Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

04/10/20

Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr, Âmir bin Füheyre (radıyallahü anh) ve kılavuzları Abdullah bin Üreykıt, Hicret'in birinci senesi Rebî'ul-evvel ayının sekizinde Pazartesi günü (Miladî 622 yılı Eylül ayının 20. günü) kuşluk vakti "Kuba" köyüne ulaştılar. Bugün, müslümanların Hicrî Şemsî yılının sene başı oldu. Külsüm bin Hidm (radıyallahü anh) isminde bir müslümanın evinde kaldılar. Burada ilk mescidi yaptılar. Kuba vâdisinde ilk Cumâ namazını kıldılar ve ilk hutbeyi îrâd ettiler. Kuba mescidi, âyet-i kerîmede meâlen; "...Temeli takvâ üzerine kurulan mescid" (Tevbe sûresi: 108) diye buyrularak medh edildi.
Bu arada Mekke'de kalan hazret-i Ali, Resûlullah efendimizin Kâbe-i şerîfte devamlı bulundukları makâma oturdu. "Resûl-i ekremde kimin nesi var ise, gelsin alsın!" diye nidâ ettirdi. Herkes gelip, nişânını söyleyerek emânetini aldı. Böylece emânetler sâhiplerine teslim edildi.
Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ali'nin kanadı altına sığındılar. Resûlullah'ın saâdethâneleri Mekke'de olduğu müddetçe, hazret-i Ali de orada kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i ekrem efendimiz, evinin Medîne-i münevvereye getirilmesini emir buyurdular.
Allah'ın aslanı hazret-i Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. "İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin" buyurdu. Hepsi başlarını eğip, hiç bir şey söylemediler. Sabah olunca, hazret-i Ali, Resûl-i ekrem efendimizin eşyalarını toplayıp, Resûlullah efendimizin Ehl-i Beyti ve kendi akrabâları ile beraber yola koyuldu. Resûlullah efendimize, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kuba'da yetişti. Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda, Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir hâle gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrîf etmiş, hazret-i Ali'yi görünce hâline acımış, sevgili, fedâkar amcazâdesini kucaklamış, mübârek elleriyle o hak yolunda binlerce meşakkate katlanmış olan nârin, nâzik ayaklarını okşamış, kendisine âfiyeti için duâ buyurmuştu. Hattâ hazret-i Ali'nin bu fedâkarlığı üzerine; “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini fedâ eder" (Bakara sûresi: 207) âyet-i celîlesinin nâzil olduğu rivâyet edilir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Müşrikler, Medîne'ye doğru yola çıkan Muhammed aleyhisselâmı ve hazret-i Ebû Bekr'i devamlı arıyorlardı. Bulamadıkları takdirde kendileri için pek büyük bir tehlike baş gösterecekti. Çünkü, müslümanların bir "İslâm Devleti" kurup, kısa zamanda kendilerini ortadan kaldırabileceklerini düşünüyorlardı. Bu sebeple müşrikler, her şeylerini ortaya koydular. Peygamber efendimizle hazret-i Ebû Bekr'i öldürene veya esir edene; yüz devenin yanı sıra sayısız mal ve para vereceklerini vâd ettiler. Bu haber, Sürâka bin Mâlik'in mensubu olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka bin Mâlik, iyi iz sürerdi. Bu yüzden olup bitenlerle yakından ilgilendi.
Müdlicoğulları bir Salı günü, Sürâka bin Mâlik'in oturduğu bölge olan Kudeyd'de, toplanmışlardı. Toplantıda Sürâka bin Mâlik de vardı. O sırada Kureyş'in adamlarından biri gelip, Sürâka'ya; "Ey Sürâka! Vallahi ben az önce, sahile doğru giden üç kişilik bir kâfile gördüm. Onlar herhâlde Muhammed ile Eshâbıdır" dedi. Sürâka, durumu anladı. Fakat, ortaya çok fazla mükâfat konulduğu için, bunu tek başına elde etmek istiyordu. Bu sebeple başkasının haberdâr olmasını arzu etmiyordu. "Hayır, o senin gördüğün kimseler, filan kişilerdir. Biraz önce geçmişlerdi. Onları biz de gördük" diyerek, önemli bir şey yokmuş gibi konuştu.
Sürâka bin Mâlik, biraz daha bekledi. Dikkat çekmeden evine geldi. Hizmetçisine, atını ve silâhını alıp vâdinin, arkasında kendisini beklemesini söyledi. Kendisi de kargısını almış, parlaklığının dikkati çekmemesi için ucunu aşağıya çevirmişti. Atını koşturmağa başladı. Yoluna devam ederek, nihâyet izlerini buldu. Yaklaşınca birbirlerini iyice görebiliyorlardı. Hattâ Sürâka, Peygamber efendimizin okuduğu Kur'ân-ı kerîmi bile işitiyordu. Fakat, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem arkalarına hiç bakmıyorlardı. Hazret-i Ebû Bekr geriye bakınca, Sürâka'yı görüp, telâşa kapıldı. Peygamber efendimiz ona, mağaradaki gibi; “Üzülme, Allahü teâlâ bizimle beraberdir" buyurdu.
Buhârî hazretlerinin rivâyetine göre, bu sırada Hazret-i Ebû Bekr, bir atlının kendilerine yetiştiğini Resûl-i ekreme arz edince, Peygamber efendimiz“Yâ Rabbî! Onu düşür" diye duâ buyurdular. Başka bir rivâyette, Sürâka yanlarına kadar gelince, Hazret-i Ebû Bekr, ağlamaya başladı. Resûl-i ekrem efendimiz niçin ağladığını sorunca; "Vallahi kendim için ağlamıyorum. Sana bir zarar gelmesinden korktuğum için ağlıyorum" dedi.
Sürâka, Peygamber efendimize saldırabilecek kadar yaklaştı. "Yâ Muhammed! Seni, bugün benden kim koruyacak!" dedi. Server-i âlem efendimiz de; “Beni, Cebbâr ve Kahhâr olan Allahü teâlâ korur" cevâbını verdi. O sırada Sürâka'nın atı, iki ön ayaklarıyla dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Sürâka, atını ne kadar zorladıysa da, onu bir türlü kurtaramadı. Başka yapacağı hiç bir şey yoktu. Çâresiz kalınca, şefkât ve merhamet sâhibi olan Resûlullah efendimize yalvarmaya başladı. Bütün olgunlukları ve iyi ahlâkı kendisinde toplayan, üstün ahlâk ve yaratılış üzere olan Peygamberimiz onun bu dileğini kabûl etti. Sürâka; "Yâ Muhammed! Muhâfaza olunduğunu anladım. Duâ et de kurtulayım. Bundan sonra sana aslâ zarar vermem. Senin peşine düşenlere de senden hiç bahsetmiyeceğim" diyordu. Kâinatın efendisi; “Yâ Rabbî! Eğer o sözünde doğru ve samîmi ise, atını kurtar" diye duâ edince, Allahü teâlâ bu duâyı kabûl buyurdu.
Sürâka bin Mâlik'in atı, ancak bu duâdan sonra çukurdan kurtulabilmişti. Bu sırada atın ayağının battığı yerden, göğe doğru duman gibi bir şey yükseliyordu. Sürâka, hayretler içerisinde kaldı ve bütün bu olup bitenlerden, Muhammed aleyhisselâmın dâimâ korunmakta olduğunu anladı. Pek çok şeye şâhid olmuştu. Sonunda; "Yâ Muhammed! Ben Sürakâ bin Mâlik'im! Benden aslâ şüpheniz olmasın. Size söz veriyorum. Bundan sonra beğenmediğiniz hiç bir işi yapmıyacağım. Kavmin, seni ve arkadaşlarını yakalayana çok mükâfat vereceğini vâdetti" dedi ve Kureyş müşriklerinin yapmak istediklerini birer birer anlattı. Hattâ, onlara yol azığı ve binmek için deve vermek istediyse de, sevgili Peygamberimiz kabûl etmedi ve ona: “Ey Sürâka! Sen İslâm dînini kabûl etmedikçe, ben de senin deveni ve sığırını arzu etmem, istemem. Sen bizi gördüğünü gizli tut, yeter" buyurdu. İbn-i Sa'd da şöyle nakleder: Sürâka, Peygamber efendimize, bana, istediğini emret deyince, Resûlullah efendimiz“Yurdunda dur. Hiç kimsenin bize yetişmesine meydan verme" buyurmuştur.
Allahü teâlâ dileyince her şey oluyordu. O'na hâlis bir şekilde güvenip, rızâsı yolunda yürüyünce, akıl almaz hâdiseler meydana geliyordu. Resûlullah efendimizi öldürüp, büyük mükâfatlara kavuşma hırsıyla, kükreyen bir aslan tavrıyla yola çıkan Sürâka, artık; mûnis, uysal, bir çocuk gibiydi. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ, Habîbine zarar vermemesi için, Sürâka'nın kalbini iyiliğe doğru çevirmişti. Elbette, Allahü teâlâ Habîbini sallallahü aleyhi ve sellem yalnız bırakmayacaktı. Çünkü O, insanlara merhamet için, onların dünyâda ve âhırette ebedî saâdet ve mutluluğa kavuşması için gönderdiği sevgili Peygamberiydi.
Sürâka bundan sonra izi üzerine geri döndü. Başından geçenleri karşılaştığı kimselere de anlatmadı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Son Akabe bî'atıyla Medîne; müslümanlara, huzur bulacakları ve sığınacakları bir yer olmuştu. İkinci Akabe bî'atını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl almıştı. Müslümanlar için Mekke'de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme durumlarını arz ederek, hicret için müsâde istediler. Bir gün, sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) yanına gelip; “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medîne) dir. Oraya hicret ediniz" ve “Orada müslüman kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı. Yesrib'i (Medîne'yi) size emniyet ve huzûr bulacağınız bir yurt kıldı" buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine müslümanlar, Medîne'ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar. Peygamber efendimiz, hicret edenlere son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tembih ediyordu. Müslümanlar, müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük kâfileler hâlinde yola çıkıyor ve mümkün mertebe gizli hareket ediyorlardı. Medîne'ye ilk hicret eden Ebû Seleme, müşriklerden çok eziyet görmüştü. Neden sonra işin farkına varan müşrikler hicret için yola çıkan müslümanlardan, görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapse atmaya başladılar ve çeşitli cefâlara tâbi tuttular. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü eziyeti yaptılar. Fakat bir iç harbin patlak vermesinden korktukları için, öldürmeye cesâret edemediler. Müslümanlar ise, buna rağmen her fırsatı değerlendirerek Medîne yollarına düştüler.
