Peygamber efendimiz, Medîne-i münevverede daha sıkı bir bağlılığın te’sisi için, hicret eden Muhâcirleri ve onları evlerinde barındıran Ensârı birbirlerine kardeş yaptılar. Hazret-i Ali en sona kalınca, unutuldum sanarak; "Yâ Resûlallah! Beni unuttunuz mu?" diye sormuştu. O zaman Âlemlerin efendisi; “Sen, dünyâda ve âhırette benim kardeşimsin" buyurmuştu. Bu kardeşlik maddî ve mânevî yardımlaşma esasına dayanıyordu. Böylece yurtlarından, yuvalarından ve akrabâlarından ayrı kalmanın mahzûnluğu bir miktar da olsa giderilmiş olacaktı. Zâten Medîneli müslümanlar (radıyallahü anhüm), Allahü teâlânın dînini yaşayabilmek ve yayabilmek için memleketlerini terk eden muhâcir kardeşlerine bağırlarını açmışlar, evlerine buyur etmişler, onlara her türlü yardımı yapmak için canla başla çalışmışlardı. Bu kardeşlik te’sisi ile birbirlerine daha candan sarıldılar. Resûlullah efendimiz, her muhâciri, mizacına uygun olan bir Ensâr ile kardeş yapmıştıi. Öyleki bu kardeşlik, babalarından kalan malı paylaşacak seviyede idi.
Her Medîneli; arâzisini, bağını, bahçesini, evini, mallarını... nesi varsa ikiye ayırıyor, böylece yarısını muhâcir kardeşine seve seve veriyordu. Muhâcirlerden Abdurrahmân bin Avf hazretleri şöyle anlattı: "Biz, Medîne-i münevvereye hicret ettiğimizde, Resûlullah efendimiz beni Sa'd bin Rebî ile kardeş yaptı. Bunun üzerine kardeşim Sa'd, bana; "Ey kardeşim Abdurrahmân! Ben, mal bakımından Medîneli müslümanların en zenginiyim. Malımı ikiye ayırdım, yarısı senindir" dedi. Ben de; "Allahü teâlâ malını sana mübârek ve hayırlı eylesin. Benim, mala ihtiyâcım yok. Yalnız beni, alışveriş yaptığınız çarşınıza bir götürüver, kâfi" dedim.
Böyle bir fedâkarlık, ancak İslâm kardeşliğiyle mümkün oluyordu. Âdem aleyhisselâmdan bu zamana kadar pek çok göç olmuştu. Fakat böylesine mânâlı ve yüce bir hicret; dışardan gelenler ile yerli halk arasında bu kadar muhabbetli bir kaynaşma ve samîmi bir kucaklaşma olmamıştı. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; “Mü’minler ancak kardeştirler" buyurdu. (Hucurât sûresi: 10) Bununla, gerçek sevgi ve samîmiyetin maddî menfaatle değil, îmân ve inançla olabileceğine işâret buyruluyordu. Eshâb-ı kirâmdaki bu hal, Resûlullah efendimizin bir sohbetiyle ele geçiyordu. Sevgili Peygamberimizin, mübârek kalbinden fışkıran deryâlar misâli feyz ve bereketler, Eshâb-ı kirâmın kalblerine akıyor, bunun netîcesinde, görülmemiş bir fedâkarlıkla birbirlerini seviyorlar ve kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlardı.
Ensâr ve Muhâcirîn, bu yeni İslâm merkezinde el ele, gönül gönüle vererek İslâm dîninin kuvvetlenmesi için her fedâkarlığa katlanmak ve sonunda şehâdet mertebesine kavuşmak üzere söz verdiler. Bu şekilde, Resûlullah'ın etrâfında toplanıp, İslâm dîninin esaslarına uyarak, yeni bir nizâm ve mes'ud bir hayat kuruyorlardı. Artık İslâmiyet, hicret hâdisesi ile; "Devlet" olma yolunda ilk adımını atmıştı. Medîne-i münevvere ise İslâm dîninin beşiği ve merkezi hâline geliyordu.
Medîne'de; Eshâb-ı kirâmdan başka, hıristiyanlar, yahudiler ve puta tapan müşrikler de vardı. Yahudiler; Benî Kaynuka, Benî Kureyzâ ve Benî Nadr olmak üzere üç kabîleden meydana geliyordu. Bunlar, İslâm'a ve bilhassa sevgili Peygamberimize ziyâdesiyle düşman idiler.
Bu arada Mekkeli müşrikler, Peygamber efendimizin Medîne'de, Eshâbını birbirlerine kardeş yapmak sûretiyle kaynaştırmasını, kendileri için büyük bir tehlike görmüşlerdi. Kısa zamanda bu işin üstesinden gelemezlerse, müslümanlar güçlenip Mekke'ye saldırabllir, bıraktıkları arâzilerini, evlerini, yurtlarını ellerinden alabilirlerdi... Bu düşünceler içinde bulunan Mekkeli müşriklerden, Medîneli müslümanlara tehdit mektupları geliyordu. Bu mektupların birinde; "Şüphesiz ki, aramızda düşmanlık bulunan hiç bir Arap kabîlesinde, bizi, sizler kadar öfkelendiren olmamıştır. Çünkü, bizden olan bir adamı bize teslim etmeniz gerekirken, O'na yardımcı olup, kucak açarak korudunuz. Bu, sizin için çok büyük bir kusurdur. Lütfen, O'nunla bizim aramızdan çıkınız ve O'nu bize bırakınız. Eğer, O'nun gidişâtı iyi olursa, buna en çok sevinecek olan biziz. Aksi olursa, O'nu çekip çevirmek de yine bize düşer!..." deniliyordu.
Bu mektuba, hazret-i Ka'b bin Mâlik, Peygamberimizi medh eden çok güzel bir cevap yazdı.
Mekkeli müşrikler, Medîneli müşriklere de aynı şekilde tehdit mektupları yazdılar. Onlara da; "Eğer bizim adamımızı şehrinizden çıkarmaz veya öldürmezseniz, üzerinize yürür, sizleri öldürür, kadınlarınızı hizmetimize alırız!..." diyerek tehditlerde bulundular.
Bunun üzerine Medîneli müşrikler, Abdullah bin Übey münafığının etrâfında toplanıp, fırsatını buldukları an Resûlullah efendimize zarar yapmak üzere karar aldılar.
Müslümanlar bu durumu öğrenince; sevgili Peygamberimizi korumak için ellerinden gelen bütün gayreti gösterip, O'nun etrâfında kenetlendiler. Geceleri sokağa çıkamaz, evlerinde uyuyamaz hâle geldiler. Übey bin Ka'b (radıyallahü anh) anlattı ki: "Resûlullah efendimiz ile Eshâbı (radıyallahü anhüm), Medîne-i münevvereyi teşrîf ettiklerinde müslümanlar, müşrik Arap kabîlelerinin düşmanlıklarına hedef oldular. Eshâb, silâhlı olarak sabahlara kadar nöbet bekledi." Eshâb-ı kirâm yek vücûd olmuşlar, tehlikeli hâllerde bütün güçleri ile müslüman kardeşlerine yardıma koşuyorlardı. Bunların başında sevgili Peygamberimiz geliyordu. Resûlullah efendimiz, her güzel haslette önde olduğu gibi, cesârette de Eshâbının en önünde yer alırdı. Gecenin hangi saatinde olursa olsun, bir feryâd işitilince, Peygamberimiz, hiç kimse varmadan atı ile oraya yıldırım gibi yetişir, korkulacak bir şeyin olmadığını Eshâb'ına bildirir ve onları teskin ederdi.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.