Hazret-i Hamza'nın müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehl, müşrikleri toplayıp; "Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennem’de azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi!... O'nu öldürmekten başka çâre yoktur!... O'nu öldürecek kimseye yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim!.." dedi. Bir anda Hattâboğlu Ömer'in kalbinden İslâma olan meyl kayboldu ve yerinden fırladı; "Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur" dedi. "Haydi Hattâboğlu! Görelim seni" diyerek onu alkışladılar. Kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu'aym bin Abdullah'a rastladı. "Bu şiddet ve hiddetle nereye yâ Ömer!" diye sordu. O da; "Millet arasına ikilik sokan, kardeşi kardeşe düşman eden Muhammed'i öldürmeye gidiyorum” dedi. Nu'aym; "Yâ Ömer! Bu zor bir iş. Eshâbı, çevresinde pervâne kesilmiş, O'na bir şey olmasın diye titreşiyorlar. Yanlarına yaklaşmak çok zordur. O'nu öldürsen bile Abdülmuttalîb oğullarının elinden yakanı kurtaramazsın" dedi. Hazret-i Ömer, bu sözlere çok kızdı; "Yoksa, sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim" diye, kılıca sarıldı. "Yâ Ömer! Beni bırak! Kardeşin Fâtıma ile, zevci Sa’îd bin Zeyd'e git; onlar da müslüman oldu" dedi. Hazret-i Ömer, bu söze inanmadı. "Eğer inanmazsan, git sor! Anlarsın" dedi.
Hazret-i Ömer bu işi başarırsa, din ayrılığı ortadan kalkacak, fakat Arapların âdeti olan kan dâvâsı ortaya çıkacak ve Kureyş ikiye bölünerek ardı arkası kesilmeyen çarpışmalar başlayacaktı. Böylece, değil yalnız Ömer bin Hattâb, bütün Hattâboğulları öldürülecekti. Fakat Ömer bin Hattâb çok kuvvetli, cesur ve öfkeli olduğundan bunları düşünememişti. Kardeşini, merâk edip, hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni gelmiş, Sa’îd ile Fâtıma radıyallahü anhümâ bunu yazdırıp, hazret-i Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı. Hazret-i Ömer kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. O'nu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, hazret-i Habbâb'ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince; "Ne okuyordunuz?" dedi. "Bir şey yok" dediler. Kızması artarak; "İşittiğim doğru imiş, siz de O'nun sihrine aldanmışsınız" diye çıkıştı. Hazret-i Sa’îd'i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma'nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak; "Yâ Ömer! Niçin Allah'tan utanmaz, âyetler ve mûcizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen, bundan dönmeyiz" dedi ve Kelime-i şehâdeti okudu. Hazret-i Ömer, kız kardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle; "Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın" dedi. Fâtıma; "Sen temizlenmedikçe onu sana vermem" dedi. Hazret-i Ömer gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma (radıyallahü anhâ), Kur'ân-ı kerîm sahifesini getirdi. Hazret-i Ömer güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur'ân-ı kerîmin fesâhati, belâgatı, mânâları ve üstünlükleri kalbini git gide yumuşattı. “Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve (yedi kat) toprağın altındaki şeyler hep O'nundur" (Tâhâ sûresi: 6) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. "Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allah'ın mıdır?" dedi. Kardeşi; "Evet, öyle ya! Şüphe mi var?" diye cevap verdi. "Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altundan, gümüşten, tunçtan, taşdan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiç birinin, yeryüzünde bir şeyi yok" diyerek şaşkınlığı arttı. Biraz daha okudu; “Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir mâbud yoktur. En güzel isimler O'nundur" (Tâhâ sûresi: 8) meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. "Hakikaten, ne kadar doğru" dedi. Habbâb bu sözü işitince, yerinden fırladı ve tekbir getirdikten sonra; "Müjde yâ Ömer! Resûlullah, Allahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehl ile Yâhud Ömer ile kuvvetlendir" buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu" dedi. Bu âyet-i kerîme ve bu duâ hazret-i Ömer'in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen; "Resûlullah nerede?" dedi. Kalbi, Resûlullah'a tutulmuştu. O gün, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Erkam'ın evinde, Eshâbına nasîhat veriyordu. Eshâb-ı kirâm toplanmış, O'nun nûrlu cemâlini görmekle, tatlı, tesirli sözlerini işitmekle kalblerini cilâlıyor; sonsuz lezzet, zevk ve neşe içinde hâlden hâle dönerek rûhlarını ferahlatıyorlardı.
Hazret-i Ömer'in geldiği, Erkam'ın (radıyallahü anh) evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın etrâfını sardı. Hazret-i Hamza; "Ömer'den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum" derken, Resûlullah; “Yol verin, içeri gelsin!" buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, hazret-i Ömer'in îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ömer'i tebessüm buyurarak karşıladı; “Bırakınız, yanından ayrılınız" buyurdu. Ömer (radıyallahü anh), Resûlullah'ın önünde diz çöktü. Resûlullah, hazret-i Ömer'i kolundan tutup; "Îmana gel, yâ Ömer!" buyurdu. O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâm, sevinçlerinden tekbir seslerini göğe yükselttiler.
Hazret-i Ömer, müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı: "Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm, ve; "Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?" diye sordum. Peygamber efendimiz; “Evet. Varlığım, yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz" buyurdu. Bunun üzerine; "Yâ Resûlallah! Mâdemki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâm’ı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke'de hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insâflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız" dedim. Resûlullah efendimiz; “Biz, sayıca çok azız!" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâm’ı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım" dedim. Kabûl buyrulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, tozuta tozuta Mescid-i Haram'a girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hamza'ya bakıyorlardı. Öyle bir hüzün ve kedere uğradılar ki, belki hayatlarında böyle bir ye'se hiç düşmemişlerdi"
Hazret-i Ömer'in bu gelişi üzerine, Ebû Cehl ileri çıkıp; "Yâ Ömer! Bu ne hâldir?" deyince, hazret-i Ömer hiç aldırış etmeden; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" dedi. Ebû Cehl ne diyeceğini şaşırdı. Dona kaldı. Hazret-i Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek; "Ey Kureyş!... Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer'im... Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!..." deyince, Kureyşli müşrikler bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar. Resûlullah ve yüce Eshâbı saf tutup, yüksek sesle tekbir aldılar. Mekke semâları, Eshâb-ı kirâmın; "Allahü ekber!... Allahü ekber!..." nidâları ile çınladı. İlk defâ Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.
Hazret-i Ömer müslüman olunca, Enfâl sûresinin 64. âyet-i kerîmesi indi. Meâlen; “Ey Peygamberim! Sana yardımcı olarak, Allahü teâlâ ve mü’minlerden senin izinde gidenler yetişir" buyruldu. Tereddüt içinde bocalayan bâzı kimseler, hazret-i Ömer'in müslüman olduğunu görünce, İslâm’ı seçtiler. Eshâb olmakla şereflendiler. Artık müslümanların sayısı gün geçtikçe çığ gibi büyümeye başlamışdı.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.