Hazret-i Ömer de, bir gün kılıcını kuşandı. Yanına oklarını ve mızrağını alıp herkesin önünde Kâbe'yi yedi defâ tavâf etti. Oradaki müşriklere, yüksek sesle şunları söyledi: "İşte ben de dînimi korumak için Allahü teâlânın yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa şu vâdinin arkasında önüme, çıksın!..."
Böylece hazret-i Ömer ile yirmi kadar müslüman, güpe gündüz, çekinmeden Medîne'ye doğru yola çıktılar. O'nun korkusundan bu kâfileye hiç kimse dokunamadı. Artık göçlerin arkası kesilmiyor, Eshâb-ı kirâm bölük bölük Medîne'ye ulaşıyordu.
Bu arada hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Sabr eyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr; "Anam-babam sana fedâ olsun! Böyle ihtimâl var mıdır?" diye sorunca, Peygamberimiz“Evet vardır" buyurarak sevindirdiler. Ebû Bekr (radıyallahü anh) sekizyüz dirhem vererek iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke'de; sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, fakirler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı.
Diğer taraftan Medîneliler (Ensâr), hicret eden Mekkelileri (Muhâcirleri) çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullah'ın da hicret edip müslümanların başına geçeceği ihtimâliyle, Mekkeli müşrikler telâşa kapılmışlardı. Mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri Dâr-ün-Nedve'de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Şeytan, Şeyh-i Necdî kılığında yâni ihtiyâr bir Necdli şeklinde müşriklerin yanına geldi. Konuşmalarını dinledi. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Fakat hiç biri beğenilmedi. Sonra şeytan söze karıştı ve; "Düşündüklerinizin hiç biri çâre olamaz. Çünkü O'ndaki güler yüz ve tatlı dil her tedbiri bozar. Başka çâre düşününüz" diyerek fikrini söyledi. Kureyşin reîsi olan Ebû Cehl; "Her kabîleden kuvvetli bir kimse seçelim. Ellerinde kılıçları ile Muhammed'in üzerine saldırsınlar. Kılıç vurup kanını döksünler. Kimin öldürdüğü belli olmasın. Böylece mecbûren diyete râzı olurlar. Biz de diyetini verir, sıkıntıdan kurtuluruz" dedi. Şeytan da, bu fikri beğendi ve harâretle teşvik ve tavsiye etti. Müşrikler bu hazırlık içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret emri verdi. Cebrâil aleyhisselâm gelerek, müşriklerin kararını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Sevgili Peygamberimiz hazret-i Ali'ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sâhiplerine vermesini söyleyerek; “Bu gece yatağımda yat uyu, şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiç bir zarar gelmez" buyurdu. Hazret-i Ali, Peygamber efendimizin emrettiği şekilde yattı. Habîbullah'ın yerine hiç korkmadan kendi nefsini fedâ etmeye hazırdı.
Hicret gecesi kâfirler, Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin etrâfını sarmışlardı. Peygamber efendimiz mübârek evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Her kimin başına bu toprakdan değmişse, hepsinin Bedr gazâsında öldürüldüğü rivâyet edilmiştir. Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, hazret-i Ebû Bekr'in evine ulaştı. Müşriklerden hiç biri O'nu görememişti.
Bir müddet sonra müşriklerin yanına biri gelip; "Burada ne bekliyorsunuz?" diye sorunca; "Muhammed'in evden çıkmasını" diye cevap verdiler. O gelen; "Yemîn ederim ki, Muhammed aranızdan geçip gitti, başınıza da toprak saçtı" dedi. Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhâl kapıya hücûm edip içeri girdiler. Hazret-i Ali'yi, Resûl aleyhisselâmın yatağında görünce, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hazret-i Ali; "Bilmem! Beni, O'nun muhâfazasına me’mûr mu ettiniz?" dedi. Bunun üzerine hazret-i Ali'yi tartakladılar. Kâbe'nin yanında bir müddet hapsedip sonra bıraktılar. Kâfirler, Resûlullah efendimizi bulmak için dışarıya çıkıp aramaya başladılar.
Önce hazret-i Ebû Bekr'in evine giderek, Hazret-i Ebû Bekr'in kızı Esmâ'ya (radıyallahü anhâ) sordular. Cevap vermeyince döğdüler. Her yeri aramalarına rağmen, bulamadılar ve çılgına döndüler. En azılıları olan Ebû Cehl, Mekke ve civarında tellâllar bağırtarak, sevgili Peygamberimizi ve hazret-i Ebû Bekr'i bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vereceğini vâd etti. Onun bu vâdini duyan ve mala tamâh eden bâzı kimseler silâhlanıp, atlarına binerek aramaya koyuldular.
Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr'in evini teşrîf edip; “Hicret etmeme izin verildi" buyurunca, Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) heyecanla; "Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber miyim?" diye sorunca, Efendimiz; “Evet..." buyurdular. Hazret-i Sıddîk, sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz onu kabûl buyurunuz" dedi. Âlemlerin sultânı; “Benim olmayan deveye binmem. (Ancak) behâsıyla alırım" buyurdular. Bu kesin emir karşısında mecbûr kalan hazret-i Sıddîk, devenin behâsını söyledi.
Hazret-i Ebû Bekr, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhûr olan zâtı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti. Safer ayının 27'sinde Perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Ebû Bekr (radıyallahü anh), Resûlullah'ın çevresinde, bâzan sola, bâzan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca; "Etrâftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah!" dedi. Server-i âlem efendimiz buyurdular ki: “Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin?" Hazret-i Sıddîk; "Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim" dedi.
Sevgili Peygamberimizin nâlini dar olduğundan, yolda parçalandı ve mübârek ayakları yaralandı, yürüyecek hâli kalmamıştı. Güçlükle dağa çıkıp mağaraya ulaştılar. Kapı önüne geldiklerinde, hazret-i Ebû Bekr; "Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin" dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı bir çok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullah'ı içeri dâvet eyledi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekr'in kucağına koyup uyudu. O zaman, hazret-i Sıddîk'in ayağını yılan soktu. Resûlullah'ın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullah'ın mübârek yüzüne damlayınca; “Ne oldu yâ Ebâ Bekr?" buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekr; "Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu" dedi. Resûlullah efendimiz, Ebû Bekr'in (radıyallahü anh) yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) içerde iken, müşrikler, iz tâkib ede ede mağaranın önüne geldiler. Ağzını bir örümceğin ördüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz bin Alkame; "İşte burada iz kesildi" dedi. Kâfirler; "Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi" dediler.
Bâzıları; "Buraya kadar geldik, mağaraya biriniz girsin, baksın!..." deyince, Ümeyye bin Halef kâfiri; "Sizin hiç aklınız yok mu? Üzerinde kat kat örümcek ağı bulunan şu mağarada ne işiniz var? Yemîn ederim ki, bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür" dedi. Müşrikler kapı önünde münâkâşa ederlerken, içerde hazret-i Ebû Bekr endişeye kapıldı ve; "Yâ Resûlallah! Vallahi kendim için tasalanmıyorum. Fakat yüksek zâtınıza bir şey gelmesinden korkuyorum. Ben öldürülürsem bir tek kişiyim, hiç bir şey değişmez. Lâkin size bir zarar gelirse, bütün ümmet helâk olur, din yıkılır" dedi. Kâinatın sultânı efendimiz; “Yâ Ebâ Bekr! Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir" buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Canım sana fedâ olsun! Onlardan biri, başını eğip baksa bizi görür!" deyince, Efendimiz; “Yâ Ebâ Bekr! İki kişi ki, üçüncüsü Allahü teâlâdır. Üzülme!... Hak teâlâ bizimledir" buyurdu. Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler.
Allahü teâlâ bu hâli Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Eğer siz, O'na (Habîbime) yardım etmezseniz, (hatırlayın o vakti ki) kâfirler O'nu (Mekke'den) ikinin ikincisi olarak (hazret-i Ebû Bekr ile) çıkardıklarında, (Sevr Dağı’nın tepesindeki) mağarada iken, Allahü teâlâ O'na (Resûlullah'a) yardım etmişti. O zaman arkadaşına (Ebû Bekr-i Sıddîk'a); “Üzülme Allahü teâlânın yardımı, nusreti muhakkak bizimledir" demişti. Allahü teâlâ, O'nun üzerine sekînetini indirmiş, O'nu (Habîbini) görmediğiniz (mânevî) ordularla kuvvetlendirmiş, kâfirlerin (küfür) kelimesini alçaltmıştı. Allahü teâlânın (tevhid) kelimesi ise, çok yücedir. Allahü teâlâ mutlak gâliptir. Yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir." (Tevbe sûresi: 40)
Sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekr, bu mağarada geceli gündüzlü üç gün kaldılar. Hazret-i Ebû Bekr'in oğlu Abdullah, Mekke'de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip haber veriyor, âzâdlı kölesi ve sürülerinin çobanı Âmir bir Füheyre (radıyallahü anh) ise, geceleri süt getirip izleri siliyordu.
Sevr mağarasından dördüncü günü ayrılan sevgili Peygamberimiz, Kusvâ adlı devesine bindi. Bir rivâyete göre terkisine hazret-i Ebû Bekr'i bindirdi. Diğer deveye de Âmir bin Füheyre hazretleri ile yolları iyi bilen Abdullah bin Üreykıt bindiler.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlânın medhettiği, beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden, vatanından ayrılıyordu. Devesini Harem-i şerîfe doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde; “Vallahi! Sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili olanısın! Senden çıkarılmamış olsa idim, çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni, senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt, yuva tutmazdım" buyurdular.
