Ebû Süfyân Medîne'den ayrılınca, sevgili Peygamberimiz Mekke'yi fethetmeye karar verdi. Çünkü Kureyşliler, ahdlerinde durmamışlar ve muâhedeyi bozmuşlardı. Fakat bu sırrı gâyet gizli tutuyor, müşriklere hazırlanma fırsatı vermeden ve Harem-i şerîfte kan dökülmeden Mekke'yi teslim almak istiyordu. Bu bir harp tedbiri idi. Zirâ, Mekke fethedilince, kim bilir niceleri müslüman olmakla şereflenecekti.
Bu durumu hazret-i Ebû Bekr'e ve Eshâbının ileri gelenlerinden bir kaçına bildirdi. Eshâbına, sefer için hazırlık yapmalarını emredip, nereye gidileceğini bildirmedi. Eshâb-ı kirâm, cihâd için hazırlığa başladılar. Peygamber efendimiz, ayrıca çevredeki müslüman kabîlelerden Eslem, Eşcâ, Cüheyne, Husayn, Gıfâr, Müzeyne, Süleym, Damra ve Huzâaoğullarına haber gönderdi; “Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân edenler, Ramazân-ı şerîfin başında Medîne'de bulunsunlar" buyruluyor, harbe katılmaya dâvet ediliyordu.
Habîbullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bir tedbir olarak, Mekke'ye giden yolları tutup irtibatı kesmek üzere, hazret-i Ömer'e vazife verdi. Hazret-i Ömer, derhal dağ yollarına, geçitlere ve diğer yol başlarına nöbetçiler dikip; "Mekke'ye gitmek isteyen herkesi geri çevireceksiniz!" emrini verdi.
Sevgili Peygamberimiz, bu işin gizlice yürütülmesi için; “Yâ Rabbî! Yurtlarına ansızın varıp, kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez eyle. Bizi ansızın görüp işitsinler" diyerek Allahü teâlâya duâ ediyordu.
Peygamber efendimiz, kuzeydeki müşrikler veya Bizanslılar üzerine yürünecek intibâını vermek için de, Ebû Katâde hazretlerini askerî bir birlik ile kuzeye, İzâm vâdisine doğru gönderdi.
Bu arada Medîne'deki hazırlıkları, Mekkeli müşriklere bildirmek üzere gönderilen bir mektubu, sevgili Peygamberimiz bir mûcize olarak haber verdi. Hazret-i Ali'yi göndererek yakalattı.
Ramazân ayının ikinci gününe kadar, çevre kabîlelerden yardım gelmiş, Ebû İnebe kuyusu başındaki karargâhda toplanılmıştı. Eshâb-ı kirâmın sayısı onikibine ulaşmıştı. Bunlardan dörtbini Ensâr, yediyüzü Muhâcir, geri kalan da çevredeki müslüman kabîlelerdendi.
Sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye vekil olarak, Abdullah bin Ümmi Mektûm hazretlerini bıraktı. Zübeyr bin Avvâm hazretlerini de ikiyüz kişilik bir süvâri birliğinin başında keşif kolu olarak ileri gönderdi.
Âlemlerin efendisi, gönülleri Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbetiyle dolu olan onikibin kişilik muazzam ordusunun başında, Allahü teâlânın ismi ile yola çıktılar. Bundan sekiz sene önce, işkence, zulüm yapılarak hicrete mecbûr bırakıldıkları yurtlarına, Mekke'ye gidiyorlardı. Puthane hâline çevrilen muazzam Kâbe'yi putlardan temizlemeye gidiyorlardı... İnatlarından bir türlü vaz geçmek istemeyen müşriklere, hak, adâlet ve merhamet göstermeye gidiyorlardı… Allahü teâlânın dînini yaymaya, oradakilerin ebedî Cehennem azâbından kurtulmalarına vesile olmaya gidiyorlardı... Aman yâ Rabbî! Bu ne büyük merhametti!...
