Resûlullah efendimiz, Eshâbına, dînimizin emir ve yasaklarını inceden inceye anlatıyor, öğretiyorlardı. Îmânın, İslâmın şartları, namaz, oruç, hac, zekâta âit bütün hükümler; Âyet-i kerîmelerin tefsîrleri; haram ve helâl olan yiyecekler, giyecekler; yemîn, adak, keffâretler, alış-veriş bilgileri; yeme-içme, giyinme, görüşme-konuşma, selâmlaşma âdâbı; komşuluk, akrabâlık ve dostluk münâsebetleri; evlenme, nafaka, verâset ve mîras hükümleri; dâvâlar, cezâlar, anlaşma ve ortaklıklar; sağlık, sıhhat bilgileri; düşmanla çarpışma, harp hukûku... gibi bütün "Dîn-i İslâm’ı herkesin anlayacağı şekilde anlatır, önemli gördükleri bir husûsu, üç defâ tekrar ederlerdi. Kadınlara âit bilgileri de, mübârek zevceleri vâsıtasıyla öğretirlerdi.
Müslümanların kahraman imâmı, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr, sevgili büyüğümüz Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) buyuruyor ki:
"Öyle bir gün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan bir kaçımız, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullah'ın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. (Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için; "Öyle bir gün idi ki..." buyurdu. Cebrâil, aleyhisselâmı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtâç olduğu bilgiyi, gâyet güzel ve açık olarak, Resûlullah'ın mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakit bulunabilir mi?)
O vakit, ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde; toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah'ın Eshâbı olan bizlerden hiç birimiz onu tanımıyorduk. Yâni, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah'ın huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı. (Bu gelen, Cebrâil idi. İnsan şekline girmişti. Cebrâil aleyhisselâmın böyle oturması, mühim bir şeyi bildirmek için idi. Yâni, din bilgisi öğrenmek için utanmanın doğru olmadığını ve üstâda gurur, kibir yakışmayacağını göstermektedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini, Cebrâil aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma, bu hâli ile anlatmaktadır. Çünkü, din öğrenmekte utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekte ve öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak doğru olmaz.)
O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu ve; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat" dedi.
Resûl-i ekrem buyurdu ki: “İslâmın şartlarından birincisi, “Kelime-i şehâdet" getirmektir. (Kelime-i şehâdet getirmek demek, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" söylemektir. Yâni akıl ve bâliğ olan ve konuşabilen kimsenin; "Yerde ve gökte, O’ndan başka, ibâdet edilmeye ve tapılmaya lâyık hiç bir şey ve hiç bir kimse yoktur. Hakîki mâbud, ancak Allahü teâlâdır. O, vâcib-ül-vücûddur. Her üstünlük O'ndadır. O'nda hiç bir kusur yoktur. O'nun ismi Allah’dır" demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine; "O, gül renkli, beyaz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü, kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistan'da Mekke'de doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından Abdullah'ın oğlu Muhammed adındaki zât-ı âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlü yâni peygamberidir" demesidir.)
“Vakti gelince namaz kılmaktır. Malın zekâtını vermektir. Ramazân-ı şerîfte her gün oruç tutmaktır. Gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir." O zât, Resûlullah'dan bu cevapları işitince; "Doğru söyledin yâ Resûlallah!" dedi. Biz dinleyiciler; "Hem soruyor, hem de onu tasdik ediyor!" diye onun bu sözüne şaştık.
Bu zât yine; "Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu da bana bildir" dedi.
(Bu hadîs-i şerîfte, îmânın lügat mânâsını düşünmemelidir. Çünkü lügat mânâsı, tasdik ve inanmak demek olduğundan, Arab câhillerinden, bu mânâyı bilmeyen kimse yoktur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı kirâm radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn bilmemiş olsunlar. Cebrâil aleyhisselâm, îmânın mânâsını Eshâb-ı kirâma öğretmek istiyordu. Burada İslâmiyette neye îmân denildiği sorulmaktadır.) Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem de, îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi:
“Önce, Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, resûllerine, âhıret gününe, kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." O zât, yine; "Doğru söyledin" diyerek tasdik etti. Sonra tekrar; "Yâ Resûlallah! İhsânın ne olduğunu da bana bildir" dedi. Resûlullah efendimiz; “Allahü teâlâya; “O'nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görür" buyurdu. O zât tekrar; "Yâ Resûlallah! Bana kıyâmetten haber ver!" dedi. Resûl aleyhisselâm; “Bu mes’elede sorulan sorandan daha âlim değildir" buyurdular. O zât tekrar; "O hâlde onun alâmetlerini bildir" dedi. Resûlullah efendimiz, “Câriyelerin efendilerini doğurması, yalın ayak, çıplak, yoksul çobanların (zengin olarak) yüksek binâ yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir" buyurdu. Bundan sonra dönüp gitti. Resûlullah, bana dönüp; “Ey Ömer! Soran kişinin kim olduğunu biliyor musun?" diye sordular. "Allahü teâlâ ve Resûlü daha iyi bilir" dedim. Resûlullah; “O Cibrîl (Cebrâil) idi. Sizlere dîninizi öğretmek için geldi" buyurdular.
Peygamber efendimiz, Eshâbına, dindeki derecelerine göre, anlayacakları şekilde anlatırlardı. Eshâb-ı kirâmın en yükseklerinden olan hazret-i Ömer, bir gün geçerken, Resûlullah efendimizin Ebû Bekr-i Sıddîk'a (radıyallahü anh) bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Bunu başkaları da gördü, fakat, gelip dinlemekten çekindiler. Ertesi gün, Ömer'i (radıyallahü anh) görünce; “Yâ Ömer! Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Söyle, biz de öğrenelim" dediler. Çünkü Resûlullah efendimiz dâimâ; “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!" buyururdu. Hazret-i Ömer; "Dün hazret-i Ebû Bekr, Kur'ân-ı kerîmden anlayamadığı bir âyet-i kerîmenin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım" dedi. Çünkü, hazret-i Ebû Bekr'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah efendimiz; “Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu" buyurdu. Böyle yüksek olduğu ve ana dili olan Arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin hazret-i Ebû Bekr'e anlatılan tefsîrini anlayamadı. Ebû Bekr'in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Hazret-i Ebû Bekr, hattâ Cebrâil aleyhisselâm bile, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını, esrârını, Resûlullah'a sorardı. Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirmiştir. Sevgili Peygamberimiz, bu şekilde Eshâbına dîni öğrettiği gibi, dâvâlara bakıyor, şâhidlerini dinleyip, en güç anlaşmazlıkları netîceye bağlayarak hâllediyordu.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.