O anda Cebrâil aleyhisselâmınip; "Yâ Resûlallah! Vatanına müştâk mısın, özledin mi?" dedi. Efendimiz de; "Evet, müştâkım!" buyurdular. Cebrâil aleyhisselâm, sonunda Mekke'ye döneceğini müjdeleyen, Kasas sûresi 85. âyet-i kerîmesini okuyup, mübârek hatırını tesellî eyledi.
Yolculuk sâkin geçiyordu. Müşrikler, her yeri aramalarına rağmen bulamıyorlar, Cenâb-ı Hak, Habîbini onların şerrinden muhâfaza ediyordu. Resûlullah efendimiz, Kudeyd denilen yere geldiklerinde, Ümmü Ma'bed isminde cömertliğiyle meşhûr, akıllı, iffetli bir hanımın çadırı önünde durdular. Ücretiyle yiyecek hurma ve et almak istediler. Ümmü Ma'bed; "Eğer olsa idi, para ile değil, ziyâfet çeker, ikrâmda bulunurdum. Kıtlık ve geçim sıkıntısı sebebiyle elimizde bir şey kalmadı" dedi. “Süt var mı?" diye sorduklarında; "Yoktur. Davarlar kısırdır" diye cevap verdi. Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem, çadırın yanında duran zayıf bir koyunu işâret ederek buyurdular ki: “Ey Ümmü Ma'bed! Bu koyun niçin burada bağlı duruyor?" O da; "Gayet hasta ve zayıf olduğundan sürüden kaldı. Dermanı olmadığı için gidemedi" dedi. “Hiç sütü var mıdır? Bu koyunu sağmama izin verir misiniz?" buyurunca; "Anam-babam sana fedâ olsun, sütü yoktur, fakat onu sağmanıza hiç bir şey mâni değildir" dedi. Resûlullah efendimiz, koyunun yanına gelip, Allahü teâlânın ismini zikrettiler. Bereket ile duâ ettikten sonra, mübârek elini koyunun memesine sürdüler. O anda meme, süt ile doldu ve akmağa başladı. Hemen kap getirip doldurdular. Önce Ümmü Ma'bed'e verdiler. O içtikten sonra, hazret-i Ebû Bekr’e ve diğerlerine verip doyuncaya kadar içmelerini sağladı. En sonunda kendisi içti. Bir daha mübârek elini koyunun memesine dokunup sığadılar ve çadırda bulunan en büyük kabı istediler. Onu da doldurup Ümmü Ma'bed'e teslim ettiler. İçtikleri sütün kıymeti kadar da para verdiler.
Oradan ayrıldıktan sonra, Ümmü Ma'bed'in kocası geldi ve sütü gördü. Sevinerek; "Bu süt nereden geldi?" diye sorunca, Ümmü Ma'bed; "Bir mübârek kimse gelip, hânemizi şereflendirdi. Gördüklerin, O'nun himmeti ve bereketidir" dedi. "Târif eder misin? Sıfatı ve cemâli nasıldır?" diye sordu. Ümmü Ma'bed; "Gördüğüm o mübârek zât, pek biçimli ve güzel yüzlü idi. Gözlerinde bir miktar kırmızılık, sesinde nâziklik vardı. Mübârek kirpikleri uzun idi. Gözünün akı pek beyaz, karası da çok siyah olup, kudretten sürmeli idi. Saçları siyah, sakalı sık idi. Sustuğunda, üzerinde, bir vekâr ve ağırbaşlılık vardı. Konuşurken tebessüm ediyor, sözleri, sanki dizilmiş birer inci gibi ağzından tatlı tatlı dökülüyordu. Uzaktan çok heybetli görünüyor, yakına gelince, çok tatlı ve cazip bir hâl alıyordu. Yanında bulunanlar, emrini yerine getirmek için canla başla koşuyorlardı" diyerek daha pek çok hasletlerini saydı. Bunları hayretle dinleyen kocası; "Yemîn ederim ki, bu zât, Kureyş'in aradığı kimsedir. Eğer ben O'na rastlasaydım, hizmetiyle şereflenir, yanından ayrılmazdım" dedi. Rivâyete göre, o koyun onsekiz sene yaşadı. Fahr-i âlem efendimizin bereketi ile sabah-akşam onunla geçinirlerdi. Ümmü Ma'bed'in kocası, Resûlullah efendimizin ardı sıra gidip Rîm vâdisinde yetişti ve müslüman oldu. Ümmü Ma'bed de müslüman oldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûlullah efendimize, peygamberlik vazifesi tebliğ edileli 13 sene olmuştu. Mekkeli müşriklerin, müslümanlara zulmü son haddine varmış ve dayanılmaz bir hâl almıştı. Medîne'de ise, Es'ad bin Zürâre ile Mus’ab bin Umeyr’in (radıyallahü anhümâ) hizmetleri sayesinde, Evs ve Hazrecliler; müslümanlara kucak açacak, onları bağırlarına basıp uğrunda her fedâkarlığı yapacak aşk ve şevkin içindeydiler. Resûlullah efendimizin de bir an önce Medîne'yi teşrîflerini arzuluyorlar; O'nun uğrunda, mallarını ve canlarını esirgemeyeceklerine dâir söz veriyorlardı. Hac mevsimi gelmişti. Mus’ab bin Umeyr ile beraber, Medîneli 73 erkek ve 2 kadın müslüman, Mekke'ye geldiler, Hacdan sonra, hepsi yine Akabe'de Peygamberimiz ile buluştular. Es'ad bin Zürâre ve 12 temsilci, kabîleleri adına Peygamberimizin Medîne'ye hicret etmelerini ricâ ve teklif ettiler. Resûlullah efendimiz onlara Kur'ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeleri okuduktan sonra; kendi canlarını, çoluk ve çocuklarını nasıl koruyup gözetirlerse, O'nu da öyle koruyacaklarını te’min etmek üzere onlardan kesin söz istedi.
Henüz müslüman olmayan Resûlullah efendimizin amcası hazret-i Abbâs da orada bulunuyordu. Bî'at için gelen bu topluluğa şöyle hitâb etti; "Ey Medîneliler! Bu, kardeşimin oğludur. İnsanlar içinde en çok sevdiğim de O'dur. Eğer, O'nu tasdik edip, Allah'tan getirdiklerinde inanıyor ve beraberinizde alıp götürmek istiyorsanız, beni tatmin edecek sağlam bir söz vermeniz lâzımdır. Bildiğiniz gibi, Muhammed aleyhisselâm bizdendir. Biz O'nu, O'na inanmıyan kimselerden koruduk. O, bizim aramızda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşamaktadır. O, bütün bunlara rağmen, herkesten yüz çevirmiş, size katılıp, sizinle beraber gitmeğe karar vermiştir. Eğer siz, bütün Arap kabîleleri birleşip üzerinize hücûm ettiğinde, onlara karşı koyacak kadar savaş gücüne sâhipseniz bu işe girişiniz. Bu husûsu da aranızda iyice görüşüp konuşunuz, sonradan ayrılığa düşmeyiniz. Verdiğiniz sözde durup, O'nu düşmanlarından koruyabilecek misiniz? Bunu lâyıkıyla yapabilirseniz ne âlâ. Yok, Mekke'den çıktıktan sonra O'nu yalnız bırakacaksanız, şimdiden vazgeçiniz ki, yurdunda şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."
Hazret-i Abbâs'ın bu konuşmasına Medîneli müslümanlar üzüldüler. Sanki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizi memleketlerine götürdüklerinde, O'nu müşriklere karşı koruyamayacak, sıkışınca terk edeceklermiş gibi bir sözle karşılaşmışlardı. Medîneli sahâbîlerden Es'ad bin Zürâre hazretleri, Peygamber efendimize dönerek; "Yâ Resûlallah! İzin verirseniz birkaç sözüm vardır. Onu Hazretinize arz edeyim" dedi. Fahr-i kâinat efendimiz izin verince, Es'ad (radıyallahü anh); "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Her dâvetin yumuşak veya sert bir yolu, usûlü vardır. Şimdi siz, bizi öyle bir şeye dâvet ediyorsunuz ki, onu insanların kabûl etmesi gâyet zordur. Zirâ insanların öteden beri tapınageldikleri putları bırakıp, İslâm’ı kabûl etmesi çok güçtür. Buna rağmen biz, İslâm’ı bütün kalbimizle kabûl ettik. Bir de müşrik olan akrabâlarımızla alakayı kesmeyi emrettiniz, ihlâs ile onu da kabûl ettik. Bilirsiniz ki bunu da kabûl çok zordur. Amcalarının bile düşman kesilip muhâfaza etmediği yüksek zâtınıza kucak açıp, bu şerefli vazifeyi üzerimize vâcib ve lâzım bildik. Hepimiz bu sözlerimizde mutâbıkız. Dilimizle ne söylüyorsak kalbimizle onu tasdik ediyoruz. Kendi çoluk-çocuğumuzu nasıl muhâfaza ediyorsak, mübârek vücûdunuzu da, kanımızın son damlasına kadar, koruyacağımıza yemîn ediyoruz. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allahü teâlâya verdiğimiz sözde durmayıp şakîler zümresine dâhil olalım! Yâ Resûlallah! Biz bu sözümüzde sâdıkız. Allahü teâlâ muvaffak eylesin" dedi. Sonra da; "Yâ Resûlallah! Bizden kendiniz için istediğiniz te’minatı alıp, şart koşabilirsiniz" diye devam etti. Peygamber efendimiz onları İslâmiyete teşvik etti. Kur'ân-ı kerîm okudu. Sonra buyurdu ki: “Sizden Rabbim için olan şartım, Allahü teâlâya ibâdet etmeniz ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmamanız; kendim ve Eshâbım için olan şartım, bizi barındırmanız, bana ve Eshâbıma yardımcı olmanız, kendinizi savunduğunuz, koruduğunuz şeylerden bizleri de korumanızdır."
