Habeşistan'daki müslümanlar; "Mekke'de, müşriklerle müslümanlar anlaşma yapmışlar!" diye yanlış bir haber aldılar. Bunun üzerine "Bizim hicretimiz, yerimizi ve yurdumuzu terketmemiz, müşriklerin düşmanlığı yüzündendir. Artık onların düşmanlığı dostluğa çevrilmiştir. Öyle ise gidip, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hizmetiyle şereflenelim" diye düşündüler. Bu sebeple Habeş hükümdârından izin alarak Mekke'ye geldiler. Fakat aldıkları haberin yanlış olduğunu öğrendiler. Sonra, Peygamber efendimizin huzûruna gelip; Habeşistan'ın suyunun, havasının ve meyvelerinin kuvvet verdiğini; dört tane ibâdethane bulunduğunu, her gün bu yerlerde kurban kesildiğini, fakirlerin ve gariblerin dâvet edilip hoş tutulduğunu, hükümdârlarının kendilerini ziyâret edip emân verdiğini ve sıkıntılarının giderildiğini uzun uzun anlatıp, memnuniyetlerini bildirdiler.
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân Mekke'ye gelince, müşrikler yine ezâ ve cefâya başladılar. Zulümleri gittikçe arttı. Her türlü işkenceyi hiç çekinmeden yapıyorlardı. Bir gün hazret-i Osman; "Yâ Resûlallah! Habeşistan'ı iyi bir ticâret yeri olarak gördüm. Bir aylık ticâret çok kazanç hâsıl eder. Allahü teâlâ hicret yeri tâyin edinceye kadar, müslümanlar için bundan daha iyi bir yer olmaz. Hiç olmazsa mü’minler, Kureyş'in cefâsından kurtulur. Necâşî'nin bize çok lütûfları ve hayli iyilikleri vardır" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Tekrar Habeşistan'a dönün ki, Allahü teâlânın ismiyle mahfûz olasınız" buyurdu. Hazret-i Osman; "Yâ Resûlallah! Eğer siz, orayı teşrîf etseniz, onlar belki müslüman olurlar. Ehl-i kitap olduklarından, çabuk İslâm'a gelirler ve yardımlarını esirgemezler" deyince, sevgili Peygamberimiz; “Ben, huzûr ve rahata me’mûr olmadım. Hicret husûsunda Allahü teâlânın emr-i şerîfini bekliyorum. Nasıl emrolunur ise öyle amel ederim" buyurdu.
Bir rivâyete göre yüzbir kişilik bir kâfile ikinci defâ Habeşistan'a doğru yola çıktı. Bu kâfilenin başına, Ca'fer bin Ebî Tâlib hazretleri tâyin edilmişti. Sağ-salim Necâşî'nin ülkesine vardılar. Habeşistan'da karşılaştıkları hâdiseleri, sevgili Peygamberimizin muhterem zevcesi Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ) şöyle anlattı: "Habeşistan'a vardığımız zaman, orada çok iyi bir komşuya tesâdüf ettik. Bu komşu, Melik Necâşî idi. Kendisi her arzumuzu yerine getirdi. Dînimizin emirlerini istediğimiz gibi yapabiliyorduk. Allahü teâlâya serbestçe ibâdet edebiliyor, hiç eziyete uğramıyorduk. Hiç bir kötü söz duymuyorduk."
Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdâr olunca, Habeşistan melikine iki elçi göndermeye karar verdiler. Necâşî’ye son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Necâşî'nin çok sevdiği Mekke'nin meşîn derisinden bolca hazırlandı. Necâşî'nin din adamlarına, devlet erkânına hediyeler ayrıldı. Bu işe, Abdullah bin Ebî Rebîa ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye, Necâşî'nin huzûrunda neler söyleyecekleri öğretildi. Onlara; "Hükümdâr ile konuşmadan evvel, onun patriklerine ve kumandanlarının her birine hediyelerini veriniz. Sonra Necâşî'ninkini takdim ediniz. Bu işi yaptıktan sonra, oradaki müslümanların size teslimini isteyiniz. Necâşî'nin, müslümanlar ile görüşüp konuşmasına meydan vermeyiniz" denildi. Elçiler, Habeşistan'a geldiler. Devlet erkânını görüp hediyelerini verdikten sonra, her birine; "Bizim içimizde bir takım insanlar türedi. Bunlar, bizim ve sizin bilmediğimiz yeni bir din uydurdular. Bu gelenleri, kendi yurtlarına götürmek istiyoruz. Hükümdârınızla, onlar hakkında görüştüğünüz zaman, gelenlerle görüşülmeden bize teslim edilmelerini te'min için çalışınız. Bu kimselerle en çok meşgûl olabilecek olanlar, onların, öz ana-babaları ve komşularıdır. Onlar, bunları gâyet iyi bilirler" dediler. Patrikler, bu teklifi kabûl ettiler. Sonra, Mekkeli elçiler, Necâşî'nin hediyelerini takdim ettiler. Melik Necâşî hediyeleri kabûl edip, onları dâvet ederek bir müddet görüştü. Elçiler, Necâşî'ye şöyle söylediler: "Ey Melik! İçimizden bir takım kimseler sizin memleketinize ilticâ etmişlerdir. Bu gelenler, kendi milletlerinin dînini terkettikleri gibi, sizin dîninize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun, uydurma bir dinleri vardır. Ne biz, ne de siz, bu dîni bilmiyoruz. Bizi, bunların mensup oldukları milletin eşrâfı size gönderdi. Bu eşrâf, sizin memleketinize ilticâ eden adamların babaları ve kendi öz akrabâlarıdır. İstekleri, gelenlerin iâde edilmesidir. Çünkü onlar, bunların hâllerini daha yakından tanır. Onların kendi öz dinlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler." Gerek Amr bin Âs, gerekse Abdullah bin Ebî Rebîa'nın en çok arzu ettikleri şey; Necâşî'nin bu sözleri dinliyerek, arzularına uygun hareket etmesiydi. Elçiler, bu sözleri söyledikten sonra, Necâşî'nin patrikleri söz alıp, şöyle demişlerdi: "Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgûl olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve milletlerine götürsünler."
Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı; "Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem. Bana ilticâ eden, memleketime gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih etmiş ve benim ülkeme gelmişlerdir. Onun için, gelen muhâcirleri sarayıma dâvet eder, onlara bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini sorar, cevaplarını dinlerim. Eğer muhâcirler, bunların dedikleri gibi iseler, onları gelenlere verip, kendi milletlerine iâde ederim. Öyle değilse onları korur, ülkemde kaldıkça iyilik ederim" dedi. Daha önceleri Necâşî, semâvî kitapları incelemişti. Muhammed aleyhisselâmın gelme zamanının yakın olduğunu, kavminin O'na yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke'den çıkaracaklarını biliyordu.
Necâşî, Mekkeli elçilere; "İnandıkları kimdir?" diye sordu. Onlar da; "Muhammed'dir" dediler. Necâşî, bu ismi işitince, O'nun peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar sordu: "O'nun dîni ve mezhebi nedir ve neye dâvet eder?" Amr; "O'nun "mezhebi yoktur" dedi. Necâşî; "Mezhebini ve dînini bilmediğim, bana sığınan bir topluluğu nasıl teslim ederim? Meclis kuralım. Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin durumu belli olsun. Onların da dînini bileyim" dedi. Müslümanları saraya dâvet ettiler. Müslümanlar önce kendi aralarında istişâre ettiler (görüştüler) ve; "Habeş hükümdârının hoşuna gidecek ve mîzaclarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim" diye konuştular. Hazret-i Ca'fer; "Vallahi bizim bu husûstaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan ibârettir. Netîce neye varırsa râzıyız" buyurdu. Hepsi kabûl ettiler ve sâdece hazret-i Ca'fer'in konuşması için ittifâk edip, Necâşî'nin huzûruna geldiler. Melik Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir dîvan kuruldu. Sonra muhâcirleri getirdiler. Müslümanlar, geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler. Necâşî onlara; "Neden secde etmediniz" diye sorunca; "Biz,Allahü teâlâdan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz, bizi, Allahü teâlâdan başkasına secde etmekten men edip; “Secde, yalnız Allahü teâlâya mahsûstur" buyurdu" dediler.
