Şükür, teşekkür etmek. İyilik edene, nîmet verene; kalb, dil ve davranışla hürmet edip saygı göstermek demektir. Istılahî mânâ olarak şükür; kulun, ihsân edilen nîmetlere, iyiliklere karşı olan sevincini, bunları kendisine vermiş olan Allahü teâlâya, çeşitli söz ve davranışlarla göstermesidir. Abdullah-i Ensârî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti bilmenin ismidir. Zirâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur’an-ı kerîmde İslâm ve îmâna, şükür ismi verilmiştir.”
Sırri-yi Sekatî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bir kimse, bir nîmete kavuşur da, bunun şükrünü yapmazsa, o nîmet elinden gider de o kimsenin haberi bile olmaz.”
İnsanın, önce kime ve niçin şükredeceğini bilmesi gerekir. Bütün mahlûklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi yoktan var eden, var olmak nîmetini bahşeden ve her an varlıkta durduran, varlıkta durdurmakla yok olmaktan koruyan O'dur. Bütün kâmil ve iyi sıfatlar insana O'nun rahmeti ve acıması ile verildi. Hayatımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, bir çok şeye gücümüzün yetmesi velhasıl bütün insanî sıfatlarımız O'ndandır. Sayılmayan nîmetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran, duâları kabûl eden, belâlardan koruyan hep O'dur. Öyle bir rızık vericidir ki, kullarının rızıklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını açığa çıkarmıyor. Hilmi, yumuşaklığı o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor. Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost, düşman herkese saçıyor. Bütün nîmetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi ve en üstünü olarak da, kullarına, beğendiği yol olan İslâm'ı gösteriyor. Yaratılmışların en şereflisi, en kıymetlisi olan ve bir hadis-i kudsîde; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğu Muhammed Mustafa'ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uyarak, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmayı emrediyor. O hâlde insan; Allahü teâlâya, verdiği bu nîmetlerden dolayı şükretmelidir.
Kul kime ve niçin şükredeceğini bildikten sonra nasıl şükredeceğini öğrenmelidir. İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh, Mektûbât’ının üçüncü cild 17. mektubunda buyuruyor ki: “İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu insanlık icâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık icâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıb ve kusurdan uzak; insanlar ise ayıb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduklarından O'nunla hiç münâsebetleri, ilişkileri yoktur. O'nu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. O'na karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler O'na çirkin gelebilir. O'nu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. O'na hürmet ve şükür şekilleri, yine O'ndan bildirilmedikçe, O'na lâyık olacağına güvenilemez ve O'nun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. O'na belki hakâret olur. İşte O'nun tarafından bildirilen, tâzim, hürmet ve şükür şekli, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bildirdikleri dinlerdir. O'na kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş; dil ile yapılacak şükürler orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri açık ve geniş olarak beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak; kalbin ve bedenin yapması ile şükretmek, ancak dîne uymakla mümkündür. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Böyle olunca sevâb sanılan aksine günah olur.” Bunlardan da anlaşılıyor ki, kulun Allahü teâlâya nasıl şükredeceğini dinden öğrenmesi ve dînin emrettiği şekilde yapması insanlık icâbıdır. Akıl da bunu emreder. Allahü teâlâya, O'nun dînine muhalif olarak şükredilemez.
Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O'nun emrettiği gibi kullanmaktır. Beden nîmetinin şükrü, bedendeki her uzvun, Allahü teâlânın beğendiği, dîninde bildirdiği işleri yapmakla olabilir. Buna göre; malın şükrü, onu helâl olan yerlere harcamak, zekâtını vermek hayırlara vesîle etmektir. Gözün şükrü, helâle bakmak; kulağın şükrü, haramı dinlememektir. Elin şükrü, helâli tutmak, helâle vermek; ayağın şükrü ise haram yerlere gitmemek, haram işlere alet olmamaktır. Rütbe ve mevkinin şükrü, o mevki ve rütbeyi İslâmiyete ve insanlara hizmete vesîle etmek, kimseye zulmetmemek, adâletle hükmetmek, zayıfı kollamaktır. Yâni bütün nîmetlere şükrün özü, kul olmaktır. (Kul olduğunu bilip, kula yakışacak olanı yapmaktır.)
İslâm âlimleri şükür için; “Nimet sâhibinin nîmetlerini îtirâf etmektir” dediler. Bâzıları ise; “Şükür, ihsânını anıp, ihsân sâhibini senâ etmektir” buyurmuşlardır. Bu durumda kulun Allahü teâlâ için şükrü, Allahü teâlânın kendisine olan ihsânını, nîmetlerini hatırlayıp; övmek, yüceltmektir. Nimeti Allahü teâlâdan görmek, kendini şükürden âciz bilmek, şükürdür. Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez” buyurmuşlardır. Allahü teâlânın nîmetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise küfran-ı nîmettir.