Berâ bin Ma'rûr; "Seni hak din ve kitap ile peygamber gönderen Allahü teâlâya and olsun ki; çoluk-çocuklarımızı savunup, koruduğumuz gibi seni de koruyacağız! Bizimle bî'atlaş yâ Resûlallah" dedi.
Medîneli müslümanlardan Abbâs bin Ubâde (radıyallahü anh), Peygamber efendimizle yapılacak anlaşmayı pekiştirmek için, arkadaşlarına; "Ey Hazrecliler! Muhammed aleyhisselâmı niçin kabûl ettiğinizi biliyor musunuz?" dedi. Onlar da; "Evet" cevâbını verdiler. Bunun üzerine; "Siz O'nu, hem sulh, hem de savaş zamanları için kabûl edip, O'na tâbi oluyorsunuz. Eğer, mallarınıza bir zarar gelince, akrabâ ve yakınlarınız helâk olunca, Peygamberimizi yalnız ve yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden yapınız. Vallahi, eğer böyle bir şey yaparsanız dünyâda ve âhırette helâk olursunuz! Eğer dâvet ettiği şeyde, mallarınızın gitmesine ve yakın akrabâlarınızın öldürülmesine rağmen, O'na vefâ etmeyi aklınız kesiyorsa, tutunuz. Vallahi bu, dünyânız ve âhıretiniz için hayırlıdır" deyince, arkadaşları; "Biz Peygamberimizden, mallarımız ziyân olsa da, yakınlarımız öldürülse de vazgeçmeyiz. Ondan hiç bir zaman ayrılmayız. Ölmek var, dönmek yok!" dediler. Sonra Peygamber efendimize dönerek; "Yâ Resûlallah! Biz bu ahdimizi yerine getirirsek, bize ne vardır?" diye sordular. Sevgili Peygamberimiz o zaman; "Allahü teâlânın râzı olması ve Cennet var!" buyurdular. Bunlardan her biri kavminin temsilcileri, vekilleri olarak söz verdiler. İlk önce hazret-i Es'ad bin Zürâre; "Ben, Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne verdiğim sözü yerine getirmek, canımla ve malımla O'na yardım husûsundaki vâdimi gerçekleştirmek üzere bî'at ediyorum" diyerek müsâfeha etti. Arkasından her biri bu şekilde bî'atı tamamlayıp, "Allahü teâlânın ve Resûlünün dâvetini kabûl ettik, dinledik ve boyun eğdik" diyerek memnuniyetlerini ve teslimiyetlerini arz ettiler. Böylece, Resûlullah'ın uğrunda canlarını ve mallarını çekinmeden ortaya koydular. Kadınlar ile bî'at, sâdece söz ile yapılmıştı.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahü teâlâya hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık, iftirâ ve zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, hayırlı işlere muhâlefette bulunmamak..." husûslarında onlardan söz aldılar.
Medînelilerin, Peygamber efendimize bî'at ettiği sırada, Akabe tepesinden bir ses; "Ey Minâ'da konaklayanlar! Peygamber ile Medîneli müslümanlar sizlerle savaşmak üzere anlaştılar" diye bağırdı. Peygamberimiz, bu ses için; “Bu, Akabe'nin şeytanıdır" dedikten sonra, seslenene de; “Ey Allahü teâlânın düşmanı! Senin de hakkından gelirim." buyurdular. Bî'at eden Medînelilere de; “Siz hemen konak yerlerinize dönün" buyurdu. Abbâs bin Ubâde; "Yâ Resûlallah! Yemîn ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah, Minâda bulunan kâfirlerin üzerine yürür onların hepsini kılıçtan geçiririz" dedi. Peygamber efendimiz memnun oldular, fakat; “Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Şimdilik yerlerinize dönünüz" buyurdular.
İmâm-ı Nesâî’nin, Abdullah ibni Abbâs'dan rivâyetine göre; Ensârdan Akabe bî'atında bulunanlar, Resûlullah'ın yanına gelmekle muhâcirlerden olmuşlardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ



Sevgili Peygamberimiz her sene, Kâbe'yi ziyârete gelen kabîleleri dîne dâvet ediyor, onların Cehennem ateşinden kurtulup ebedî saâdete kavuşmaları için çalışıyor ve her türlü hakârete aldırmadan, peygamberlik vazifesini yerine getirmeye devam ediyordu. Kabîlelerin konak yerlerinde duruyor, gelenlere; Allahü teâlânın, peygamberlik vazifesini yerine getirinceye kadar beni barındıracak ve bana yardım edecek kim var? (Böylece) kendisine Cennet verilsin" buyuruyor, fakat ne barındıracak ve ne de yardım edecek bir kimse bulunmuyordu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mekkeli müşrikler, Müslümanların devamlı peşlerinde geziyor, Kâbe'yi ziyârete gelen insanların müslüman olmasını engelledikleri gibi, Habîb-i ekrem efendimize zulüm etmekten geri durmuyorlardı. Artık Resûlullah efendimiz için gidilecek bir yer yoktu. Her taraf düşman idi. O gece doğruca amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümm-i Hânî’nin, Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îmân etmemişti. "Kimdir o" deyince, Resûlullah efendimiz“Amcan oğlu Muhammed'im. Kabûl edersen, misâfir geldim" buyurdu.
Ümm-i Hânî; "Senin gibi doğru sözlü, emîn, asîl, şerefli misâfire can fedâ olsun. Yalnız, teşrîfinizi önceden bildirseydiniz, bir şeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek bir şeyim yok" dedi.
Resûlullah efendimiz“Yiyecek, içecek istemem. Hiç biri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir" buyurdu.
Ümm-i Hânî, sevgili Peygamberimizi içeri alıp; bir hasır, leğen ve ibrik verdi. Gelen misâfire ikrâm etmek, onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misâfire zarar gelmesi, ev sâhibi için büyük yüz karası olurdu. Ümm-i Hânî; "Bunun Mekke'de düşmanları çok. Hattâ öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar O'nu gözeteyim" diye düşündü. Babasının kılıcını alıp, evin etrâfında dolaşmağa başladı.
Ol hümâyûn-baht u ol kadri yüce,
Ümm-i Hânî hânesindeydi gece.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelip, saâdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
O anda Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâma; "Sevgili peygamberimi çok üzdüm. Mübârek bedenini, nâzik kalbini çok incittim. Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka hiç bir şey düşünmüyor.Git, Habîbimi getir! Cennet’imi, Cehennem’imi göster. O'na ve O’nu sevenlere hazırladığım nîmetleri görsün. O'na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O'nu incitenlere hazırladığım azâbları görsün. O'nu ben tesellî edeceğim. O'nun nâzik kalbinin yaralarını ben saracağım" buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâmResûlullah'ın yanına gelince, O'nu mışıl mışıl uyur buldu. Uyandırmağa kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mübârek ayağının altını öptü. Kalbi, kanı olmadığı için, soğuk dudakları Resûlullahı uyandırdı. Cebrâil aleyhisselâmı hemen tanıdı ve; “Ey Cebrâil kardeşim! Böyle vakitsiz niçin geldin. Yoksa bir hatâ mı ettim. Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin?" buyurdu ve Rabbinin darılacağından çok korktu.
Cebrâil aleyhisselâm; "Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi, ey peygamberlerin efendisi, iyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı olan şerefli ve büyük Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor ve seni kendisine çağırıyor. Lütfen kalk gidelim" dedi.
Sevgili Peygamberimiz abdest aldılar. Cebrâil aleyhisselâmResûlullah efendimizin mübârek başına nûrdan bir imâme koydu, üzerine nûrdan bir elbise giydirdi, mübârek beline yâkuttan bir kemer taktı. Mübârek eline dörtyüz inci ile süslü zümrütten bir asâ verdi. Her inci, Zühre yıldızı gibi parlardı. Mübârek ayağına yeşil zümrütten nâlin giydirdi. Sonra el ele tutuşup Kâbe'ye geldiler. Burada Cebrâil aleyhisselâmsevgili Peygamberimizin mübârek göğsünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve îmân dolu bir tas getirip içine boşalttı ve göğsünü kapattı.
Sonra Cebrâil aleyhisselâm, Cennet’ten getirdiği Burak adındaki beyaz hayvanı işâret ederek; "Yâ Resûlallah! Buna bin! Bütün melekler yolunu bekliyorlar" dedi. Bu sırada Peygamber efendimize bir hüzün çöktü ve tefekküre daldı. O anda Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâma; "Ey Cebrâil! Suâl eyle! Habîbim niçin mahzûn duruyor?" Suâl edince, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem cevap buyurdular ki: “Ben bu kadar izzet ve ikrâm gördüm. Hatırıma geldi ki, kıyâmet günü zayıf olan ümmetimin hâli nasıl olur? Ellibin yıl, Arasat meydanında yayan olarak bunca günâhlarını nasıl çekerler ve otuzbin yıllık yol olan sıratı nasıl geçerler?" Fermân-ı ilâhî geldi ki: "Ey Habîbim! Hatırını hoş tut. Senin ümmetine ellibin yıllık vakti bir an gibi ederim. Üzülme" buyurdu.
Peygamber efendimiz, Burak'a bindi. Burak çok hızlı gidiyor, bir adımda gözün gördüğü yerin ötesine ulaşıyordu. Yolculuk esnâsında Cebrâil aleyhisselâm sevgili Peygamberimize bâzı konak yerlerinde inip namaz kılmasını söyledi. Âlemlerin efendisi bunun üzerine tam üç defâ inerek namaz kıldı. Cebrâil aleyhisselâm da namaz kıldığı yerleri bilip bilmediğini sordu. Cevabını kendisi vererek; ilk indiği yerin Medîne olduğunu ve bu şehre hicret edeceğini haber verdi. Öteki yerlerin de sıra ile Hazret-i Mûsâ'nın Allahü teâlâ ile cihetsiz ve bilinmeyen bir şekilde konuştuğu Tûr-i Sînâ olduğunu, son olarak da Îsâ aleyhisselâmın doğduğu Beyt-i Lahm'da namaz kıldığını haber verdi. Sonra Kudüs'deki Mescid-i Aksâ'ya geldiler.