Necâşî, muhâcirlere; "Ey huzûruma getirilmiş olan topluluk! Bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir isteğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Neden memleketiniz halkından buraya gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsunuz?" dedi. Ca'fer (radıyallahü anh); "Ey Hükümdâr! Ben önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler isem, beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. Her şeyden önce emret ki, şu adamlardan yalnız biri konuşsun, diğerleri sussun!" dedi. Amr bin Âs; "Ben konuşayım" dedi. Necâşî; "Ey Ca'fer, önce sen konuş" dedi. Hazret-i Ca'fer; "Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iâde edilecek köleler miyiz?" dedi. Necâşî; "Ey Amr! Onlar köle midirler?" diye sordu. Amr; "Hayır! Onlar köle değil, hürdürler!" dedi. Hazret-i Ca'fer; "Acabâ biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere iâde edileceğiz" dedi. Necâşî, Amr'a; "Bunlar, haksız yere birini mi öldürdüler!" diye sorunca, Amr; "Hayır, bir damla bile kan dökmediler" dedi. Hazret-i Ca’fer, Necâşî'ye; "Başkasının mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardı?" dedi. Necâşî; "Ey Amr! Eğer, şuncağızların ödeyecekleri pek çok altın bile olsa, borçları varsa, onu ben ödeyeceğim, söyleyin" dedi. Amr; "Hayır, bir kırat (bir para birimi) bile yok!" dedi. Necâşî; "O hâlde siz bunlardan ne istiyorsunuz?" diye sorunca, Amr; "Onlar ile biz, bir dinde ve bir yolda idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed'e ve dînine uydular" dedi. Necâşî, Ca'fer'e; "Siz, bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dîninden ayrıldığınıza, benim dînimde de olmadığınıza göre, sizin inandığınız bu din nasıldır? Hakkında bilgi veriniz!" diye sordu.
Hazret-i Ca'fer; "Ey Hükümdâr! Biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan leşi yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabâlarımızla münâsebetlerimizi keser, komşularımıza iyi davranmazdık. Kuvvetlilerimiz, zayıflara zulmeder ve merhamet nedir bilmezlerdi. Allahü teâlâ bize, kendimizden; doğruluğunu, emînliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar, bu vaziyette kaldık. O peygamber bizi; Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmaya, O'na ibâdete, bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya dâvet etti. Doğru sözlü olmayı, emânette hıyânet etmemeyi, akrabâlık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malına el uzatmaktan, nâmuslu kadınlara iftirâ etmekten bizi sakındırdı. Bize, Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi emretti. Biz de kabûl ettik ve Allahü teâlâdan ne getirmişse hepsine inandık ve söylediklerini yerine getirdik. Allahü teâlâya ibâdet ettik. O'nun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl bildik ve öyle amel ettik. Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, zulmetti. Bizi, dînimizden döndürüp, Allahü teâlâya ibâdetten vazgeçirip, tekrar putlara tapmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bize zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle dînimizin arasına girdiler ve bizi dînimizden ayırmak istediler. Biz de yurdumuzu, yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni, başkalarına tercih ettik. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız" dedi. Hazret-i Ca'fer konuşmasına şöyle devam etti:
"Selâm verme işine gelince, biz seni Resûlullah'ın selâmı ile selâmladık. Birbirimize de öyle selâm veririz. Cennet’tekilerin selâmlarının da bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz haber verdi. Bunun için yüce zâtınızı öyle selâmladık. Peygamber efendimiz insanlara secde edilmeyeceğini buyurduğu için, Allahü teâlâdan başkasına secde etmekten Allahü teâlâya sığınırız." Necâşî; "Sen, Allah'ın bildirdiklerinden biraz biliyor musun?" diye sordu. Ca'fer (radıyallahü anh); "Evet" deyince, Necâşî; "Onu bana oku" dedi. Hazret-i Ca'fer de Meryem sûresinin ilk âyetlerini okumaya başladı. (Ankebût ve Rum sûrelerinden okuduğu da bildirilmiştir.) Necâşî ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Râhipler de ağladı. Necâşî ve râhipler; "Ey Ca'fer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan biraz daha oku" dediler. Hazret-i Ca’fer, Kehf sûresinin başından îtibâren okudu ki, meâlen; “Kâfirleri (yüce) katından sâdır olan en çetin bir azâb (Cehennem) ile korkutmak, sâlih amel işleyen mü’minleri de, içinde ebedî olarak kalacakları güzel bir ecir (Cennet) ile müjdelemek, “Allahü teâlâ çocuk edindi" diyenleri korkutmak için lâfzında bir bozukluk, mânâsında bir tezât kılmadığı, (ifrat ve tefrîtten uzak olan) dosdoğru kitabı (Kur'ân-ı kerîmi) kuluna (Muhammed aleyhisselâma) indiren Allahü teâlâya hamd olsun. Ne onların (Allahü teâlâ çocuk edindi diyenlerin), ne de atalarının buna (o söze) dâir hiç bir ilimleri yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz, büyük bir küfür (şirk) oldu. Onlar ancak yalan söylerler.