İslâm ordusu Zü'l-huleyfe'ye geldiği sırada, Mekke'den âilesi ile birlikte hicret eden Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs ile karşılaştı. Sevgili Peygamberimiz, amcasının geldiğine çok sevindi ve; “Ey Abbâs! Ben Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de, Muhâcirlerin sonuncususun" buyurarak gönlünü aldı. Hazret-i Abbâs’ın ağırlıklarını Medîne'ye gönderdi. Abbâs (radıyallahü anh), Peygamber efendimizin yanında kalıp, Mekke'nin fethine katıldı.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Mekke'nin yakınında bulunan Kudeyd'e geldiğinde, şanlı Eshâbına harp düzeni aldırdı. Her bir kabîleye ayrı ayrı sancaklar ve bayraklar verdi. Onları, her kabîlenin bayrakdâr ve sancakdârına teslim etti. Muhâcirlerin bayrağını; hazret-i Ali, Zübeyr bin Avvâm ve Sa'd bin Ebî Vakkâs (radıyallahü anhüm) taşıyordu. Ensârın oniki bayrakdârı, Eşcâların ve Süleymlerin bir bayrakdârı, Müzeynelerin üç, Eslemlerin iki, Huzâaoğullarının üç, Cüheynelerin dört sancakdârı vardı.
Medîne'den ayrılalı on gün olmuştu. Akşam üzeri Mekke'ye iyice yaklaşılmış, yatsı vaktinde Merr-uz-zahrân'a gelinmişti. Peygamber efendimiz, Eshâbına burada durmalarını emir buyurdu. Ayrıca hazret-i Ömer'e vazife verip, her mücâhidin ateş yakmasını da emir verdi. Bir anda onbinden fazla ateş yanınca, Mekke aydınlığa boğuldu. Hiç bir şeyden haberi olmayan Mekkeli müşrikler, şaşkına döndüler. Ne olduğunu anlamak için Ebû Süfyân'ı vazifelendirdiler. O da yanına birini alarak İslâm ordusuna doğru gizlene gizlene yaklaştı. Bu sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâbından bâzılarına; “Ebû Süfyân'a göz-kulak olunuz. Mutlaka onu bulursunuz!" buyurdu.
Kureyşliler, ilerledikçe hayretleri artıyor, dehşete düşüyorlardı. Mekke'nin çevresine ne kadar çok asker birikmişti ve ne kadar çok da ateş yakmışlardı... Onlar, bunları konuşa konuşa, Erak isimli yere geldiler. Bu sırada Peygamber efendimiz, yine; “Ebû Süfyân, şu anda Erak'tadır" buyurdu. Hazret-i Abbâs, onları tanıdı ve Peygamber efendimizin huzûruna götürdü. Yolda Ebû Süfyân, hazret-i Abbâs'a; "Haberler nasıldır?" diye sordu. O da; "Ey Ebû Süfyân! Sana yazıklar olsun! Resûl aleyhisselâm, karşı koyamayacağınız bir ordu ile üzerinize geliyor. Yemîn ederim ki, Kureyşlilerin hâli yaman olacak. Vay onların başına geleceklere!" dedi. Ebû Süfyân ve yanındakiler, korku ile mücâhidlerin arasından geçerek sevgili Peygamberimizin huzûr-i şerîflerine geldiler. Kâinatın sultânı, onları güzel karşıladı. Mekkeliler hakkında bilgi aldı. Geç vakitlere kadar konuştuktan sonra, onları İslâm’a dâvet eyledi. Hâkim bin Hizâm ile Büdeyl, derhal kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Fakat Ebû Süfyân'ın tereddütü devam ediyordu. Sabah olunca, merhamet deryâsı sevgili Peygamberimiz; “Ey Ebû Süfyân! Yazıklar olsun sana! Allahü teâlâdan başka ilâh bulunmadığını öğrenme zamanı hâlâ gelmedi mi?" buyurdu. O da; "Anam-babam sana fedâ olsun! Yumuşak huylulukta ve şereflilikte ve akrabâ hakkını gözetmekte üstüne yoktur. Sana ettiğimiz bu kadar cefâdan sonra, sen, hâlâ bizi hidâyet yoluna dâvet ediyorsun. Ne güzel kerem sâhibisin. Allah’dan başka ilâh olmadığına inandım... Eğer olsaydı bana bir faydası olurdu. Sen de Allah'ın Resûlüsün" diyerek Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendi.