Mescid-i Aksâ'da, Cebrâil aleyhisselâm bir kayayı parmağı ile delerek Burak'ı bağladı. Geçmiş peygamberlerden bâzısının rûhları insan şeklinde toplanmışlardı. Cemâatle namaz için; Âdem, Nûh ve İbrâhim peygamberlere aleyhimüsselâm imâm olmaları sıra ile söylendi, özür dileyerek kabûl etmediler. Cebrâil; "Sen varken başkası imâm olamaz" diyerek Habîbullah'ı ileri sürdü.
Peygamber efendimiz, peygamberlere imâm olup, iki rekat namaz kıldırdılar. Bundan sonra olan hâdiseyi şöyle naklettiler: Cebrâil (aleyhisselâm) bana bir kap Cennet şarâbı, bir kap da süt getirdi. Sütü aldım. Cebrâil (aleyhisselâmbana, fıtratı seçtin (iki cihân saâdetini seçtin) dedi. Daha sonra iki bardak daha sundular. Biri su, biri bal, ikisinden de içtim. Cebrâil; “Bal, ümmetinin kıyâmete kadar devam edeceğine, su da, ümmetinin günâhlarından temizlenmesine işarettir" dedi. Sonra beraberce göğe yükseldik. Cebrâil (aleyhisselâmkapıyı çaldı. “Sen kimsin?" dediler. “Ben Cebrâil'im", “Peki yanındaki kim?" “O da Muhammed'dir (aleyhisselâm" “O'na (göğe çıkmak için vahiy ve Mîrâc dâveti) gönderildi mi?" “Evet, gönderildi" dedi. “Merhabâ gelen zâta! Bu gelen kişi ne güzel yolcu?" dediler ve hemen kapı açıldı ve kendimi Âdem'in (aleyhisselâmkarşısında buldum. Bana “Merhabâ" dedi ve duâ etti...
Burada çok melekler gördüm. Hepsi kıyamda huşû ve hudû ile durmuşlar “Subbûhün kuddûsün rabb-ül-melâiketi ver-ruh" zikriyle meşgûldüler. Cebrâil'e sordum; “Bu meleklerin ibâdeti bu mudur?" “Evet. Bunlar yaratılalıdan beri, tâ kıyâmete kadar kıyam üzere olurlar. Hak teâlâdan dile ki, bu ibâdeti ümmetine nasîb etsin" dedi. Hak teâlâdan diledim. Duâmı kabûl etti. Namazda olan kıyam odur.
(Orada) bir cemâate uğradım. Melekler, onların başlarını ezerler, tekrar eski hâlini alır. Yine döverler, yine eskisi gibi olurdu. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Cumâ'yı ve cemâati terk edenlerdir. Rükû ve secdeleri tamam yapmayanlardır" dedi.
Bir cemâat gördüm. Aç ve çıplak idiler. Zebânîler onları Cehennem’de otlamağa sürerlerdi. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Fakirlere merhamet etmiyenler ve zekât vermiyenlerdir" dedi.
Bir cemâate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leşi yerlerdi. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar, helâli terk edip, harama meyleden erkek ve kadınlardır. Helâl malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi.
Arkasındaki yükün çokluğundan, harekete mecâli kalmamış olan bir (takım) kimseler gördüm. O hâliyle halka seslenip, üzerine biraz daha yük koymalarını istiyorlardı. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bu kimseler, emânete hıyânet edenlerdir. İnsanların hakkını almış iken, yine zulmederler" dedi.
Kendi etlerini kesip yiyen bir grup insana uğradık. “Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil (aleyhisselâm); “Bunlar gıybet edenler ve söz taşıyanlardır" dedi.
Yüzleri siyah, gözleri gök, üst dudakları alınlarına erişmiş, alt dudakları ayaklarına sarkmış, ağızlarından kan ve irin akmakta olan bir grup insan gördüm. Onlara, ateşten kadehlerle Cehennem’den akan zehirli kan ve irin içirirler, onlar merkepler gibi bağırırlar idi. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar içki içenlerdir" dedi.
Bir grup insanlara rastladık, dilleri kafalarından çekilmiş, şekilleri değiştirilip hınzır (domuz) sûretine tebdil olmuş olarak azâb olunurlar. Cebrâil (aleyhisselâm); "Bunlar yalan yere şâhidlik yapanlardır" dedi.
Başka bir kavme rastladık. Karınları şişmiş ve aşağı sarkmış, renkleri gök olmuş, el ve ayakları bağlanmış, yerlerinden kalkamazlar. Cibrîl'e bunları sordum. “Bunlar fâiz yiyenlerdir" dedi.
Bir kısım kadınlara rastladık. Yüzleri siyah, gözleri gök. Ateşten elbise giydirmişler. Melekler onlara ateşten gürzlerle vururlar. Onlar köpek ve hınzırlar gibi bağrışırlar. “Bunlar kimlerdir?" dedim. Cibrîl; “Bunlar zinâ edenler ve kocalarını inciten kadınlardır" dedi.
Bir cemâat gördüm. Çok kalabalık idi. Cehennem vâdilerinde haps edilmişlerdi. Ateş, onları yakar, tekrar dirilirler, tekrar yakardı. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar babalarına âsî olanlardır" dedi.
Bir cemâate uğradım. Ekin ekerler ve bir anda yetişip başak verir. “Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil; “Allahü teâlâ için ibâdet edenlerdir" dedi.
Bir deryâya vardım. Bu deryânın acâib hâlini anlatmak mümkün değildir. Sütten beyaz olup dağlar gibi dalgaları vardı. “Bu deryâ nedir?" dedim. “Bu deryânın adı Hayat Denizi'dir. Hak teâlâ ölüleri dirilteceği zaman, bu deryâdan yağmur yağdırır. Çürümüş, dağılmış bedenler dirilip, ot biter gibi mezârdan kalkarlar" dedi...
Sonra ikinci kat göğe çıktık. Cebrâil (aleyhisselâmyine kapıyı çaldı. Denildi ki: “Sen kimsin?" “Ben Cebrâil'im", “Peki yanındaki kim?" “O da Muhammed aleyhisselâmdır." “O'na vahy ve Mîrâc dâveti gönderildi mi?" “Evet geldi" dedi. “Merhabâ gelen zâta. Bu gelen kişi ne güzel yolcu" denildi ve hemen kapı açıldı. Kendimi teyze çocukları Îsâ ile Yahyâ bin Zekeriyyâ'nın aleyhimesselâm yanında buldum. Bana; “Merhabâ" dediler. Ve duâda bulundular...
Meleklerden bir cemâate rastladım. Saf bağlayıp durmuşlar, cümlesi rükûda idi. Kendilerine mahsus bir tesbîhleri vardı. Devamlı olarak rükûda dururlar, başlarını kaldırıp, yukarı bakmazlar. Cebrâil (aleyhisselâm); “Bu meleklerin ibâdeti böyledir. Hak teâlâdan iste de ümmetine nasîb olsun" dedi. Duâ ettim. Kabûl buyurup, namazda rükûu ihsân eyledi.
Sonra üçüncü kat göğe çıktık. Aynı suâl ve cevaptan sonra, kapı açıldı ve kendimi Yûsuf'un (aleyhisselâm) yanında buldum. Baktım ki kendisine güzelliğin yarısı verilmiş. Bana, “Merhabâ" dedi ve duâ etti...
Çok melekler gördüm. Saf hâlinde, cümlesi secdede idiler. Yaratılalıdan beri secdede olup, kendilerine mahsus tesbîh ile tesbîh ederler. Cebrâil (aleyhisselâm); “Bu meleklerin ibâdeti böyledir. Allahü teâlâdan iste ki, bu ameli ümmetine müyesser eylesin" dedi. Hak teâlâdan diledim. Kabûl edip namazda size nasîb eyledi.
Dördüncü kat göğe eriştim. Saf gümüşten yapılmış, nûrdan bir kapısı var. Nûrdan bir kilit vurmuşlar. Kilidin üzerinde, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" yazılı idi. Aynı suâl ve cevaptan sonra kendimi, İdrîs'in (aleyhisselâm) yanında buldum. Bana “Merhabâ" dedi ve duâda bulundu. Allahü teâlâ, onun hakkında (mealen); “Biz onu yüksek bir mekâna ref’ettik" buyurmuştur. (Meryem sûresi: 57)
Bir melek gördüm. Bir kürsî üzerine oturmuş, gamlı ve üzüntülü idi. Etrâfında o kadar çok melek vardı ki, sayısını ancak cenâb-ı Hak bilir. Sağında nûranî melekler gördüm. Yeşiller giymişler, çok güzel kokuları var. Her birinin güzelliğinden yüzlerine bakılmaz. Sol tarafında ağızlarında ateşler saçan melekler vardı. Önlerinde ateşten mızrak ve kamçılar var. Öyle gözleri var ki, bakmağa tâkât getirilmez. Taht üzerinde oturan meleğin, başından ayağına kadar gözleri var. Dâimâ önündeki deftere bakar, bir an gözünü ondan ayırmazdı. Önünde bir ağaç vardı. Her yaprağında bir kişinin ismi yazılmıştı. Önünde leğen gibi bir şey vardı. Kâh sağ eliyle ondan bir şey alıp sağındaki nûranî meleklere teslim eder, kâh sol eliyle bir şey alıp solundaki zulmânî meleklere verirdi. (Bu) meleğe nazar edince, kalbime bir korku geldi. Cebrâil'e; “Bu melek kimdir?" dedim. “Azrâil'dir. Bunun yüzünü görmeğe kimsenin tâkâti yetmez" dedi. Yanına varıp; “Ey Azrâil! Bu, âhır zaman peygamberidir ve Allahü teâlânın habîbî, sevgilisidir" dedi. Azrâil (aleyhisselâm) başını kaldırıp tebessüm etti. Kalkıp bana tâzim etti; “Merhabâ! Hak teâlâ senden daha şerefli bir kimse yaratmadı. Ümmetin de, cümle ümmetlerden üstündür. Ben senin ümmetine, baba ve analarından daha çok acırım" dedi. “Senden bir ricâm vardır. Ümmetim zayıftır. Onlara yumuşak davranasın. Rûhlarını rıfk ile alasın" dedim. “Seni en son peygamber olarak gönderen ve kendine habîb kılan Allahü teâlânın hakkı için, Allahü teâlâ gece ve gündüzde yetmiş kere; “Ümmet-i Muhammed'in rûhlarını yumuşaklıkla ve kolaylıkla al ve işlerini lütf ile gör" diye emreder. Bunun için ben de senin ümmetine, ana ve babalarından daha ziyâde şefkât ederim" dedi.