(Ey Resûlüm!) Bu Kur'ân-ı kerîme inanmazlarsa, hüzün ve gadabla arkalarından kendini helâk mı edeceksin! Biz yeryüzünde olanları (madenler, hayvanlar ve bitkileri), yer ehlinin; hangisinin ameli sâlihdir (hangisi dünyâ arzularını terk etmiştir) imtihân edelim diye zînet kıldık..." buyruluyordu. Necâşî kendisini tutamayarak; "Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nûrdur. Mûsâ ve Îsâ da (aleyhimüsselâm) onunla gelmiştir" dedi. Kureyş elçilerine dönerek; "Gidiniz, vallahi, ben ne onları size teslim eder, ne de bunlar hakkında bir kötülük düşünürüm" dedi. Abdullah bin Ebî Rebîa ile Amr bin Âs, Necâşî'nin huzûrundan çıktılar.
Amr, Abdullah'a; "Yemîn ederim ki, onların bir kabahatini Necâşî'nin yanında ortaya koyup, köklerini kazıtayım da gör" dedi. Arkadaşı, Amr'a; "Onlar bize muhâlefet ediyorlarsa da iyi kötü akrabâlığımız var, bunu yapma" dedi. Amr; "Onların, Îsâ aleyhisselâmı bir kul olarak bildiklerini Necâşî’ye ihbâr edeceğim" dedi. Ertesi günü, Necâşî'nin yanına varıp; "Ey Hükümdâr! Onlar Meryem oğlu Îsâ'ya (aleyhisselâm) ağır sözler söylüyorlar. Onlara adam gönderip, Îsâ aleyhisselâm için ne söylediklerini bir sor" dedi. Necâşî, hazret-i Îsâ hakkındaki telakkîlerini sormak üzere müslümanlara adam gönderdi. Tekrar geldiler. Birbirlerine; "Îsâ aleyhisselâm hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz" dediler. Hazret-i Ca'fer; "Vallahi hazret-i Îsâ hakkında Allahü teâlânın buyurduğunu, Peygamber efendimizin bize getirdiğini söyleriz" dedi.