Nimeti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince şükrü yapılmış olur. Şükrün îmânla alakası vardır. “Şükür, îmânın yarısıdır” buyrulmuştur. Hadîs-i şerîflerde; “Yemek yiyip, şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir” ve “Kıyâmet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkamaz.” buyruldu.
Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız ikrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti” diye münâcâtta bulununca, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem, bütün bu ikrâmların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.
Hucvîrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Şüphesiz, Allahü teâlâ nîmete şükredilmesini emretmiş, nîmetin artması için şükrü sebep kılmıştır. Kendisine olan yakınlığın artması için de fakirliğe sabredilmesini emretmiştir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyrulmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7)
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu anlattı: “Allahü teâlâ bir kula büyük veya küçük bir nîmet verince; (Allah'a hamd olsun) derse, ona verdiğinden daha fazîletlisini verir.” Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allahü teâlânın yardımı sabredenlerle beraberdir.” buyruldu.
Ebü'l-Leys-i Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Hamd ve şükür, hem evvel hem sonra gelen zâtların ibâdetidir. Ayrıca meleklerin ve peygamberlerin de (aleyhimüsselâm) ibâdetidir. Yer ehlinin olduğu gibi, Cennet ehlinin de ibâdeti hamd ve şükürdür.”
Ehl-i sünnet âlimleri şu üç nîmete her zaman şükretmişlerdir. 1- Allahü teâlâ mahlûkâtı bin sınıf olarak yarattı. Bunlar arasında en çok Âdemoğluna ikrâmda bulundu. Bizi de Âdemoğlundan eyledi. 2- Dinlerin en fazîletlisi olarak İslâm'ı seçti, beğendi. Bizleri de müslüman eyledi. 3- Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetini, ümmetlerin en fazîletlisi kıldı. Bizi de Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakla şereflendirdi.
Resûl-i ekrem efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Kıyâmet günü hamdedenler kalksın diye bir münâdî seslenir. Bunun üzerine bir zümre kalkar. Onlar için bir bayrak dikilir ve bayrak altında Cennet’e girerler.” buyurdu. “Hamd edenler kimlerdir?” suâline ise; “Darlıkta ve genişlikte şükredenlerdir.” cevâbını verdi.
Eskiler birbirlerine her karşılaştıklarında; “Nasılsın” diye sorarlardı. Onların bundan maksadı; “Elhamdülillah, iyiyim” cevâbını alarak, birbirlerinin Allahü teâlâya şükretmesine sebep olmaktı. Böylece, hem şükrettiren hem de şükreden sevâba kavuşurdu. Durumundan suâl edilen herkes ya şükreder, ya şikâyette bulunur, veya susar. Şükür, itâat; şikâyet ise mâsiyettir. Şikâyet, din erbabından olursa çirkin bir mâsiyettir. Her şeyin sâhibi ve yaratanı olan Allahü teâlâyı âciz bir kula şikâyet nasıl çirkin olmasın? İnsana yakışan, şâyet uğradığı musîbete dayanamıyorsa, buna olan aczini yine O'na arzetmesidir. Çünkü derdi veren O olduğu gibi, dermânı da yine O verecektir. Aynı zamanda kulun Mevlâsına zillet göstermesi, izzettir; başkasına şikâyeti ise zillettir. Kendisi gibi zelîl bir kula, Allahü teâlâyı şikâyet etmeyi hiç bir selim akıl kabûl etmez.
Şöyle anlatılır; Birinin dostu zamanın pâdişahı tarafından hapsedildi. Hapsedilen adam bunu dostuna haber verince, dostu, gönderdiği bir mektupla Allahü teâlâya şükretmesini söyledi. Hapsedilen adam dövülmeye başlayınca tekrar durumu dostuna haber verdi. Dostu tekrar, Allahü teâlâya şükret diye tavsiye etti. Bir müddet sonra hapse, ishal olmuş, ayağı zincire vurulmuş bir hıristiyan getirildi. Ayağındaki zincirin bir ucu da o adamın ayağına bağlanmıştı. Hıristiyanın her helâya gidişinde o da peşinden gitmek mecbûriyetinde kalıyordu. Bu durumu da dostuna bildirip yine şükret tavsiyesini alınca dayanamayıp dostuna; “Ben belânın en büyüğüne çatmışım, sen hâlâ şükret diye tavsiyede bulunuyorsun” şeklinde sitem dolu bir haber gönderdi. Dostu; “Hıristiyanın ayağına vurulan zincir, senin ayağına vurulsa, onun beline dolanan zünnar senin beline sarılsa, o zaman ne yapardın?” diye cevap verdi. Allahü teâlâ beterinden saklasın diyerek başa gelen dert ve musîbetlere şükretmek lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, şükretmeyenlere azâb edeceğini bildirmekte ve meâlen; “Şükrederseniz elbette size nîmetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz azâbım çok şiddetlidir” buyurmaktadır. (İbrâhim sûresi: 7) Maazallah verilen nîmete şükretmeyen kimsenin, son nefeste îmânsız gitmesinden korkulur.