Sonra beşinci kat göğe çıktık, orada Hârûn'la (aleyhisselâmkarşılaştık. Bana “Merhabâ" dedi ve hayır duâda bulundu.
Beşinci kat gök meleklerinin ibâdetlerini gördüm. Cümlesi ayakta duruyor ve ayaklarının parmaklarına nazar ediyor, aslâ başka yere bakmıyor, yüksek sesle tesbîh ediyorlardı. Cebrâil'den (aleyhisselâm); “Bu meleklerin ibâdeti böyle midir?" diye sordum. “Evet, Hak teâlâdan dile de, bu ibâdeti ümmetine nasîb eylesin" dedi. Duâ ettim. Cenâb-ı Hak ihsân etti.
Sonra altıncı kat göğe çıktık. Orada Mûsâ (aleyhisselâm) ile karşılaştık. Bana “Merhabâ" dedi ve hayır duâda bulundu.
Sonra yedinci kat göğe yükseldik, aynı soru-cevaptan sonra İbrâhim'i (aleyhisselâmBeyt-i Ma’mûr'a arkasını dayamış olarak buldum. O Beyt-i Ma'mûr ki, her gün oraya yetmişbin melek giriyor (bir daha sıraları gelmiyor) İbrâhim'e (aleyhisselâm) selâm verdim. Selâmımı aldı. “Merhabâ sâlih peygamber, sâlih oğul" dedi. (Sonra;) “Yâ Muhammed! Cennet’in yeri gâyet latîf ve toprağı temizdir. Ümmetine söyle, oraya çok ağaç diksinler" dedi. “Cennet’e ağaç nasıl dikilir?" dedim. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" (Bir rivâyette ise); “Sübhânellahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illullahü vallahü ekber" tesbîhini okuyarak" dedi. (Cebrâil aleyhisselâmsonra beni, Sidret-ül-müntehâya götürdü. Sanki onun yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri de kuleler gibi idi. O, Allahü teâlânın emirlerinden herhangi birisiyle karşılaştığında, öylesine değişiyordu ve güzelleşiyordu ki, Allahü teâlânın yaratmış olduğu mahlûkâtından, hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz.
Cebrâil (aleyhisselâm), Sidret-ül-müntehânın ilerisine iletti ve bana veda eyledi. Dedim ki: “Ey Cebrâil! Beni yalnız mı bırakıyorsun?" Cebrâil (aleyhisselâmızdırâba düştü. Hak teâlânın heybetinden titremeğe başladı ve; “Yâ Muhammed! Eğer bir adım (daha) atarsam, Allahü teâlânın âzametinden helâk olurum. Bütün vücûdum yanar, yok olur" dedi."
Âlemlerin efendisi, buraya kadar Cebrâil aleyhisselâm ile gelmişti. Cebrâil aleyhisselâm, burada kendisini, yaratılmış olduğu sûret üzere altıyüz kanadını açmış, her bir kanadından inciler, yâkutlar saçılır bir hâlde Resûlullah'a gösterdi. Sonra ziyâsı güneşten daha parlak, Refref adında yeşil bir Cennet yaygısı geldi. Durmadan Allahü teâlânın zikriyle meşgûl oluyor, bulunduğu âlemi tesbîh sadâsı dolduruyordu.
Peygamber efendimize selâm verdi. Resûlullah efendimiz Refref'in üzerine oturdu. Bir anda çok yükseklere çıktılar, hicâb denilen yetmişbin perdeden geçtiler. Her hicâb arası çok uzak idi. Her perdede vazifeli melekler vardı. Refref, Peygamber efendimizi birer birer o perdelerden geçirdi. Böylece; kürsî, arş ve rûh âlemlerini aştılar.
Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, her bir perdeden geçerken; “Korkma yâ Muhammed! Yaklaş, yaklaş!" diye emredildiğini duyuyordu, öyle yakın oldu ki, Kâbe-kavseyn makâmına erişti. Bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak rü'yet hâsıl oldu yâni Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiç bir mahlûkun bilemiyeceği, anlıyamıyacağı nîmetlere kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri "Mektûbât'ında buyuruyor ki: "O Server aleyhisselâtü vesselâm, mîrâc gecesinde, Rabbini dünyâda görmedi. Âhırette gördü. Çünkü, Resûl aleyhisselâm o gece, zaman ve mekân çevresinden dışarı çıktı. Ezelî ve ebedî bir ân buldu. Başlangıcı ve sonu, bir nokta olarak gördü. Cennet’e gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennet’e gidişlerini ve Cennet’te oluşlarını o gece gördü. İşte o makâmdaki görmek, dünyâda görmek değildir. Âhıret görmesi ile görmektir."
Peygamber efendimize; “Rabbini senâ eyle!" buyrulduğunda, O hemen; “Ettehiyyâtü lillahi vessalevâtü vettayyibât" (yani, bütün lisânlar ile olan medhler, övgüler ve senâlar, beden ile olan hizmetler ve tâatler, mal ile olan iyilikler ve ihsânlar Allahü teâlâ için olsun) dedi. Önce Allahü teâlâ, Habîbine gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, mekânsız olarak; “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetmetullahi ve berekâtüh. (Ey Resûlüm! Selâmım, bereketim ve rahmetim senin üzerine olsun)" buyurarak, selâm verdi. Peygamber efendimizEsselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn (Ya Rabbî! Bize ve sâlih kullarına selâm olsun)" diye cevap verdiler. Bunu işiten melekler hep bir ağızdan; “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh (Gözümle görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür)" dediler.
Peygamber efendimiz“Esselâmü aleynâ…” deyince Allahû teâlâ; “Ey Habîbim! Burada ikimizden başka kimse yoktur. Niçin aleynâ (bize) dedin?" buyurdu. Resûlullah efendimiz“Yâ ilâhî! Ümmetimin bedenleri gerçi benimle değildir. Lâkin rûhları benimledir. Nazar-ı inâyetim ve kemâl-i himmetim onlardan uzak değildir. Bana selâm verdin, beni cümle kötülüklerden uzak eyledin. Âhır zaman fitnesine uğramış, o fakir, dertli ümmetimi, bu büyük ikrâm ve ihsânlardan nasıl mahrûm edeyim? Böyle nîmetten onları nasıl nasîbsiz kılayım?" diye cevap verdi.
Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Habîbim! Bu gece benim misâfirimsin. Dile benden ne istersin?" Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem“Ümmetimi isterim (Yâ Rabbî)" dedi.
Rivâyete göre bu şekilde Hak teâlâ, bu suâli yediyüz defâ tekrarladı. Resûlullah efendimiz hepsinde; “Ümmetimi isterim" diye cevap verdi. Allahü teâlâ“Hep ümmetini istersin” buyurunca, O; “Ey Rabbim! Dileyen benim, veren sensin. Cümle ümmetimi bana bağışla" diye taleb etti. Cenâb-ı Hak“Eğer ümmetinin hepsini bu gece sana bağışlarsam, benim rahmetim ve senin izzetin zâhir olmaz. Bir kısmını bu gece sana bağışladım. İki kısmını te’hir ettim. Kıyâmet günü sen dileyesin, ben bağışlıyayım. Tâ ki, benim rahmetim ve senin izzetin (şerefin) belli olsun" buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “O gece (Mîrâc gecesi), Allahü teâlâdan cümle ümmetimin hesâbını bana ısmarlamasını istedim. Hak teâlâ buyurdu ki: “Yâ Muhammed! Bundan murâdın odur ki, hiç kimse, ümmetinin kabahatlerine muttalî olmasın. Benim murâdım odur ki, sen şefkâtli peygambersin, yabancılara olduğu gibi, senden dahî kabahatleri ve çirkin işleri örtülü olsun. Yâ Muhammed! Sen onların yol göstericisisin. Ben onların Rabbiyim. Sen onları yeni gördün. Ben evvelden ebede onlara nazar ettim ve nazar ederim. Yâ Muhammed! Eğer senin ümmetin ile söyleşmeği sevmeseydim, kıyâmet günü onları hesâba çekmezdim. Büyük ve küçük hiç bir günâhlarını sormazdım."
Allahü teâlâ buyurdu ki: “Yâ Muhammed! Mübârek gözünü aç ve ayağının altına nazar eyle." Baktım, bir avuç toprak gördüm. Hak teâlâ buyurdu ki: “Cümle var olan şeyler senin ayağının toprağıdır. O toprağı mı dostun huzûruna getirdin? Bir dost eteğine bulaşan tozu bağışlamaktan bana, senin ümmetini bağışlamak daha kolaydır."
Yâ Habîbim nedir ol kim diledin,
Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?
Ben sana âşık olunca ey şerîf.
Senin olmaz mı dü âlem ey latîf?