Hazret-i Abbâs; "Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân'a Mekkelilerce îtibâr kazandıracak bir şey ihsân eder misiniz?" dedi. Peygamber efendimiz, bunu kabûl edip; “Kim Ebû Süfyân'ın evine girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir, öldürülmekten kurtulur" buyurdu. Ebû Süfyân hazretleri; "Yâ Resûlallah! Biraz daha genişletir misiniz?" diye istirhâmda bulununca, sevgili Peygamberimiz; “Kim Mescid-i Haram'a girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir! Kim kapısını kapayıp evinde oturursa, ona emân verilmiştir" buyurdu.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Ebû Süfyân'n (radıyallahü anh), İslâm ordusunun heybetini ve çokluğunu görüp, Mekkeli müşriklere bunu anlatması için hazret-i Abbâs'a; “Onu, vâdinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazına ilet. Müslümanların, Allahü teâlânın ordusunun ihtişamını görsün" buyurdu. Ebû Süfyân (radıyallahü anh) görmeliydi ki, şâhid olduğu manzarayı müşriklere anlatsın ve karşı çıkan olmasın... Böylece, Harem-i şerîfte kan dökülmesin...
Hazret-i Abbâs, Ebû Süfyân (radıyallahü anh) ile dağ geçidine giderken, mücâhidler harp düzenine girdi. Her kabîle, sancaklarını açmış olduğu hâlde geçitten geçmeye başladılar. Her birinin üzeri zırhlı ve silâhlı idi. Her grup geçerken tekbir getiriyorlardı. Ebû Süfyân hazretleri; "Bunlar kim?" diye soruyor, hazret-i Abbâs da; "Bunlar, Süleymoğulları! Kumandanları Hâlid bin Velîd'dir!" "Bunlar Gıfâroğulları!" "Bunlar Ka'boğulları!..." diyerek cevap veriyordu. Yeri göğü; "Allahü ekber! Allahü ekber!" nidâları dolduruyor, mücâhidlerin çokluğu ve silâhların parıltıları göz kamaştınyordu. Hazret-i Ebû Süfyân'ın en çok merâk ettiği, Fahr-i Âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizdi. O'nun çevresindeki askerlerin geçişini çok merâk ediyor, diğerlerinden farklı olacağını tahmin ediyordu. Bu sebeple sık sık; "Bunlar Resûlullah'ın birliği midir?" diye sormaktan kendini alamıyordu... Nihâyet peygamberlerin sultânı, Âlemlerin efendisi güneş gibi, nûr saçarak devesi Kusvâ'nın üzerinde göründü. Etrâfında Muhâcirler ve Ensâr bulunuyordu. Her biri tepeden tırnağa Dâvûdî zırhlara bürünmüş, Hindî kılıçlar kuşanmış, cins atlara ve develere binmiş olarak geliyorlardı. Ebû Süfyân hazretleri onları görünce; "Kim bunlar, yâ Abbâs?" diyerek merâkla sordu. O da; "Ortadaki Resûl aleyhisselâm. Etrâfındakiler de şehîd olmak aşkı ile yanan Ensâr ve Muhâcirlerdir!..." dedi.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, onların yanından geçerken Ebû Süfyân hazretlerine; "...Bugün, Allahü teâlânın, Kâbe'nin şanını yücelteceği bir gündür. Bugün, Beytullah'a örtü örtüleceği gündür! Bugün, merhamet günüdür... Bugün, Allahü teâlânın Kureyşlileri (İslâm ile) azîz edeceği bir gündür!" buyurdu.
Hazret-i Ebû Süfyân, göreceğini görmüş, işiteceğini de işitmişti; "Ben, Kayser'in de, Kisrâ'nın da saltanatını gördüm. Fakat böyle ihtişamlısını görmedim! Ben, hiç bir zaman bugünkü gibi bir ordu ve cemâat ile karşılaşmadım! Böyle bir orduya hiç kimse karşı koyamaz, onlara güç yetiremez!" diyerek Mekke'nin yolunu tuttu...