Âdemoğlundan hiç biri ibâdeti ile Cennet’e giremeyecek; hiç kimse ihlâsı, zühdü ve takvâsı ile sonsuz âhıret saâdetine kavuşamayacaktır. Bütün ömrünü ibâdet ile geçiren bir insan, tek bir uzvunun kendisine ihsân edilmesine karşılık olan şükrü yapmış olamaz. Kul, îtikâdını Ehl-i sünnet ve cemâat yolu üzere düzeltmeli, ibâdetini aksatmamalı, şükretmeli ve duâ ile af ve mağfiret dilemelidir. Bütün bunlardan sonra da korku ve ümîd üzere bulunmalıdır. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle anlatmışlardır; “Benî İsrâil'de çok ibâdet eden biri vardı. Deniz ortasında bir adada yaşayan bu adam beşyüz yıl ibâdet etmişti. Allahü teâlâ ona tatlı su çıkarmış, bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Allahü teâlâ, duâsı üzerine âbidin rûhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde hâlindedir.
Kıyâmet günü, bu âbid diriltilir. Allahü teâlânın ihsânı ile mi, yoksa beşyüz yıllık makbûl ameliyle mi Cennet’e girmek istediği sorulur. Âbid; “Ben, amelimle Cennet’e girmek isterim” der. Melekler, beşyüz yıllık kabûl olmuş amelini hesap ederler. Bu kadar amelin, sâdece bir gözün şükrünü bile edâ edemediği meydana çıkar. Melekler, cenâb-ı Hakk'ın emriyle onu Cehennem’e götürürler. O zaman âbid der ki; “Yâ Rabbî! Beni fadlın ve ihsânınla Cennet’e koy.”Allahü teâlâ; “Ey kulum! Seni kim yarattı?” buyurunca, “Sen yarattın, yâ Rabbî!” der. “Senin yaratılışın, kendin tarafından mı, yoksa benim ihsânım ve rahmetimle mi oldu?” buyurur. “Senin rahmetinle oldu, yâ Rabbî!” der. “Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defâ meyve veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra rûhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?” buyurur. “Sen yaptın, yâ Rabbî!” der. O zaman Allahü teâlâ; “Benim rahmetim ve fadlım ile Cennet’e gir” buyurur.”
Şükrün de; ilim, hâl ve amel ile yapılan üç şekli vardır. Bunlar bilinmeyince şükrün hakîkati anlaşılamaz.
1- İlimle olan şükür: Şükrün ilmi; nîmeti Allahü teâlâdan bilmektir. Kul; mahsûlü topraktan, yağmuru buluttan, sıhhatini kendine iyi bakmasından bilirse, bu hâl şükür değildir.
2- Hâl ile olan şükür: Allahü teâlâ bir nîmet verince, o nîmete nîmet sâhibinden dolayı sevinmek, şükretmektir. Bu nîmete, nîmet sâhibi sebebi ile değil de, nîmet olduğu için sevinenin yaptığı şükür, bir nevi şükür ise de makbûl değildir.
3- Amelî olan şükür: Kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü, hürmeti muhâfaza hâlini devam ettirmekle beraber, Allahü teâlânın tecellîlerini temâşa ve şühûd yaygısı üzerine îtikâfta bulunmak sûretiyle olur. Aynı zamanda kalb ile şükür, herkes için iyilik istemek, kimseye hased etmemektir. Dil ile olan şükür, insanın kulluk tevâzûu içinde nâil olduğu nîmeti îtirâf etmesi, sâhibine memnuniyetini izhâr etmesi yâni elhamdülillah demesi ile olur. Beden ile olan şükür ise; bütün âzâların Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduğunu bilmek ve yaratılış gâyesine uygun işlerde kullanmaktır.
Bir kişi Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerine gönderdiği bir mektupta; “Biz bulursak şükreder, bulamazsak sabrederiz” diye yazdı. Buna Ubeydullah-i Ahrar hazretlerinin cevâbı şu oldu: “Sizin o yaptığınızı Horasan'ın köpekleri de yapıyor. Biz; bulursak dağıtıyor, bulamazsak şükrediyoruz.” Şiir:
Vücûdumun her zerresi, gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamaz bile.
Hazret-i, Nûh, 950 sene gibi çok uzun bir müddet, kavmini hak dîne dâvet etti. Onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı, nasîhatte bulundu. Yâni Emr-i mâruf ve nehy-i münker yaptı. Bu da onun bâriz husûsiyetlerinden idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, Emr-i mâruf, nehy-i münker ve nasîhatte bulunmak hakkında verilen bilgi özetle şöyledir:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.