Necâşî'nin huzûruna çıkınca, Necâşî; "Siz Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm hakkında ne diyorsunuz?" diye sordu. Ca'fer (radıyallahü anh); "Biz, Îsâ aleyhisselâm hakkında, Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâdan getirip tebliğ eylediğini söyleriz. O'nun, Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğunu, dünyâdan ve erkeklerden vaz geçerek Hak teâlâya bağlanmış bir afîfe olan hazret-i Meryem'e Allahü teâlânın ilkâ eylediği kelimesi olduğunu kabûl ederiz. Meryem oğlu Îsâ'nın hâli, şânı bundan ibârettir. Hazret-i Âdem'i topraktan yarattığı gibi, Îsâ aleyhisselâmı da babasız yaratmıştır deriz" deyince, Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve; "Yemîn ederim ki, Meryem oğlu Îsâ da sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur" dedi. Necâşî bunu söylediği zaman, etrâfındaki hükümet erkânı ve kumandanları, aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necâşî, bunu görünce, onlara; "Yemîn ederim ki, siz ne derseniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler düşünüyorum" dedi. Sonra müslüman muhâcirlere dönerek; "Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki, O, Allah'ın resûlüdür. Zâten biz, O'nu İncîl’de görmüştük. O Resûlü, Meryem oğlu Îsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı, gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş kısmında, her türlü tecâvüzden uzak, emniyet ve huzûr içinde yaşayınız. Size kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler sizlerden birini üzüntüye sokmam" dedi. Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için; "Benim bunlara ihtiyâcım yoktur! Başkalarının gasp ettiği bu mülkümü, Allahü teâlâ bana geri verirken ve halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı" diyerek hediyelerini iâde etti. Kureyş elçileri, Necâşî'nin huzûrundan elleri boş döndü. Bahtiyâr Necâşî de İslâmiyeti seçmiş, Eshâb-ı kirâmı ziyâdesiyle sevindirmişti.
Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hazret-i Ali, Ebû Zerr'i gördü. Garib olduğunu anlayarak evine götürdü. Hâlini sormayınca Ebû Zer sırrını açmadı. Sabah olunca tekrar Kâbe'ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde isteğine ulaşamamıştı. Önceki yere gidip oturdu. Ali (radıyallahü anh), o gece yine oradan geçiyordu. "Bu biçâre hâlâ evini öğrenememiş" diyerek tekrar götürdü. Sabahleyin yine Beytullah'a gitti ve oturduğu köşeye çekildi. Hazret-i Ali tekrar evine dâvet etti. Bu defâ nereden ve niçin geldiğini sordu. Ebû Zer hazretleri de; "Eğer bana doğru bilgi vereceğine kat’î söz verirsen, söylerim" dedi. Hazret-i Ali; "Söyle, hâlini kimseye açmam" deyince, Ebû Zerr-il-Gıfârî; "Burada bir peygamberin çıktığını işittim. O'nunla görüşmek ve O'na kavuşmak için geldim" dedi. Ali (radıyallahü anh); "Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Şimdi ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni tâkib et, benim girdiğim eve sen de gir. Eğer yolda sana bir kimsenin zarar vereceğini anlarsam, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi davranırım. O zaman beklemeden beni geçip yürürsün" dedi. Ebû Zerr-il-Gıfârî (radıyallahü anh), hazret-i Ali'yi tâkib etti. Sonunda Peygamberimizin mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Ve: “Esselâmü aleyküm" diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da verilen ilk selâm ve Ebû Zerr-il-Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu. Peygamber efendimiz selâmına cevap verip; “Allahü teâlânın rahmeti üzerine olsun" buyurdu. Peygamber efendimiz; “Sen kimsin?" diye sorunca; "Ben Gıfâr kabîlesindenim" dedi. “Ne zamandan beri buradasın?" buyurdu. "Üç gün üç geceden beri buradayım. “Seni kim doyurdu?" buyurunca: "Zemzem'den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç bir açlık ve susuzluk duymadım" dedi. Peygamberimiz; “Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur" buyurdu. Bundan sonra Ebû Zerr-il-Gıfârî, Peygamber efendimize; "Bana İslâm’ı bildir" dedi. Peygamberimiz, ona Kelime-i şehâdeti okudu, o da söyleyerek, İslâmiyet ile şereflenip, ilk müslümanlar arasına karıştı.
Ebû Zerr-il-Gıfârî hazretleri, müslüman olduktan sonra Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Seni hak peygamber gönderen Cenâb-ı Hakk'a yemîn ederim ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça söyleyeceğim" dedi. Kâbe yanına gidip, yüksek sesle; "Ey Kureyş topluluğu! "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh. Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür" dedi. Bunu işiten müşrikler, hemen üzerine hücûm ettiler. Taş, sopa ve kemik parçalarıyla vurarak kan içinde bıraktılar. Bu hâli gören hazret-i Abbâs; "Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O, sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabîledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz" dedi. Ebû Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı. Ebû Zer (radıyallahü anh), müslüman olmakla şereflenmenin verdiği sevinçle yerinde duramıyordu. Ertesi gün yine Kâbe’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle, bağıra bağıra söyledi. Müşrikler bu defâ da dövdüler. Yere yıkıldı. Yine hazret-i Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı.