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: Hak teâlâya bir nice suâller ettim. Cevabını işittim. Suâl ettiğime pişman oldum. (Bunlardan bâzıları şunlardır) “Yâ Rabbî! Cebrâil'e altıyüzbin kanat verdin. Buna karşı bana olan ihsânın nedir? Hak teâlâ buyurdu ki: “Senin bir kılın bana Cebrâil'in altıyüzbin kanadından sevgilidir. Senin bir kılının sebebiyle, binlerce âsî günâhkârı kıyâmet günü âzâd ederim. Yâ MuhammedCebrâil kanadını açsa, doğu ile batı arasını doldurur. Sen şefâat etsen, doğu ile batı arası âsî dolu olsa, hepsini sana bağışlarım." Dedim ki: “Pederim Âdem'e (aleyhisselâmkarşı melekleri secde ettirdin. Buna karşı, bana olan ikrâmın nedir?" Hak teâlâ buyurdu ki: “Meleklerin, Âdem'e secde etmeleri, senin nûrunun, onun alnında olması sebebiyledir. Yâ Muhammed! Sana ondan üstün şey verdim. İsmini ismime yakîn eyledim ve Arş'ı âlâ üstüne yazdım. O zaman Âdem yaratılmamış idi, nâmı ve nişânı yok idi. Senin ismini gökler kapısında, hicâblar üzerinde, Cennetler kapısında, köşkler ve ağaçlarda, Cennet’in her yerinde yazdım. Cennet’te, üzerinde “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" yazılmış olmayan hiç bir şey yok idi. Bu mertebe, Âdem'e verilen mertebeden daha üstündür."
Zâtıma mir'ât edindim zâtını,
Bile yazdım adım ile adını.
“Yâ Rabbî! Nûh'a (aleyhisselâm) gemi verdin. Buna karşı bana ne ihsân eyledin?" Buyurdu ki: “Sana Burak verdim ki, bir gecede yerden Arş'a eriştirdim. Cennet ve Cehennem’i gördün. Ümmetine de mescidler verdim ki, kıyâmet günü gemilere biner gibi ümmetin o mescidlere binip, Sırat'ı göz açıp yumacak kadar zamanda geçip Cehennem’den halâs olurlar."
“Yâ Rabbî! İsrâil oğullarına kudret helvası ile bıldırcına benzer kuş eti indirdin.” Hak teâlâ buyurdu ki: “Sana ve ümmetine, dünyâ ve âhıret nîmetini ihsân ettim. İsrâil oğullarının şekillerini, insan sûretinden; ayı, maymun ve hınzır sûretine çevirdim. Senin ümmetinin hiç birini öyle yapmadım. Onların amelleri gibi amel etseler dahi, bu belâyı onlara revâ görmedim. Yâ Muhammed! Sana bir sûre verdim ki, ona benzer bir sûre Tevrât’da ve İncîl’de yoktur. O süre Fatihâ sûresidir. Her kim o sûreyi okusa, vücûdu Cehennem’e haram olur. O kimsenin ana ve babasının azâbını hafifletirim. Yâ Muhammed! Ben, senden ekrem (kıymetli, üstün, şerefli) kimse yaratmadım. Sana ve ümmetine gecede ve gündüzde elli vakit namaz farz ettim.
Yâ Muhammed! Her kim benim birliğimi kabûl ederse ve bana ortak koşmaz ise Cennet onlarındır. Böyle olan ümmetine Cehennem’i haram ettim. Ümmetine karşı rahmetim, gadabımı aşmıştır.
Yâ Muhammed! Benim katımda cümle halktan ekremsin, şereflisin. Kıyâmet günü sana o kadar ikrâmlar yaparım ki, cümle âlem hayret ederler. Ey Habîbim! Sen Cennet’e girmeyince, sâir enbiyâya ve ümmetlerine yasaktır. Senin ümmetin girmeyince, gayri ümmet girmez. Yâ Muhammed! İster misin ki, senin ve ümmetin için neler hazırladım göresin?" “İsterim Yâ Rabbî!" dedim. İsrâfil'e hitâb edip; “Ey İsrâfil! Kulum ve emînim ve resûlüm Cebrâil'e de ki, Habîbimi Cennet’e iletip, Habîbim ve ümmeti için Cennet’te neler hazırladım ise göstersin. Tâ ki, mübârek hatırı endişeden halâs ola" buyurdu."
Âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimiz, İsrâfil aleyhisselâm ile birlikte Cebrâil aleyhisselâmın yanına geldiler. Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için Cebrâil aleyhisselâmPeygamber efendimizsallallahü aleyhi ve sellem Cennet’e götürdü. Melekler, ellerinde biri hulle, diğeri nûr dolu tabaklarla bekliyorlardı. Cebrâil aleyhisselâm; "Yâ Resûlallah! Bunlar, Âdem aleyhisselâmdan seksenbin yıl önce yaratıldı. Bu makâmda, tabaktakileri sana ve ümmetine saçmak için sabırsızlanırlar. Kıyâmet günü Hazretin ve ümmetin, Allahü teâlânın emriyle Cennet’in eşiğine ayak basınca, bu melekler tabaklardaki cevâhiri üzerinize saçacaklardır" dedi. Cennet’te vazifeli olan Rıdvân ismindeki melek, onları karşıladı. Peygamber efendimize müjdeler verdi ve; "Hak teâlâ, ikisini senin ümmetine, birini de diğer ümmetlere vermek için Cennet’i üç kısım etti" dedi ve Cennet’in her tarafını gezdirdi.
Habîb-i ekrem efendimiz buyurdular ki: “Cennet ortasında bir ırmak gördüm. Arş'ın yukarısında akar. Bir yerden su, süt, hamr ve bal çıkar. Aslâ birbirine karışmaz. O ırmağın kenarı zebercedden idi. İçindeki taşlar cevâhir, balçığı anber, otları za'ferân idi. Etrâfına gümüş bardaklar koymuşlar, sayıları gökteki yıldızlardan ziyâde idi. Çevresinde kuşlar olup, boyunları deve boynu gibi idi. Her kim onların etinden yese ve o ırmaktan içse, Hak teâlânın rızâsına mazhar olur. Cebrâil'e; “Bu ırmak nedir?" diye sordum. “Kevserdir. Hak teâlâ, onu sana vermiştir. Sekiz Cennet’te olan bostanlara bu kevserden akar" dedi. O ırmağın kenarında çadırlar gördüm. Cümlesi inci ve yâkuttan idi. Cebrâil'e suâl ettim. “Senin hâtunlarının menzilleridir" dedi. O çadırlarda hûriler gördüm. Yüzleri güneş gibi parlar idi ve cümlesi avaz edip, envâ-i nağmeler ile terennüm ederlerdi. Derlerdi ki: “Biz sevinçli ve neş'eliyiz. Bize hiç üzüntü gelmez. Biz donanmışız, hiç üryân olmayız. Biz gençleriz, hiç yaşlanmayız. Biz iyi huyluyuz, hiç kızmayız. Biz hep böyleyiz, hiç ölmeyiz." Saâdet köşklerine ve ağaçlarına erişip, onların nağme ve sedâları her yeri kaplar. Öyle hoş sesleri vardır ki, o nağmeler dünyâya gelseydi, ölüm ve mihnet dünyâda olmazdı. Cebrâil dedi ki: “Bunların yüzlerini görmek ister misin?" “İsterim" dedim. Bir çadırın kapısını açtı. Baktım. Öyle güzel sûretler gördüm ki, eğer bütün ömrümce onların güzelliğini anlatsam, bitiremem. Yüzleri sütten beyaz, yanakları yâkuttan kırmızı ve güneşten parlaktı. Derileri ipekten yumuşak ve ay gibi ışıklı, kokuları miskten daha güzeldi. Saçları gâyet siyah, kimi örülmüş, kimi toplanmış, kimi salıverilmiş, otursa, etrâfında çadır gibi olur, kalksa, ayağına kadar uzanırdı. Her birinin önünde bir hizmetçi dururdu. Cebrâil; “Bunlar, senin ümmetin içindir" dedi."
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Sekiz Cennet’in bağ ve bostanını ve türlü nîmetlerini gördüm. Cehennem’i ve derecelerini de görsem diye hatırıma geldi. Cebrâil elimi tutup, Cehennem’in en büyük meleği Mâlik'e götürdü: “Ey Mâlik! Hazret-i Muhammed, düşmanların Cehennem’deki yerlerini görmek ister (Ona Cehennem’i göster)" dedi. Mâlik, Cehennem’in tabakalarını açtı. Yedi tabaka (nın hepsini) gördüm. Yedinci tabakaya Hâviye derler. Onun azâbı, diğer tabakalardan kat kat ziyâde idi. Mâlik'e suâl ettim: “Bu tabakada hangi tâifeye azâb olunur?" Mâlik; “Fir’avn ve Kârûn ve senin ümmetinin münâfıklarına azâb olunur" dedi. Altıncı tabaka Lazy'dir. Orada, müşriklere (hiç dîni olmayanlara) azâb olunur. Beşinci tabaka Hutâme'dir. Orada; ateşe, öküze tapanlara, budistlere azâb olunur. Dördüncü tabaka Cahîm'dir. Orada; güneşe, yıldızlara tapanlara azâb olunur. Üçüncü tabaka Sakar'dır. Orada, hıristiyanlara azâb olunur. İkinci tabaka Saîr'dir. Orada yahudilere azâb olunur. Birinci tabaka Cehennem’dir. Bunun azâbı öbür tabakaların azâbından az idi. (Buna rağmen) orada ateşten yetmişbin deryâ gördüm. Her bir deryâ o kadar büyük idi ki, eğer yerleri ve gökleri bir deryâya atsalar ve bir meleğe emretseler, bin yıl arasa bulmak mümkün olmazdı. Zebânîler (Cehennem’de vazifeli melekler) öyle âzametli idi ki, eğer onların biri, yerleri ve gökleri ağzının bir kenarına koysa, hiç belli olmazdı. O deryâlar dalgalanıp, korkunç sedâlar hâsıl olurdu. Eğer o sesten dünyâya az bir ses gelseydi, bütün canlılar helâk oturdu. “Bu tabaka hangi tâife içindir?" diye suâl ettim. Mâlik cevap vermedi. Tekrar suâl ettim. Sükût etti...
