Hazret-i Nûh mağfiret olunmaları için kavmini, ibâdete, takvâya ve tâata dâvet ettikçe, onların tavırları şu şekilde oldu:
1- Hazret-i Nûh'un söylediklerine karşı çıktılar. Kabûl etmeyip yalanladılar. Hattâ onu, yalancı ve deli olmakla ithâm ettiler.
2- Hazret-i Nûh'un sabırlı ve şefkâtli muâmelesi, dâvetten vazgeçmemesi uzun seneler devam etti. Zamân içinde onların karşı çıkmaları daha da arttı. Baba ve dedelerinden gördükleri kötülüklere o kadar dalmışlar ve bağlanmışlardı ki, Hazret-i Nûh'un hak dîne olan dâvetini, kabûl etmedikleri gibi, sözlerini dinlemeye bile dayanamıyorlardı. Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Hazret-i Nûh'un nasîhatlerini duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlardı.
3- Târifi mümkün olmayan bir azgınlıkla Hazret-i Nûh'un sözlerini dinlemiyorlar, yanlarına geldiği zaman yüzünü görmek istemediklerinden, Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, elbiselerini başlarına çekiyorlardı. Onun, kendilerini Cehennem ateşinden korumaya çalışan ve hayırlarını isteyen büyük bir zât olduğunu farkedemiyorlardı.
4- Bâtıl ve bozuk yollarında, Hakk'a dâveti kabûlden yüz çevirmek husûsunda ısrâr ettiler.
5- Son derece istikbâr ettiler. Yâni çok kibirlendiler.
6- Hazret-i Nûh'a âsî oldular. Nûh (aleyhisselâm) onlara; “Allahü teâlâya ibâdet edin. O'ndan korkun. Bana itâat edin” buyurduğu hâlde, onlar bu emre isyân ettiler. İtâat edecekleri yerde âsî oldular.
7- Hazret-i Nûh'a âsî olmalarından başka, bir mâsiyeti (günahı) daha işlediler. Kendilerini küfre dâvet eden reislerine itâat ettiler. Onlara uydular.
Âyet-i kerîme, kötü kimselere uydukları için, onların mal ve çocuklarının, âhırette sâdece hüsrânlarını arttıracağını haber vermektedir.
Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre mal ve evlâd, her ne kadar nîmet gibi görünüyorsa da, Allahü teâlânın emirlerine karşı kullanılınca, hüsrânı arttırır. Bundan da anlaşılan, âhıretteki hüsrâna sebep olan dünyevî nîmet ve menfaatler; tatlı görünen, fakat zehirli olan bir lokmaya benzemektedir.
“Kafirlere, Allahü teâlânın nîmeti yoktur” diyen âlimler, bu sözlerine Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesini delil getirmişlerdir. Çünkü, kâfirlerde, nîmet gibi görünen şeyler, hakîkatte onların sonsuz azâblara, ebedî felâketlere düçâr olmalarına vâsıta olmaktan başka bir şey değildir.
8- Mekr (hîle): Nûh sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde, kavmin ileri gelenlerinin Hazret-i Nûh'a çok büyük bir mekr (hîle) yaptıkları bildirilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine tâbi olanlara, vedd, süvâ’, yegus, ye’ûk ve nesr ismindeki putları terketmemelerini söylediler. Onları tevhid îtikâdından, Allahü teâlânın birliğine inanmaktan men ettiler. Müşrikliği emrettiler.
Tevhidi emretmek, bunu insanlara öğretmek, dinde ne kadar yüksek bir derece ve ne büyük bir hayır ise, buna mâni olmak ve şirki emretmek de o derece aşağı ve o derece büyük bir musîbettir. Bu sebeple Allahü teâlâ onların mekrini çok büyük bir hîle olarak bildirmiştir.
Onların, insanları, tevhid îtikâdından men etmelerine, âyet-i kerîmedeki mekr (hîle) buyrulmasının iki sebebi vardır:
1- Onların, putlara ilâhlık isnâd etmeleri, bu kavmin putlara ibâdete devam etmelerinin gereğidir. Onlar, kendilerine tâbi olanlara; “Bu putlar sizin ilâhlarınızdır. Baba ve dedelerinizin de ilâhları bunlar idi. Siz Nûh'un (aleyhisselâm) sözünü, dâvetini kabûl ederseniz, kendi aleyhinizde bulunmuş; kâfir olduğunuzu, dalâlet ve cehâlette bulunduğunuzu îtirâf etmiş olacaksınız. Hem bu îtirâfınız babalarınızın da aleyhinde bulunmanız demektir...” gibi sözler söylediler.
İnsanın, gerek kendisi ve gerekse baba ve dedelerinin kusur, noksanlık ve cehâlette bulunduğunu îtirâf etmesi çok zor olduğundan, onların bu duygularını istismar edip kullanmaları gizli bir hîle idi. Bu sebeple, onların böyle söylemelerine âyet-i kerîmede mekr (hîle) buyrulmuştur.
2- Âyet-i kerîmelerde bu büyük hîleyi yapanların, yâni kavmin ileri gelenlerinin, mal ve evlâd sâhibi oldukları bildirilmektedir. Onlar câhil halka; mal ve çok evlâda, putlara ibâdet etmeleri sebebiyle kavuştuklarını; Hazret-i Nûh'un bildirdiği ilâhın ise hâşâ mal ve evlâd veremediğini söylediler. Böyle bir hîle ile onları kandırmağa çalıştılar.
Fir’avn da, kavmine buna benzer bir hîle yapmıştı. Mal, mülk ve saltanatı ile övünüp, Zuhruf sûresinin 51. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre kavmine; “Mısır mülkü benim değil mi? Azametimi görmüyor musunuz?” demişti.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.