Ebû Zerr-il-Gıfârî hazretlerine, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem kendi memleketine dönmesini ve orada İslâmiyeti yaymasını emir buyurdu. Bu emir üzerine kendi kabîlesi arasına dönüp, onlara Allahü teâlânın birliğini, Muhammed aleyhisselâmın O'nun resûlü olduğunu anlattı. Bildirdiklerinin gerçek ve doğru olduğunu, taptıkları putların bâtıl, boş ve mânâsızlığını söyledi. Kendisini dinleyen kalabalıktan, bir kısmı îtirâz etmeye başladı. Bu sırada, kabîlenin reîsi Haffâf, bağıranları susturdu ve: "Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak" dedi. Bunun üzerine, Ebû Zer hazretleri şöyle devam etti: “Ben müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir köpeğin yaklaşıp sütü içtiğini ve putun üzerine pislediğini gördüm. Putun buna mâni olacak güce sâhip olmadığını yakînen anladım. Köpeğin bile hakâret ettiği puta tapmak nasıl hoşunuza gider? Bu delilik değil midir? İşte sizin taptığınız budur" Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri: "Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor? Onun doğru söylediğini nasıl anladın?" deyince, Ebû Zer hazretleri yüksek sesle. "O, Allahü teâlânın bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, O'nun her şeyi yaratan ve her şeyin mâliki, sâhibi olduğunu bildiriyor... İnsanları O'na îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya dâvet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı bildiriyor" dedi ve İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabîlesinin içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp döktü. Sonra bunların zararlarını ve çirkinliğini anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabîle reîsi Haffâf ve kendi kardeşi Üneys olmak üzere pek çok kimse müslüman oldu.
Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) bir gün tenhâ bir yerde toplanmışlar, konuşuyorlardı; "Vallahi Resûlullah'tan başka şu Kureyşli müşriklere Kuran-ı kerîmi açıktan dinletebilen bir kimse çıkmadı. Onlara açıktan Kur'ân-ı kerîmi okuyup dinletecek bir kimse var mıdır?" dediler. Orada Abdullah bin Mes’ûd hazretleri de vardı. "Ben dinletirim!" buyurdu. Eshâbın bâzıları; "Ey Abdullah! Müşriklerin sana bir zarar vereceğinden korkarız. Biz öyle bir kimse istiyoruz ki, gerektiği zaman kendini müşriklerden koruyabilecek bir kavmi ve kabîlesi bulunsun" deyince, "Siz, bana müsâde edin, gideyim. Cenâb-ı Hak beni muhâfaza eder" diye ısrâr etti. Ertesi gün kuşluk vakti Makâm-ı İbrâhim'e vardı. Müşrikler orada toplanmışlardı. İbn-ı Mesûd (radıyallahü anh) ayakta Besmele-i şerîfe çekti ve Rahmân sûresini okumaya başladı. Birbirlerine; "Ümmü Abd'in oğlu ne söylüyor? Herhâlde Muhammed in getirdiği şeyleri okuyor" diyerek üzerine yürüdüler. Yumruk, tekme ve tokatlarla yüzünü, gözünü morartarak belirsiz hâle getirdiler. Fakat o, tokat ve yumruklar altında okumaya devam ediyordu. Yüzü, gözü, yara bere içerisinde Eshâb-ı kirâmın yanına döndü. Eshâb-ı kirâm buna çok üzüldüler: "Zâten biz senin bu akıbete uğrayacağından korkmuştuk. Nihâyet korktuğumuz başına geldi" dediler. Fakat Abdullah ibnı Mes’ûd (radıyallahü anh) hiç üzgün değildi, "Allahü teâlânın düşmanlarını ben bu günkü kadar zayıf görmedim. İsterseniz yarın sabah, onlara bir o kadar daha dinletebilirim" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Hayır, sana bu kadarı yeter. O azılı kâfirlere hoşlanmadıkları şeyi dinlettin" dediler.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.