Cebrâil, Mâlik'e; “Senden cevap bekliyor" dedi. O da; “Beni mâzur gör" diye özür diledi. Ben; “Her ne ise cevap ver ki, bugün tedariki mümkün ola" dedim. Mâlik; “Yâ Resûlallah! Senin ümmetinin asîleri içindir, onlara nasîhat eyle. Tâ ki bu korkunç yerden kendilerini korusunlar. Vücutlarını böyle azâba sürükleyecek şeylerden kaçınsınlar. O gün ben asîlere merhamet etmem. Ne ak sakallı ihtiyârlarına, ne de gençlerine şefkât göstermem" dedi."
Âlemlerin efendisi ağlamaya başladı. Mübârek başından sarığını çıkarıp, şefâate ve (Allahü teâlâya) yalvarmağa başladı. Ümmetinin zayıflığını ve böyle azâba tâkât getiremeyeceklerini söyleyerek, o kadar çok ağladı ki, Cebrâil aleyhisselâm ve cümle melekler de beraber ağlaştılar. Allahü teâlâdan hitap geldi ki: “Ey Habîbim! Senin hürmetin ve kıymetin benim katımda büyüktür, duân kabûl olunmuştur. Hatırını hoş tut. Seni, murâdına eriştirdim. Sana öyle bir makâm veririm ki, pek çok sayıda asîleri, senin şefâatin ile bağışlarım. Tâ ki, sen yeter diyesin. Ey Habîbim! Her kim, benim emrimi tutarsa azâb ve cezâdan kurtulur, rahmetime nâil olur. Cennet’te beni görmek şerefine kavuşur. Sana ve ümmetine gecede ve gündüzde elli vakit namaz farz ettim."
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem devam ederek; “O makâmdan (sonra) Arş'a eriştim. Semâvâttan geçip, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bulunduğu makâma geldim. Bana; “Hak teâlâ, sana ve ümmetine ne farz eyledi" dedi. Ben de; “Her gün ve gece için elli vakit namaz kılınmasını bana farz kıldı" dedim. “Rabbine dön, biraz hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz. Ben İsrâil oğullarını denedim ve yokladım" dedi. Bunun üzerine, Rabbime döndüm ve dedim ki: “Yâ Rabbî! Ümmetimden (bu emri) biraz hafif eyle." Bunun üzerine elli vakitten sâdece beş vakit indirdi. Mûsâ'ya (aleyhisselâm) döndüm ve (beş vakit indirdi) dedim. Dedi ki: “Rabbine dön! Biraz daha hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz. Böylece Mûsâ (aleyhisselâm) ile Rabbimin arasında gidip geldim ve nihâyet Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Bu namazı beş vakte indirdim. Her namaz için on sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine elli namaz olur. Zirâ her kim bir sevâbı kastedip de yapamazsa, onun için bir sevâb yazılır. Fakat yaparsa, bire mukâbil tam on sevâb yazılır. Fakat bir günâha kasdedip yapmazsa, hiç bir şey yazılmaz. Yaparsa, ancak o bir günâh olarak kayda geçer. Sonra Mûsâ'ya (aleyhisselâminip durumu anlattım. Yine; “Dön, biraz daha hafifletmesini dile" dedi. Bunun üzerine ona; “Rabbime çok münâcâtta bulunduğum için artık utanıyorum" dedim" buyurdular.
Allahü teâlâ böylece, sevgili Peygamberimizin çektiği sıkıntılarla yaralanan mübârek kalbini, tesellî eyledi. Hiç bir mahlûkuna vermediği, kimsenin bilemiyeceği, anlayamıyacağı nîmetleri, O'na ihsân eyledi.
Âlemlerin efendisi, sonra bir anda Kudüs'e ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hânî'nin evine geldiler. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi. Dışarda dolaşan Ümm-i Hânî uyuklamış, bir şeyden haberi olmamıştı. Peygamber efendimiz, Kudüs'ten Mekke'ye gelirken, Kureyş'in kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürktü, yıkıldı. Sabah olunca, Kâbe yanına gidip mîrâcını anlattı.
Kâfirler; "Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış" diye alay ettiler. Müslüman olmağa niyetli olanlar da tereddüde düştüler. Müşriklerden bâzıları sevinerek, Ebû Bekr'in evine geldiler. Çünkü onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu gâyet iyi biliyorlardı. Kapıya çıkınca; "Ey Ebû Bekr! Sen çok kere Kudüs'e gidip geldin. İyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?" diye sordular. Hazret-i Ebû Bekr; "İyi biliyorum. Bir aydan fazla" dedi.
Bu söze sevinen kâfir gürûhu; "Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur" dediler. Gülüp, alay ederek ve hazret-i Ebû Bekr'in de kendileri gibi düşüneceğini umarak; "Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı" dediler. Hazret-i Ebû Bekr'e sevgi, saygı gösterip bel bağladılar. Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin mübârek adını işitince; "Eğer O söyledi ise doğrudur. Bir anda gidip geldiğine ben de inandım" deyip içeri girdi. Kâfirler şaşkınlık içinde; "Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr'e sihir yapmış" diyerek geri döndüler.
Hazret-i Ebû Bekr, hemen Resûlullah efendimizin yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle: "Yâ Resûlallah! Mîrâcınız mübârek olsun! Bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdiği ve mübârek yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdiği için Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana fedâ olsun!" dedi. Hazret-i Ebû Bekr'in sözleri kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, îmânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah efendimiz o gün, Ebû Bekr'e "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, derecesi bir kat daha yükseldi.
Bu hâle çok kızan kâfirler, mü’minlerin kuvvetli îmânına, Peygamberimizin her sözüne hemen inanmalarına, O'nun çevresinde pervâne gibi dönmelerine dayanamadılar. Resûlullah efendimizi mahcup ve mağlûb etmek için, imtihân etmeğe başladılar:
"Yâ Muhammed! Kudüs'e gittim diyorsun. Söyle bakalım, mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?" gibi sorular sordular. Resûlullah efendimiz hepsine birer birer cevap verdiler. Efendimiz cevap verirken, hazret-i Ebû Bekr; "Öyledir Yâ Resûlallah" derdi. Halbuki, Resûlullah efendimiz edebinden, hayâsından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyurdu ki: “Mescid-i Aksâ'da etrâfıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O anda, Cebrâil (aleyhisselâm) Mescid-i Aksâ'yı gözümün önüne getirdi. Pencerelerini görüp sayıyor ve sorularına, hemen cevap veriyordum." Resûlullah efendimiz, yolda develi yolcular gördüğünü söyledi. “İnşâallah Çarşamba günü gelirler" buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekke'ye ulaştı. Kervandakilere sorduklarında fırtına eser gibi olduğunu ve bir devenin yıkıldığı söylediler. Bu hâl mü’minlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığı da gittikçe arttı.
Hicretten bir yıl önce, Receb ayının 27'sinde Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye mîrâc denir. Resûlullah, mîrâca, rûh ve bedeni ile uyanık bir hâlde çıktı. Mîrâc gecesinde O'na nice ilâhî hakîkatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Ayrıca Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi ihsân edildi. Mîrâc; Kur'ân-ı kerîmde, İsrâ ve Necm sûresi ile bâzı hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir.
Sevgili Peygamberimiz mîrâcdan sonra Eshâbına Cennet’i anlatırken buyurdular ki: “Yâ Ebâ Bekr! Senin köşkünü gördüm. Kızıl altından idi. Senin için hazırlanan nîmetleri müşâhede ettim." Ebû Bekr de (radıyallahü anh); "O köşk ve köşkün sâhibi sana fedâ olsun yâ Resûlallah" dedi. Efendimiz, hazret-i Ömer'e dönerek; “Yâ Ömer! Senin köşkünü gördüm. Yâkuttan idi. O köşkte çok hûriler var idi. Fakat içeri girmedim. Senin gayretini düşündüm" buyurdular. Hazret-i Ömer, çok ağladı. Göz yaşları arasında; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Senden de gayret, kıskanmak olur mu?" dedi. Daha sonra, hazret-i Osman'a buyurdular ki: “Yâ Osman! Seni her gökte gördüm. Cennet’te köşkünü görüp seni düşündüm." Hazret-i Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali! Senin sûretini dördüncü semâda gördüm. Cebrâil'e suâl ettim. Dedi ki: “Yâ Resûlallah! Melekler hazret-i Ali'yi görmeğe âşık oldular. Hak teâlâ, onun sûretinde bir melek yarattı. Dördüncü gökte durur, melekler onu ziyâret eder, bereketlenirler." Sonra senin köşküne girdim. Bir ağaçtan bir yemiş kokladım; Ondan bir hûri çıktı, yüzüne perde çekti. “Sen kimsin ve kiminsin?" dedim. “Amcanoğlu Ali için yaratıldım yâ Resûlallah!" dedi."
Mîrâc gecesinin sabahında Cebrâil aleyhisselâm gelerek Resûlullah efendimize beş vakit namazı, vakitlerinde imâm olarak kıldırdı. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Cebrâil (aleyhisselâmKâbe kapısı yanında iki gün bana imâm oldu. İkimiz, fecr doğarken sabah namazını, güneş tepeden ayrılırken öğleyi, her şeyin gölgesi kendi boyu olunca ikindiyi, güneş batarken (üst kenarı kaybolunca) akşamı ve şafak kararınca yatsıyı kıldık. İkinci günü de, sabah namazını hava aydınlannca, öğleyi her şeyin gölgesi kendi boyunun iki katı olunca, ikindiyi bundan hemen sonra, akşamı oruç bozulduğu zaman, yatsıyı gecenin üçte biri olunca kıldık. Sonra; “Yâ Muhammed, senin ve geçmiş peygamberlerin namaz vakitleri budur. Ümmetin, beş vakit namazın her birini, bu kıldığımız iki vaktin arasında kılsınlar" dedi."
Namaz vakitleri böylece bildirildikten sonra, Habeşistan'a da haber gönderilerek beş vakit namazı kılmaları ve farz olduğundan îtibâren kılmaya başladıkları vakte kadar olan namazları kazâ etmeleri bildirildi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget