin tevekkül etmeyelim? Bizim, O'na tevekkül etmememiz için ne özrümüz olabilir ki, O bize hidâyet ihsân etti. (Hidayet, tevekkül ve kurtuluş) yollarını bize gösterdi. (Ey kâfirler! Biz hepimiz, bize inâd ederek, bizimle istihzâ ederek) bize yaptığınız işkencelere elbette sabrederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir.”
Hazret-i Nûh, her gün kavminin toplu bulundukları, hep birlikte oturdukları yerlere gider, onları, Allahü teâlâya ibâdet etmeye dâvet eder, putlara tapmaktan, günah işlemekten uzak durmalarını söylerdi. Her defâsında, kavmi ona hücûm eder, bayıltıncaya kadar dövüp, ayaklarından çekerek, mezbelelik yerlere atarlardı.
O, insanlara nasîhat verdikçe, insanlar ona daha çok saldırır, hattâ kadınlar ve çocuklar da taş atarlardı. Bazen geçeceği yolların etrâfına taş yığarlar, yoldan geçerken onu taşa tutarlardı. Azgınlık ve taşkınlıklarında ziyâdesiyle ileri gidip, onu tamâmen taşların altında kalıncaya kadar taşladıklarından, vücûdu taşlarla örtülürdü. Ne zaman taşlarlar ve döverlerse artık mutlakâ ölmüştür diye bırakırlar, mübârek vücûdunu eski bir hasır parçasına sarıp evine atıverirlerdi. Bundan sonra Cebrâil (aleyhisselâm) gelerek, yaralarını temizler, tedâvi eder, Allahü teâlânın izni ile tekrar sıhhate kavuşurdu. İyileşince Allahü teâlâya hamd ve şükreder, iki rekat namaz kılardı. Namazdan sonra; “Yâ Rabbî! İzzetine yemîn ederim ki, onlardan bana gelen belâ ve musîbetler, benim sabrımı arttırmaktan başka bir şey yapmıyor” diye duâ ederdi. Kalkıp, tekrar kavmine varır nasîhat ederdi. Böylece seneler, hattâ asırlar geçmesine rağmen ilk zamanlarda îmân edenlerden başka kimse îmân etmiyordu. Bilakis Hazret-i Nûh'a ve ona îmân edenlere karşı zulüm ve eziyetleri de gittikçe artıyordu.
Bu arada kavmin reisi olan Dermesil öldü ve yerine oğlu Nevlin geçti. Nevlin, babasından daha inançsız, ondan daha azgın ve zâlim idi. Hazret-i Nûh, peygamberliğini tebliğe başlayalı dörtyüz sene gibi çok uzun bir zaman geçmişti. Bu zaman zarfında Hazret-i Nûh'un kavmini îmâna dâveti ve kavminin karşı çıkması hep artarak devam etmişti. Her defâsında, kavmine; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Nûh (aleyhisselâm) O'nun resûlüdür” deyin, sözüne karşılık, onlar; Hazret-i Nûh'un yanına varıp, tokatlıyorlar, dövüyorlar, yüzüne toprak atıyorlardı. Bazen da, hem onu görmemek, hem de söylediklerini duymamak için elbiseleriyle yüzlerini örtüyor, parmaklarıyla da kulaklarını tıkıyorlardı. Kötü muâmelelerine bu şekilde devam ediyorlardı.
Hazret-i Nûh kavmine nasîhat vermek üzere yanlarına gidip geldikçe, güneşin, ayın ve diğer yıldızların, belirli bir nizâm ve istikâmet içinde, gökyüzünde hareket etmelerini, yerin ve göğün tabakalarını anlatır, bunların yaratılışlarındaki hikmetlerden ve faydalardan bahsederdi. Bütün bunların, insanların istifâdeleri için yaratıldığını, onların hizmetine sunulduğunu; insanların da Allahü teâlâyı tanımak, O'na ibâdet etmek ve âhırette sonsuz yaşamak için yaratıldığını haber verirdi. Fakat bütün bu anlatılanlardan hisse alıp uyanacakları yerde, her geçen gün bu azgın kavmin taşkınlığı gittikçe artıyor ve hiç bir değişiklik olmuyordu. Nûh (aleyhisselâm) nasîhat ettikçe, onların müşriklikte inâd ve ısrârları çoğalıyordu. Her defâsında eziyet ve cefâ ederlerdi. Ne zaman kavmini dâvet etse, yine öldü diye kanaat getirinceye kadar döverlerdi. Daha sonra Cebrâil (aleyhisselâm) yine gelerek, yaralarını temizleyip tedâvi edince, o tekrar nasîhat vermek üzere kavminin yanına giderdi. Onlar; “Yazık sana ey Nûh! Bizim seni o kadar dövmemiz, tahkir etmemiz, aşağılamamız, seni bu dâvâdan vazgeçirmeye yetmedi mi? Sen, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söylüyorsun. Şâyet bu sözünde sâdık olsa idin, her şeyin Rabbidir dediğin o Allah, seni, bizim eziyet, cefâ ve kötülüklerimizden korurdu. Fakat sen mecnûn (deli) birisi olduğun için böyle işlere kalkışıyorsun” derlerdi.
Hazret-i Nûh onların bu sözlerine şöyle cevap verirdi: “Ey kavmim, Ben mecnûn değilim. Ancak siz, bilmiyorsunuz. Babalarınız, dedeleriniz ölüp gittiler. Şimdi onlar yaptıklarına pişman bir vaziyette bulunuyor ve azâb çekiyorlar. Siz, ibret alıp aklınızı başınıza toplayarak, putlara tapmaktan vazgeçin. Yalnız Allahü teâlâya îmân ve sırf O'na ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Siz dediklerime tâbi olursanız, baba ve dedelerinizin âkıbetine düşmekten kurtulur, dünyâ ve âhırette saâdete erer, rahat ve huzûra kavuşursunuz.”
Bütün bunlara rağmen bu kavmin insanları şirk ve isyânda o kadar ileri gidiyorlardı ki, Hazret-i Nûh'un dâvetini kabûl etmek şöyle dursun, hiç dikkate bile almıyorlardı. Buna rağmen Nûh (aleyhisselâm) bıkmadan usanmadan, kavminin bulunduğu yere tekrar tekrar gider; “Ey kavmim! La ilâhe illallah Nûh nebiyyullahi ve resûlihî deyiniz. Putlara tapmayı terk ediniz” derdi. O böyle söylerken, bütün putların hep birlikte yüz üstü yere düştüğünü gördükleri hâlde, yine inanmaz şirk ve isyânda ısrâr ederlerdi. Bununla da kalmayıp, hemen, hep birden üzerine hücûm ederek, şiddetli bir şekilde onu döverlerdi. O mübareğin vücûdu yara bere içinde kalır, mübârek ağzından ve burnundan kan gelirdi. Merhamet hisleri körleşmiş olan bu alçak kimseler, üstelik yaptıkları bu çirkin hareketlerden zevk duyarlardı. Hattâ, Hazret-i Nûh'un mübârek karnına basarak; “Ey Nûh! İşte senin cezân budur” diye bayağılık ve aşağılıklarını göstermekten geri kalmazlardı. Bütün bu eziyet ve sıkıntılara rağmen, Nûh (aleyhisselâm) kavminin yaptıklarına sabrederdi. Kendisini her dövdüklerinde ve işkence ettiklerinde onlara lânet etmez; “Allah'ım! Kavmimi affet: çünkü onlar bilmiyorlar” derdi.
Bu hâl üzere seneler geçip gitti ve kavmin reisi olan Nevlin de öldü. Yerine kendi ve babası gibi zâlim ve putperest biri olan oğlu Tafreduş geçti. Kavmin ise, îmânsızlık ve putlara tapmak husûsunda, reislerine tam bir bağlılıkları vardı. Hattâ rivâyet edilir ki, o kavimden bâzı müşrikler ölümlerine yakın, mallarının yarısını, putların hizmetinde kullanılmak üzere ayrılmasını, yarısının da çoluk-çocukları ile hizmetçilerine verilmesini vasiyet ederlerdi. Bundan başka olarak, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmemek ve ona tâbi olmamak husûsunda çoluk çocuklarından, hizmetçi ve yakınlarından da söz alırlardı.
Bir defâsında, o azgın kavimden bir kimse yanında oğlu ile beraber Nûh'un (aleyhisselâm) yanına geldi. Oğluna; “Bana bak! Babam beni bundan sakındırdı. Ben de seni sakındırıyorum. Onun, seni babalarımızın dîninden, putlarımıza ibâdetten caydırmasından, çevirmesinden korkuyorum. Sakın ha sakın, onun söylediklerine kanmayasın. Çünkü o, sihir yapan yalancının biridir” dedi.
Kendilerine iki cihân saâdetini bildirmek üzere gönderilen bir büyük peygambere, kavminin bu kadar düşman kesilmesine, ona eziyet ve işkence etmelerine çok üzülen melekler, Allahü teâlâya münâcât edip, yalvararak; “Yâ Rabbî! Sen bunlara karşı ne kadar hâlimsin. Onlar senin peygamberine karşı bu kadar kötü muâmelede bulundukları hâlde, sen onlara, yine de yumuşaklıkla muâmele ediyor, azâb etmiyorsun. Onlar senin mülkün olan yeryüzünde yürüyorlar, senin verdiğin rızkı yiyorlar. Fakat, senden başkasına, sana ortak koştukları putlarına, ibâdet ediyorlar. Senin, kendilerine rahmet olarak gönderdiğin peygamberine ise isyân ediyor, üstelik bununla da kalmayıp, ona ezâ ve cefâda ileri gidiyor, çok sıkıntı verdikleri gibi her zulüm ve işkenceyi de revâ görüyorlar" dediler.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.