Ebû Süfyân (radıyallahü anh), Mekke'ye gelip, kendisini merâkla bekleyen müşriklere müslüman olduğunu açıkladıktan sonra; "Ey Kureyş cemâatı! Muhammed aleyhisselâm, karşısında dayanamayacağınız kadar büyük bir ordu ile yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor. Boş yere kendi kendinizi aldatmayınız. Müslüman olunuz ki, kurtulasınız! Ben sizin görmediklerinizi gördüm! Sayısız bahadırlar, atlar ve silâhlar gördüm. Hiç kimsenin onlara gücü yetmez! Kim, Ebû Süfyân'ın evine girerse, ona emân verilmiş, öldürülmekten kurtulmuştur! Kim, Beytullah'a sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim, evine girip kapısını kapatırsa, ona da emân verilmiştir!" dedi. Bunun üzerine müşriklerin azılılarından bâzıları, Ebû Süfyân hazretlerine karşı çıkarak, hakâret ettiler. Hattâ, İslâm ordusuna karşı çıkmak için, acele hazırlığa başladılar. Fakat bunların sayıları çok azdı. Diğerleri, bunlara iltifât etmeyip evlerine koştular. Bir kısmı da Mescid-i Haram'a sığındılar.
Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem ve şanlı sahâbîler, Zîtuvâ vâdisine gelip toplandılar. Âlemlerin efendisi, mübârek gözleriyle Eshâb-ı kirâmını şöyle bir süzdükten sonra, hatırına, sekiz sene önce Mekke'den ayrılışı, hicreti geldi. O zaman saâdethânelerinin etrâfını müşriklerin sardığını, Yâsîn-i şerîften âyet-i kerîmeler okuyarak çıktığını, hazret-i Ebû Bekr ile kimselere görünmeden Sevr mağarasına girdiklerini; Mekke hudutlarından ayrılmadan son bir defâ dönüp; "(Ey Mekke!) Vallahi, biliyorum ki, sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin içinde en hayırlısısın. Rabbim katında da benim yanımda da en sevgili olanısın. Senden zorla çıkarılmamış olsaydım; senden çıkmaz, ayrılmazdım" buyurduğunu; bu mahzûnluğu karşısında, Cebrâil aleyhisselâmın Kasas sûresi 85. âyet-i kerîmesini okuyup, mübârek hatırını tesellî ettiğini ve Mekke-i mükerremeye döneceğini müjdelediğini; bir avuç Eshâbı ile Bedr'de, Uhud'da, Hendek'de, Hayber'de, Mûte'de düşmanlara nasıl gâlip geldiğini hatırladı. Şimdi, onikibin Eshâbı etrâfında pervâne olmuş, Mekke'ye girmek için bir emrini bekliyorlardı... Server-i âlem efendimiz, bütün bunları ihsân eden Allahü teâlâya, en derin minnet ve şükran duygularıyla dolu olarak hamd etti. Tevâzu ile mübârek başını önüne eğdi.
Fahr-i kâinat efendimiz, kahraman Eshâbını dört gruba ayırdı. Sağ kol kumandanlığına Hâlid bin Velîd hazretlerini, sol kol kumandanlığına Zübeyr bin Avvâm hazretlerini, piyâdelerin başına Ebû Übeyde bin Cerrâh hazretlerini, diğer gruba da Sa'd bin Ubâde hazretlerini tâyin eyledi. Hazret-i Hâlid, Mekke'nin güneyinden girecek, müşriklerden kim karşı çıkarsa cezâlarını verecek, Safâ tepesinde, Fahr-i kâinat efendimizle birleşecekti. Hazret-i Zübeyr, Mekke'nin kuzeyinden girecek, Hacûn mevkîine bayrağını dikip Server-i âlem efendimizi bekleyecekti. Batıdan, hazret-i Sa'd bin Ubâde hazretleri ilerleyecekti.
Resûl-i ekrem efendimiz, kumandanlarına; “Size saldırılmadıkça, aslâ, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz. Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz" buyurdu. Ancak isimleri belirtilen onbeş kişiden kim yakalanrsa, Kâbe'nin örtüsü altına bile gizlenseler, başları uçurulacaktı.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.